Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Yerli Gatsby | 1

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

Funda Menekşe
Funda Menekşe
Çocuklar için, sevimli öyküler yazarken ne ara cinayet kurguları tasarlamaya geçtiğini kendisi de bilmiyor. Bildiği bir tek şey var ki; yazmayı seviyor.

Seksen iki metre boyundaki lüks yat, Yalıkavak Marinadan ayrılırken şezlonglarda güneşlenenlerin bakışları yata doğru çevrildi. Marina’daki onlarca lüks yat sahibinin kıskanç bakışlarını üzerine çekmeyi başaran özel yapım yat, mavi suların üzerinde süzülen beyaz bir kuğu gibi zarif hatlara sahipti.  Katar emirinin yüz yirmi üç metre boyundaki yatından ya da Dubai şeyhinin Radiant isimli yüzen otelinden beridir marinada bu kadar havalı bir yata rastlanmamıştı.

Yatın sahibi Kürşat Kalacan, elli yedi yaşında ama görenlerin kırktan fazla yaş biçmeyeceği kadar fit bir görünüme sahip, Hollanda’da yaşayan bir iş adamıydı. Kimse tam olarak ne iş yaptığını bilmez, sorsa da net bir cevap alamazdı. Kürşat, her yıl yaz mevsiminin yirmi gününü Türkiye sahillerinde geçirir, bu süre içinde çevredeki bütün otelleri ihya edişi sebebiyle de yolu dört gözle beklenirdi. Yatında alkolün su gibi tüketildiği partiler düzenler, civarda ülkenin ne kadar meşhur aktrisi veya aktörü varsa yatta misafir edilirdi. Bu tavırları ona Muhteşem Gatsby yakıştırmasının yapılmasına sebep oluyordu. Kürşat Kalacan esasında yalnız bir adamdı. Partilerde bir köşeye çekilir, deli gibi eğlenen insanları seyreder ve sohbetini en beklenmedik insanlara bahşederdi. Bu seferde kanatlarının altına aldığı isim akşam yemeği için uğradığı otelde çalışan bir barmendi. Engin’le tanışır tanışmaz, yirmili yaşlarındaki bu delikanlıyı çok sevmişti. O gece boyunca ve sonraki birkaç gece daha otelin barında oturmuş, delikanlıyla sohbet etmiş, sorularıyla da tüm hayat hikayesini anlattırmıştı barmene. Bir gecenin sonunda, “Bana benziyorsun,” dediğinde kastettiği benzerliğin ne olduğu Engin için bir bilmece olarak kalmıştı.

Engin, ilk defa bu kadar büyük bir yata binmişti. Gerçi daha önce bindiklerine yat bile denilemezdi; mavi tur tekneleri bu lüks yatın yanında kâğıt gemiler gibi kalırdı. Onlarda bile misafir olamamıştı hiçbir zaman. Ya tüm gün servis yapan bir garson olmuştu ya da mutfak kısmında aşçı yamaklığı yapmıştı. Gezi teknelerinden birinde deneyimli bir barmenin yanında işe başladığında daha on yedi yaşındaydı. O zamanlar lise eğitimi yeni bitmişti ama üniversiteye gitmek gibi bir umudu da yoktu. Onu barmenin yanında işe sokan Ahmet Kaptan, “Bak bu işi iyi öğrenirsen otellere kapağı atar, hayatını kurtarırsın,” diye akıl vermişti ve Engin, bilgeliğine güvendiği insanlar tarafından verilen akılları asla kulak arkası etmezdi.

Kürşat, patronundan onun için izin aldığında Engin, yata barmenlik yapmak için çağrıldığını düşünmüştü. Ancak daha marinada, yata doğru yürürlerken Kürşat, elini Engin’in omzuna koymuş, “Bugün en değerli misafirim sensin arkadaş, yanımdan ayrılma,” demişti. Yıllardır turistik bölgelerde, rastlanabilecek her türlü sıra dışılığı görmüş olan delikanlının içini bir kuşku kaplamıştı. Adamın yanında yöresinde pek kadın görmediğinden dolayı iyi niyetinden emin olamıyordu. Gece olduğunda temkinli olmakta fayda görüyordu.

Seksen iki metrelik bu yüzen sarayın içinde ufak bir pansiyonda bulunabilecek konfordan daha fazlası mevcuttu. Görgüsüz gibi görünmek istemediğinden etrafa süzen gözlerle bakmaktan kaçınsa da Engin’in gözleri çoktan beyninden bağımsız bir şekilde her tarafı taramaya başlamıştı. Gerçi bu durum o ana has bir şey değildi. Engin çocukluğundan beridir fazlasıyla meraklı biri olmuştu zaten.

On beş yataklı yat, uzaktan dört katlı bir apartman gibi görünüyordu. Kürşat ve Engin, diğer misafirlerden ayrılıp içinde asansörün de bulunduğu yatın en üst katına çıktılar. Bu katta jakuzili bir havuz vardı. Etrafına döşenen şezlonglar ve rattan koltuklar mavi- beyaz renkleriyle adeta Bodrum’a uyum sağlaması için yapılmıştı. Kürşat, katları Engin’e dolaştırırken yatla ilgili bilgiler veriyordu ama sanki bu bilgiler önemsiz detaylarmış gibi tekdüze bir sesle… Kimi dört, kimi altı, kimi on iki kişilik masalarla donatılmış oturma alanlarının dışında, en rahatından koltuk takımları da insanlara bir araya gelip sohbet edebilecekleri alanlar oluşturuyordu. Sinema salonundan çıkıp yatak odalarını gezerlerken Engin yine bir ürperti hissetti. Kürşat’ın yüzüne dikkatlice bakarak art niyete dair en ufak ipucunu gözden kaçırmamak istedi ama zengin adamın ne yüzünde ne ses tonunda bir değişikli olmuştu; aynı tekdüze ve ‘bu şatafatın hiçbiri umurumda değil’ diyen bir ses tonu…

