Sorgu odasındaki sandalyede kendine oldukça güvenen bir tavırla oturuyordu. Bir cinayet zanlısıydı fakat bakışlarında korku emaresi yoktu. İçeri girmeme rağmen toparlanmadı bile. Dikkatle yüzüne baktım. Hiçbir endişe okunmuyordu yüzünden. Gür siyah saçları, sivri elmacık kemikleri, kalın bıyığı onu olduğundan daha ciddi gösteriyordu. Aramızda dikdörtgen şeklinde küçük bir masa vardı. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. Şimdi tam karşımdaydı.
Bakışlarımı gözlerine dikip “Anlat” dedim. “Seni dinliyorum.”ne
Anlamamış gibi bakmaya devam etti yüzüme.
“Neyi anlatayım?”diye sordu.
“Yusuf Tüfekçi’yi neden öldürdüğünü.”
Hafifçe gülümsedi soruma. Hatta dudağının kenarında yakışıklı bir gülücük belirdi.
“Yusuf’u ben öldürmedim.” dedi.
“Sen öldürdün.” dedim. “Cesette parmak izin tespit edildi.”
“Ben gittiğimde ölmüştü. Başı direksiyona düşmüştü. Sızdığını sandım. Uyandırmak için sarstım. Yan koltuğa yığılıverdi. Gömleği kan içindeydi. Nefes almıyordu. Ben de hemen oradan uzaklaştım.”
“Yusuf’u öldürmek için Van’dan buraya geldin. Hakkındaki her şeyi biliyoruz. Sağda solda, her yerde öldüreceğini söylüyormuşsun zaten. Kan davasıydı seni buraya getiren. Töreyi uyguladın aklınca.”
“Yusuf’u köyden tanırım. Aileler arasındaki kan davası bizim suçumuz değil. Yıllardır bu kinle büyüdü iki tarafın çocukları. Karşılıklı birçok ölü verdik. Yusuf yıllar önce ailesiyle birlikte göç etti Van’dan. Nihayet adresini tespit ettim. Onu öldürüp intikamımızı alacaktım. Çalıştığı taksi durağını buldum. Geçenlerde çok yaklaşmıştım canını almaya ama yanında çocukları vardı. Yapamadım. Babasızlığın ne olduğunu iyi bilirim. Yapamadım işte.”
“Sonra takip edip taksisinin içinde vurdun sen de.”
“Ben vurmadım dedim ya, geldiğimde ölmüştü.”
Selim’i otogarda kıskıvrak yakalayıp gözaltına almıştık. Van otobüsüne binemeden enselemiştik. Bir numaralı şüpheliydi bizim için. Üstünde bulunan tabancayı incelenmesi için balistiğe gönderdik hemen. Ellerinde, elbisesinde herhangi bir barut izi olup olmadığını tespit etmek için Kriminalden gelecek raporu beklemekten başka yapacak bir şey yoktu şimdilik. Maktulün yaşadığı eve gitmek üzere yola koyuldum. Yusuf’un tek odalı evinde karısı Seher’i bulmam zor olmadı. Zayıf, çelimsiz bedeniyle odayı boydan boya kaplayan sedire ilişmiş, korku dolu gözlerle bana bakıyordu. İki çocuğu da annelerinin etekleri altına girmişlerdi nerdeyse. Cenaze evi oldukça kalabalıktı. Evi acıklı bir ağıt doldurmuştu. Gür bıyıklı, kasketli, iri yarı adamlar salona, başları beyaz tülbentle bağlı acılı kadınlar ise odaya doluşmuşlardı. Genç kadınla konuşmak istiyordum ama aile buna pek razı olacak gibi görünmüyordu. Ailenin büyüğü olan yaşlı ama sağlam yapılı bir adam yanıma gelip, “Acımız büyüktür komiser.” dedi. “Görüyorsun halimizi.”
“Biliyorum.” dedim. “Anlıyorum sizi, ama siz de beni anlayın.”
“Ne istiyorsun?”
