Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

MAHUR BESTE

Diğer Yazılar

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

Rutubet kokan deponun birkaç mobilyasından biri olan rafa yaklaştı. Üzerindeki kasetçaların mazide kalan anılar kadar tozlu düğmesine dokundu. Mekanik bir ses çıkardı alet ve ağır hareketlerle açtı ağzını. Elindeki kaseti boşluğa yerleştirdi. Çıt sesiyle kapandı kapak. ‘Başlat’ tuşuna basmasıyla deponun nemli duvarlarında tanıdık bir melodi yankılandı. Bir süre gözleri kapalı dinledi, tüylerini diken diken eden hüzünlü tınıları. Az sonra Attila İlhan’ın satırları Ahmet Kaya’nın davudi sesinde can buldu.

Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız

O mahur beste çalar Müjgân’la ben ağlaşırız…

Gözlerini açtığında, şair de şarkıcı da Mahur Beste’nin en can alıcı satırına daha yeni gelmişlerdi. Deponun diğer ucundaki masanın başına gelip çektiği sandalyeye boş bir çuval gibi kendini bırakana kadar bakışlarındaki hüzün silinmedi. Uzandı, yarısına kadar boşalmış şişeyi eline aldı. Kristal renkli sıvıyı kirli bardağa döktü. Üzerine eklediği suyla, bardaktaki sıvı bulut rengine büründü. Büyükçe bir yudum aldığı içkisi boğazını yakarak midesine inerken mahcup bakışlarını karşı sandalyeye dikti.

“Konuşmayacak mısın benimle?”

Sesi annesinden özür dileyen bir çocuğunki kadar masum çıkmıştı.

“Lütfen, konuş artık. Bir şeyler söyle. Sabahlara kadar ağladığımız o günlerin hatırına, susma. Sensiz yapamam, biliyorsun. Ben seninle doğdum ve seninle öleceğim. Yalvarırım inan sözlerime.”

Karşı taraftan, değil beklediği sözleri duymak, çıt dahi çıkmadığını görmek hoşuna gitmedi. “Müjgân,” dedi tekrar, “beni affet artık. Yalvarırım…” Bu sefer sesinde mahcubiyetten çok, belli belirsiz bir öfke vardı. Öyle ya, içten içe biliyordu ne yaparsa yapsın ne derse desin karşısındaki onu affetmeyecekti. Zaten öfkesi de kendineydi. Damarlarını saran o şeytana yenilmemeli, yanında Müjgân olmadan o adamı öldürmemeliydi.

“Biliyorum, kırgınsın bana. Yıllardır o şerefsizleri öldürürken hep yanımdaydın. Bazen bunalsan, vazgeçmek istesen de bir an bile yalnız bırakmadın beni. Peki, ben ne yaptım? Son cinayetimi sen yanımda olmadan işledim. Suçluyum, cezama razıyım. Yeter ki beni yalnız bırakma. Sensiz ben bir hiçim.”

Karşısındaki sessizliğini korurken deponun karanlık köşesinden inleme sesi geldi. Acele etmedi. Gözlerini Müjgân’dan ayırmadan usul usul ayağa kalktı. Aradığı sevgi dolu bakışı bulamayınca, derin bir nefes alıp bir çırpıda tutsağının yanına vardı. Çarmıha benzeyen bir mekanizmaya, el ve ayak bileklerinden zincirlenmiş adama, “Debelenme lan!” diye bağırdı. Adamın dehşetle açılmış gözleri bir ona, bir Müjgân’a kaydı. O sırada Ahmet Kaya şarkıya yeniden başlamış ve ilk dörtlüğün son dizesine gelmişti.

Gitti dostlar, şölen bitti ne eski heyecan ne hız

Kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız

O mahur beste çalar, Müjgân’la ben ağlaşırız…

Adam bantlı ağzında bir şeyler gevelemeye çalıştı. Celladının yüzüne attığı tokatla sözleri boğazına kaçtı. Gözleri öfkeyle açıldı. Nefes alışverişi hızlandı. Burun deliklerinden süzülen kaygan sıvı bir görünüp yeniden içeri daldı.

“Müjgân’ımla önemli bir şey konuşuyorum. İki de bir araya girmezsen senin için daha hayırlı olur. Anladın mı beni?” diye bağırdı cellat. Adam anladığını belli etmek için gözlerini kapatıp açtı. “İyi, o zaman sessiz dur ve sıranı bekle. Müjgân beni affeder affetmez, seninle başladığımız işe kaldığımız yerden devam edeceğiz.”

Üç gündür gördüğü işkenceler gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti adamın. Korkup tırsacağı yerde, kaşlarını çatıp ağzındaki bantın ardından söylenmeye devam etti. Sesinin rengine bakılırsa küfrediyordu. Kollarını, bacaklarını kurtarmak için çekiştirdiği zincirlerin şıkırtısı, deponun duvarlarında, kim bilir kaçıncı sefer yankılanan şarkının nağmelerine karışıyordu.

Önünde çaresizce çırpınan kurbanına tiksintiyle baktı cellat. Kapana kısılmış bir fare gibi görünüyordu. Dudaklarına sinsi bir gülüş yayıldı. “Böyle yaparak kurtulamazsın, bunu anla artık. Buradan ancak ben istediğimde çıkacaksın.”

“Ne zaman?” der gibi baktı kurbanı. Suali anlamışçasına, “Dayan,” dedi cellat, “vakit geldiğinde, kuşlar kadar özgür olacaksın.”

Bu sefer itiraz etmeye yeltenmedi adam. Kaderine teslim olmuşçasına çırpınmayı bıraktı. Sonunda kuşlar kadar özgür olacaksa eğer, biraz daha dayanmaya razıydı. Celladının özgürlük kelimesinden tam olarak ne anladığı sorusunun zihnine çöreklenmesine izin vermedi, başını sallayıp savurdu evhamını.

Acele etmeden, ağır adımlarla geldiği kurbanının yanından yine aynı sükûnetle ayrıldı. Müjgân bıraktığı yerdeydi. Hâlâ sessiz, hâlâ tepkisiz… Üç gündür gözlerinin önünde lime lime edilen adam bile çözememişti Müjgân’ın dilinin bağını. Oysa eskiden öyle miydi? İşkence bitip de sıranın kendisine gelmesini dört gözle, sevdiğinin yanı başında beklerdi.

Hüzünlü bakışlarını Müjgân’ın üzerine dikti. “Yapma böyle,” dedi. Sandalyesine oturmak yerine Müjgân’ın yanına, yere çömeldi. “O adamı öldürmeye yalnız başıma gitmeliydim. Bunu sen de biliyorsun.” Müjgân’ın boynundaki sargıyı gevşetti, parmaklarını izin üzerinde gezdirdi. “Yaralıydın… Seni bu halde cinayet işlemeye nasıl götürebilirdim? Anla artık… Seni sevmediğim, sana güvenmediğim için değil, seni düşündüğüm için gelemedin benimle. Soruyorum sana, bu haldeyken nasıl bir cinayet daha işleyebilecektin? Daha kötü olacaktın, yaran açılacak belki telafisi olmayacak bir hal alacaktı. Ben sensiz ne yapardım o zaman?” 

Elini Müjgân’ın başına koydu. Hırçın başını bir çırpıda geri çeker sanmıştı ama yapmadı Müjgân. Affediyordu, affedecekti demek onu. Öyle olmasa, şimdiye kadar öylece oturur muydu karşısında, çekip gitmez miydi çoktan? Bu düşüncelerin verdiği cesaretle başını Müjgân’ın ışıl ışıl parlayan gövdesine yasladı. Aynı anda acısını duymuşçasına efkârlı bir ses geldi Ahmet Kaya’dan.

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı

Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı

Hoyrattı gülüşleri, aydınlığı çalkalardı

Gittiler akşam olmadan, ortalık karardı

İliklerine işleyen davudi sesin tellerinde can bulan satırları hiç kıpırdamadan dinledi bir süre. Her “Müjgân,” dediğinde hem şair hem şarkıcı, yüreği yandı, kül oldu. Sessiz bir “Ah,” edip titrek bir nefes saldı, dumanı tüten ciğerinden ve ardında bıraktı şairle bestekârın biricik Müjgân’ını, kendi Müjgân’ına sokuldu. “Seninle ilk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?” dedi. Küçük bir çocuk gibi kıkırdamıştı bu sözü ederken. Müjgân cevap vermemişti sorusuna ama çekip atmamıştı da mahzun başını, ışıldayan göğsünden.

“Ben daha on yedime yeni girmiştim. Sen, olsan olsan on beştin. Okuldan dönüyordum. Aklım, evdeki zalimin zulmünden nasıl kurtulacağımdaydı. Dalgın yürürken, seni görmüştüm. Yol kenarına oturmuş, ağlıyordun. Adınla müsemma kirpiklerinden süzülen yaşlar ok olmuş, kalbime saplanmıştı sanki. Yanına oturmuş, hiçbir şey demeden ben de seninle ağlamaya başlamıştım. Kim bilir ne kadar ağlaştık? Bir an mı geçmişti aradan yoksa bir asır mı hatırlamıyorum, nihayet konuşmaya başlamıştık. Sen anlatmıştın, ben dinlemiştim, ben anlatmıştım, sen dinlemiştin… Konuştukça anlamıştık ki ikimizin de acıları aynıydı. Önce anneme sonra bana vicdansızca sahip olan şerefsiz üvey babam kadar adiydi senin de üvey baban. Derdimiz gibi gönüllerimiz de bir olmuştu o günden sonra. Her gün gizli gizli buluşmaya başlamıştık. Hatırladın mı o günleri?”

Sessizlik devam ediyordu. “Hı?” diyerek yineledi sorusunu, “hatırladın değil mi? Hatırladın ve beni affettin, öyle değil mi?”

Hatırlamış mıydı Müjgân, affetmiş miydi onu, belli olmuyordu. Kısa bir an sadece Ahmet Kaya’nın nağmeleri dolandı soğuk deponun, taş duvarlarında ve sinsice bağlarını çekiştiren kurbanın riyakâr iniltisi. Hiç bakmadı o yöne, başı Müjgânının göğsünde anlatmaya devam etti.

“Bu yola ilk çıktığımız günü hatırlıyorsun, değil mi? Ben hiç unutmuyorum. Aynı gün içinde ne büyük bedeller ödemiştik ikimiz de. Mahallenin en yaramaz çocuğuyla haber salmıştın, ‘Yetiş,’ demiştin hani, ‘Yetiş, üvey babam sevdamızı öğrenmiş.’ Uçarak gelmiştim evinizin önüne. Üvey baban kartal pençeleriyle incecik beline sarılmış, öfkesini kusuyordu üstüne. ‘Kahpe mi olacaksın?’ diye kükrüyordu her darbesinde. Kurtarmak istemiştim seni, bir fiske de bana savurmuştu. Kulağına eğilmişti sonra ‘Bu kılkuyruk yüzünden mi elletmiyorsun artık kendini,’ diye bağırmıştı. Utancından sımsıkı kapatmıştın gözlerini yine de direnmekten geri durmamıştın. Sen direndikçe çıldırmıştı hani, çıldırdıkça daha sert vurmuştu. Ağlamıştım, bağırmıştım, yalvarmıştım da insafa getirememiştim o vicdansızı. Son darbesinden sonra boş bir çuval gibi atıvermişti seni bahçedeki çınar ağacının dibine. Hiçbir şey olmamış gibi sıcacık evine girmişti.”

Sustu, gözünden akan yaş Müjgân’ın koynuna damladı. Ağır ağır süzüldü, tıpkı Attila ile Ahmet’in Müjgânının gözünden süzülen yaşlar gibi. Yine aldırmadı Müjgân, yine ses çıkarmadı. O da aldırmadı sevdiğinin suskunluğuna, sözüne kaldığı yerden devam etti.