Yatta çalışan onlarca insan vardı. Kürşat Bey her birine gülümseyerek talimatlar veriyor, arada duraksıyor ve onlara çeşitli sorular soruyordu: “Annenden haber var mı Ali, doktora görünmüş mü? / Evin taksitini yatırdın mı Şebnem? / Akşam yemeğinde üç çeşit ana yemek olmasını istiyorum lütfen. Kaç kişinin otele döneceği belli değil İzzet. Sen en az yirmi kişilik yemek hazırla da gerisine bakarız.”

Engin, görgüsüz zenginlerin dünyasında bulunup çalışanlarına kibar davranana pek rastlamadığından, Kürşat’ın çalışanlarına gösterdiği bu yakınlığı izledikçe adama daha çok ısınıyordu. Çalışanlar kendisini selamlarken garip bir mahcubiyet duyuyor, misafir konumuna bir türlü kendini yakıştıramıyor oluşu, elini kolunu koyacak yer bulamayışından ve kambur duruşundan belli oluyordu. Oysa diğer davetliler çoktan yatın nimetlerinden yararlanmaya başlamışlardı.  Kimileri güvertede güneşleniyor, kimi açık büfenin lezzetlerini tadıyordu. Mini bir spor salonunu andıran küçük güvertede sıcağa aldırmadan bisiklet süren bile vardı.

Kürşat, ortada gezinen beyaz formalı çalışanları, şahin bakışlarıyla takip eden mavi formalı bir adamı yanlarına çağırdı.

“İsmail, misafirlerle ilgilenin. Engin Bey’i büyük misafir kamarasına yerleştirin lütfen. Ben akşama kadar dinlenmek istiyorum,” dedikten sonra Engin’in sırtına dostça vurdu. “Şimdi bana müsaade delikanlı. Ev sahibi sensin, rahatına bak,” dedi ve ayrıldı.

Engin, adının İsmail olduğunu öğrendiği, asık suratlı adamın peşine takılıp kendisi için ayrılan yatak odasını gördüğünde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Diğer kamaraların yanında burası küçük bir evi andırıyordu. Çift kişilik bir yatak, koltuklar, çalışma masası ve kendine özel banyosu bulunan bu oda onun oteldeki odasının yanında- ki barmenliği sebebiyle diğer personelden daha büyük bir odada, tek başına kalma lüksüne sahipti- kral dairesi sayılırdı. Şaşkınlığını şakacı bir ifadeyle gizlemeye çalışarak İsmail’e, “Fena değilmiş,” dedi ama adamın yüzünde en ufak bir sinir bile yerinden oynamadı.

“Beyefendi sizin için giysi dolabına ve banyoya hazırlıklar yaptırdı. İstediğiniz gibi kullanabileceğinizi söylememi istedi. Başka bir emriniz var mı?” diye sordu ve aldığı cevap üzerine başıyla selam vererek odadan ayrıldı.

Engin, giysi dolabını açtığında bir kere daha şaşkınlık yaşadı. Dolapta tam da kendi bedenine uygun onlarca kıyafet, çamaşır ve ayakkabılar vardı. Dokunsa eli yanacakmış gibi hissettiği kıyafetleri olduğu gibi bırakarak banyoya yöneldi. Banyo tezgâhında onu bekleyen parfüm, deodorant şişelerinin yanında bir tarak, paketi açılmamış diş fırçası ve macunu duruyordu. Askıda daha önce kullanılmadığı belli olan bir bornoz ve banyo havlusu asılıydı. Engin küveti doldurmaya başladı. Bir süre küvetin tadını çıkardıktan sonra tenini pamuklara sarmış gibi hissettiren bambu havlulara sarındı. Sigaradan sararan dişlerini fırçaladı. Parfümle de banyo yaptıktan sonra giysi dolabından beyaz bir tişört ve keten şort seçti kendisine.

Kamaradan ayrıldı ve kimini televizyon ekranlarından tanıdığı diğer misafirlerin arasında, bu kez daha dik yürüyerek, gezinmeye başladı. Yüksek sesle çalınan şarkılara şen kahkahalar, havuzda olanların şakalaşırken attığı çığlıklar eşlik ediyordu. Bazıları müziğin ritmine ayak uydurmuş bikinili kadınlar seksi danslar yapıyorlardı. Herkes kendi aleminde gibiydi. Bir kişi ise herkesten farklı bir alemde…

Engin, belini puntele yaslanmış etrafı seyreden Yeşim’i ilk gördüğü anda onun da kendisi gibi bu şaşalı dünyaya ait olmadığı anladı. Güneş bol kesimli, beyaz renkli keten elbisenin içindeki narin vücudun tüm hatlarını ortaya seriyordu. Başındaki geniş kenarlı şapkayı uçmaması için bir eliyle tutan genç kızın suratında bulunduğu yerden hoşnut olmadığını belli eden bir ifade vardı. Şapkanın altından çıkan siyah saçları rüzgârda uçuşuyordu. Bir meleği andıran güzelliğine rağmen kimsenin onunla ilgilenmiyor oluşu Engin’in dikkatini çekti. Sakin adımlarla kızın yanına yaklaştı. Söylenmesi gereken ilk cümleyi bulamamanın neden olduğu bir yumru gelip boğazına düğümlendi. Oysa işi gereği her gün tanımadığı onlarca insanla sohbet ederek kendini ilk cümleyi bulmak konusunda geliştirmiş olduğuna inanırdı. Yeşim, o ilk cümleyi söylemese belki cesaretini toplayamaz ve kızdan uzaklaşmak zorunda kalırdı.