“Bakın,” dedim. “Yusuf’un katilini bulmamız için bana yardımcı olmanız gerekli.”
“Katili uzakta arama.” dedi yaşlı adam kendinden emin bir şekilde. “Selim iti öldürdü Yusuf’u. Yılların kan davası bu. Haber almıştık zaten Ankara’da olduğunu. Bizden önce davrandı puşt. Koruyamadık Yusuf’u.”
“Yusuf’un neyi oluyorsunuz?” diye sordum.
“Babasıyım.” dedi yaşlı adam içini çekerek.
Kalın, kıllı parmakları arasında tespihini dolaştırıyordu konuşurken. Seher’i de dinlemek istiyordum. Başındaki tülbentle yüzünü saklıyordu. Kanlanmış kara gözlerini görüyordum sadece.
“Senin bir diyeceğin var mı Seher?” diye sordum.
Başını yerden kaldırmadan kısık sesiyle konuştu. Söyledikleri zor duyuluyordu.
“Ne diyeyim?” dedi. “Yusuf’uma kim kıydıysa cezasını çeksin.”
“Bir sıkıntısı var mıydı son günlerde? Sana bahsetti mi?”
“Gece gündüz çalışıyordu. Yüzünü bile zor görüyorduk Yusuf’un.”
“Anlıyorum.” dedim. “Başınız sağ olsun.”
Çocukları daha bir sokuldular annelerine. Kadınların feryatları eşliğinde evden ayrıldım.
***
Yusuf’un çalıştığı taksi durağındaki şoförlerin ifadesini almak için Şefik’le beraber yola çıktık. Durak Etlik’teydi. Çocukluğumun geçtiği, Ankara’nın en sevdiğim semtiydi burası. Yol boyunca hep dışarıyı izledim. O eski zamanları, hayatımın en güzel anlarını, çocukluğumu düşündüm. Etlik’in eski dokusu büyük ölçüde korunmuştu. Yalnız çocukken yanından geçerken bile korktuğumuz, içinde yaşayanları hiç görmediğimiz geniş bahçeli köşkün yıkıldığını görünce içimde burukluğa benzer bir duygu oluştu. Köşkün yerine görkemli, devasa bir blok dikilmişti. Durgunluğumu fark eden Şefik beni bu düşüncelerden kopardı.
“Geldik amirim.”
“İyi bakalım. İnşallah işe yarar bir şeyler öğreniriz.”
Bizim emektarı taksi durağına yakın bir ara sokağa park edip yürümeye başladık. Duraktan içeri girdiğimizde birkaç kişiyi düşünceli ifadelerle oturuyor bulduk. Kısık bir sesle Ferdi Tayfur’dan “Bu Şehrin Geceleri” çalıyordu radyoda. Kimliklerimizi gösterip Yusuf Tüfekçi cinayeti soruşturması için geldiğimizi söyledik. Şoför arkadaşları da oldukça üzgündüler. Hatta duvara Yusuf’un fotoğrafını çerçeveletip asmışlardı. Pala bıyıklı bir arkadaşı, “Yusuf çok sevilen bir arkadaştı.” dedi. Sigara sarısı bıyıkları ilk başta dikkati çeken bir diğer arkadaşı ise, “Bu devirde kan davası mı olur?” diye acıyla söylendi. Herkes cinayetin şokundaydı. Yusuf bu kan davasından bahsetmiş, yıllar önce memleketinden bu nedenle göç ettiğini çok kez anlatmıştı. Olay günü izinli olduğu için duraktakiler onu cinayetten bir gün önce görmüşlerdi. Başka da işe yarar bir bilgi alamadık. Konuşmamız bittiğinde arabaya doğru ilerlerken koluma giren yaşlı bir adamın sesiyle irkildim. Bu kişi şoförlerin Nuri Baba dedikleri durak sahibiydi. Az önce söze pek karışmamıştı.
“Buyur baba bir şey mi vardı?” diye sordum.
“İçeride konuşamadım.” dedi yaşlı adam çekingen bir tavırla. “Yalnız sana konuşurum.”
