Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

İnsan Neden Öldürür?

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Rahmetli Cemil Abi’yi andık bugün. Ne iyi adamdı. Alanında uzmandı. Yeri gelince kriminal profesörü, bir bakmışsın sosyolog olmuş. En iddialı olduğu alanlardan biri de psikolojiydi. Değme psikoloğa taş çıkartacak bilgisi vardı. Olayları yorumlayışı dikkat çekiciydi.

Akılda kalacak bir görüntüsü yoktu. Orta boylu bir adamdı. Kısa kıvırcık saçları vardı. Öyle, güçlü kuvvetli de değildi. Hamur işlerine düşkünlüğü yaptığı göbekten anlaşılırdı. Bu göbek alkol düşkünlüğünden de olabilir elbette. Fakat cemiyet içinde alkol aldığı pek görülmezdi. Dedim ya, akılda kalacak bir adam değildi. Yani aklınızda kalsa kalsa, ortaya attığı varsayımları kalırdı. Söyledikleri aklınıza takılır, düşünür düşünür gülerdiniz.

Çocuğu yoktu. Karısı Hediye Hanımdan başka kimsesi de yoktu. Eğer Hediye benden önce ölürse başucuma mezar taşımı belediye koyar artık, diye yalnızlığını bize hep hatırlatırdı. Sonunda, yani öldüğünde hep bir elden güzel bir mezar yaptırdık kendisine; başucuna da güzel bir mezar taşı koydurduk.

Hepimizin Cemil Abiye bir gönül borcu vardı. Fazladan bizim yerimize nöbet tutar, hatta bunun için gönüllü olurdu. Biz de bunlar gibi mahkûmuz neticesinde, derdi. Elbette bir mahkûm değildi. O bir gardiyandı. Şimdi size cezaevlerinden, şartlarından bahsedeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bugün Cemil Abiyi andık, ondan bahsedeceğim.

“Abi, evde Hediye Abla beklemez mi seni, niye ekstra nöbete kalıyorsun?” diye sorduğumuzda,

“Hediye yatsıyı kıldı mı yatar uyur. Bir başıma kukumav gibi evde oturacağıma burada olmak daha iyi geliyor,” diye cevap verirdi.

Cezaevinde hükümlülerle olmak, dışarıda olmaktan evlâydı onun için. Öyle aklınıza bir menfaat durumu falan gelmesin, namuslu adamdı. Benim kimsem yok, menfaat edinsem kime faydası olacak, diye hayıflanırdı. Anlayacağınız eli uzun bir adam değildi. Buna karşın tüm mahkûmlar ile iyi anlaşır, mahkûmlar onunla konuşmaya can atardı. Özellikle gece kaldığı nöbetlerde böyle olurdu.

Cemil Abinin kendine göre tespitleri vardı. Suç ve suçlu için tanımları vardı. Öyle çok hatıra var ki dimağımda, hepsi birbirine karışıyor anlatmaya başlayınca. Benim en çok hatırladığım ise bir üniversitede hocasıyla yaşadığı diyalogdu. Bir keresinde, bir üniversite hocası doktora tezini hazırlamak için bizim cezaevine gelmişti. Özel izni vardı Adalet Bakanlığı’ndan. Dosyaları inceliyor, herkesle konuşuyordu. Başlarda Cemil Abiyi çok dikkate almadı. Söyledim ya, Cemil Abi öyle çok dikkat çekici biri değildi. Biriyle konuşacak olsanız Cemil Abiyi seçmezdiniz. Karşıdan görseniz bir Anadolu insanı, masum bir köylüydü.

Gel zaman git zaman, bir sabah tutuklular mahkemeye götürülürken Cemil Abi, İbrahim Hoca’nın dikkatini çekti. Jandarmalar tekmil verip hazırlık yaparken Cemil Abi dönüp “Bugünkü tutuklular cinayetin kare ası,” diyordu. Mahkemeye götürülüş sürecini gözlemleyen İbrahim Hoca merak etti bu yorumu.

“Nasıl oluyor Cemil Bey?” dedi merakla.

“Nedir nasıl olan, hocam?”

“Cinayetin kare ası nasıl oluyor?” dedi İbrahim Hoca, bunca gerginlik içinde gülümseyerek. Çünkü tutuklular araca bindirilirken daima kurallar ve gergin bir prosedür olurdu. İbrahim Hoca yeniydi. Cemil Abi ise yılların vermiş olduğu rahatlık içindeydi. Sıradan bir iş adımını gerçekleştirme sakinliğinde insanları gözlemliyordu Cemil Abi.