“Herkes ne kadar yapmacık değil mi? Şuradaki kadını tanıyor musunuz?”

Engin, Yeşim’in başıyla işaret ettiği yöne çevirdi yüzünü. Güneşlenen kadına dikkatle baktı ama tanıyamadı.

“O kadının adı Nalan Alan. Gerçek adının bu olduğunu hiç sanmam. Modacı. Zenginler onun uçuk kaçık tasarımlarına dünyanın parasını döküyorlar. Kendisi de o paraları estetik ameliyatlara ve çocuğu yaşındaki erkeklere döküyor. Size asılırsa hiç şaşırmayın.”

Engin’in ummadığı kadar rahat bir tavırla konuşmaya başlayan Yeşim, ortada dans eden bikinili kadınlar, kası erkekler üzerine dedikodular yapmaya başladı. Konu yeniden Nalan’a geldiğinde kızın yüzünde bariz bir tiksinme ifadesi vardı. “Sana yiyecekmiş gibi bakıyor,” dedi fısıldayarak.   Sorulmamış bir soruya cevap bekliyor gibi Engin’in gözlerinin içine bakıyordu. Yıllarca çeşit çeşit insanla muhatap olan delikanlı aslında genç kadınlardaki böylesi pervasız tavırlardan hoşlanmazdı. Kadınlar otuzundan sonra kendi benliklerinin farkına varırlar, neyi konuşup neyi konuşmayacaklarını öğrenirler diye düşünürdü. Tam o noktada bir şey söylemezse sohbet bitecekti.

“Tipim değil,” dedi gülerek. Genç kızın da gülümsemesine sevindi.

“Birkaç yıldır Kürşat Bey’in etrafında dolanıyor. Aralarında çok eskiye dayanan bir dostluk var sanırım. Ancak bu bana anlamsız geliyor çünkü Kürşat Bey’in çok hazzedeceği türden bir insan değildir.”

“Siz öyle biri misiniz peki?”

Engin’in birden gelen sorusu Yeşim’in kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Bu kaş çatış, kızgınlık belirtisinden çok, ilk defa düşünülen bir konuya verilen tepki gibiydi.

“Beni sevmese bunca yıl koruyup kollamazdı sanırım.”

“Yeğeni falan mısınız?”

“Hayır, akrabalığımız yok. Ama ellerinde büyüdüm sayılır. Bana bir yuva sundular, okuttular, iş sahibi yaptılar.”

“Onlar?”

“Mustafa Bey ve Kürşat Bey. Mustafa Bey’in asistanlığını yapıyorum ben.”

Engin’in surat ifadesi kızın bir kere daha gülümsemesine neden oldu.

“Haklısınız. Bu benim en kötü özelliğim: Lafa ortasından başlamak. Tanışalım önce; ben Yeşim.”

Genç kızın elleri banyo sonrası sarındığı havlulardan bile yumuşak ve pürüzsüzdü. Engin, avcunda tuttuğu eli bırakmak istemedi.

“Siz de bugünün özel misafiri olmalısınız,” dedi Yeşim elini çekerek.

Engin kendini tanıttı ve kısaca yata geliş hikâyesinden bahsetti. Yeşim hâlâ gülümsüyordu ve gülümsemesinden fire vermeden, “Ne zaman Bodrum’a gelsek, Kürşat Bey sizin gibilerini bulur zaten,” dediğinde Engin’in suratı asıldı. Yattan atlayarak kıyıya yüzmek gibi bir istek duydu bir anda. Yeşim bu kez kahkaha attı. Kızın kahkahası insanın yüreğine kadar süzülen bir şelale gibiydi.

“Merak etmeyin, kötü bir niyeti yoktur onun. İyi biridir. Sadece kaybettiği evladının yerine, oğlu olmasını umduklarını yakınında tutmayı sever.”

“Üzüldüm, genç yaşta mı vefat etmiş oğlu?”

“Vefat etmek… Orası belirsiz. Yıllar önce Bodrum’a geldiğinde bir ilişkisi olmuş. Kadını doğru dürüst tanımıyormuş bile. Gençliğinde hızlıymış sanırım, kadına ümit vermiş, birkaç gün gönlünü eğlendirmiş ve ortada bırakıp gitmiş. Tam adını bile bilmiyor kadının; bulamamış, öğrenememiş hiçbir zaman.”

“Annemin adını o yüzden sordu demek…” diye mırıldandı Engin. “Sonra?”

“Aradan iki yıl geçtikten sonra isimsiz bir mektup almış. Kadın çelimsiz bir oğlan çocuğunun fotoğrafını yollamış sadece. Fotoğrafın arkasında bir notla birlikte: ‘Asla sana baba demeyecek olan çocuğun.’ yazıyormuş notta. Ne isim ne adres…”

“Bu çok acımasızca değil mi?”

“Kürşat Bey’in yaptığı kadar bence. Neyse, rahat ol, yani sana asılmıyor sadece bulamadığı oğlunun yerine koyuyor. Eğlenmene…”

Yeşim, kır saçlı ve göbekli bir adamın el işareti üzerine sözünü yarım bırakıp hareketlendi. Aynı şekilde el işareti ile geleceğini belirtti. Engin’in puntele tutunan elinin üzerine kendi elini koyup göz kırptı.

