“Bu sokağa ölüm ilk adımını çoktan attı.” Peyami Safa – Bir Tereddüdün Romanı[1]
Bir
Öğleden sonra. Yağmur nefes aldırmayacak kadar süratle ve -damlaları birbirine- yapyakın yağıyor. Bulunduğumuz semtin ve çevredeki iki semtin üstü kapkara bulutlarla kaplı, öteki tarafların güneşli ve bulutsuz olduğu görülebiliyor.
Penceresi havalandırmaya bakan ve güneşi göstermeyen odamdan, güneşi görmek için dışarıya çıkmıştım, oysaki ben adımımı dışarı attıktan on beş dakika sonra yağmur ince ince başlamış ve sonra şimdiki gibi yağmaya başlamıştı. Cebimde kalan son on bir liraya boş verip ıslanmaktan kaçmak için bu kafeye kendimi dar atmıştım.
Çay her zaman ucuz olur.
Odada başladığım Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı adlı romanına kaldığım yerden devam ediyorum. Okuyorum üç beş sayfa daha. Kurgusu beni içine çekmese de, yazarın (ya da muharrir mi demeliyim?) kullandığı olağanüstü dil beni hayran bırakıyor. Bu sırada sayfayı çevirirken gözüm yandaki masaya takılıyor, gençten bir hanımefendi çantasını toplayıp masadan kalkıyor. Dışarı bakıyorum. Yağmur devam ediyor. Çaktırmadan yeniden kadına bakıyorum. Bakışlarım denk gelir de hakkımda yanlış düşünür diye kitabıma dönüyorum, ama aklım hâlâ onda. Nihayet aklım kitaba döndüğünde, sesler yükseliyor, dikkatim yeniden dağılıyor.
Kafamı kaldırıyorum. Az önceki hanımefendi kasada, panikle sağına soluna bakınıyor. Garsonlar da panik halinde. Kimseden ses çıkmıyor. Az önce boşalan masaya gelen bir garson, sağına soluna ve eğilip sandalyelerin altına bakıyor. Eğilmişken bütün zemini inceliyor. Ne arıyorsa yok.
Sakallı ve diğer garsonların yaşça en büyüğü gözüken bir beyefendi, duruma açıklık getiriyor, “Arkadaşlar, herkesten özür dilerim, buraya bakar mısınız?” Herkesin baktığından emin olunca devam ediyor, “Hanımefendinin cüzdanı çalınmış. Kırmızı renkli, pullu ve küçük bir cüzdanmış. Gören oldu mu acaba?” diyor.
Kimseden ses çıkmıyor. Garsonun sözü yanlış anlaşılmaya çok müsait. Açıkça buradaki herkesi zan altında bırakıyor. Kimseden ses çıkmamaya devam ediyor. Kadın üzüntüsünden ağlamaya başlıyor. Parası önemli değil, diyor. İçinde üç ay önce ölen annesinin fotoğrafı olduğunu söylüyor. Paradan başka bir şeye değer verdiği için ona bir kez daha yakınlık duyuyorum ve elimden bir şey gelemediği için üzülüyorum.
Kameraların incelenmesini ortaya atıyor biri. O anda fark ediyorum köşedeki kameraları. Kadın umutlanıyor. Ama garson kameraların kayıt yapmadığını söylüyor. Müşterilerden bir bey kısık sesle küfür savuruyor. Duyuyorum. Rahatsız oluyorum. Demin masaya bakmaya gelen garson bana eğiliyor, “Siz gördünüz mü herhangi bir şey?” diye soruyor. Polisçilik oynamak istiyor. Düşünüyorum. Zaten polis olmak istediğini, sınavları kazandığını, mülakatlarda elendiğini geçiriyorum aklımdan. Hazır fırsat gelmişken, soruşturmak istiyor. Belki birazdan gelecek olan polise bulduğu kanıtları sunacak ve polisin amire, amirin de bu olayı müdüre anlatmasıyla, bu sayede garsonun teşkilata alınacağını hayal ediyorum. “Yok, görmedim,” diyorum.
Kadının yoğun isteğiyle polise haber veriliyor. Oturması için bir sandalye getiriyorlar.
“Başka yerde düşürmüş olmasın!”
“Kesin parası yok, yol yapıyor, orospu!”
“Evde unutmuştur kesin.”
“Kırmızı pullu cüzdan mı olur lan!”
Yaklaşık on beş dakika bekledikten sonra lavabodan gelen bir kadın, “Kaybolan cüzdan acaba bu mu?” diyor. Kadın ayağa kalkıyor ve cüzdanı kapıyor. İçine bakıyor. Fotoğraf olduğu gibi duruyor. “Lavaboda unutmuşsunuz, herhalde ellerinizi kurulamak için mermerin üstüne koydunuz, sonra unuttunuz,” diye açıklıyor durumu. Cüzdanı kadının çalmış olabileceğini düşünüyorum, tuhaf bir suçlamayla. Garson, “Polisi aramıştık, birazdan gelir,” diyor.
Cüzdanına kavuşan kadın cüzdanından çıkardığı on lirayla hesabı ödüyor. Gidiyor.
Polis geliyor, durum izah ediliyor. Bana soru soran garson ortada gözükmüyor. Polisler gidiyor.
Çayım çoktan bitti. Yağmur durdu. Kalktım. Hesabı ödedim. Bir çay dört liraydı.
İki
İki gün başkasının yerine, marketin kasasında durdum ve aldığım iki günlük yevmiyenin ne kadar gideceğini düşündüm. Aparta gidiyordum. Mezun olalı dört ayı buluyordu ve iş için hangi kapıya gittiysem, kapı kapanıyordu. İki günlük yevmiye, yüz lira ederdi. Soğan, patates, domates gibi sebzelerin yanına yaklaşmaya gelmezdi. Ucuz peynir, zeytin bulunurdu. Makarna hâlâ uygun fiyattaydı ama yağsız pişerse daha hesaplı olurdu. Bacağımdaki pantolondan başka bir pantolon daha vardı. Dışarı çıkmazsam ayakkabım yıpranmazdı. Neyse ki kaldığım odanın faturalarını ödemiyordum, karanlığın içinde yaşardım yoksa. Odanın kirası yaklaşmaktaydı ya, enseyi iyice karartmamak gerekirdi.
Ben bunları düşünürken önümde bir araba ani fren attı ve lastiğin acı sesi duyuldu. İçinden inen irikıyım bir adam önümdeki çocuğu kucaklayıp arabaya bindirdi, sonra kapıyı kapattı ve araba aniden hareketlendi.
Çevremde “Ne oluyor ya?” gibi tepkiler duydum. Gerçekten de az önce izlediklerimizi, kötü bir dizinin en berbat sahnesi sanıyordum. Ama öyle değildi. Gerçekti. Çocuğun annesi olduğu anlaşılan kadın giyim mağazasından çıkıp endişeyle çocuğunu aramaya başladı. Ama bulunamadı. Çevremdeki insanlar hep bir ağızdan durumu anlatmaya koyuldular. Sonra kadın ağlamaya başladı. Ben olduğum yerde duruyordum. Biri bana, “Ne gördün?” diye soracak olursa, olduğu gibi anlatırdım. Sonra, “Madem çocuk önündeydi, neden kaçırılırken bir şey yapmadın?” diye soracak olursa da, biraz utanırdım, “O sırada patates ve soğan fiyatlarını düşünüyordum,” derdim.
Kalabalık giderek arttı.
Yaşlıca bir adam yanıma yaklaştı, “Çocuğu unutup içeride oyalanırsan olacağı bu! Ah ah, şimdiki gençlerde ne analık ne de babalık!” dedi. Başka bir yanımdaki de yaşlı adamı onayladı. Bir başkası da. Bir başkası, “Kusura bakma genç adam,” dedi bana. “Ama sizin aklınız bir karış havada oluyor. Elinize alınca o telefonları, çok kaptırıyorsunuz kendinizi. Sonra unutulan çoluk çocuk da oluyor, söz de oluyor, ne dersen de, o da oluyor.”
Üç
Yatak bazasını pencerenin tam altına alıyorum, masayı da odanın tam ortasına çekiyorum. Sonra bir şeyler yazıp yazamayacağımı yokluyorum. Yalnızca üç ay önce okuduğum ve aklıma zaman zaman sözleri gelen bir romanın bir alıntısı canlanıyor yeniden aklımda. “Hani enkaz altında kalan hatıralarımdan yükselen çığlıklar? Hani bu doğumun sancıları, kıvranışları? Ne ümit, ne teessüf! Ölmüş gibiyim.[2]” Yazmak gelmiyor içimden. Sonra masanın üzerine çıkıp ipi yokluyorum, sağlam olduğunu anlayınca da ipi boğazıma geçiriyorum. Aklıma son bir alıntı getirmeye çalışıyorum, günlerdir yemek yemediğimi unutup mutlu bir alıntı arıyorum, umutlu olsun istiyorum, anlamı kişiden kişiye değişecek bir alıntı geliyor aklıma, “İyi yazarlar hayata sık sık dokunur.[3]” İp boğazımda, masanın kenarına ayağımı götürüyorum. Var gücümle masayı altımdan itiveriyorum.
[1] Sayfa 85, Ötüken Neşriyat
[2] Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı, sayfa 59, Ötüken Neşriyat
[3] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, sayfa 105, İthaki Yayınları