“Yanına koşmuştum, bitkin yatıyordun ağacın dibinde. Ürkek başını koynuma gömüp ağlamıştın. Ben de ağlamıştım seninle. Yaşlar gözlerimizden değil gönlümüzden akmıştı sanki. Her damlayla öfkemiz sel olup taşmıştı. O hainin ettiklerini yanına mı bırakacaktık? “Bırakmayalım,” demiştin. O gece cezasını vermiştik o şerefsizin. Elini bana uzatmıştın, “Hadi,” demiştin sonra “yeryüzünden bir kötüyü silip attık, şimdi sıra diğerinde.” Gizlice bizim eve gelmiştik. Üvey babam nefsini kabartan bedenime, ağzının suyu akarak bakarken, sen saklandığın yerden çıkmış, bir hamlede iğrenç başını ayırmıştın o pisliğin hain bedeninden. O geceden sonra da yıllarca bir sürü şerefsizi birlikte öldürmüştük. Almıştık intikamımızı, hâlâ alıyoruz. Nefeslerini kesiyoruz, nefsinin dizginleyemeyen vicdansızların.”

Yine cevap gelmedi. Biliyordu, tepkisizliği inadındandı Müjgân’ın. Yaşadığı bütün kötülüklere baş kaldırmasını sağlayan da o inadı değil miydi zaten? Kendi öfkesinden çok Müjgân’ın inadı sayesinde almamış mıydı herkesten intikamını? Müjgân yanında olmasaydı, cesaret edebilir miydi onca cana kıymaya? Edemezdi ama bu kadarı da fazla değil miydi? Bu sessizliği hak edecek kadar büyük değildi ki suçu. Müjgân’ın sıcak göğsünden usulca çekti başını. Boynundaki sargıyı itinayla sıktı. Şefkatli bir öpücük kondurdu mağrur başa.

Aynı anda kurbanından, hayretle isyan karışımı bir ses yükseldi. Nemli gözlerini bir çırpıda kuruladı, kurbanının olduğu tarafa çevirdi bakışlarını. Koşar adım yanına vardı. Gözlerini gözlerine dikti. Üç gündür verebildiği tepkiyi verdi yine kurban. Zincirlerden kurtulmaya çabaladı. Ne çare ki çabası zincirlerin zaten kanattığı bileklerini daha fazla kana bulamaktan başka bir işe yaramadı.

Kısa bir an hiçbir şey demeden baktı kurbanına. Gözleri ateş saçmıyordu sanki celladın, sanki biraz da mahsun gibiydi. “Görüyorsun değil mi?” dedi, “Müjgân beni affetmiyor. Belki de asla affetmeyecek.” Sesi ağlamaklıydı.

Adam celladının çaresiz bakışlarında hıyanet aradı. Bu bitip tükenmiş halleri gerçek olamazdı. Belliydi, bu bir oyundu ve bu oyunun kedisi cellatsa, faresi kendisiydi. Şimdi daha iyi anlamıştı ki bu oyundan sağ çıkamayacaktı. Nasıl bir adamın eline düşmüştü böyle, neden buradaydı? Üç gündür bunu en çok sorguladığı andaydı. “Beni dinlemiyor,” dedi cellat, “ona ihanet ettiğimi düşünüyor.” Neredeyse, bu titreyen sesin, bu ağlamaklı gözlerin samimi olduğunu düşünecekti adam. Tepki vermekten korktuğu için değil, ne tepki vereceğini bilemediğinden, boş gözlerle baktı celladına.

Düşünceliydi cellat, çekildi kurbanının karşısından ve sanki bir çare arar gibi bir sağa bir sola volta atmaya başladı. Kurbanın şaşkın bakışları da onunla sağa sola çevrildi bir süre. Ta ki celladı yeniden burnunun dibinde bitene kadar. “Aslında bir yol var,” dedi cellat, kurbanın tepkisini beklemeden ekledi, “bana yardım edeceksin. Sen yardım edersen belki Müjgân beni affeder.” Öyle, birdenbire, pat diye söylemişti bu sözü sanki kırk yıllık arkadaşına, kan kardeşine, can yoldaşına söyler gibi.  “Ne istiyorsun?” der gibi salladı başını kurban.

“Müjgân’la konuşacak ve onu suçsuz olduğuma, yaralı olduğu için onu yanımda götüremediğime, ona ihanet etmediğime, onu sevdiğime inandıracaksın.”

Adamın ağzı bantlı olmasa, şu anda hayretten bir karış açık kalırdı.

“Bekle beni burada!” dedi ve adamı zincirleriyle baş başa bırakıp Müjgân’ına koştu. Tuttuğu gibi kurbanının yanına getirdi onu. Hiç itiraz etmedi Müjgân. Bu bile onu affedeceğinin bir kanıtıydı belki. “Hadi,” dedi, umut dolu bir sesle, “anlat ona… Onu çok seviyorum ve asla aldatmadım. Cinayeti onsuz işledim, onun yerine başkası vardı yanımda, tamam ama o sadece Müjgân’ın eksikliğini tamamlayan bir araçtı benim gözümde. Asla yerini alamayacak bir araç…”

Adamın gözleri hızla bir celladına bir Müjgan’a dönüyor, bu katilin kendisinden ne istediğinin farkında olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

“Şimdi ağzını açacağım, sakın bir delilik yapmaya, bağırıp çağırmaya başlama. Hoş, bağırsan da bu Allah’ın defettiği yerde sesini duyan olmaz. Hazır mısın, açıyorum.”

Dediğini yapıp kurbanının ağzını açtı. Adam dudaklarını titretmekten başka bir şey yapmıyordu. “Hadi! Konuşsana Müjgân’la!” diye bağırdı kurbanına.

Celladının kükreyen sesiyle yerinde sıçradı adam. Ne yapacağına karar veremedi. Hazır ağzı açılmışken küfür mü etseydi yoksa yalvarsa mıydı onu öldürmemesi için. Ne yapsaydı da celladının istediği şeyi yapmak zorunda kalmasaydı, bilemedi. Bir ihtar daha gelince karşısındakinden, “A.…A.… abi…” diyebildi.

“Ne abisi, ne? Sana öğrettiklerimi söylesene Müjgân’a.”

Adam hâlâ kararsızdı. Doğruyu mu söylemeliydi? Bu riske girmeli miydi? İç sesi, “Aptallaşma, doğruyu söylersen ölürsün,” dese de ağzı bir çırpıda gördüklerini söyleyiverdi.

“Abi, burada Müjgân diye biri yok.”

Adamın sözünü bitirmesine fırsat vermeden yakasına yapıştı katil. Ayaklarının yanında duran Müjgân’ı işaret etti. “Ne demek ulan Müjgân diye biri yok. Madem yok, bu gördüğün ne öyleyse?”

Adamın takati kalmamıştı artık. Günlerdir bu soğuk ve ıslak depoda işkencelerden işkence beğendiği yetmezmiş gibi bir de bu deli saçmalarıyla uğraşacak değildi. Olan olsundu artık. Ölecekse ölsündü. “Abi,’ dedi, cesaretini toplayıp “o gösterdiğin Müjgân değil, çatlak sapında bez bağlı bir balta sadece.”

Tam da o anda Ahmet Kaya beşinci tekrarı yapan Mahur Beste’yi son nakarata eriştirecek dörtlüğü söylüyordu.

Bitmez sazların özlemi daha sonra, daha sonra

Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara

Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara

Geceler uzar, hazırlık sonbahara

“Ne diyorsun ulan sen?” diye höykürdü adama. “Sen benim Müjgân’ıma balta mı diyorsun lan?”

Kurbanının ayak ucunda boylu boyunca yatan baltayı eline aldı. “Müjgân ulan bu! Balta değil, Müjgân!” diye bağırdı tekrar. Sapını sıkıca kavradığı baltayı havaya kaldırdı, kurbanının geç kalmış yakarışları sardı dört bir yanı.

“Valla billa Müjgân o abi. Allah canımı alsın ki Müjgân o. Ondan daha güzeli yok bu dünyada.” Dehşet dolu bakışlarını baltaya çevirdi, “Müjgân abla, bak bu adam sana sırılsıklam aşık. Dinle sen beni. Affet şu adamı. Bak, aşkından deli divane olmuş.”

Artık bu sözlerin bir kıymeti kalmadığını celladının bakışlarından anlamıştı anlamasına ya, can tatlıydı, ölmemek için ne lazımsa yapacaktı.

“Abi, yapma abi, Allah aşkına yapma. N’olursun, öldürme beni. Çok param var benim. Seni zengin ederim. Etrafını Müjgânlarla çeviririm. Hangisini istersen onu alırsın. Kıyma bana n’olursun.”

“Demek çok zenginsin, çok paran var ve bütün Müjganları ayaklarımın önüne sereceksin? Öyle mi…” dedi cellat tiksintiyle. “Öyle,” diye heyecanla atıldı kurban, “sen iste yeter ki… Müjgân olur, Ayşe olur, Fatma olur, gönlün hangisini isterse. Yeter ki beni serbest bırak.”

Sözleriyle birlikte kaypak bir bakış oturdu kurbanın gözlerine, dudakları sinsice kıvrıldı. Ahlaksızlık koktu bir anda dört bir yan, şerefsizlik koktu, adilik koktu.

Yeri göğü sarsan bir kahkaha attı cellat. Elindeki baltayı yüzüne çevirdi, “Duydun mu Müjgân,” dedi, “gönlüm hangisini isterse verecekmiş.” Müjgân’ın yüzüne yayılan belli belirsiz tebessümle yüreğine huzur doldu. Günlerdir döktüğü dillere verdiği ilk tepkiydi bu sevdiğinin. Belliydi, affetmişti onu. Kurbanına döndü. Artık gönül rahatlığıyla bir şerefsizin daha hesabını kesebilirdi.  

“Sen neden burada olduğunu biliyor musun?” diye sordu.

“Para için değil mi abi?” dedi kurban.

Demesiyle celladın baltayı havaya kaldırması bir oldu. “Müjgân için ulan,” diye bağırdı. “Hangi Müjgân abi?” diye karşılık verdi kurban, yalvaran sesiyle, “ben Müjgân diye birini tanımıyorum.”

“Geçen ay ırzına geçip otel odasının penceresinden attığın sonra da intihar etti dediğin Müjgân. Hatırladın mı şimdi? Anladın mı neden burada olduğunu?”

“Yanlışın var abi, Müjgân değildi o, Leyla’ydı. Hem, gerçekten de intihar etmişti. Yemin ederim, benim bir suçum yok.”

“Adının ne olduğu ne fark eder ulan pislik. Gencecik bir cana kıydın mı kıymadın mı, sen onu söyle.”

“Yalan, ben kimseye kıymadım. Kendisi sırnaştı bana. Yolluydu zaten. Üç kuruş için anasını bile satardı. Vallahi zorla bir şey yapmadım. Para az geldi diye karşı koymaya kalktı. Zorlayınca da…”

Kurbanının sözlerini bitirmesine izin vermedi. Gerindi ve elindeki baltayı bir hamlede adamın başına indirdi. Cansız beden çarmıhta asılı kalırken yarık kafa öte yana devrildi. “Ne çok konuştun be,” dedi, oluk oluk yüzüne fışkıran kanı elinin tersiyle silerken.

Oysa bu kadar konuşacağına biraz onu dinleseydi, gerçek Müjgân’ın bu baltayla, gözlerinin önünde acımasızca paramparça edildiğini öğrenebilirdi. Belki bir kez olsun derdini sorsaydı, sevdiğine kıyan ellerin, işi bitince bir ağacın altına fırlattığı bu kanlı baltaya sarılıp nasıl ağladığını anlatabilirdi. Aynı baltayla önce Müjgân’ın canına kıyan üvey babasını sonra da kendi babasını nasıl kestiğini, o gün bugündür hem Müjgân’ın hem de bütün Müjgânların intikamını almak için ant içtiğini söyleyebilirdi.

Ayağının ucuyla kenara itti günahkâr kurbanının, şerefsiz başını. Müjgân’ını az önce aldığı sandalyeye yerleştirdi, kendi de karşısına geçti. Bir kadeh kendisine, bir kadeh Müjgân’ına doldurdu, kristal renkli sıvıdan. Önce bakıştılar eski günlerdeki gibi sonra ağlaştılar. En az Attila İlhan’ın Müjgân’ı kadar içli ağlıyordu onun Müjgân’ı da. O sırada Ahmet Kaya altıncı kez çalan Mahur Beste’nin nihayet son satırına gelmişti.

O mahur beste çalar Müjgân’la ben ağlaşırız
 
 

En Son Yazılar