Herkes Cemil Abiye bakıp anlatmaya başlayacağı ana kulak kesilmişti. Birçoğumuz biliyorduk; anlatmaya başladığında uzun uzun anlatacaktı. İbrahim Hoca yeniydi ve bakalım sonuna kadar dinleyebilecek mi, diye düşünmeye başlamıştık.

“Bak hocam bugün dört kişi gidecek mahkemeye. Dördü de cinayetten tutuklu.”

Başını sallıyordu İbrahim Hoca, ilgi ile dinliyordu.

“Evvela şunu düşün; insan neden cinayet işler? Bunu hiç düşündün mü hocam? Sen burada mahkûmların şartları hakkında araştırma yapıyorsun fakat başından anlamak lazım olayları. Yani diyeceğim, bir insan neden cinayet işler hiç düşündün mü?”

İbrahim Hoca bir sosyologdu ve uzmanlık alanı olarak suç ile mahkûmiyet ilişkisini seçmişti. Cinayet de bir suçtu ama nitelikli olarak bu suça odaklanmamıştı. Yine de bildiği kadarını anlatmaya çalıştı. Cemil Abi de, bilmediği bir şey anlatıyor mu diye dikkatle dinledi hocayı. Baktı ki eksiklikler var, başını sallamaya başlayarak sağ elini kaldırdı ve hocaya susmasını işaret etti. Tipik bir hareketti bu. Eskiler bilir, gülmemek için kendilerini zor tutardı.

“Evvela hocam, insan neden öldürür buraya bakmak lazım. Yani bu kararı verdiren bir neden olmalı değil mi?” Cemil Abi başka birine dönüşmüştü. Bildiği konuyu anlatırken, işte böyle büyürdü anlattığı konuda.

“Temel olarak benim gözlemlediğim; dört konuda cinayet işleniyor. Birincisi para. Paranın olmaması ya da daha çok olması için aç gözlülükten işleniyor cinayet. Sonra ikincisi karı kız meselesinden. Seks yani. Orada da bir aç gözlülük var elbette.”

İbrahim Hoca, iç cebinden küçük bir defter çıkartıp Cemil Abinin sözlerini kaydetmeye başladı usulca. Hiç kesmedi sözlerini, fark edilmeyecek kadar zarifçe not alıyordu.

“Üçüncüsü güç. Güçlü olmak ister insan. Kendi güçlü olamıyorsa, güçlü olanın yanında olur. Güçlü olan için çalışır. İşte böyle al başına belayı sonra.” Kollarını göğsü hizasında buluşturup bağladı, sırtını duvara dayadı. Hepimiz dördüncüyü bekliyorduk. Sustu.

“Dördüncüyü söylemeyecek misin?” dedi İbrahim Hoca. Yine Cemil Abi konuşmaya başlamış, hepimizi hipnotize etmiş, olmadık yerinde yine susup durmuştu. Kısa bir sessizlik sonrasında yine başladı Cemil Abi.

“İnsanların kutsalları var, bilir misin? Herkesinki başka. İşte o kutsallara dokundun mu, bam teline basmış olursun kişinin. Her bam teline basanın adam öldürdüğünü söylemiyorum, öyle de anlamayın. İnsanı tetikleyen güdüleri vardır. Biyolojik olarak tetiklendiğimiz gibi mental olarak da tetikleniriz. Biyolojik olanı Allah hazır gönderiyor. Bu suçu işleyenlerin çoğunda o mekanizma biraz bozuktur. Mekanizma işler de, bozuk olduğu fark edilmeden bozuk işler. Kim nasıl bilecek ki zaten? Böbrek yetmezliğinden böbreğin ağrır da, hipotalamus şikâyetiyle kaç kişi doktora gider, değil mi?”

“Cemil Bey, konuyu nereden nereye getirdiniz yahu! Enteresan bir insansınız.”

“Hocam buradaysan bileceksin. Malzemeyi tanımazsan bir gün canın yanar. İşi tam olarak öğrenmeden kimseye devretmeyeceksin. Yoksa kazığın büyüğünü yersin. Şimdi hocam, bunların yani cinayeti işleyenlerin yetiştikleri çevreden de diyen var ama işin biyolojisini bilmek lazım. Önce bir olay olur mesela, evde yalnızsınız kapı çarpar hızla, hemen reaksiyon verirsiniz. Aslında ne olur, önce talamus bölgenize uyarı gönderisiniz. Gelen verileri analiz eder ve duyusal korteksinize gönderir. Duyusal korteksiniz bu sesin kaynağını şüpheli bulup birden çok nedene bağlarsa olay hipokampüse devrolur. Sonra ne mi olur? Bir bağlam oluşturmaya çalışırsınız. Daha önce böyle bir olayı deneyimleyip deneyimlemediğinizi, olası sonuçlarını kontrol eder. Ardından durumu amigdala ile paylaşır. Verilere göre endişe yaratacak bir durum yoksa yani kapı rüzgârdan çarpmışsa, alarm durumu sonlanır. Yok, elinde silahlı biri ile karşılaşırsanız hipokampüsünüz harekete geçer. Ya hemen kaç ya da savaşmaya hazır ol, der. İşte hocam, normal insanda işler böyle yürüyor.”

İbrahim Hocanın gözleri parlamıştı. Aklından kabzımal kılıklı, diye geçirdiği adamın bir uzman kesilmesi karşısında küçük bir şok yaşıyordu.

“Hocam, sıkmıyorum ya,” dedi usulca.

“Yok, estağfurullah olur mu öyle şey, harikulade keyifle dinliyorum.”

“Hocam, işte bu adamların kafalarının içinde anlattığım bürokratik akışta bir problem olduğuna inanıyorum. Bir şekilde ya sıralama şaşıyor ya da işlev gören bölüm hatalı çalışıyor. Artık orasını bulmak sizlerin işi. Bir de mahalle şeysi var. İnsanlar yönlendiriyor yani. Baskı kuruyorlar. Bu zavallılar da nereden bilsinler hatalı karar verdiklerini… Sorsan, hepsi kader mahkûmudur. Öyle mi? Öyle bence de. Bu insanlar insan öldürüyor. Sonra efendim hepsinin gerekçesi de sağlam. Gerçekle çelişirse, gerçeği büküyorlar.”

“Güzel anlatıyorsun da peki bu dört kişinin suçları neler? Nasıl ayırdın bunları?”

“Bak Hocam, bunlardan biri, çok borcu olan bir adammış. Adı Sami. Ama namuslu bir adam. Yani borcunu ödemek için didinip duran bir adam. Bir gün yalvar yakar birinden tekrar borç almış. Borcunu borçla kapatacak, işler yoluna girene kadar hiç olmazsa vadesi uzayan bir alacaklıyı rahatlatacakmış. Almış parayı koymuş cebine, tutmuş diğer alacaklının yolunu. Yolda iki kişi yolunu çevirip bu garibanı soymaya çalışmışlar. Direnmiş, çırpınmış parasını kaptırmamaya çalışmış. Sonunda biri bıçak çekmiş. Bizimkisinin bıçaktan yana korkusu olmadığını ne bilsin. Atlamış adamın üzerine kendisine saplanacak bıçak, kendisini soymaya çalışan hayduta saplanmış. Adam ölmüş. Bizimki de yaralanmış ama neyse ki ölmeden kurtarmışlar.

Sonra hırsızlardan diğeri kaçmış. Aslında kaçan bu diğerinin durumu çok farklıymış. Ölen hırsızı azmettiren kendisiymiş. Ölen de hırsız değilmiş aslında. Kendisini külhanbeyi zanneden, yeni yetmenin tekiymiş. Azmettiren de maşaymış üstelik. Sami’nin karısına göz koyan biri varmış. Sırf bu göz koyma yüzünden borç vermişmiş Sami’ye. Sami çaresiz kalsın, karısından boşansın, yuvası dağılsın diye işlerine taş koymuşmuş hep. Karısına göz koymuş dedim ya, ayartmış da üstelik. Hırsızlardan kaçıp canını kurtaranı zaten bunu biliyormuş. Hemen soluğu bu hergelenin yanında almış. Bu hergelenin de adı Nükrettin. Nükrettin uyanmış işe, bakmış ki azmettirdiği bu herif kendisini gammazlayacak, çıkarmış tabancasını, sırtından vurup öldürmüş kendi adamını. Bu da şehvet. Yani karı kız meselesi.”

O an hepimiz donup kalmıştık. Cemil Abi, olayları öylesine tumturaklı sıraya dizmişti ki şaşırmıştık. Küçük şehrimizde olup biteni öğrenmiş, bir de hafiye gibi takip etmiş, olayları birbirine bağlamıştı.

“Üçüncü? Üçüncü ne yaptı? Yoksa o da bu olayla mı ilişkili?” dedi hoca.

“Maalesef. Sami’ye borç veren Emrullah Bey olayı duyunca küplere binmiş. Bir iki soruşturunca Nükrettin’in, Sami’nin karısı ile ilişkisini öğrenmiş. Emrullah da bizim buralarda adı sanı duyulmuş biridir. Olayın ucu kendisine dokununca rahatsızlık duymuş zaar. Kendisi ile aşık atıldığını mı düşündü? Yoksa gücüyle dalga geçildiğini mi düşündü, neyse artık. Yusuf’u göndermiş, Nükrettin’in bacağına sıksın diye. Yusuf da gözü kara köylü çocuğu. Bakmış Nükrettin’in yanındaki adamlarından biri silahına davranıyor, sıkmış adamın şakağının ortasına dan diye. Ölmüş oracıkta adamcağız. Hiç yoktan ölüp gitmiş. Ne uğruna dersen; güç uğruna. Güçlünün uğruna…”

“Emrullah yok ama mahkemeye gidecek dört kişi arasında. Bir yanlışlığın olmasın?”

“Yok tabii. Emrullah’ın talimatı olduğunu kim bilecek. Benimkisi işkembe-i kübra. Köylü çocuk, alacak verecek işinden vurdum demiş Nükrettin’in adamını. Delil olsa Emniyet bırakır mı Emrullah’ı? Ölen ölmüş artık. Ne için ölmüş, para için ölmüş. Ne için ölmüş, karı için ölmüş. Ne için ölmüş, güçlü için ölmüş.”

Herkes odağına Cemil Abiyi koymuştu. Hepimiz pür dikkat onu dinliyorduk. Kendisinin bunun farkında olduğuna eminim. Ama hiç oralı değildi. Sakin sakin anlatıyordu. Öyle usta bir konuşmacıydı ki, bir terapi seansında gibiydik. Masal gibi dinliyorduk anlattıklarını.

Hoca önce defterine baktı. Notlarını karıştırdı. Bir iki not daha aldı.

“Cemil Bey, doğrusu beni çok şaşırttın. Bir gün gel, okulda çocuklara da anlat tespitlerini olur mu?”

“Hocam estağfurullah, nasıl anlatayım? Orası mekteptir. Üniversitede çocuklara ben ne diyeyim?”

“Hocam, çocukların kendilerini geliştirmeleri için senin gibi neden-sonuç ilişkileri kuvvetli biri ile tanışmaları çok faydalı olur. Hem senin bilgilerin de yenilir yutulur cinsten değil.”

“Aman hocam mahcup etmeyin ne olur.”

“Peki, şu dördüncü kişiyi anlatmadınız. Anlattıklarınıza göre para, cinsellik, güç ilk üçünü oluşturuyor. Dördüncü durum da kutsallarla ilgili olmalı.”

“Aa tabii, kutsallarla ilgili. Anlatmadım onu.”

“Nedir burada kutsal olarak tepki duyulan?”

“Fenerbahçe.”

“Nasıl?”

“Fenerbahçe.”

“Anlayamadım, nasıl Fenerbahçe? Kutsal olan Fenerbahçe mi?”

“Bu kadar anlattığımdan şüphe duymadınız da, konu Fenerbahçe olunca mı şüphe ettiniz?”

“Yok canım şüphe duymadım ama merak ettim.”

“Akşam şarap içiyorlar çamlığın orada. Tutturuyorlar aralarında Fenerbahçe kavgasını. Bu arada üç şişe şarap içmişler. Anlayacağınız küfelikler. Üçüncü şişenin sonuna doğru beriki Fenerbahçe’ye küfür edince, Hüseyin altta kalamamış önce şişeyi kafaya dikmiş, sonra boş şişeyi de Mehmet’in kafaya patlatmış. Bunlar tutuşmuş kavgaya. Görenler ayırmış kavgayı. Kafalar güzel, herkes evine gitmiş. Mehmet farkında bile değil durumunun. Yatmış uyumuş. Bir daha da uyanmamış. Beyin kanamasından ölmüş. Bu da kutsala dokunanın sonu.”

Hoca tutamadı kendini güldü. Baştan tutmaya çalıştı ama sinirleri boşaldı, ardı sıra kahkahalarla güldü. Arada “Fenerbahçe” diyor, tekrar gülüyordu. Gülmek bulaşıcı, bizi de aldı bir gülmek. Neyse, tutuklular gelene kadar zor toparladık kendimizi. Biz onlara gülüyoruz, onlar adam öldürmüş.

İlahi rahmetli Cemil Abi, andık seni bugün hiç neden yokken. Nur içinde yat sen emi…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU