Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

OZAN ILGIN BÖLÜM 4: İHANET

Diğer Yazılar

Tuğba Turan
Tuğba Turan
1972, Ankara doğumlu olan Turan, 1990 yılında Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtı. Kendisini 2003 doğumlu bir erkek evlat, üç köpek, on (zaman zaman daha fazla) kedi annesi olarak tanımlamaktadır. Safranbolu’da yaşıyor. Zalifre Yazıları isimli basılı dergide makaleleri yayınlanan yazarın Gölge e-Dergi'nin son yirmi sayısında fantastik hikâyeleri yer almıştır. Dedektif Dergi’nin kuruluşundan beri yazdığı 30 bölümlük Tilda ve Diğerleri isimli polisiye hikayeleri kitap haline gelmiştir. Kişisel sayfası olan tugbaturan.com'da tüm yazılarını yayımlayan yazar aynı zamanda Türkiye Polisiye Yazarları Birliği üyesidir. Eserleri: Adı Cemre Olacak (Roman) 2020, Herdem Yayınevi Dedektif Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları (Polisiye Hikâye) 2021, Herdem Yayınevi Dedektif Dergi (Polisiye Hikâye Seçkisi, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Kırmızı Battaniye (Polisiye Hikâye, Kolektif) 2018, Paradigma Akademi Dark Polisiye – İkinci Kitap 2021, Dark İstanbul Yayınları

İkram Papazoğlu şehrimizdeki belediye başkanlığı seçimlerinden SEVAP- Sade Vatandaş Partisi’nden aday olarak galip çıkmıştı. İlk icraatı Sultanat Şehri’nin AŞEBEK- Avrupa Şehir Beraberliği Komitesi’ne üyelik kabulü işlemlerini hızlandırmak oldu. Uyum yasaları gereği SSÖK- Sultanat Şehri Özel Kuvvetler ismimiz SSOK olarak değiştirildi çünkü Avrupa dilinde “ö” harfi yoktu.

Ramazan, Hüsnü ve ben Tangsuk Ozan Ilgın, artık ismi SSOK olmuş kuvvetlerin Organize Suçlarla Mücadele Birimi’ne atanmıştık. Ve anlaşılan oydu ki mavi gözlü köpeğim Çakır’a da benim gibi ilaçlarla, kemoterapilerle müdahale edilmiş ve o da kırılan kemiklerinden yeniden doğan güçlü bir köpeğe dönüştürülerek ekibe katılmıştı.

Tekelci Necati Bakkal’dan biralarımızı almış, cumartesi akşamı keyfimizi yaparken Amirimiz Hayri Kozak’tan üçümüze de aynı mesaj geldi:

MERANİYE’DE BİR GECEKONDUDA 37 TANE EL BOMBASI BULUNDU. Askeriyenin MADENEKON kudeta planı açığa çıkmış. Gözaltılar başladı. DERHAL SSOK BİNASINA.

***

Meraniye semtinde bir gecekonduda gömülü bulunan el bombaları haberi tüm şehre bomba gibi düşmüştü. Bir gazetecinin spor çantası dolusu evrakı bir gazeteye teslim etmesi sonucu, bu evrakların ışığında bir kudeta planı yapıldığı bilgisi Belediye Başkanı’na bildirildi. Yeni atanan polis şefi, başkanlıktan saat be saat yağan yeni emirler ve gözaltına alınacak kişiler listesini Hayri Kozak vasıtasıyla bizlere dağıtıyordu. İlk bir hafta durup dinlenmeden polis-asker, rütbeli-rütbesiz demeden insanları gözaltına aldık. Sultanat Şehri’nin önceden nokta vuruşu şeklinde belirtilen yerlerini kazdık ve her seferinde ya kat kat naylonlara sarılmış dolarlara ya da ülkeye yasadışı yollardan sokulmuş kasa kasa kayıtsız mühimmata denk geldik. Tüm deliller tereyağından kıl çeker gibi kucağımıza düşüyordu. İyi de hepsi kocaman kocaman okullarda okumuş veya kocaman kocaman rütbelere gelmiş bu adamlar, her şeyi gömüp sonra gömdükleri yerleri de haritalarda işaretleyip bütün o evrakları bir arada tutacak kadar nasıl salak olabilmişlerdi? Benim işim sorgulamak değildi. Sorgulamamaktı. İşimi yapmalıydım.

***

Madenekon terör örgütü üyeliği suçundan içeri alınanlar liste liste gazetelerin baş sayfalarında yayınlanırken Belediye Başkanı şehirdeki tansiyonu düşürmek için otelciler birliği ile bir toplantı düzenlemeye karar verdi. Bunun için, 1950’lerde yabancı sermaye ile kurulmuş, Burgaziçi nehri manzaralı ve Sultanat Şehri’nin ikonik binalarından biri haline gelmiş Milton Burgazphorus otelini seçmişti. Bu, Milton’un temsil ettiği zenginlik ve seçkinlik imajını sevenleri memnun etse de eyalet-şehirde markanın keyfini süremeyen ve ekmeğini taştan çıkarmak zorunda olan pek çok butik otel vardı. Karşı hamle Başkan İkram Papazoğlu’nun hiç hazırlıklı olmadığı bir anda geldi.

“Başkanım bacasız sanayi dediniz bizim için! Bizlere krediler verdiniz! İşlerimizi ilerletmek için imkân tanınacak dediniz! Ama krediler elimizde patladı.  Doğu Yakası’ndakilerin Batı Yakası’na geçmesini izne ve evraka tabi tuttunuz. Artık dayanamaz olduk. Vallahi bacamız tütmüyor.

“Sen bunları demek için mi geldin buraya! Bacanı da al git! Bacanı da al git! “

Etrafındaki herkes hayretlerle ılımlı Başkan Papazoğlu’na bakakalmışken, ben görevim gereği butik otel sahibini Milton’un balo salonundan uzaklaştırdım. Telsizden amirime ne yapacağımı sordum. “Sal adamı gitsin!” dedi Kozak Hayri. “Ne yapabilirsin ki? Bacayı mı tutuklayacaksın adamı mı?”

Otelin arka kapısında adamla birer sigara içtik. “Senin hiç suçun yok.” dedi bana. “Bilir misin köpeğin boynuna neden tasma takıp bağlarlar? Önce bağlarlar, sonra serbest bırakırlar. Köpek o tasma boynunda olduğu sürece kaçamayacağını sanır. Aslında sahibini ısırıp parçalayamayacağından değil. Sadece minnetten. Aklında olsun hiç kimseye haksızlığa karşı gelemeyecek kadar minnet duyma sakın.” dedi ve çekti, gitti.

Sigaramı bitirip içeri girdiğimde Başkan, Milton Oteli’nin sahiplerine şehre yaptıkları büyük katkılardan dolayı bilmem ne plaketi veriyor ve kalabalık salon alkıştan yıkılıyordu.

***

Bizim mahalle, ortasından geçen Burgaziçi Nehri ile iki yakaya ayrılan Sultanat Şehri’nin Doğu Yakası sınırındaydı. Bizden sonrası Tuls’ların yaşadığı şehrin Tulsa isimli bölgesiydi. Bizim mahalle birazcık da tampon bölge gibiydi. Tuls’lar ve Sult’lar istedikleri gibi gelir gider, kimse de kimsenin hangi kökenden olduğunu pek umursamazdı. Fakirlik bir kere insanın üzerine yapıştı mı, bakkalından alışveriş edenin kim olduğuna, kömürünü kömürlüğe taşıyanın kökenine pek bakmıyordu insanlar. Hayatlarını idame ettirmek tek gayretleri idi. Ama insanın biraz biti kanlandı mı, insanlığını şöyle bir yana koyup kibirle doldurmaya başlıyordu kalbini. Ben senden daha üstünüm. Neden? Gözlerim mavi. Neden? Tenim daha beyaz. Neden? Çünkü ben anadilim olarak Sultçe konuşuyorum. Neden? Çünkü ben senden daha batıda doğdum! Ya sen bırak bu teraneleri de artık benim param var ve seni ezmek istiyorum desene birader!

