Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Bay Bay

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

İnsanın devirdiği yetmiş senesinin bir şekilde dolandığı ayaklarına yük bindirmesi gerekirken, arkama baktığımda, geride nelerin kaldığını düşündüğümde, hafızasını yaşlılık hastalıklarına galebe çalamayan zamana yenik düşürmesi olacak iş değildi. Ama benim başıma gelenler bunun tam tersiydi. Hayatımı mahveden düşünceleri aklımdan çıkaramıyor, son zamanlarımda insanlar, yaptıkları, davranışları, yöntemleri haricinde bir konuya kafa yoramıyordum.

Eskiden olsaydı, dinin sadece dünya için indirilmiş bir ortak akıl olduğunu söylerdim; çünkü kutsal kitaplardaki ibadet yöntemleri, üzerine çakıldığımız bu gezegene aitti. Kutsal kitaplarda, namaz vakitleri anlatılırken, dünya merkezli bir zamanlamayla hesapların yapılması istenmişti. O halde yaşamın olabileceği gezegenlerde ya insan ya da inançlı kimse yoktu. O kızıl ve kurak gezegenlerdeki varlıklar dini bir şekilde yaşıyor olsalar bile, dünya insanı için tarif edilen yöntemlerle ibadet edemezlerdi. Gezegenlerinin yarıçapları, ışık veren yıldızlarına olan uzaklıkları, gece ve gündüz uzunlukları ve daha birçok şey farklı olmalıydı. O dünyaların varlıklarına farklı kitaplar indirilmeliydi.

Eskiden böyle düşünürdüm. İnancım gereği her şeyin bir nedeninin ve sonucunun olduğuna inanır ve temelsiz, kaynaksız, tohumsuz bir düşüncenin aklımda yer etmesine izin vermezdim. Ama artık değiştim. Yetmişinci yaşıma bastım. Her sonucun bir nedeni olduğuna inanmaktan ve bunlarla hayatıma şekil vermekten bıktım. Özgür olmak istiyorum, hem de çok özgür. Ve sınırsız bir bağımsızlık, istediğim bu… İnsanların ne düşündükleri benim artık umurumda olmayacak. İş işten geçmiş, diyebilirsiniz; bazıları da zararın neresinden dönülse kârdır, diyeceklerdir. Ne dediğiniz umurumda bile değil.

Yaşlı insanlar ölürler, değil mi? İnsanlar da yaşlı morukların öleceğini düşünür. Yaşlı insanların öleceğini düşünen kişiler yüzünden mi, sarkık ve pörsümüş derileri yanık lastik gibi kokan bu adamlar kara toprağı boylar? Size göre öyle. Ama bana göre değil. Ben de bir zamanlar sizin gibi düşünürdüm. Adamın tekinin sakat bacağına bakar, tahta koltuk değneklerine dokunur, insanların acıma dolu bakışlarından kaçmak için kısıtlı hareketlerle, yavaşça yürüyen bu kimsenin inançsızlığının kaynağını bulduğumu söylerdim. Bazen de şehrin muhafazakâr yöneticilerinin kapattırdığı genelevin yıkılmasından sonra hayvanlara tecavüz eden erkeklerin sayısının arttığını düşünürdüm. Yaşlanmama sebep olan şeyin zaman olduğuna inanırdım.

Böyle düşünmenin en kolay şey olduğunu anladım. Çünkü kendimizi bir şekilde açıklamalarla kandırarak, içimize su serpmek istiyorduk, aklımızdaki şüpheli ve soru işaretli karanlık bölgelere ışık tutmak niyetindeydik. Bana niçin “Bay Bay” dediklerini kahvehane arkadaşlarıma, emekliler derneğindeki tanışlara, çiftçilik işçileri lokalindeki mesai arkadaşlarıma asla soramasam da, bir nedeni olduğunu bilirdim.

Hayatımın bu son döneminde, aklımı açmayı ve serbest bırakmayı ben mi istedim, bilmiyorum; ama görünen o ki artık insanların nedenlerini araştırıp soruşturarak zaman kaybetmek istemiyorum.

“Peki, ne yapmak istiyor Yücel?” diye soruyordu, üvey kardeşim.

“Sana söyleyeyim kardeşim,” dedim ona. “İnsanların bana niçin bu lakabı taktıklarını asla öğrenemeyeceğim bir günün yaklaştığını hissediyorum. Çocuklarım daha cenaze namazı nasıl kılınır, ölünün tabutu nasıl omuzda taşınır, mezara toprak nasıl atılır, iş olup bittikten sonraki adetler nasıldır, bunu bile bilmiyorlar. Benim gibi inançlı bir adamdan böyle çocukların olması iş değil bana göre. Yani hep yanıldığımı düşünmeye başladım. Nedenler sonuçlara etki etmiyor olabilir. Onların doğumuna neden olan benim, ama onlar benim sonucum olamayacak kadar uzaklar benden.”

Kardeşim haklı olduğumu söylüyordu. İnsanların nedenlere ve sonuçlara bağlanması akıl hastalıklarına bahane olabilirdi. Benden on yaş küçüktü ve dinç, sağlıklı ve uzun boylu yapısı sayesinde bir beş yaş daha da zamandan çalıyordu.

“Bu fikirlere fazlasıyla dalarsan, insanın niçin yaratıldığını da düşünürsün. Haksız mıyım?”

“Haklısın. Bunu düşüneli çok oldu. Tam yetmiş sene önce, beni bir bankamatiğin kapalı girişinde bulan, sabah namazı için ibadethanesine gitmekte olan esnaf, sanki bu soruyu kulağıma fısıldadı. Ama cevabını bulamıyorum. Yani sonunda bu da mı olacaktı?”

“Eskiden olduğu gibi yaşayabilirsin. Eskiden olduğu gibi…”

“Anlatamıyorum sanırım. Ben, eskiden olduğu gibi yaşamaktan bıktım. Eskiden kapının önündeki yoldan geçen bir komşumun, bana kanca atmak için bakkala gittiğini düşünürdüm. İnsan her gün ekmek alırdı, doğru, ama o kısa saçlı, donla sokaklarda gezinen, kocasını toprağa gömdüğü günün ardından ondan kalan malı mülkü önceki adamından doğan oğlunun üzerine geçiren kadının niyetini bozduğunu düşünürdüm. Eskiden her hareketimin hesabı vardı. Toplum içinde, neredeyse buzluktan yeni çıkmış gibiydim. Kaskatı, hareketsiz, cansız ve durgun. İnsanların her hareketimden bir anlam çıkaracaklarını düşünürdüm. Çünkü ben bu anlamı çıkarmakta tereddüt etmiyordum. Mesela, bir kadının arkasında yürümekte çok zorlanırdım. Onu takip ettiğimi düşüneceklerdi. Elli kuruşluk gazozlardan almak için markete girdiğimde, kasada kimsenin olmamasına dikkat ederdim. Neden markalı kolalardan almadığımı ve fakir olup olmadığımı düşüneceklerdi. Hep aynı gömlekle sokağa çıktığımı fark etmemeleri için, bir geçtiğim sokaktan ancak iki ay sonra bir daha geçerdim. Bu neden-sonuç ilişkisi beni öldürüyordu.”

“Yani geçmiş seni itiyor.”

“Hem de nasıl…”

“Ne yapabiliriz?”

Ne yapacağımı ben de bilmiyordum. Ama orduya yeniden yazılmadan önce bir şekilde sivil, üniformasız, emir komuta zincirine bağlı olmayan, sıradan yaşamın tadını bir de bu halde almak istiyordum. Epsilon sınıfı T modeli ehliyet sahibi olmanın bir işe yarayacağını düşünüyordum.

“Hep o gemilerden birini kullanmak istemiştim. Bilirsin, insan ölümü karşılamak ister. Savaş alanında ölmek, yataktaki, üzerine kustuğun, pislediğin, akıttığın ifrazatın iz bıraktığı çarşafla gömülmekten yeğdir bana göre.”

“Eskiden olsa bunu istemezdin.”

“Eskide değiliz kardeşim. Eskiden toplarımı avuçlayacak ruhlarını öte dünyaya yollayacağım düşman birliklerine hizmet eden aşağılıkların, bir ailelerinin, yollarını bekleyen yakınlarının olduğunu düşünürdüm. Ama artık çok sıkıldım. Şu yaşadığımız çağa bak. İnsanlar birbirlerini adlarıyla bile çağıramayacak kadar yozlaşmışlar.”

Son yirmi dört saat içinde yüklenen komut girdileri ve savaş planları, uçuş yönetmelikleri, her şeyi bir kenara itmeme neden oldu. Artık öldürmek istiyorum. İki buçuk milyon grostonluk bu geminin dümeninde, kendimi daha iyi hissediyorum. Artık nedenlerim ve sonuçlarım yok. Filonun en yaşlı kaptan pilotu olmama bakıp da beni bu göreve iten nedeni öğrenmek isteyecek kimse yok yanımda. Onlar da aynı şeyi istiyorlar. Öldürmek, yıkmak, parçalamak, devirmek, sindirmek, üzmek ve onları doğduklarına pişman etmek. Sıkılı yumruklarımı birbirlerine vurarak geçiriyorum.

“Bay Bay, neden orduya katıldın?”

“Bu soruya bir cevap vermeyeceğimi bildiğim için, köpek!”

Soru sormak istemeyeceklerdir. Nedensiz de olur. Hem de bal gibi olur. Atış poligonunda keskin gözlerimle nişan alırken, hedef tahtası arkasına gizlenmiş kontrolörler gördüm. Gelirlerken kenarda baldıran otu bitmiş bir çukurdan başını çıkaran köstebeği kafasından vurmuş olduğumu bana söyleyip söylememeleri gerektiğini tartışıyorlardı.

“Neredeymiş o baldıran otu?” diye sordum. Karabüken kadar zehirli bu bitkiyi kökünden söküp katlayarak, içine ıvır zıvırları kattığım cebime attım. Tüfeklikteki el kundaklarından birini ters çevirerek, boşlukta tabancamın sapıyla ezdiğim baldıran otunun suyunu plastik bir bardağa akıttım. Fakat ben değişmiştim. Çünkü bu otun suyunu ölmesini nefretle istediğim birine içirecek değildim. O zaman insanlar rütbeme sadık kalmadığımı düşüneceklerdi. Niçin bu adamı öldürdüğümü sorgulayacaklardı. Alıp veremediğimin ne olduğunu düşüneceklerdi. “Bay Bay” hitabını kötü bir manaya çektiğimi, benimle alay edildiğini düşündüğümü, onlardan hesap sormak istediğimi sanacaklardı.

En başta işin aslının bu şekilde olmadığını düşünüyordum. Ne demekti? Farklı, paralel kâinat dillerinde geçerli bir anlamı, “yıldız falları sistemi” kayıtlarında geçen bir algısı var mıydı? Bu kanguru kıçlı, sülük dudaklı, orantısız kaplan başlı alçak yaratıkların ne ezberlenmesi, öğrenilmesi, ne de tercüme edilmesi kolay olan dillerinde bir anlam sahibi olabileceği geldi aklıma. “Bay” tek başına insanı onurlandıran bir kelimeydi; ancak unvan sonrasında, tekrarlandığında, alayla karışık bir küçümsemeden, çocuksu bir şakadan ibaret gibiydi.

Fitili ateşleyenin mekânına uğramadan önce bu yaptığımdan utandım; çünkü değiştiğini sanan, nedenlerin ardında hareket etmekten vazgeçmiş birinin, soruların cevaplarını peşine takması gerekiyorken, tam tersi oluyordu.

“Bu son olacak,” dedim. Adamı Mürvet Hanım Konağının barında, yanındaki arkadaşına yıldız falı sisteminde tanıştığı fil bacaklı bir dişille yaşadığı maceraları anlatırken buldum. Kürdanlı zeytinini bardaktan taşıran içkisini sallıyor, bir arkadaşına, bir bana bakıyordu. Sanki kadınımla evimin yatak odasında çırılçıplak basılmışçasına korku dolu bakışlarla ısladığı gözlerini, zıpkınla delinip suda bırakılan balık gibi yan yatmış halde içkisinde yüzen zeytine odakladı. Kürdanın ucundan tutup zeytini ağzına attığında, tanıştırmak zorunda kaldığı adamı şimdi tanımışa benziyordu.

Ona sadece bir sorum vardı. Bana niçin “Bay Bay” demişti. Cevabını biliyor olmalıydı. İsim babasıydı. Duyacaklarımın aşağılayıcı, alaycı bir tarafı olmayacağını ve dans edilen pistte birbirlerini teklemelercesine seken insanlardan, barmenden, boğazına sarıldığı şişeyi ağzına götüren arkadaşından çekinmemin gerekmeyeceğini düşündüğümden, sorumu umuma açık sormuştum.

“Ya. Bakın kim gelmiş?” dedi. “Çok uzun zaman önce olmuş bir olayı hâlâ hatırlıyor. Dur bir düşüneyim.”

“Düşünmene gerek yok,” dedim. “Orduya tekrar yazıldım. Poligonda, simülatörde, savaş bakanlığında, karargâhta yapılacak çok işim var. Acele edersen iyi olur.”

Cevap vermekte, daha doğrusu samimi ve açık yürekli olmakta sıkıntı yaşadığından olsa gerek, lafı eveleyip geveliyordu. Konuyu fil hortumlu, bölünmüş cinsiyetli sistemlerin gencecik kızlarına taşıması hoşuma gitmemişti. Baldıran otunun sıkılmış suyunu içinde taşıdığım kapsül, cebimde evrile çevrile bir hâl olmuştu. Görmesini istemiyordum. Sadece benimle alay etmek isteyip istemediğini soracaktım. Kardeşim bile benimle bu şekilde konuşmaya başlamıştı.

“Ne ısmarlayayım sana?”

“Sorumun cevabını istiyorum. Bana neden ‘Bay Bay’ diyordun.”

“Şey.”

“Ney?”

“Sadece bir şakaydı.”

Bu cevap hoşuma gitmemişti. Devamının gelmesi halinde sıkılı yumruğumu ağzına geçireceğimi hissediyordum.

“Yani ne?”

“Açık olmamı ister misin? Yani gerçekten açık olmamı ister misin?”

Başımı salladım ve yaslandığım barı arkama alıp dans pistindeki kıvrak bedenlerin konuşmamızı dinlemek için yavaşladıklarını hatırlatmak, müdavimlerin ve Arap barmenin kulak kesildiğini belirtmek için mekânın tamamının ona odaklandığını göstermek istedim rahatlığımla. Terini sildi, çevresine bakındı, bar kapısındaki fedainin üçte ikisini kapladığı geçidi kaç saniyede geçebileceğini hesaplayıp, cevap verdi.

“Bir anlamı yok, inan bana. Sadece aklıma bir şey gelmedi ve ben kafiyeli olsun diye sana böyle seslendim.”

“Tam açıklayamadın sanırım.”

“Bu doğru. Senin adının ve soyadının belirsizliği karşısında yapılabilecek en doğru şeyi yaptım. İsmini bilmiyordum. Kimlerden olduğundan da habersizdim. Yapılabilecek en doğru şey buydu diye düşündüm. Sokakta bulunduğun söyleniyordu. Anasız ve babasız biriydin. Ağzımdan çıkıverdi ya da kaçıverdi. Hatırlıyor musun? İş eğitimi atölyesinde demir dövüyorduk, mukavva kesiyorduk, kalıplanmış alçıları şekillendiriyorduk. Okula yeni geldiğin, sınıfa adım attığın ilk gündü. Aceleci davrandım. Tüm sınıfın önünde seni küçük düşürmek istemezdim. Ama sen de hissetmişsindir ki, bu ‘bay’ kelimesinde art niyet aramak, cennette fahişe aramaya benzer.”

Haklı olabilirdi. Olayı izah ediş tarzı hoşuma gitmişti, fakat içim huzursuzdu. İşte şu rampadan havalanırken o günü düşünüyorum. Ne olduğu kimin umurumda? Fazla ömrümün kaldığını düşünmüyorum. Savaşarak ölmek en iyisi. Hastalığımı askıda unutulan bir pardösü gibi bıraktığım o bar taburesi üzerinde başladığım yeni hayatımın ilk aşaması bu. Görevim belli. Güney cephesi hat komutanı olan generalin birliğine katılmak ve vuruşmaya devam eden ileri alayına ham destek kuvveti sağlamak. Ardıllarım da gelecekler. Merak etmiyorum.

Neden mi? Cevabı yok. Cebimde yük olan, baldıran kökü suyuyla dolu kapsülü daha fazla taşımamak için tabii bir de. İnsanların bana bu şekilde seslendiği için onu öldürdüğümü düşünmemeleri için. Neden mi? Bir nedeni yok sanırım. Bu paragraftaki diğer açıklamalar da bir neden olamaz bence. Evet, nedeni yok.

Açıklamayı istedikten ve aldıktan sonra, isim babamla arkadaşı konuşuyorlarken, elimi cebime atıp kapsülün kapağını açtım. Kimse görmeden kök suyunu isim babamın arkadaşının bardağına boşaltıverdim. Neden mi? Bir nedeni yok. Artık bir askerim. Neden aramam. Neden arayanlardan hoşlanmam. Şişeyi isim babamın bardağına boşaltabilirdim mi diyorsunuz? Hani intikam almış olmak, ona ders vermek, haddini bildirmek için falan. Neden mi? Nedeni yok. Cebimdeki ağırlığı rahatsızlık verici olan şişeden kurtulmak için de değil. İyileştiğimi kanıtlamak için belki. Hayır, bu da bir neden değil midir? Neden mi? Nedensiz. Ben bir askerim. Ömrümü çalan nedenlerden artık arındım. Değebilirdi bu eylem, öyle mi? İnsanlar alay eden, lakap takan kimselerden hoşlanmazlar. Haklı olabilirsiniz. Belki kanun önünde de suçsuz bulunurdum. Ama kök suyunu bardağına boşalttığım arkadaşı, ki kim olduğunu bilmediğim, tanımadığım, ilk defa gördüğüm bir insandı, işimi görürdü. Neden mi? Nedeni olmasın diye, neden olmasın diye.

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU