Ben, Tangsuk Ozan Ilgın. Adına Osteogenesis İmperfecta denilen kırılgan kemikleri yüzünden yirmi beş yaşına kadar fare gibi deliklerde saklanarak yaşamış ama yine kırılgan kemikleri sayesinde güçlü bir kahramana dönüşebilen mucize kadın.
Sultanat Şehri’nde yaşıyorum. Eskiden bir imparatorluğun başkentiymiş. İsminin nereden geldiğini sorarsanız, nice sultanları atmış sırtından bu şehir, tıpkı ehlileştirilemeyen kara yağız kır yeleli bir at gibi. O yüzden şehrin adı Sultanat Şehri kalmış. Kocaman bir camimiz var imparatorluk zamanından kalan: Sultanatmak Cami.
Bana lütfedilen ya da lanetim olan bu hastalık yüzünden kimsenin umurunda olmayan cılız bir kadınken üstün yetenekli bir özel kuvvetler polisine dönüştüm. SSOK-Sultanat Şehri Özel Kuvvetler’e gireli şunun şurasında bir sene oldu olmadı. Amirim Hayri Kozak gözümün önünde haksız yere tutuklandı ve Madenekon Terör Örgütü’ne üye olmaktan hüküm giydi. Gözaltılar, şehrin çeşitli yerlerinde gömülü mühimmatlar havada uçuştu. Ne izi ne izine karıştı belli bile olmadı.
Madenekon davalarının kökeni, 2001 yılındaki bir otomobil dolandırıcılığı soruşturması kapsamında verilen savcılık ifadesine kadar uzanmaktaydı. İddia edilen Madenekon Örgütü soruşturması ilk kez Meraniye’de bir gecekonduda 27 el bombası bulunması sonucunda başladı. İlk duruşması Cyvilry Cezaevi’ndeki duruşma salonunda görülen davalarda 400 civarında sanık Madenekon üyesi olmakla suçlandı.
İçerisinde subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler ve iş adamlarının olduğu küçük birimlerin, Madenekon’un içindeki çeteler olduğu iddia edildi.
20 Ocak günü CENAH gazetesinde çıkan manşet gündemi tekrar alaşağı etti:
SULTANATMAK CAMİİ BOMBALANACAKTI
“SSOK 2. Ordu Komutanı’nın 2003 yılındaki darbe planlarını ele geçirdik.” diyen Cenah’ın iddialarına göre 29’u general 182 subayın katıldığı bir toplantıda kararlaştırılan ‘darbe’ planının adı VARYOZ olarak isimlendirilmişti.
Özel yetkili sıvacılar, yaklaşık bir aylık incelemeden sonra 22 Şubat günü aralarında emekli generaller ve muvazzaf subayların da bulunduğu 69 askeri gözaltına aldı.
***
Toz-duman durulur gibi olduğu zaman büyük bir çoğunlukla seçilmiş Belediye Başkanımız İkram Papazoğlu eyalet-şehir anayasası değişikliğini gündeme getirdi. Anayasa değişikliği ile KSYK -Kadılar ve Sıvacılar Yüksek Kurulu dediğimiz şehrin kanun uygulayıcı kurulunda ve yasanın uygulanıp uygulanmadığına bakan Anıyaşa Mahkemesi üyelerinde değişiklikler planlanıyordu. Yeni anayasa ayrıca, Sultanatmak Şehri’ni on yıl geriye götüren kudetalardan biri olan 12 Ekim kudetası sorumlularının yargılanmasına engel olan yasa değişikliğini içeriyordu.
Başkan İkram Papazoğlu referandumda EVET oyu istemek için yaptığı mitinglerden birinde halka şöyle seslenmişti:
“12 Ekim ile yüzleşmek için, 12 Ekim’den sorumlu olanların üzerindeki dokunulmazlık zırhını kaldırmak için ‘Evet’ diyoruz. Bu eyalet-şehirde bir daha kudeta yaşanmaması, halkın geleceğinin karartılmaması için, demokrasinin kesintiye uğramaması için ‘Evet’ diyoruz. Büyük Sultanat, güçlü Sultanat, itibarlı Sultanat için ‘Evet’ diyoruz.”