Sult’lar ve Tuls’lar yüzyıllardır böyle yaşayıp gidiyorduk ama her daim bizi ayrı düşürmek için yara kaşıyan birileri olurdu. Biz ilkokuldayken iki çocuk çetesi arasında sudan sebeplerle bir kavga çıkmıştı. Teneffüste karşı çeteyi epeyi korkutup sınıflarına kaçırtmıştık. Öğlen teneffüsü bitmek üzereydi, herkes hırsını almış, öğrenci kavgası ne kadar olur ise o kadar kavga etmiş, derslere dağılacaktı ki okul müdürü yanımızda bitti. İçeri kaçmış öteki çete üyelerine seslendi. “Hadi ne duruyorsunuz dışarı çıksanıza! Bakın bu hıyarlar bir yere kaçamaz! Gelin de kavga görelim!” demesin mi!

Sonra müstahdem Ali amca elinde sapanlarla geldi. “Gerilla savaşı istiyorum çocuklar sizden haberiniz olsun. Bu sapanlar için de 15’er lira yazdım her birinize.”

Lan oğlum, savaşacak olan da bizlerdik, savaşın parasını minnacık harçlıklarımızdan ödeyecek olan da! Bu nasıl işti anlamamıştık. Anlamasak da o küçücük boylarımızla yeterince galeyana gelen bizler, diğer çete ile kıyasıya dövüşecektik ki anneannem Cilmaya bahçe kapısında belirdi. Hepimizin elinden sapanları topladığı gibi müdürün ayağının dibine attı. Bir kibritle hepsini ateşe verdi.

“Hiç utanman yok değil mi senin!” diye bağırdığında zaten biz çil yavrusu gibi sınıflarımıza dağılmıştık. Müdürün başını önüne eğip, hatta kuyruğunu arka bacaklarının arasına kıstırıp odasına gittiğini ilk defa o zaman görmüştüm. Meğer sapan işinin arkasında o varmış. Okulda para edecek her şeyden kâr ettiği gibi kantindeki satışların kârı da onun cebine giriyordu. Ve dahi sapanların parası da. Eğer borç yazabilselerdi tabii.

“15 öğrenci sizde olsa, 15 de karşıda 30. 30 çarpı 15 eşittir 450 lira. Nereden baksan 3 büyük parası! Savaş ganimeti!” diye hesapladı Hüsnü.

“Bu şehrin içler dışlar çarpımı hiçbir zaman iyi bir şeye eşit olmadı Hüsnü. İç güçlerle dış güçler hep bize karşı oldu!” dedim ben de.

***

Belediye başkanı İkram Papazoğlu Sult’larla Tuls’ların arasındaki kavga nihayet bitsin diye barış ve kardeşlik süreci başlattı.

“Barış ve kardeşlik mi? Savaş ve düşmanlıktan para kazananların tekerine çomak sokulacak desene! Merak etme oyalarlar oyalarlar bizi. Sonra da bunlar laf dinlemiyor, bunlardan bi bok olmaz derler, çıkarlar işin içinden.”

Bizim mahallede oturan Kaportacı Tuls Vedat neden bu kadar ümitsiz bakıyordu ki olaya? Her şey gibi bu süreçte de bir hayır vardır diye düşünüyordum ben. Lakin Tuls Vedat’ı ikna etmek mümkün değildi.

“Oğlum görmüyor musunuz, adamlar Bob Marley gibi ‘Everything’s gonna be alright’ diyerek geldiler. Şimdi Müslüm Baba gibi ‘İtirazım var bu zalim kadere’ modunda takılıyorlar. Nasıl yani? İnsan hem muktedir hem mağdur nasıl olabilir ki?”

***

Mahallede yeni bitirilen imam-hatip lisesine yine bizim mahallede yetişmiş Pir Hüseyin lakaplı bir ağabeyimiz, otuz yaş gibi genç yaşına rağmen müdür olarak atandı. Sevindik, gurur duyduk. Çiçek ve çikolatamızı yaptırdık tebrike gideceğiz ki Hüsnü birden duruma ayıldı. “Oğlum çiçek neyse de çikolata başka bir şey içindi lan! Müdür görmeye değil kız görmeye giderken alınmıyor muydu o?”

“E o zaman ne alıp gidicez lan müdür görmeye?”

“Çiçek tamam. Buket olmaz. Saksı olur. Çikolata yerine de viski olur oğlum. Pir Hüseyin içkinin de piridir. Sever.” dedi Ramazan.

Kaptık Chivas’ımızı soluğu Pir Hüseyin’in makam odasında aldık.

“Selamın aleyküm Pir Hüseyin ağabey.  Hayırlı olsun.”

“Aleyküm selam kardeşlerim. Yalnız bana artık Pir Hüseyin demezseniz sevinirim.”

“Neden?  Alevî-Bektaşî geleneğinin bizim mahalledeki en güzel temsilcisine neden pir demeyelim ki?”

“Şey ben ayrıldım Alevî dergâhından. Başka cema_yani dergâha yani eeee başka yere geçtim artık. Sünni oldum ben de sizin gibi.”

“Oğlum sen Sünni değil ki suni olmuşsun.”

“Alevîliğin Yezid’lik olduğunu anladım sonunda.”

“Oooo paşam bir-iki okula gittin, bir de üniversite bitirdin diye koskoca mezhebi tu-kaka edecek bilgiler öğrendin demek. Neyse. Biz saksıyı bırakalım. Viskiyi geri alalım. Anlaşılan bu da Quiri cemaatine katılmış. Ziyan eder canım şişeyi.”

“Siz de gelin arkadaşlar. Herkese kapımız açık. Akşamları camide toplanıyoruz.”

“Hangi camide? Bizim Muharrem Hoca’nın haberi var mı bundan?”

“Yeni mescit yaptık okulun bahçesine. Oraya beklerim.”

“Hayırlı uğurlu olsun arkadaşlar yeni müdürünüz. Benden paso. Bir daha kimseye tebrike filan gitmem bu son.”

***

Pir Hüseyin’in tavrı çok canımı sıkmıştı.

“Oğlum biz neyi unuttuk biliyor musun? Bunlar her şey çok güzel olacak dedikleri zaman ‘kimin için?’ diye sormayı unuttuk.”

“Neden ki Ozan?”

“Bizim gibi beynamazlara akşam sohbetimiz var gelin derken Mevlana’lığa soyunmasında ama 1500 yıllık Alevîlik mezhebi için Yezid’lik demesinde bir iki yüzlülük sezmedin mi sen de Ramazan?”

“Beynamaz derken bence kendi adına konuş. Ben namaza başladım.”

“Hayırlı olsun kardeş. Bize de bir gün kader güler, güler inşallah değil mi!”

***

Hüsnü haberler ve TV’deki yorumcuların hep aynı şeyleri söylemesinden şikâyet eder olmuştu. “Bir sefer söylediler anlamadık. Hadi ikinci sefer söylediler yine anlamadık. Ama artık her gece her gece Doğu Yakası’nın okumuş ama dindar kızlarına plazalarda iş vermediler. Hatta dindar kızları okullara almadılar. Başlarını açtırdılar. Haksızlık ettiler sözleri bitmek bilmiyor be Ozan. Bu arada ‘tüm haksızlıklara son veriyoruz. Biz ezilenin yanındayız’ diyorlardı. Bankalarda, Sultanat-Telefon-Telgraf- STT gibi devlet kurumlarında filan hep mahallemizde okumuş ama iş bulamayan kapalı kız arkadaşlarımız iş bulmaya başladı. Hani daha neyin meselesini yaparlar ki TV’lerde bunlar?”

Mahalleden bir başka arkadaşım Şükran da STT’de işe girmişti.

“Senin adına çok sevindim Şükran. Sen de benim gibi evlenmemek için bu yirmi beş yaşına kadar direndin değil mi?”

“Önce kendi ekmeğimi elime alayım dedim Ozan. Babamın transformatör fabrikasından kazandığı üç kuruşun birini alıp da nasıl çeyizime harcardım ki? İki kardeşim okuyor biliyorsun. Annem desen öyle hasta evde.”

“E hadi hayırlı olsun tekrar. Şu kargoyu gönderecektim.” dediğim anda telefonumdaki bipleme her zamanki gibi hayra alamet değildi.

***

Ramazan, Hüsnü ve ben, Burgaziçi Köprüsü’nün Doğu Yakası ayağındaki bataklık bölgeye vardığımızda bir yasadışı örgüt liderinin sağ kolu olduğu bilinen Topal Kadir namlı Kadir Yılmaz ölmek üzereydi. Sayabildiğim kadarıyla göğsünden dört, sağ kolundan iki kurşun yemiş olan adamın yanına diz çöktüm. Bir mafya pisliği de olsa herkes ölmeden önce son bir söz söylemeyi hak etmiyor muydu? Üstelik bu birbirini öldüren adamlar, Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka alacak kimse yoktur diye ahkam keserlerdi kalabalıklara karşı. Ama işte Topal Kadri artık kullanamadığı elinde tuttuğu Glock 19’uyla silahlı ama savunmasız bir halde kim bilir hangi adamlarının ihaneti sonucu ölmek üzere dizlerimin dibinde yatıyordu. Ambulansın sesleri uzaktan duyulmuştu ki son sözlerini söyledi:

Bacak, çekmece ve ince bıyıklı adam…

Madem barış ve kardeşlik süreci başlamıştı, neden Tuls’ların mafyası sayılabilecek yasadışı bir silahlı kuvvet olan TTOK -Tulsa Tulslarındır Özel Kuvvetleri’nin başı olan Goodman Vanjör isimli adamın sağ kolu vurularak köprü dibinde öldürülmüştü ki?

Bu işe, akşamları yastığıma başımı huzur içinde koyacağım bir şehrim ve mahallem olsun diye girmemiş miydim? İyi de bana neydi ki? Su yolunda kırılmış bir su testisi için uykularımı kaçırıyordum. Solumdan sağıma, o partiden o partiye ışık hızıyla dönebilen bir şehir-vekili hızıyla döndüm ve uykuya daldım. 

Bacak, çekmece ve ince bıyıklı adam…

Bacak, çekmece ve ince bıyıklı adam…

Yahu ben bacak ve çekmeceyi nerede görmüştüm?

***

Ertesi gün Topal Kadir’in cenazesi vardı. Normalde mafya hariç kimsenin değer vermeyeceği, bir ayağı kim bilir hangi masumu bombalarken kopup protez takılmış olan adam, ölünce badem gözlü olmuştu. Eyalet-şehrin şu anki konjonktürü mafya olduğu dahi bilinse tüm Tuls’lara azami saygıyı gerektiriyordu. Yoksa barış ve kardeşlik sürecine harcanan çabalar boşa giderdi. Velhasıl cenaze için Sultanat Şehri’ni Tulsa bölgesinden ayıran Aburcubur Sınır Kapısı’ndan otobüslerle gelen silahsızlanmış TTOK üyeleri Topal Kadir’in cenazesinde boy gösterdiler.

“Amirim at izini it izine karıştırmıyor muyuz şu an? Hem biliyor musunuz ben bu adamın ölmeden önceki son sözlerinde ne demek istediğini çözdüm.”

Adamın bacak, çekmece ve ince bıyıklı adam lafını, cenazede adamın protez bacağıyla gömülmeyi vasiyet ettiğini öğrendiğimde çözüvermiştim. Çünkü vasiyet çok tesadüfi bir şekilde ölümünden bir gün önce yazılmıştı. Bu ne demekti? Ya öldürüleceğini biliyordu ya da bir gün öncesinin tarihi ile düzenlenmiş sahte vasiyet önümüze gerçek diye konmuştu.

“Dur Ozan şu cenaze bitene kadar sabret.” dedi amirim. “Ortalık hem çok kalabalık hem çok karışık. Haklısın at izini it izine karıştırdık. Ama adamlar inlerinden başlarını çıkardılar ve dostluk için buradalar. Bir kıvılcım ortalığı tozu dumana boğmaya yeter. Hele hayırlısıyla cenazeyi kaldıralım. Bu gece yarısı Ramazan, Hüsnü ve senle mezarlıkta buluşalım tamam mı koçum?”

***

Ne demişti İngilizce konuşan milletlerin ataları: once a şerefsiz always a şerefsiz. Ziya Paşa’nın deyimi ile Bed asla necabet verir mi hiç üniforma? Zerduz palan vursan eşek yine eşektir! Günümüze uyarlayarak anlatayım:

Kozak Hayri amirimin muhbir olarak tuttuğu ikizler Habil ile Kabil ikili oynamışlardı. Ayrıca, ikiz kız kardeşleriyle evlenebilmek için birbirini öldüren iki erkek kardeşin ismini taşıyan adamlardan ne bekliyorduk ki? Bir kere şerefsizlik yapıp tetikçilere maşa olan ikizleri avucuna aldığını sanan Hayri Kozak amirim, amirlik hayatının hatasını yapmıştı. Polislik demedim bakın. Amirlik hayatı dedim. Çünkü küçük rütbede iseniz hatanız belki su götürürdü ya da en fazla işten atılırdınız. Ama büyük rütbeli iseniz direkt kelleniz giderdi. Velhasıl bizim ikili şerefsizler daha çok para ödeyene doğru dümen kırmışlar ve el alemi bize gammazladıkları gibi bizi de mezarlığa kadar takip edip ihbar etmişlerdi. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan korkun. Hangi taraftan olurlarsa olsunlar.

Peki ne vardı Bacak, çekmece ve ince bıyıklı adam’da?

Bu kelimelerinden yola çıkarak Salvador Dali’nin Yanan Zürafa tablosunu hatırladım. Tabloda ön plandaki kadının bacağından çıkan çekmecelerden dolayı kafamda bir ışık yanmıştı. Tam biz mezarlıkta gömülü adamın protezini elimize almıştı ki ortalık bayram yeri gibi aydınlandı. Birden tepemizde helikopterler bitti. Komiser Hayri çok hızlı düşündü. “Siz kaçın Ozan. Sen içeri girersen biz sana yardım edemeyiz.”

Jet hızıyla Ramazan, Hüsnü ve protez bacağı sepetli motosikletime fırlattığım gibi mezarlığı terk ettim. Amirim, emre itaatsizlikten veya üstlerine bildirmeden iş yapmaktan ceza alır çıkar diye düşünmüştüm. Teşkilat onun gibi akıllı ve tecrübeli bir polisi kaybetmeyi göze alamazdı.

Yanılmışım. Yeni atanan polis şefinin, Hayri Kozak’ın da diğer tüm gözaltılar gibi Madenekon Terör Örgütü adına gizli operasyon yapmaktan dolayı içeri atıldığını basına açıklarken gözlerinin içi gülüyordu. O anda anlamıştım. Mesele şehrimizi kudeta planı yapan bir örgütten temizlemek değildi. Mesele başkaydı.

***

Hüsnü’nün ne demek istediğini geç de olsa anlamıştım. TV’ler ben ya da Hüsnü gibi ortalama bir zekâ ile uğraşmıyorlardı. Bir şeyi her gün tekrarlayıp dillerine dolayarak bundan mağduriyet, mağduriyetten de oy devşiriyorlardı. Madenekon davası ile askeriyede tasfiyeler sürerken, gözaltına aldıkları yüksek rütbelilerin yerine alttan gelen kadrolar yerleştiriliyordu. Basit bir hücredeki sıvı yoğunluğu kuralıydı bu.

Malum vücudumuzun yüzde altmışı suydu. Bir hücreden ne kadar sıvı çıkarsa o kadar sıvı çeri girmeliydi. Hücreye çıkandan fazla sıvı girerse hücre patlar, daha azı girerse hücre küçülür, büzüşür, faaliyet gösteremezdi.

Böylece şehrin bütün hücreleri sıvı değiştirmeye başlamıştı. Askeriye ile başlayan tasfiyeler, gazetecilik, akademik kadrolar, milli eğitim, yargı ve polis teşkilatında da yavaş ama kararlı adımlarla devam ediyordu.

Benim hücrelerim için tercihim, genelde biradaki %5 alkol veya %40 alkolü olan rakının sulandırıldıktan sonra mis gibi anason kokulu beyaz renkli haliydi. Onların tercihi, üzerine %5 birlik ve beraberlik sosu damlatılmış, %95 kendi çıkarını düşünen ve kendinden olanla dayanışma içeren dindarlıktı. E nasıl olsa ‘kimsenin hayatına herkes karışamaz’dı. Doğruydu.

Acaba hücrelerimize dolan bu sıvının kaynağı nereden geliyordu?

***

İlk görüş gününde Cyvilry Cezaevi’ne  Hayri amirimle görüşmeye gittim.

“Ama amirim bu adamların kürsülerde dediği hiçbir şeye inanmayacak mıyız yani? Meydanlarda verdikleri sözlere?”

“Yapılan ya da yapılmayan şey kimin işine yarıyor ona bak Ozan. Kim para kazanıyor kim kaybediyor? Kimin ekmeğine yağ sürülüyor? Ondan sonra karar ver. Kimse kendi canını veya ailesinin geleceğini tehlikeye atıp rakipleri tarafından yok edilme riskini alarak bu politik oyunların içine babasının hayrı, hele hele senin benim hayrım için girmez. Bu yüzyıllardan beridir ve gelmiş geçmiş her medeniyette böyledir. Herkesin ceketinin doymak bilmeyen bir iç cebi vardır ve dışarıdan görünmez. Biz buz dağının üzerini görürüz ama suyun altında neler oluyor herkes bilmez. Hastaneler, okullar, yollar, köprüler vesaire hep buzdağını var etmek için yapılır. İster inan ister inanma.”

“Ama siz rakipleri tarafından yok edilme tehlikesine rağmen kendi canını riske atanlardandınız Amirim!”

“İyi de bak şu an neredeyim. Çamur at izi kalsın. Bakalım ne zaman temizlenecek bu çamur üzerimizden. Ne demiştin sen gözaltılar boyunca? Tüm deliller tereyağından kıl çeker gibi kucağımıza düşüyordu değil mi? Şimdi git ve bir daha beni ziyarete gelme. Haberleşmek için başka yollar bulacağım.”

***

Elimizde bir hayduta ait protez bir bacak ve hapse atılmış bir amirle kalmıştık. Yeni atanan polis şefi Hayri Amirimin yerine hemen kendi kafasına uyan bir Başkomiser atamakta gecikmemişti.

Solomon Sert isimli bu şahsın daha gelir gelmez tüm tefrişatını değiştirdiği Hayri amirimin eski odasında, ben, Ramazan, Hüsnü, Teğmen Âdem ve köpeğim Çakır hazır ol’da bekliyorduk. Adam önündeki dosyadan bir şey okur gibi yapıyor, kafasını kaldırıp bize bakmayarak kendince bizi aşağılıyordu. Sonra lütfedip kafasını kaldırdı ve dudak bükerek sordu.

“Bu muymuş yüzbinlerce dolar harcayarak özel kuvvetlere aldıkları güçlü kadın ve köpeği?”

Kalktı. Kocaman makam masasının arkasından dolandı yanıma geldi. İki eliyle kollarımdan tuttu ve beni geri itti.

 Solomon Sert ve ben eğer köpek olsaydık, daha ilk karşılaşmamızda hemen birbirimizin boğazına dalar ve birimiz sağ kalana kadar diğerini boğazlardık. Ne yazık ki ikimiz de, hislerimizi anında ve bu kadar açık belli etmememiz öğretilen insanlardık. Ama köpeğim Çakır iyi ki öyle değildi.

Teğmen Adem’in “Amirim yapmayı_” demesine kalmadan Çakır adamın üzerine atladı ve yere yıktı. Cam gibi parlayan mavi gözlerini adamın öfke saçan kahverengi gözlerine dikmişti. Hırlamıyordu. Sadece diş gösteriyordu. Bir insan, Solomon Sert kadar aptal da olsa, boynunun bu kadar yakınında dişlerini gösteren bir köpeğin neler yapabileceğini anlardı.

Hiç acele etmeden “Gel kızım.” dedim. “Yapma. Isırdığına değmez.” Tabii içimden.

***

SSOK Ar-Ge biriminden Teğmen Âdem’i mahalleye çağırdık. Topal Kadri’nin mezarından çıkardığımız protez bacağın sırrını, ustama yardım etmek için boş zamanlarımda takıldığım motosiklet tamircisinde çözmeyi başardık. Sonunda açabildiğimiz protez bacaktaki 5 adet minik çekmeceden 5 adet irili ufaklı anahtar çıkmıştı.

“N’apıcaz ulan bu anahtarları?”

“Ne bileyim Ozan? Zincire dizip beşi bir yerde diye boynuna asarsın belki!” diye güldü Ramazan.

“Siktir git lan!” diye yumruğu yapıştırdım Ramazan’ın karnına.

Aramızda tek gülmeyen ve sinirlenmeyen Teğmen Adem’di. Bizi ciddiyete davet eden mimiksiz yüzü ile son sözü söyledi.

“Bırakın soytarılığı! Şimdilik bunlar aramızda kalacak. Zira birbirimizden başka güvenecek kimsemiz kalmadı.”

Devam Edecek…

En Son Yazılar