“Anlattıklarım aramızda kalsın, lütfen. Bu da kötü özelliklerimden biri.”

Engin, etekleri uçuşarak yürüyen kızın arkasından bakakaldı. Bir süre etrafı izledi. Hiç tanımadığı, o küçükken ölen babasını düşününce anlık bir huzursuzluk hissetti ama düşündüklerinin saçma olduğu kanaatine vararak günün tadını çıkarmaya karar verdi. İlk iş serinlemek için içecek bir şey almak üzere bara doğru yürüdü. Barın diğer tarafında olmaya alışkın delikanlı, barmenle bir süre sohbet ettikten sonra kendisinin bu işte daha iyi olduğunu düşündü ve yatta bir iş kapabilmeyi umdu.

“Bana da beyefendinin içtiğinden,” dedi arkasından bir ses.

Engin, kadına baktığında onu tanıdığını fark etti. Yanındaki yüksek tabureye ilişmeye çalışan kadın, çalıştığı otelin daimî müşterilerinden biri olan Tuba Turhan’dı. Engin, kısa boylu kadının tabureye oturmasına yardım etti.

“Teşekkürler tatlım. Bu tabureler neden bu kadar yüksek oluyor anlamıyorum. Herkeste şu Rus kızdaki gibi bacak olmuyor ki,” deyip kahkaha attı.

Engin, kadındaki özgüvene hayran kalmıştı. Kadının baktığı yöne başını çevirince gerçekten arşa uzanıyor gibi görünen bacaklara takıldı kaldı. Yat açıkta alarga durumundaydı. Misafirler denize giriyorlardı. Rus kız da estetik hareketlerle kendini mavi sulara bıraktı.

“Kodamanlar bayılıyorlar yanlarında böyle kızlar taşımaya. Bir çeşit gösteriş malzemesi yani. Sanırım genç kadınlar bu tip adamlara kendilerini genç hissettiriyor.”

Engin kodaman olarak kastedilenin, kızın her hareketini keskin bakışlarla takip eden, ellili yaşlarında, saç ektirdiği her halinden belli olan adam olduğunu anladı. Adam yat hareket ettiğinden beri sürekli telefonda konuşuyordu. Birkaç kez öfkeli bir biçimde, Engin’in dört ay yemeden içmeden çalışsa anca alabileceği telefonunu şezlonga fırlatmıştı.

Tuba Hanım, içkisinden bir yudum alıp suratını buruşturdu.

“Sanırım sizin içtiğiniz bana göre değilmiş.”

“İsterseniz ben, tam da size göre bir şey hazırlayabilirim,” diyerek fırsattan yararlanmak istedi Engin. “Tabii barmen arkadaşın da izni olursa.”

Kadının otelde kaldığı zamanlarda ne içtiğini hatırlıyordu ve şansından kadın Engin’i hiç hatırlamıyordu. Tam da kadının hoşlanacağı tatlılıkta bir kokteyl hazırladı. Bu kez Tuba’nın yüzüne, memnuniyetini belirten bir gülümseme yayıldı.

“Yeni kitabımda bunun tarifine de yer vermeliyim mutlaka.”

Engin, kadının yazar olduğunu duymuştu ama yazdığı tür kendisine hitap etmediğinden hiçbir kitabını okumamıştı. Yine de kadını memnun etmek için, “Kitaplarınızın harika olduklarını duymuştum. İnşallah en kısa sürede okuyacağım,” dedi.

“Siz de geceyi yatta geçirecekseniz eğer, akşam yemeğinde bir tanesini imzalı hediye edebilirim. Bu güzel içkinin hatırına…”

Akşam olmak üzereyken yattan ayrılan misafirler botlarla sahile taşındı. Geriye kalanlar geceyi geçirecekleri odalarına çekildiler ve akşam yemeği için hazırlanmaya başladılar. Engin de kalabalığa uyum sağlayarak odasına çekildi ve yatağa uzandı. Tüm gün açık büfeden yemek yedikten sonra insanların akşam yemeğine neden ihtiyaç duyduklarını düşünürken uyuyakaldı. Uykunun en tatlı yerindeyken koridorlarda yankılanan yemek servisinin başlamak üzere olduğu anonsuyla uyandı.

Engin, vakitsiz uyumanın verdiği sersemlikle sendeleyerek kalktı. Üzerindeki şortu kırıştırmış olduğu için suçluluk hissetti. Giysi dolabını bir süre seyretti. Çalıştığı teknelerde insanlar akşam yemeği için şıklık yarışına girerlerdi. “Madem bana bu imkânlar sunuldu, tadını çıkarayım ben de…” diye düşünerek, askıdan turkuaz renkli, keten gömleği aldı, altına beyaz keten pantolonu giyindi. Aynada kendine baktığında, zengin züppelere benzeyişine güldü.

Akşam yemeğinin yenileceği ana salonda on iki kişilik servis açılmıştı. Masanın baş köşesinde Kürşat Bey oturuyordu. Nalan Hanım ve genç sevgilisi Bora çoktan masaya yerleşmişlerdi. Onların karşısında Yeşim ve Yeşim’i yanına çağıran adam vardı. Kürşat, Engin’i görünce ayağa kalktı ve onu ayakta karşıladı. Hemen yanındaki boş sandalyeyi, oturması için işaret etti. Engin sandalyeye yerleşirken, “Gel bakalım yakışıklı, nasıl, memnun kaldın mı bugünkü eğlenceden?” diye sordu. Engin ona nezaketle cevap verdi.

Nalan, protez dişlerini olduğu gibi ortaya sererek, “Kürşat’ çığım bu beyefendiyi bizimle tanıştırmayacak mısın?” diye sordu.

Engin, ne denilerek takdim edileceğinin merakıyla gözlerini içkisini yudumlayan Kürşat’ın yüzüne dikti ama Kürşat soruyu duymazdan gelmişti. Nalan’ın sorusundan vazgeçmeye niyeti yoktu.

“Ay yoksa sen… Kerem’in oğlusun kesin. Amerika’da yaşayan. Bodrum’da tatil yapacağını duymuştum annenden.”

“Sanırım benzettiniz efendim. Ben sadece…”

“Sadece benim misafirim. Çek tırnaklarını çocuğun üzerinden Nalan. Yanındaki oyuncağınla yetin bir kere de…” diye sert bir şekilde çıkıştı Kürşat.

Bora’nın suratı asılmıştı. Nalan ise öfkeden dudaklarını kemiriyordu. Engin, yanında oturan Yeşim’in kıkırdadığını fark etmişti. Anlaşılan kız, böyle durumlardan garip bir keyif alıyordu.

Rus güzelle, sevgilisi Tayfun Kırmaz yemek salonuna girene kadar ortamdaki gergin hava dağılmadı. Tayfun Bey, uğruna yirmi yıllık eşinden ayrıldığı Rus mankeni masaya oturttuktan sonra çalan telefonuna bakmak için izin istedi. Salondan çıkarken karşısındakine sarf ettiği sözler tüm başların adama çevrilmesine sebep oldu.

“Hepiniz geri zekâlısınız. Size boşa para döküyorum ben. Birkaç gün daha izin koparın, toparlayacağım diyorum.”

O salondan ayrılırken içeriye ay gibi parlayan güzellikte başka bir kadın girdi. Engin, kadını güneşlenirken görmüştü. Melike Mercan, bir diziyle meşhur olan oyunculardan biriydi. Güzelliği sayesinde başrolü kapmış ama yeteneksizliği yüzünden de dizinin erken final yapmasının başlıca sebebi olmuştu. Eski bir gol kralının kızıydı. Babası birkaç sene evvel vefat etmiş ve aileye borçtan başka bir şey bırakmamıştı. Melike’nin rahat bir hayat sürebilmesinin tek yolu güzelliğini kullanmaktı ve bunun için elinde birkaç senesi vardı. Engin bunları, tüm gün televizyon başından kalkmayan annesinden dinlemişti.

Melike, olabildiğince çocuksu ve yapmacık bir sesle, “Merhaba, Bodrum’un en yakışıklısına. Tüm gün göremedim seni, yine saklandın bizden,” derken Kürşat’ın dibine kadar gelmiş ve adam ne kadar kendini çekerse çeksin yanağına bir öpücük kondurmuştu. Kürşat, kıza en ufak bir gülümsemeyle bile karşılık vermeyince Melike omuz silkerek, masanın diğer ucunda kendisi için çekilen sandalyeye oturdu.

Gelen konukları karşılayan adama dönüp “İsmail, Kürşat Bey için balık hazırlattınız mı?” diye sordu Yeşim’in sağında oturan şişman adam.

İsmail’in cevap vermesine fırsat vermeden, “Ah be Mustafa, beni sağlığım kadar kendi sağlığınla ilgilensen keşke,” diye homurdandı Kürşat.

Engin için masanın çevresine toplanmaya başlayan bu topluluğu izlemek bir tiyatro gösterisi, hatta tenis maçı izlemek gibiydi. Bakışları bir o yana bir bu yana kayıyor, konuşmaları takip etmeye çalışıyordu. Rus mankenin karşısına geçip oturan adamı daha önce görmemişti, hatta adamın masaya ne ara gelip Mustafa’nın yanına oturduğunu bile fark etmemişti ki Engin gibi dikkatli birinin böyle bir şeyi kaçırmış olması, diğer adamın maharetinden olsa gerekti.

“Doktor, bir şey söylesene. Ben turp gibi değil miyim?” diye sordu Mustafa denilen adam.

“Pek de sayılmazsınız. Kilo fazlalığınız var ve kolesterolünüz sınırda,” diye cevap verdi sessizce masaya oturmuş olan.

Mustafa kadehini doktora doğru kaldırarak, “Doktor, sen de lafı inceltmeyi hiç beceremiyorsun. Çat çat yüzüne vuruyorsun insanın. Ama Kürşat Bey’e de senin gibisi lazımdı,” dedi.

Doktor, bunu iltifat addederek, teşekkür eder gibi başını eğdi. “Kürşat Bey, kalbindeki genetik problemi ve diyabeti dikkate alıyor en azından,” dedi muzipçe gülümseyerek.

Kürşat elini Engin’in omzuna koydu.

“Bak evlat, benden sana bir baba nasihati: bir gün iş kuracak olursan sakın kendine ortak alma. Sonra boşayamadığın karınmış gibi ömür boyu başının etini yiyorlar,” dedi ve kahkaha attı.

Engin, Mustafa’nın diliyle dişi arasında, “Ne ortak ama,” dediğini işitti.

Uçuşan uzun şifon elbisesinin içinde daha da kısa boylu görünen Tuba, “Bakıyorum da yine neşeniz yerinde Mustafa’cığım,” diyerek salondakileri selamladı. Engin, kadının pozitif enerjisinden çok etkilenmişti. Yürüdüğü yere ışık saçıyordu, neredeyse altmış yaşına dayanmış ama hala kırktan fazla göstermeyen kadın.

Tuba, Engin’e bir eliyle öpücük yolladı ve diğer elindeki kitabı salladı: “Sözümü unutmadım şeker şey. Kitabın burada.”

Engin, daha önce adını sanını duymadığı bir adamın hayat hikayesinin yazılı olduğu kitabı teşekkür ederek aldı ve sayfalarını ilgileniyormuş gibi davranmaya özen göstererek karıştırmaya başladı. Tuba, Engin’in karşısındaki boş sandalyeye, Nalan’ın yanına otururken aynı şen tavrıyla;

“E, seninle ilgili kitabı ne zaman yazmaya başlayacağız Kürşat? Geçen yaz sözünü vermiştin, tamam de, on beş günde yazarız. Hakkında epey bilgi topladım zaten, iş senin olur demene kaldı artık,” dediğinde Kürşat’ın suratında oluşan memnuniyetsiz ifade Engin’in gözünden kaçmadı.

“Bakarız,” diyerek geçiştirdi kadını.

“Bakarız deme, eğer izin vermezsen ben de elimdeki tüm bilgileri kullanarak kendim yazarım o kitabı.”

Kadın bu cümleyi her ne kadar şakalaşır gibi söylese de adamı tehdit ediyor gibiydi. Diğerleri hissetmese de Engin kadının gözlerindeki parıltıları, Kürşat’ın suratındaki seğirme halini fark etmişti. Kürşat’ın gözleri tam karşısındaki boş sandalyeye takıldı. Anlaşılan o sandalye dolmadan yemek başlamayacaktı. Huzursuzca yerinden kımıldandığını fark eden İsmail hızlı adımlarla patronunun yanına geldi ve kulağına eğilerek bir şey fısıldadı.

Engin, İsmail denilen bu adamın göründüğünden daha önemli bir mevkide olduğunu o an düşündü. Adam neredeyse hiç konuşmuyordu ama hareketleriyle tüm yatı idare ediyor, bakışlardan kendine çıkarılan vazifeyi anında seziyordu.

“Bot sahiden ayrılmış. Bugün avukatım da bize katılacak.”

Mustafa bir süredir sabırsızlıktan oynayıp durduğu çatalı tabağına düşürdü.

“A, Sedat ne ara İstanbul’a döndü de ne ara Bodrum’a geldi? Dün sabah konuştuğumuzda Amsterdam’daydı.”

Bu kez şaşırma sırası Yeşim’ e geçmiş olmalıydı. Gözlerini kocaman açarak sordu:

“Sedat abi Amsterdam’a mı gitmişti ki? Nasıl gitmiş, uçmaktan korkmuyor muydu o?”

“Hem de nasıl korkar. Vallahi ben de bilmiyorum neden gittiğini. Benden de saklanan bir sır var ya hayırlısı.”

“Ben yolladım kızım. Oradaki avukatımın halledemeyeceği bir işim vardı,” diyerek soruları kesmeye çalışan bir bakış fırlattı Kürşat ama Mustafa oralı olmadı. Engin, yılların deneyimi sayesinde adamın alkole dayanıklı olmadığını hemen anlamıştı.

Mustafa, yanında oturan doktorun sırtına dostça vurdu. “Doktor, sen biliyor musun neler dönüyor burada? Bak, seni bu işe ben aldım unutma ha, patronumuzun az bir ömrü falan kaldıysa bilelim,” dedi ve peşinden kahkaha attı. Ama kendisinden başka gülen olmayınca yaptığı şakanın pek de hoş karşılanmadığının ayırdına vardı.

Sadece Doktor olarak hitap edildiği için Engin’in adını öğrenemediği doktoru baştan aşağıya süzen Nalan, bakışlarını yatın sahibine çevirdi.

“Kürşat, senin her zamanki doktoruna ne oldu sahi? Ne sevimli, tontiş, şakacı bir adamdı o.”

Kürşat kadının sorusunu yine cevapsız bırakınca, ortamın daha fazla gerilmesini istemeyen Yeşim dayanamadı bu kez.

“Kızını evlendiriyor. Bu yaz için izin aldı.”

“Ah canım kıyamam, sen geçicisin o zaman. Eğer işten çıkarırlarsa gel beni bul Doktor. Sana seve seve iş veririm,” dedi Nalan. Bora, avucunun içinde buruşturduğu peçeteyi hızla tabağın ortasına bıraktı. Sandalyesini sertçe geriye itti.

“İzninizle, yemek başlayana kadar bir hava alacağım ben,” diyerek masadan kalktı. Melike de onun peşinden izin istedi ve öfkeden kıpkırmızı olan çocuğun peşinden koştu.

Kürşat, “Çocuğun yanında böyle davranmaya devam edersen şu genç kıza kaptıracaksın haberin olsun,” dedi.

“İki çulsuz bir halt edemezler, en fazla bir iki sevişirler, sonra yine bizim eteğimize sığınırlar bunlar gibiler,” dedi Nalan şımarıkça gülerek ve doktora göz kırptı utanmazca.

Yeşim, masada tek başına kalan ve neler konuşulduğunu anlamadığı için huzursuzlanan Rus mankenle akıcı bir biçimde Rusça konuşmaya başladı. Engin, yıllardır turizm sektöründe çalıştığı için çat pat Rusça, İngilizce ve Almanca biliyordu. Annesi hep dile yatkın olduğundan bu kadar kolay dil öğrendiğini söylerdi. İki kadının konuşmasına ara ara katılmaya çalışıyor, bu şekilde Yeşim’in ilgisini yeniden üzerine çekmeye çalışıyordu.

“Ondan hoşlanacağına emindim zaten,” diye fısıldadı Kürşat. “O benim manevi evladım gibidir. Buradaki yalakaların hiçbirine benzemez.”

“Öğleyin sizden ayrıldıktan sonra tanıştık. Mustafa Bey’in asistanı olduğundan, onu sizin okuttuğunuzdan bahsetti.”

“Aslında onu Mustafa buldu. Erken yaşta kimsesiz kalmış bir kız çocuğu… Işıklarda araba camı silmeye zorlanan, ne kadar çamura bulanmaya çalışılırsa çalışılsın ışıldayan bir cevher. Mustafa ve eşi onu himayelerine aldılar. Yetiştirdiler, Mustafa’nın rahmetli eşi Türkan, kızı gibi büyüttü onu. Ne kadar lüksün içinde büyürse büyüsün hiçbir zaman şımarmadı. Ne başardıysa kendi emeğiyle başardı. Şimdi istiyorum ki kendisi gibi zeki, namuslu, çalışkan bir eşi olsun.”

Engin, Kürşat’ın Yeşim ve kendisi ile ilgili bir planı olup olmadığından emin olmak için adamın gözlerinin içine dikti gözlerini ve bir ipucu bulmayı umdu ama bu da cevapsız bir bilmece gibi boşlukta asılı kaldı. Konuşma belki devam edecekti ama yemek salonuna giren kalabalıkla son buldu.

Çeşitli sebeplerle ortamdan ayrı olan kim varsa, Avukat Sedat ve İsmail’le birlikte salona girdi, yerlerine yerleşti. Geç ve gerginliklerle başlayan yemek, sunumların ve lezzetlerin enfes oluşuyla tatlanmıştı. İnsanlar birbirleriyle sohbet ederek birbiri ardına gelen tabaklarda ne var ne yoksa süpürüyordu. Yeşim’in kolu ara sıra Engin’inkine temas ediyor, her temasta Engin vücuduna yayılan bir elektrik hissediyordu.

Yemek faslı sona erdiğinde Kürşat, avukatını alıp gözden kayboldu. Engin, Yeşim’in Doktor’ la muhabbetini anlam veremediği bir kıskançlıkla izliyordu. Bir an için kızla göz göze geldiğinde kendini yakalanmış gibi hissetti ve oradan uzaklaşmaya çabaladı. Serinlemek için yatın ikinci katındaki yemek salonunun teras kısmına çıktı. Üst kattan gelen konuşma kulağına çalındığında konuşanların kim olduğunu anında anladı. İki kişi arasındaki bu hararetli tartışmaya kulak kabartmakla oradan ayrılmak arasında kaldı ama duyduğu cümle merakını cezbetti.

“Vasiyet yazdırdığına emin misin? Yıllardır akrabası olduğumu bir kere bile önemsemedi ki, şimdi önemsesin.”

“Biliyorsun, ben de sadece bir çalışanım. Bana da bir şey kalmayacak, eminim.”

“Bu muazzam mirasın varisini yıllardır arıyor. Sence bulduğu için mi şimdi böyle davranıyor?”

“Bulamayacağına eminim ben.”

İkilinin konuşması başka bir sesle bölündü.

“Gelin şekerim. Ben de hava almaya çıkmıştım, sadece,” diyerek konuşmayı kapattı kadın olan.

Engin, duyduklarından tedirgin olmuştu. Birdenbire zengin bir adam çıkagelmiş, günlerce kendisiyle sohbet etmiş, hakkında her şeyi öğrenmeye çabalamıştı. Engin, babasını hiç tanımamıştı. Annesi o doğmadan önce, babasının bir kazada öldüğünü söylemişti. Babasının ailesi de yurt dışındaydı ve onu hiç arayıp sormamışlardı. Annesi ona fotoğraflar göstermişti. Engin, o fotoğraflardaki adamın Kürşat olmadığından emindi ama ya annesi… Aklı karışıyordu. Düşündükleri mantıksızdı, anacığı böyle bir şey yapmazdı ama Kürşat’ın bu yakınlığı da normal değildi.

“Derinlere dalmışsın,” dedi bir ses arkasından, “Bence burada böyle dikileceğine küçük hanımla ilgilenmelisin. Deminden beri bir gözü sende.”

Tuba Hanım’ın yakmak için çabaladığı sigarasını kibarca yaktı Engin. Bir tane de kendisi için yaktı. “Kürşat Bey ile ilgili kitabı gerçekten de yazacak mısınız?” diye sordu pat diye.

“Neden yazmayayım ki? Çok gizemli bir adam Kürşat Kalacan. O kitap önünde sonunda yazılacak. ‘Yerli Gatsby’ koyarız belki kitabın adını,” deyip kahkaha attı sempatik kadın.

Engin, kadının ağzından laf almak için, “Bildiğim kadarıyla Gatsby’nin gizemi tamamen sevdiği kadının dikkatini çekmek içindi. Yoksa Kürşat Bey’in de böyle bir mazisi mi var?” diye sordu.

“Hikâyenin o kısmı romantiklere göre elbette. Ben senin yerinde olsam bu değirmenin suyu nereden geliyor, diye merak ederdim. Anadolu’nun bir köyünden kalkıp işçi olarak Hollanda’ya giden on sekiz yaşındaki bir delikanlı birkaç senede nasıl servet ediniyor, Türkiye’yle nasıl bağlantılar kuruyor, kimleri kendisine ihale vermeye mecbur bırakıyor ve ne işler çeviriyor ki kimseye güvenemeyip işlerin başına liseden bile mezun olmamış bir köylüsünü getiriyor. Bunlar aşk hikayesinden daha ilgi çekici değil mi?”

Engin, aklındaki sorulara cevap bulmak umuduyla, “Aşk kısmı da ilgi çekici olabilir,” dedi.