“Konuş baba.” dedim. “Bana anlat ne biliyorsan.”
“Yusuf iki senedir bu durakta çalışırdı. Efendi çocuktu kimseye zararı yoktu. Kan davasından toprağını terk etmişti. Ekmek sahibi oldu burada. Ama son zamanlarda keyfi yoktu. Uykusuz gelirdi. Gözleri kan çanağı olurdu. Pazar günleri izinliyken izin gününü değiştirip Çarşamba’ya aldı. Eve de pek uğramaz olmuş. Borç para istemeye de başlamıştı.”
“Nedenini anlatmadı mı size?”
“Görmüş geçirmiş adamım, uyardım Yusuf’u. Dinlemedi. Adını sanını bilmem. Bir takıntısı vardı belli. Biz bu yollardan çok önceleri geçtik. Şoför adam bu işlere bulaştıysa değişir.”
“Anladım baba. Sağ ol.” deyip arabaya biniyordum ki tekrar konuştu yaşlı adam.
“Bir söyleyeceğim daha var.” dedi. “Birkaç ay önce dövmüşlerdi Yusuf’u. Trafikte tartıştım deyip geçiştirmişti. Kimseden şikâyetçi falan da olmamıştı. Bir iki gün istirahat edip işe dönmüştü.”
***
Şefik bir şeyler yakalamış gibiydi. Böyle zamanlarda hep heyecanlı olur, yerinde duramazdı. Onun bu halini severdim. Bu mesleği uzun yıllar aynı şevk ve heyecanla yapmasını istiyordum.
“Evet, Şefik, neler var elimizde?” diye sordum.
“Yusuf’un taksisinde araç takip sistemi takılıydı. Cinayet gecesi Kavaklıdere’deki bir gece kulübüne gittiğini tespit ettik. Oradan da cinayet mahalline gitmiş.”
“Muhtemelen mekândan birini aldı.”
“İşin ilginç bir yanı daha var.”
“Neymiş?”
“Takip sisteminin özelliği şoför veya müşteri herhangi bir tehlike anında panik butonuna basarak merkeze sinyal gönderiyor. Böylece merkez doğrudan emniyetle iletişime geçiyor.”
“Herhangi bir sinyal gönderilmiş mi?”
“Hayır.”
“Bu da demek oluyor ki cinayeti işleyen kişi Yusuf’u yakından tanıyan biri. Yusuf bu kişinin onu öldürebileceğine ihtimal vermemiş anlaşılan.”
“Yani Selim suçsuz mu amirim?”
“Bunu söylemek için henüz erken ama cinayetin işleniş şekli bir suikast gibi değil. Töre cinayetine de benzemiyor. Pusu kurulmamış Yusuf’a. Öyle olsa uzaktan bitirirlerdi işini. Aksine katil yanı başındaymış.”
***
“Vay be bu bizim Sansar İlyas değil mi?” diye mırıldandım. Mekâna girer girmez tanımıştım Sansarı.
“Tanıyor musunuz?” diye sordu Şefik şaşırmış bir halde.
“İyi tanırım” dedim. “90’ların sonlarıydı sanırım. Altındağ’da tombalacıydı. İşleri büyütmüş anlaşılan.”
O sırada Sansar yanımıza geldi. Beni çıkaramadığı belliydi. Suratı halen bir sansarı andırıyordu. Tanımam zor olmamıştı bu yüzden. Kimliğimi gösterip “Büyütmüşsün işleri.” dedim. Önce kısa bir süre afalladı polis olduğumuzu anlayınca. Sonra kendini toparlayıp konuştu.
“Büyüttük çok şükür.” dedi. “Hayrola komiserim bir sorun mu var?” diye sordu endişesini gizlemeye çalışarak.
Yusuf’un fotoğrafını göstererek, “Bu kişiyi tanıyor musun?” diye sordum.
Sakallarını kaşıyarak düşündü bir süre. “Vallahi tanıyamadım.” dedi. “Ne olmuş ki amirim?”
“Öldürüldü.” dedim. “Belki de senin adamların tarafından.”
Korkutmak istemiştim onu. Donup kaldı Sansar. Ne diyeceğini kestiremiyordu. İlk şoku atlatıp konuşmaya başladı.
“Aman amirim. Ne diyorsun. Adam öldürmeyle falan işimiz olmaz bizim. Ankara’nın en güzide, en tutulan mekânı burası. Karanlık bir yer olsa bu kadar insan gelir mi buraya her gece?”
“ Öldürülmeden kısa bir süre önce bu mekânda görülmüş.” dedim.“Bir daha bakayım şu fotoğrafa amirim.” dedi Sansar kabahatini örtmek isteyen mahcup bir sesle. Dikkatle bakmaya başladı sonra.
“Hı… Şimdi hatırladım. Büyütülecek bir olay değil komiserim. Buraya müşteri olarak gelmiş ufak bir tatsızlık çıkmış o kadar. Kulübün güvenlikleri biraz hırpalamışlar.”
“Mesele neymiş?”“İçkiliymiş baya, hesaba itiraz etmiş. Bilindik şeyler, zaten sonra barıştırdık bizim çocuklarla. Olay kapandı.”
Demek Yusuf’u Sansar’ın adamları dövmüştü. Bu bilgi işimize yarayabilirdi ama beni dayaktan sonra bile buraya gelme nedeni ilgilendiriyordu.“Yeme bizi Sansar. Basit bir hesap meselesi olamaz bu dayağın nedeni!”
“Vallahi amirim doğru söylüyorum. İşte bizim çocuklar da burada isterseniz dinleyin hepsini.”
“Merak etme.” dedim. “Hepinizin ifadesini alacağız merkezde.”
***
Yusuf kalbine isabet eden tek mermiyle öldürülmüştü. Merminin vücudundan çıkış yapması yakın mesafeden atış yapıldığını gösteriyordu. Selim’in montunda ve sağ elinde barut artığı tespit edilmişti ama olay yerinde bulunan kovanla tabancası eşleşmiyordu. Yusuf’un ceketinin iç cebinde bulduğumuz hediye kutusunun içinden çıkan on dört ayar altın deniz kızı kolyesi, torpido gözündeki cüzdanı cinayetin para için işlenmediğini gösteriyordu. Alışılagelen bir taksici cinayeti değildi bu. Yusuf’un Selim’den başka bir düşmanı olabilir miydi? Bir de şu kolye meselesi kafamı kurcalıyordu. Hediye kutusu açılmamıştı. Demek ki Yusuf öldürülmese birine hediye edecekti bu kolyeyi. Ama o kişinin Seher olamayacağını hissediyordum. Belki de bu nedenle Nuri Baba’dan borç almıştı, kolyeyi satın almak için. Sansar’ın adamları da ifadelerinde olayın basit bir tartışmadan büyüdüğünü, dayak olayının kapandığını söylüyorlardı. Cinayetle bir ilgileri yok gibi görünüyordu. Yusuf’un gizli bir aşkı vardı belli ki ama onu kimse tanımıyordu. Kafamdan bunlar geçerken Şefik’in önüme bıraktığı kahve fincanı dikkatimi dağıttı.
“Sağ ol.” dedim. “İyi düşündün kahveyi.”
“Afiyet olsun amirim.” dedi Şefik.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum, konuşmadan önündeki evraklarla ilgileniyordu. Bir şey söylemek isteyip de söyleyemediği zamanlarda hep böyle yapar, sessizce köşesine çekilirdi. Huzursuz hali dikkatimi çekti.
“Senin bir sıkıntın mı var?” diye sordum.
“Yok amirim ne sıkıntım olacak?” diye cevap verdi.
Biliyordum benden bir şey gizlediğini.
“Söyle Şefik” dedim. “Baba oğul sayılırız biz.”
Rahatlamıştı. Açıldı.
“Biliyorsunuz bugün doğum günüm. Geçen gün gittiğimiz mekânı çok beğendim ben. Akşam bizim ekiptekilerle biraz eğlensek nasıl olur? Hem değişiklik olur size de.”
“Sansar’ın mekânı mı? Ben yaşlandım be Şefik. Gidin gönlünüzce eğlenin. Siz gençsiniz. Ben size ayak uyduramam.”
“Siz olmadan olmaz amirim. Kırmayın beni siz de katılın bize. Hem siz alaturka müziği seversiniz. Sahnesi çok iyi olan bir şarkıcı çıkıyor bu akşam.”
“Kimmiş o?”
“Eftalya. Sanat müziği okuyormuş.”
“Eftalya mı? Benim tanıdığım bir Eftalya var onu da taş plaklarından biliyorum. Ben çocukken rahmetli dedem severdi. Hatırlıyorum mehtaplı gecelerde hep onu dinlerdi. ‘Deniz kızı Eftalya’ idi adı.”
“Ne tesadüf amirim. Bunun da adı Deniz kızı Eftalya.”
Kısa bir sessizlikten sonra.
“Bugün günlerden ne?” diye sordum.
Sorumu önemsemeyen Şefik, “Bugün Çarşamba.” dedi. “Neden sordunuz ki? Yoksa işiniz mi var akşam?”
Koltuğumda toparlanarak, “Üzgünüm Şefik.” dedim. “Sanırım doğum gününü başka bir gün kutlayacağız.”
***
“Yusuf’u altı ay öncesine kadar tanımazdım. Beni dinlemeye gelen yüzlerce kişiden biriydi. Bir gece sahnemin bitişini beklemiş. Taksi bekliyordum zaten. Bindim. Yolda bana güzel sözler söyledi. Sahnemi çok beğenmiş. Daha sonra her Çarşamba gelmeye başladı. Arkadaş olduk. Evime bırakıyordu beni geceleri. Başta ilgisi hoşuma gitti. Kara yağız yakışıklı adamdı. Ama sonraları işi ciddiye almaya başladı. Karımı boşarım seni alırım demeler. Sokağımda gecelemeler. Mekânın önünde beklemeler falan. Bizim çocuklar şüphelendi tabii bu durumdan. Uyardılar ilk başta. Ben de çok uyardım anlamadı bir türlü. Dövmüşler Yusuf’u. İnanın bana ben dövdürtmedim onu. Çok üzüldüm hatta. Bir iki hafta ortalıkta görünmedi dayaktan sonra. Ben de herhalde peşimi bıraktı diye seviniyordum. Sonra tekrar gelmeye başladı. Kırmadan, incitmeden anlatmaya çalıştım olmadı. O gece de sahne çıkışı beni bekliyordu. Son defa konuşmak istiyorum, dedi. Çaresiz bindim taksiye. Yolda müsait bir yere çekti arabayı. Bana âşık olduğunu, beni kimseye yar etmeyeceğini, sahneyi bırakmam gerektiğini falan söyledi. Biraz da alkollüydü sanırım. Tartıştık uzun süre. Araçtan inmek istedim, bırakmadı. Çok önceleri bana hediye edilen bir tabancam vardı, ama kullanmayı bilmiyordum. Korkutmak için çıkardım çantamdan. Peşimi bırakmasını söyledim. O sırada aniden tabancayı elimden alıp göğsüne dayadı. Kısa süreli bir itiş kakış oldu, tabancayı almaya çalıştım, gücüm yetmedi. Ne olduysa o an oldu. Patladı birden tabanca. Yusuf öylece kaldı. Baktım vurulmuş. Ne yapacağımı bilemedim. Korkudan kaçtım oradan. Ne ambulansa haber vermek, ne polisi aramak aklımdan geçti. Ama dedim ya isteyerek olmadı. Kazaydı.”
Konuşması bitince kelepçe takılması için kollarını uzattı genç kadın. Evden çıkarken “Bir şey sorabilir miyim size?” dedi sesindeki hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak.
“Sorabilirsiniz tabii.” dedim.
“Nasıl buldunuz beni?”
Cevap vermedim. Hafifçe gülümseyerek avucumda sakladığım deniz kızı kolyesine baktım sadece.