***
Eyalet-şehrimiz bir yandan Madenekon ve Varyoz davalarına sahne olurken bir yandan da anayasa değişikliği referandumu için kampanyalarla coşuyordu. Muhalifler her zamanki körlükleriyle ‘Belediye başkanı Papazoğlu neye evet derse ben ona hayır derim’ mantığı ile hareket ediyorlardı. Yandaşlar ise ‘Başkan neye evet derse ben ona evet derim’ diye biat ederken hayatlarından memnundular. Sonuçta ne şehrin gökdelenlerinin bulunduğu Batı Yakası’nda ne de gecekondularla süslü Doğu Yakası’nda değişen bir şey yoktu.
Referandum için oy kampanyaları devam ederken, artık belediye başkanı ile yan yana yürümeyi bırakmış ve kol kola girmiş olan Quiri cemaatinin Transilvanya’da yaşayan lideri Ferguson Quiri’den ilginç bir çıkış geldi.
“Mezbahadakilere bile evet oyu kullandırmak lazım.”
Güya evet oyunun, ülkenin geleceği için ne kadar elzem olduğunu anlatmaya çalışmıştı ama sanki oylarda sahtecilik yapmayı teşvik ediyormuş gibi tepkilerle karşılaştı. Muhalefetin bu sözü ayyuka çıkartması üzerine yandaşlar başka bir slogan üreterek kendilerini haklı çıkartmaya çalıştılar.
PEKMEZ AMA EVET
Bense şehrin fakir kesimi olan Doğu Kıyısı’ndaki mahallemde bütün bu pekmez’lerden, ama’lardan, evet’lerden uzak, huzuru Hacı Necati Bakkal’dan bira istihkakımı almakta buluyordum. Verilecek bir oyum vardı, o hakkım da SSOK’un, dikkatlerin dağılmaması için görevli personelin oy vermesini yasaklaması yüzünden elimden alınmıştı. Kankalarım Ramazan ve Hüsnü ile hep cumartesi akşamları takılırken, bu sefer, pazar günü referandumda görevli olduğumuz için bira seansımızı perşembe akşamına çekmiştik. Necati Bakkal Amca oğluna söz geçiremiyordu ya, bana söylemeden edemedi.
“Kızım gel etme, eyleme, içme! Mübarek cuma akşamı çarpılacaksın!”
Gülmemek için kendimi zor tutarak bakkaldan dışarı çıktım. Düşünsenize Hacı Necati Bakkal Amca, benim gibi çarpılarak düzelen birini çarpılmakla korkutmaya çalışıyordu. Kendisi kankam Ramazan’ın babası olmasa iki çift laf ederdim ama Hacı Bakkal Amca’da suç yoktu ki. Aslında o iyi niyetliydi. İyi niyetli olmayan, güzelliklerle dolu diyerek övdükleri bir dini, insanları korkutarak yaymaya çalışanlardı. Ve sanırım perşembe gecelerini “mübarek” ilan etmelerinin sebebi, “mübarek olmayan” cuma ve cumartesi akşamlarında tüm dünya ile senkronize olarak içip coşup eğlenebilmek istemeleriydi. Ne de olsa şişelerce içki tüketilen o büyük büyük otellerin, büyük büyük kulüplerin sahiplerinin hepsi, içkiyi haram kılan dinin son derece mütedeyyin (miş gibi görünen) savunucuları idi. Velhasıl iş büyük büyük paralar kazanmaya gelince, içkiyi galonla, uyuşturucuyu tonla satmaktan dolayı kimseye günah yazılmıyordu.
Benim içinse sadece perşembe geceleri değil, her gün mübarekti. O yüzden sıkıntı yoktu.
***
“Size söylemem gereken bir şey var Amirim,” diyerek odasına daldım. Solomon Sert, her zamanki gibi kafasını masasındaki çok önemli evrakından kaldırmadan eliyle dur işareti yaparak beni susturdu.
“Memurlar amirlerine bir şey söylemezler. Ancak emredilen görevleri yerine getirirler Ozan!” dedi. “Demek Hayri Kozak amirin sana bunu öğretemeden hapse girmiş!”
Sinirden kıpkırmızı olmama rağmen sustum. Tanıdığım en mert adam olan Hayri Kozak amirime laf eden bari esastan bir adam olsaydı, içim yanmayacaktı. Fakat Madenekon Terör Örgütü üyeliği ile suçlanarak SSOK Özel Kuvvetler Birliği Amirliğinden haksız olarak alınan Kozak Hayri amirimin üzerine basarak yükselen bu adamdan zerre kadar hazzetmiyordum. O da bana bayılmıyordu anlaşılan.
“Bu ayın sonunda anayasa değişikliği için yapılacak referandumda asayişi sağlamak üzere görev alacaksınız. Sen ve arkadaşların Doğu Yakası’ndaki tüm sandıklardan sorumlusunuz. Şimdi çekilebilirsin.”
***
Referandumdan önceki hafta beş kişilik bisikletli bir genç grubu bizim mahalleye geldi. Komşu Tulsa şehrinin de güneyindeki Muriye ülkesinden gelen gençlerdi bunlar. Yanlarında çadırları ve bisikletleri ile kalacak bir karış toprak arayıp duruyorlardı.
“Gençler,” dedim. “Sizin aradığınız şeyi ben anladım ama onu şehrin fakir yakası olan bu Doğu Yakası’nda bulamazsınız. Öyle kamp alanı filan yoktur buralarda. Batı Yakası’nda ise trafik ve gökdelenlerden nefes alamazsınız. Gelin ben sizi bizim evin bahçesinde misafir edeyim birkaç akşam.”
Gençler bu davete çok sevindiler. Ne de olsa komşu idik ve meşhur Sult misafirperverliğimizi göstermemiz gerekiyordu. Bir baktım Cilmaya belim ağrıyor filan demeden eline oklavayı almış katmerli çörek yapmaya başlamış. “Yahu Cilmaya! Yalvarsak yapmazsın şunu bize, kilo alacaksınız formunuzu korumanız lazım dersin. Bu Muriyelilere neden yaparsın?” diye gülüştük Ramazan, ben ve Hüsnü.
“Baksanıza onlar pedal çevirerek spor yapıyorlar her gün. Sizin gibi ha babam yiyip de babam bira içmiyorlar ki!” diye cevabı yapıştırdı Cilmaya.
“Ya bisikletle spor mu olur Allasen anneanne? Muriye kadar uzak yeden bisikletle gelmek de neymiş?” diye güldüm. “Spor dediğin topla yapılır hem, değil mi koçum?” diyerek Muriyeli arkadaşlardan birine sordum dilimizi anlamayacağını düşünerek.
“Spor her türlü yapılabilir. Toplu veya topsuz. Maksat spor olsun,” diyerek güldü kırık Sultçesi ile. Meğer üniversitede Sult Dili ve Edebiyatı okurlarmış da dillerini geliştirmeye Sultanatmak eyalet-şehrine gelmişler.
“Siz çok yanlış sulardasınız oğlum ya!” dedim gençlere. “Bırak edebiyatını yapmayı, biz dilimizi zor konuşuyoruz. Ama geyik yapmakta üstümüze yoktur haa!” dediğimde bütün mahalle gülmekten kırılırken Sultçe bilen gençler ne dediğimi diğerlerine çevirmek için cebelleşiyorlardı.
***
Sultanat Şehri’ni batı ve doğu yakası olarak ikiye bölen Burgaziçi Nehri’nin üzerindeki tek köprü, Burgaziçi Köprüsü, zenginlik ve fakirlikle damgalanmış iki yakayı bir araya getirmeye yetmediği gibi bazen de kötü işlere sahne oluyordu. Köprünün Doğu Yakası ayağının dibinde infaz edilen mafya babası Topal Kadir lakaplı Kadir Yılmaz, yasadışı TTOK -Tulsa Tulslarındır Özel Kuvvetleri’nin başı olan Goodman Vanjör’ün sağ kolu idi. Fakat hakkında daha önce tutuklama kararı çıkartılmış Topal’ın cenazesi, çözüm süreci nedeniyle baş tacı edilmişti.
İpuçlarından yola çıkarak Topal Kadir’in mezarından protez ayağında sakladığı beş anahtarı bulmuş ve sağlama almıştım. Ama Kozak Hayri amirimin SSOK’tan delil saklamaktan yola çıkılıp Madenekon Terör Örgütü üyeliği ile suçlanarak tutuklanmasına engel olamamıştım.
Altı yerinden kurşunlanarak köprü dibinde infaz edilen bu adamın sakladığı anahtarlar eminim ki çok önemliydi. Mafyanın adamları kayıp anahtarların benim saklamış olabileceğimi düşünmüşlerdi. Nereden mi anladım?
***
Referandumun olacağı pazar günü sabahın üçünde başlayan mesaimiz oy verme süresi boyunca olaysız geçti. Oy verme işlemi tamamlanıp oylar sayılırken, Doğu Yakası’nda seçim sonrası asayiş için son kolaçanlarımızı ediyorduk. Telsizden bir yangın anonsu geldi. Topal Kadir’in anahtarlarının ne kadar önemli olduğunu çok acı bir şekilde öğrendim. Çünkü telsizde yangın çıktığı belirtilen adresteki ev, benim evimdi.
Jet hızıyla evimin sokağına vardığımda Cilmaya’nın olay yerine ilk intikal eden polis arkadaşlar tarafından evden çıkartılmış olduğunu öğrendim. İlk tahminlere göre, Cilmaya henüz güçlü kadın pozisyonuna geçemeden dumandan bayılmış ve ateş sıçradığı için yüzünün sağ tarafı yanmıştı.
Cilmaya’yı yüzündeki yanıklarla hastaneye kaldırılırken görünce kendimi yerden yere attım. Bir çuval halime dönüyordum, bir güçlü kadın halime, sonra bir normal halime. Derken canım köpeğim Çakır, içinde kapalı kaldığı polis aracının camını patlatarak imdadıma yetişti. Üzerime atlayarak beni durdurdu. Bana kendince, “Böyle kendine eziyet ederek kimseyi yakalayamazsın. Kendine gel ve suçluları yakalamak için düşünmeye başla!” diyordu. Sakinleştim ve üstümü başımı silkeleyip ayağa kalktım.
Çakır haklıydı. Beni iki dakikada rehabilite ettikten sonra, koşarak ambulansa bindirilen anneannemin yanına atladı. “Deli köpek!” dedim içimden, hırsımdan gözyaşlarıma engel olamayarak. Sırası mıydı şimdi benim gibi kocaman görevlere verilmiş kahramanlıklar yapacak bir kadının fare gibi hüngür hüngür olay yerinde ağlaması? Siliyordum gözlerimi kurusun diye ama bahar seli gibi boşalarak geliyordu. İçindeki üç kuruşluk eşyamızla dedemden kalma evimizin yok olmasına yandığım gibi alt kattaki kiracılarımız olan kankam Ramazan’ın ailesinin ve Muriyeli gençlerin benim yüzümden her şeylerini kaybetmiş olmasına ayrıca kahrolmuştum.
Olay yerini, olay yeri inceleme ekibinden önce incelemeye alan Teğmen Âdem yerlerde erimiş balmumunu bulmakta gecikmedi. Keser Nuri’nin adamlarından daha doğrusu kadınlarından biri olan İkarus İkra’nın işi olduğunu söyledi. Pekikimdi bu İkarus İkra?
“O da senin gibi bir SSOK projesi. Balmumundan kanatları var ve uçabiliyor.”
“Demek benden başka ucubeler de var bu dünyada ha? Vay be! Ve bunların bazıları kötü adamlara hizmet ediyor öyle mi? Oooh ne âlâ!” diyerek kapı önünde yanmadan kalmış tek şey olan Çakır’ın su tenekesine okkalı bir tekme attım. Su tenekesi o sırada makam arasından inmekte olan amirim Solomon Sert’in önüne bomba gibi düştü. Bu nemrut adamın sırça köşkünden kalkıp ta benim evime gelmesi pek hayra alamet değildi.
“Demek üç günlük seyisliğin var, kırk yıllık at bokueşeliyorsun Ozan! SSOK’a ait delilleri evinde sakladın, bulamadılar ve evi yaktılar!” diye çemkirdi Solomon Sert.
“SSOK’a ait delilleri tabii ki evimde saklamadım amirim. Bulamadıkları için evimi yaktılar. Aradıklarını bulsalardı da yakarlardı bu şeref…” dememe kalmadan “Atın şu düşük çeneli karıyı içeri de amirine cevap vermek neymiş öğrensin!” diye kükredi amir olunca zalimlik katsayısı daha da yükselmiş adam.
Önümde iki seçenek vardı. Ya orada hemen güçlü kadın moduma geçecektim ve tüm SSOK hayatımı bitirip beni tutuklamak için hamle yapan mesai arkadaşlarımı devirecektim. Yani bundan sonraki hayatımı “Ferman Padişahın dağlar bizimdir” diyerek devam ettirecektim. Ya da içimdeki kine vites küçülterek motor freni yaptırıp uslu bir çocuk gibi beni gözaltına almalarına müsaade edecektim. Ben ikinci seçeneğini seçtim. Ne de olsa henüz elimde isyan bayrağını dalgalandıracak kadar bilgi ve belge yoktu. Hem zaten aklı başında hiçbir savcı evi yanmış bir özel kuvvetler mensubuna, evinde delil saklamaktan dava açmazdı.
Nitekim öyle de oldu. Solomon Sert’in siniri geçsin diye yirmi dört saat gözaltında tutulduktan sonra salıverildim. Başım öne eğilmeyecekti evet ama aldırmadan edemeyeceğim bir belânın tam ortasındaydım artık.
***
Salıverilmemden üç gün sonra Ramazan, ben ve Hüsnü mahallede kara kara düşünerek otururken siyah-beyaz şişko bir erkek kedi geldi yanımıza. Çakır, kediye hamle yapmak için yekindi. Gözlerim köpeğimin bulut mavisi gözlerine değince derdimi anlatmış olmalıyım ki vazgeçti. Kedi önce ürkek, sonra çekingen, sonra daha cana yakın adımlarla yanımıza yanaştı. Dürümlerimizden birer lokma verdik, yedi. Sonra her gece gelmeye başladı. Tekrar yemek yedi, bize yavaş yavaş alıştı. Kucağıma gelip sevdirdiği üçüncü akşam, boynunda minicik bir kesenin içinde bir flash-bellek taşıdığını keşfettim. Belleğin içinden isminin Basti olduğunu öğrendiğim bu kedinin, İngiltere başbakanının konutunda, başbakan ve onun kedisi ile çekilmiş fotoğraflarıyla, bu olayla ilgili atılan tivitlerin ekran görüntüleri çıktı. Ayrıca evimizin yandığı gece sokağın karşı geçesinden çekilmiş görüntüler vardı. Kedinin ta İngilterelere gitmiş, hele hele başbakanlık konutuna girmiş olmasına mı şaşayım yoksa evimizi yakanları somut delillerle adalete değil de bizzat bana teslim etmesine mi şaşayım, bilememiştim.
Asıl muamma şuydu. Basti isimli bu siyah-beyaz kediyle, flash-bellekteki görüntüleri bana kim göndermişti?
Flash-bellekteki görüntülerden İkarus İkra ve yanında iki kadının evime gizlice girip ortalığı talan ettikten sonra evi ateşe verdiklerini öğrendim. Cilmaya ve alt kat kiracımız olan Ramazan’ın annesi o akşam başka bir komşunun evine misafirliğe gitmişlerdi. Görüntülerden Cilmaya’nın dumandan bayılmadığını, aniden eve gelip şerefsiz hırsızları görünce Ramazan’ın annesini bir hamle ile karşı kaldırıma fırlatarak İkarus İkra ile dövüştüğünü ama İkarus’un Cilmaya’ya ateş sıçratıp yanmasına sebep olduğunu da gördüm.
Onların neyin peşinde olduklarını biliyordum ama madem bunu aileme zarar vererek yapmışlardı, ben de ölümüne onların peşindeydim.
***
İkarus ikra’nın kim ve nerede olduğuyla ilgili detaylı bilgileri gizli ve güvenli bir numaradan beni arayan eski amirim verdi. İkarus, benim gibi bir SSOK projesi iken Nuri Körleğene’nin adamları tarafından daha çok para verilerek kandırılmıştı. Sultanat Şehri’nin mafya babası Nuri Körleğene’nin ise yükselen değer olan Quiri cemaati ile pek bir sıkı fıkı ilişkileri vardı. Kozak Hayri, Cyvilry cezaevinde haksız yere yattığı hapislikten şikâyet etmek yerine benim için endişeleniyordu. “Beni merak etme Ozan. Sen kendine dikkat et…”
Şehrin Batı Yakası’nın Burgaziçi Köprüsü’nü gören manzaralı bir mahallesinde, iki katlı eski evler yıkılmış ve yerine yapılan muhteşem villalar başta mafya olmak üzere yeni yetme zenginler tarafından anında kapılmıştı.
Kozak amirimden adresi almıştım bir kere. İkarus İkra’yı, diğer suçlu arkadaşları ile birlikte kaldığı, henüz bahçe düzenlenmesi tamamlanmadığı için bahçesinde bir inşaat konteynırı olan villada yalnız yakalamam zor olmadı.
Düşmanım villanın bahçesinde güneşleniyordu. Bir solukta yanında bittim. Kinim ve hırsım o kadar büyüktü ki düşmanıma kendimi savunmasız bırakacak kadar yaklaşmamam gerektiğini unutmuştum.
“Evime gelip yangın çıkaran namussuz sendin değil mi?”
İkarus İkra attığı uçan tekme ile elimdeki telefonumu fırlattı. Havada uçan telefon civarda bulunan camları açık Volkswagen Amarok’un ön camından içeri düşerken bluetooth’tan arabaya bağlanıp AC/DC’den ‘Highway to Hell’i bangır bangır çalmaya başlayınca hiç şaşırmadım. İkarus İkra müziği duyunca kahkahalara boğuldu.
“Ahahahaha! Telefonun azizliğine bak! Cehenneme otoban! Ama keşke İbrahim Tatlıses’ten Acı Gerçekler’i çalmaya başlasaydı! Seni öldüreceğim, acı gerçeğini yani! Ahahahha!”
Sonrasında Batman vs Süperman, Godzilla vs Kong, Optimus Prime vs Megatron ve Ironman vs Teğmen Rhodes (hani şu Queen’den ‘Another one bites the dust’ın çaldığı) dövüş sahnelerinin en kral hareketlerini gözünüzün önüne getiriniz. Ve bu görüntülere AC/DC’nin solisti Brian Johnson’ın I’m going to highway to hell diye bağırmasını eklemeyi de unutmayınız.
“Sen ne salak kahramansın ya! Balmumu kanatlar da neymiş!” diyerek bağırdığımı hatırlıyorum en son.
Allah’tan Teğmen Âdem kıyasıya dövüş sahnemizin son saniyelerinde yetişti de iki kuvvetli kadın kahraman birbirimizi öldürmeden ayrıldık. Tabii evimi barkımı yaktığı, ailemden yadigâr her şeyi yok ettiği için ben onu öldürmeliydim, o beni değil. Kalbimdeki derdime derman olacak tek şey buydu; intikam! Maalesef Teğmen, olay yerinde bulduğu balmumuna yaptığı incelemede, bunların artık yanmama özelliği getirilmiş kanatlar olduğunu bana söyleyebilecek kadar erken gelememişti. O bunu bana açıklayamadan, Ramazan’ın bana fırlattığı Zippo çakmağı gözlerimin önünden ağır çekimde uçarken tutmuş ve az önce İkarus İkra’yı tekmeleyerek içine soktuğum bahçedeki şantiye konteynırına orada bulduğum bir bidon benzini boşaltmıştım. Zippo çakmakla benzinin havada kalan zerreciklerini tutuşturduğumda konteynır, Bruce Willis’in Die Hard 2’deki uçak patlatma sahnesine benzer bir sahneyle havaya uçtu. Fakat İkarus İkra balmumu kanatlarından bir kozanın içine sarılmış olarak yangından yürüyerek çıktı.
Ben “Hay ebesini siktiğimin İkarusu! Bu ne yaaaa!” diye dövünürken, Teğmen Âdem, bütün bu tantanayı çıkaranın ben olduğum öğrenilmesin diye beni Suzuki İnazuma motorumun terkisine atıp fırtına gibi oradan uzaklaştırdı. Tabii Ramazan ve Hüsnü’nün olay yerine ilk gelenler olması durumunu SSOK’tan kimse yemedi. Bu da benim başımın Solomon Sert ile tekrar belâya gireceği anlamına geliyordu.
***
Oylamanın sonucu belli olup İkram Papazoğlu ezici miktarda yetmez ama evet’le referandumu kazandığı için belediye başkanı ve adamları galibiyet rüzgârına kendilerini öyle bir kaptırdılar ki, Solomon Sert bana olan garezini unuttu. Aslında unutmadı da rafa kaldırdı diyelim. Yeni anayasa paketiyle yargı ve Anıyaşa Mahkemesi’ne yapılan reformlar sonucu yargının Quiri cemaatinin eline geçtiğini söylemek saflık olmazdı.
“Oğlum bu referandumdan sonra sandıktan ne çıktı? Ben anlamadım. Sen anladıysan bana anlat.” dedi Hüsnü.
“KSYK- Kadı ve Sıvacılar Yüksek Kurulu’nun adı KSK- Kadı ve Sıvacılar Kurulu olarak değiştirildi.” dedim.
“Yani?”
“Kuruldan yüksek kelimesini attılar.”
“Ne oldu?”
“Demek ki alçaldılar.”
***
Ramazan ve Hüsnü ile mahalleye döndüğümde gözlerime inanamadım. Sult misafirperverliğimiz yüzünden sahip oldukları her şey olan bisikletleri ve çadırlarını da kaybeden Muriyeli gençler hiç yakınmadan yanan evimizi yeniden inşa etmek için kolları sıvamışlardı. Bir de baktım bu aile terbiyesi almış gençler, bizim bahçedeki yangın molozunu temizlemiş, bahçeye temel için çukur bile kazmışlardı.
“Ulan!” dedim içimden. Bir bisiklet ve bir çadırlarından başka hiçbir şeyi olmayan çocuklar kalkmış bizim yanan evi yeniden inşa etmek için amelelik yapıyorlar. Dilin, dinin, ırkın insana düşman olmak için bahane edilmediği başka paralel ya da dikey veyahut teğet bir evren var mı acaba? Eğer varsa beni neden orada yaratmadın da bu hayatı tespih yapıp sallayanların şehrinde yarattın ki? Neyse… Bir teselli ver diyerek ağladığımız günlerin yüzü suyu hürmetine insanlık ölmedi demek için bana bu Muriyeli gençleri gönderdin değil mi?
Telefonum çalınca monologuma son verdim. Cilmaya’nın yattığı hastaneden arıyorlardı. Doktorların izin vermemesine rağmen Cilmaya kendi isteğiyle imza vererek hastaneden çıkmıştı. İçimden “Var bu işte bir bokluk…” diye geçirdim. Kulaklarımı tırmalayan motor sesi gelip önümde durdu. Nuri’nin adamlarından İkarus İkra ve arkasında Fitne Fücur Fitnat bir taşa sarılı kâğıdı adeta kafama fırlatıp kahkahalarla gazlayıp defolup gittiler. Mesaj kısa ve netti:
CİLMAYA ELİMDE. 5 ANAHTARI DA GETİR. YOKSA KARIŞMAM.
NURİ KÖRLEĞENE