“Vay, bir romantik daha. Boşa heveslenme çocuk, adamın düzenli bir ilişkisi hiç olmamış. Varsa yoksa gönül eğlendirecek, her milletten güzeller. Aramızda kalsın ama, Melike de onlardan biri sanırım. Nalan’ın imalı laflarından öyle anladım ben.

“Neyse tatlım, Kürşat Bey onay verirse okuyucu onun hikayesinin sadece örnek iş adamı kısmını bilecek ama bana direnirse…”

Tuba Turhan cümlesini tamamlamadan sigarasından çektiği son nefesten sonra izmariti yere atıp ayağıyla ezdi. Engin, kadının gözlemlediğinden daha zeki ve elinin de güçlü olduğunu fakat çocuk hikayesiyle ilgili bir şey bilmediğini düşündü. Emin olmak için sordu:

“Peki, neden sürekli Bodrum’da tatil yapıyor, biliyor musunuz?”

“Sadece Bodrum da yapmıyor ki kuzum. Adamın tüm hayatı tatil gibi. İşlerini yıllardır başkaları yönetiyor. Tıpkı yukarıdaki patavatsız gibi, onlarca CEO var. Kendisi ne kadar onlardan ‘ortaklarım’ diye bahsetse de hiçbirine, yıllardır iti gibi peşinde koşturan Mustafa’ya bile, hisse vermediğini herkes biliyor. Deli maaşlar ödüyor ama malını mülkünü bölmüyor.”

Engin az önce konuşulandan yola çıkarak, yeni soruyu hemen yapıştırdı:

“Varisi kim peki?”

“Ne o, varisi olmaya mı niyetlendin delikanlı? Sence bir barmenden kendine varis mi yaratacak?”

Engin şaşırmıştı. Kadının yüzünde yine aynı muzip ifade vardı ve onu tanıdığını açıkça belli etmişti. Kısa boylu kadın, parmaklarının ucunda iyice yükselerek bir seksenden uzun olan Engin’in yanağından makas aldı ve iyice sokularak, “Sen gelirken biz gidiyorduk tatlım; boş ver bunları da Yeşim’i tavlamaya bak,” dedi. Askılı şifon elbisesinin deseninden olan ve uçuşan fuları yeniden boynuna atarak uzaklaştı.

Engin herkesten uzaklaşmak için alt kata indi. Yeşim de onu birkaç adım arkasından takip etti. Gözlerinden zekâ pırıltıları eksik olmayan bu genci tanımak, hatta onu öpmek için dayanılmaz bir arzu duymaya başlamıştı. Herkesin var olmadığını ya da taş olduğunu iddia ettiği kalbi delikanlıya baktıkça küt küt atıyordu. Hatta öyle fazla atıyordu ki Yeşim, bir an durup soluklanmak zorunda hissetti. Engin’in arkasından koşup yetişmek isterken ayakkabısının topuğu mapaya takıldı. Kız neredeyse düşüp kafasını çarpacaktı ki bir el onu kolundan yakaladı. Yine de Yeşim bir dizini fena halde yere çarpmıştı.

“Doktorunuz var diye böyle tehlikelere atılmanıza gerek yok küçük hanım,” dedi Doktor.

“Teşekkür ederim, gerçekten ucuz kurtuldum,” diye karşılık verdi Yeşim dizini ovarken.  Öyle sık nefes alıp veriyordu ki, Doktor ondan oturmasını istedi.

“Sanırım çok korktunuz.”

“Yok korku değil de koşturduğum zaman hep böyle olurum. Sakarlıklarım da tutar. Lütfen, işinizden alıkoymayayım sizi. Sanırım üst kata çıkıyordunuz,” dedi Yeşim, doktoru başından savmak olan niyetini gülümsemesinin arkasına gizleyerek.

“Önemli bir işim yok. Kürşat Bey’in insülin vakti geldi ama kendisi hâlâ Sedat Bey’le birlikte. Onu bekliyorum. Sizce daha çok sürer mi konuşmaları?”

“Belli olmaz, isterseniz siz yine de İsmail’i yollayarak hatırlatın kendinizi,” diye akıl verdi Yeşim.

Konuşmaları sessizce ve uzaktan takip eden Engin gülümsedi. Kızın, doktoru kendinden uzaklaştırmaya çalıştığını görmek hoşuna gitmişti.  Tam ikilinin yanına gitmeye niyetlenmişken İsmail denilen adam yine sessizce yanında bitmiş, hiç değişmeyen surat ifadesi ve otomatiğe bağlamış uşak ses tonuyla, Kürşat Bey’in onu davet ettiğini bildirmişti. Günlerdir zengin adamın akşam muhabbetini dinleyen ve aslında bundan hiç sıkılmayan Engin, yine muhabbet vaktinin geldiğini düşündü ve Yeşim’e gözleriyle veda etti.

Kendisininkinden daha büyük kamaraya tedirgin bir şekilde girdi Engin. Avukat hala Kürşat Bey’in yanındaydı, masaya dağılmış olan kağıtları topluyordu.

“Kusura bakma evlat. Bugün seninle yeterince ilgilenemedim. Patronunla konuştum, birkaç gün izin aldım senin için. Eğer sen de istersen baş misafirim olmaya devam etmeni istiyorum.”

Engin’in içinden bir ses “Ya şimdi ya da hiç!” dediğinde, içsesine çocukluğundan beri güvenmekten hiç pişmanlık yaşamamış olan delikanlı yüreğindeki baskıyı döktü ortaya:

“Ama neden?”

 

DEVAMI GELECEK…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar