Bölüm Bir
“Hoş geldiniz Dedektif R. Lütfen sağ tarafa doğru geçiş yapınız. Şahalin Clay sizi bekliyor.” Mekanik seslerden nefret ediyorum! Cansız, ruhsuz, robotik bedenlerin hepsini öldürmek, yok etmek istiyorum. Ama imkânsızı istemeyi çok uzun bir süre önce bıraktım. Gezegendeki bütün insanlığın tüm bilgilerine sahip olan bu metal yığınlarını bırakın öldürmeyi, yanlışlıkla çarpsanız bile hemen tutuklanır, Yaşam Enerji Hastanesi’nde tedavi edilirsiniz. Ve tedaviler öyle bildiğiniz tedavilere benzemez. Çünkü sizi…
“Merhaba Dedektif!” İşte Şahalin Clay. 22. yüzyılın kusursuz bebeği. Uzun boylu, kaslı vücudu, hafiften çekik mavi gözleri ve geriye doğru yatırılmış saçlarıyla Porselen Bebekler Çağı’nın en nadide parçası.
“Merhaba Şahalin Bey.” Gösterişli odasındaki koltuğa oturdum. Gözleri üstümdeydi ve türlerinin üstünlüğünü yansıtan psikopatik ve megaloman bakışlarıyla beni süzüyordu.
“Konu neydi acaba?” diyerek hızla geçiş yaptım mevzuya. Çünkü onların bizleri ayaktakımı gibi görmesine dayanamıyordum. Lanet laboratuvar denekleri!
“Burada bulunmaktan hoşnut olmadığınızı ve türümüzden nefret ettiğinizi biliyorum.” Ses çıkarmadım o da devam etti. “Aslında geçmişinizi analiz ettirdiğimde bu iş riskli ve tehlikeli olarak gösterilmişti. DNA Robotiklerinin analizine göre şiddete meyliniz yüzde seksen beş ve beş yıllık Yaşam Enerji Hastanesi’nde tıbbı destek ile Yaşam Puanlarınızı yükseltmişsiniz. Sonrasında mesleğinizi bırakıp iki yıl inzivaya çekilmişsiniz. En çok Yaşam Puanınızı kullandığınız yer Ruhlar Diyarı olmuş. Çünkü eşiniz ve kızınız…”
Sol baldırımdaki Roinbow 054’ün kılıf düğmesini açtım. Eğer karım ve kızım ile alakalı bir cümle daha söylerse sonik mermileri IQ’su yüksek beynine göndererek Yaşam Hastanesi’nde müebbet yemeyi göze almıştım.
“Orada huzur içinde yaşamakta. Bu acıya dayanmak güç olsa gerek?”
“Gerçeği kabul etmek acıyı dindirir. Bu yüzden gerçek acı insanı güçlü kılar. Geçmişimden bahsetmeye geldiğimi sanmıyorum. Çünkü bildiğim şeyleri konuşmayı sevmem Bay Şahalin. Artık mümkünse neden burada olduğumu söyler misiniz?”
“Türümüzden biri öldürüldü. Biliyorsunuz ki Kütahia’da sadece bizim türümüzden insanlar yaşar. Ve böyle bir şeyi asla…”
“Yapmazsınız değil mi? Çünkü yaratıcılarınız sizi şüphesiz muhteşem yarattılar, kusursuz doğdunuz vs. Anlamadığım konu, neden ben? Bu ülkenin yarıdan fazlası sizin yaptığınız teknolojilerle çevrili. Her şekilde takip ediliyoruz. DNA Robotiklerinizden tutun da bilek çipleriniz, parmak okuyucularınız, baykuş dronlarınız, iz sürücü fitokterleriniz ve bu işi yapacak birçok görevliniz var. Türünüz dışında birinin bu işi almasını neden istiyorsunuz? Keza siz Yaşam Puanı zenginlerisiniz; neden sırf bir Yaşam Puanı için türünü bile öldürmekten çekinmeyen biz fakir türlerle uğraşasınız?”
“Zenginlik kavramı fakirliğin varoluşundan doğmuştur. Fakirin yaratma yetisi, zenginin o yaratılanı alma ve kullanma gücü vardır. Şu unutulmamalıdır ki zenginliğin ilk basamağı fakir olmaktan geçer. Ve sorunuza gelecek olursak türümüz tam olarak kusursuz değil. Sizin çok iyi kullandığınız duygusal motor erişimi bizde pek yok. İlk yaratıcılar duygusallığı kanser olarak görmüşler çünkü etiğe takılmamızı sağlayan ve salt bilgiyi, deneyleri engelleyen bir sebep olarak ele almışlar. Bu nedenle türümüz bu konuda deneyimli değildir. Son yaratıcılar bu eksikliği kapatacak hatta daha iyi kullanabilecek bir formül üretmişlerdi. Biz ise bu formülü daha da geliştirmiştik. Ama baş profesörümüz öldürüldü ve formül bankası çalındı. Bu laboratuvara bizlerden başka kimse giremez. Kameralar ve kontrol sistemleri bunu doğruluyor. Size gelecek olursak işinizde başarılı oranınız yüzde doksan beş. Kendi tarzınız, yöntemleriniz ve zekânız ile bu iş için biçilmiş kaftansınız.”
Tek yaptıkları oranlar hesaplayıp mükemmeli yakalamak zaten!
“Eğer kabul ederseniz bu iş size bin Yaşam Puanı kazandıracak, ayrıca yaşadığınız sürece Ruhlar Diyarı’na puansız gireceksiniz.”
Lanet denek fareleri, duygusuzlar ama insanların duygularını kullanmayı iyi biliyorlar! Hışımla ayaklandım yapabileceğim bir şey yoktu. Bu primate şehirden midem bulansa da hayatımın geri kalanında rahat edeceğim kesindi. Artık Neous’ta üç beş Yaşam Puanı ile işler yürümeyecekti ve çalışmaktan bıkmıştım.
“Kendi bildiğim gibi işimi yapar, yeri geldiğinde sizin teknolojinizi kullanırım,” dedim.
“Tamam anlaştık,” deyip elini uzattı. Biraz bekledikten sonra elini sıktım ve devam etti. “İlk beş yüz Yaşam Puanınız birazdan yüklenecektir. Olayı çözdüğünüzde geri kalanları alacaksınız. Yapacağınız tüm işlemler bizler tarafından karşılanacaktır. Şimdi sizi olay yerine götürecekler,” dedi ve odaya diğer porselen bebek girdi.
“Bu arada Dedektif,” dedi tam kapıdan çıkarken. “Sizin önceliğiniz katil olsa da bizim için formül bankası önemli. Lütfen o formül bankasını bulup getirin.” Suratında kibirli bir gülüş peyda oldu. İster Tanrı yaratsın, isterse laboratuvarda yetişsin kibir insanın mayasında bulunuyordu. Bir şey demeden kapıdan çıktım, olay mahalline doğru yürüdüm.
Bölüm İki
Son teknolojinin kullanıldığı bir kentteki cinayet vakası için kendi türlerinin dışındaki birine iş vermeleri çok sık görülen bir durum değildi. Esas olan gizliliklerini ihlal edebilir, ünlerine leke sürebilirdim. Lakin imzalayacağım sözleşmede bunlarla alakalı bir madde bulunacağı muhakkaktı.
Üç kapıdan geçerek müteveffanın olduğu odaya geldik. Esmer tenli, gür saçlı, gözleri büyük, orta boydan bir tık daha uzundu. Beyaz önlüğü şah damarından fışkıran kanlara bulanmıştı. Etraf kan revan içindeydi. En az üç günlük olan cesette yer yer morluklar, çürükler ortaya çıkmıştı. Bu da gösteriyordu ki kendileri uğraşmış ancak katili bulamamışlardı. Veya çok önemsedikleri formül bankasını bulamayınca beni çağırmışlardı. Bir ton mavna sıkmıştı. Bunun benim için önemi yoktu işimi yapıp çekip gitmek istiyordum. Bu nedenle ne kadar hızlı hareket edersem o kadar iyiydi.
Maktul oldukça basit şekilde öldürülmüştü. Büyük ihtimalle hiç beklemediği bir anda arkasından sağ şah damarına üç santimetrelik sivri bir alet saplanmış ve kan kaybından ölmüştü. Çok eskiden, “Hakkın rahmetine kavuştu,” derlerdi ama artık son yüzyılda birkaç etnik grup dışında Tanrı’yı kimse umursamıyordu. Yanımda gezinen görevliye kendilerinin hazırladıkları raporları, buldukları delilleri, kamera kayıtlarını, bu oda ve binaya giren kişilerin DNA verilerini istedim. Birtakım protokollerden bahsetse de Bay Şahalin’in izninin olduğunu söyledim ve maktulle baş başa kaldım. Bu bedene baktıkça bizden farklı olmadıklarını, buna karşın bizden daha sorunlu yaşadıklarını düşündüm. Yüzyıllar önce de aynı sorunlar yaşanmıştı. Tür değişimi bile olsa tarih tekerrür ediyordu. İnsan zekâsının gelişimi tarihe, benliklerinin yok olmasıyla yan yana yazılıyordu. Tek yaptıkları birtakım şeylere hükmetmek güdüsüyle üretmek, ürettikçe yok etmekti. Ne kadar gen değişimi, düzeltimi yapılsa da bu güdü asla değişmeyecekti. Çünkü hangi tür olursa olsun asla Tanrı olmaktan veyahut Tanrı’yı oynamaktan vazgeçmeyecekti. Zira bu bir güç göstergesiydi.
Maktulün çevresinde dolanırken içeriye giren görevli istediğim şeyleri getirip gri masalardan birine bıraktı. O an sormak aklıma gelmemişti lakin şimdi gelen birkaç soru vardı kafamda. Neden bu formülün başka kopyası yoktu? Niye bu şahıs tek başına bu formülü taşıyordu? Mükemmeliyetçilikle yontulmuş bu evrende böyle bir eksiklik nedendi? Duygusal motor erişiminin eksikliği ya da bunun değişimi için birini öldürmek oldukça aptalcaydı. Daha doğmadan birçok özellikleri değiştirilip mükemmelleştirilen bir teknolojinin var olduğu yerde bu cinayet! Başka şeyler dönüyordu. Neydi o bit yeniği?
Görevlinin getirdiği yüksek çözünürlüklü AİT’leri (Avuç İçi Tabletler) ve mini boy yansıtıcıyı inceledim. Dosyanın içinde maktulün tüm şeceresi vardı. Son on yılını GENETOMİ DEĞİŞİM PROJESİ üzerinde çalışarak geçirmiş, birçok alanda değerli belgeler kazanmış bir bilim insanıydı. Bu proje ile alakalı anlamadığım birçok makaleyi, yazıları, terimleri geçip olay mahalline gelen ilk kişinin raporuna göz attım. Raporda herhangi bir şey yoktu. Maktulden başka kimse girip çıkmamıştı odaya. Ne kameralarda ne de DNA eşleşmesinde bir iz vardı. Hiç kimsenin girip çıkmadığı bir yerde gerçekleşen cinayet hayli garipti. Kamera kayıtlarını izlemeye başladım. Raporlarda yazılandan farklı değildi lakin bir ara odadan çıkıyor, iki dakika geçmeden geri geliyordu. Odada ufak dolaptan çıkardığı birtakım şeyleri çantasına atıp masa üstündeki AİT’leri kurcaladı. Sonra tekrar dolaptan bir şey aldı ve onunla uğraşmaya başladı. Gece boyunca da uğraşıp durdu. Kimse gelmedi adamın yanına, aynen raporda yazıldığı gibi.
Tekrar tekrar izledim kayıtları. Çünkü saçmalığın daniskasıydı. Kimse durduk yere kendi boynuna bir şey saplamazdı. Nasıl oluyordu da adamın ölüm anını göremiyorduk? Eksik bir şeyler vardı. Dikkatle tekrar izlerken bir yerde şunu fark ettim: Daha önce çantayı yere koymuştu ama kamera açısından tamamı değil, sadece kenarı gözüküyordu. Ama bir yerde çanta görüntüden kaybolmuştu. Son kez o ana sardım ve haklıydım, kaybolmuştu. Kameranın saatine baktım ve odadan çıkarak kapıda duran görevliye ters ters bakarak ototip taksi butonuna basıp bekledim.
Ototip taksi önümde durdu, parmağımı okuttum ve tek kişilik olmasına rağmen oldukça geniş arka koltuğa oturdum.
“Merhaba Dedektif R. Yolculuğunuz nereye acaba?” Samimi olmayan mekanik sesler!
“Achoria’ya doğru git!”
“Achoria yığılma nüfus bölgesidir. Sizin gibi Yaşam Puanı yüksek biri için ideal yerler şunlardır:
1- Ultiprimate Şehir olan: Arey
2- Şehirsel Aglomerasyonun az olduğu yer: Alcazaba
3- …”
“Tamam, gerek yok. Beni dediğim yere götür.” Ototip düşünme sistemleri her zaman her şeyin iyisine göre ayarlandığı için gereksiz zaman kaybı yaratıyordu.
“Gideceğimiz yere tahmini varış süresi bir saat kırk iki dakikadır. Bu yolculuk esnasında yapabilecek aktiviteler ekranda belirecektir. Lütfen istediğiniz aktiviteye dokunun!”
A- Film İzle
B- Kitap Oku/Dinle
C- Müzik Dinle
D- Aperatif Yiyecekler
E- Uyku Modu
F- 25 BG (Boyut Görseli) Sanal Âlem
…
Diğer seçenekleri okumadan Uyku Modu’na bastım ve koltuğun ısısı, duruşu, ışıklar değişti. İnceden fon müziği çalmaya başladı ve taksi hareket etti. Birkaç gündür uyku ile aramızda küslük olduğu kesindi. Karaborsa Dilopeidler sayesinde uykuya geçebiliyordum ara sıra.
“İyi uykular Dedektif R. İstediğiniz yere geldiğimizde uyandırılacaksınız!”
Bölüm Üç
“Dedektif R. Achoria’dayız, lütfen uyanın!” diyen mekanik sesle gözlerimi açtım. Geceleri kesintisiz uyuyamadığım için bu kısa yolculukta uyumak iyi gelmişti. Ototip taksiden indiğim an yüzümü kurakçıl rüzgâr yalayarak selam verdi. Taksi hiç istemediği bir yere geldiği için tozu toprağa katarak geldiği yöne doğru seğirtti. Ben de bu tanıdık toprağa sağlam basıp iki yüz metre ilerideki pazara doğru yollandım.
Bir zamanlar tarım ambarı, hububat diyarı olan Achoria şimdi herkesin kaçtığı, en çirkin işlerin en rahat şekilde döndüğü yer olmuştu.
Bu mesleği ilk icra ettiğim sokakların, insanların dilini anladığım yerdi. Tozunu yuttuğum bu sokakları terk ettiğimden beri pek gelmedim. Aslanlar gibi av peşinde koşmaktan bitap düştüğüm zamanlarda bile bu denli kötüleşmemişti burası. Ailemi alıp, kızımın daha iyi bir eğitim görebileceği ve daha sakin bir hayat yaşayabileceğim bir şehre gitmem gerektiğini anlamıştım. Bu yüzden Achoria’ya göre daha gelişmiş suburbanizasyon olan Neous’a yerleştik. Dünya nüfusundaki artış yüzünden başka bir ülkeye göç etmek oldukça zordu. Aritmetik nüfus yoğunluğuna bağlı olarak birtakım aşamaları halledip sonrasında oturma izni veriliyordu. İşimin de yardımıyla bu aşamaları aşıp yaşamaya başlamıştık. Neous cennet gibi gelmişti bize. Zira eskiden Tanrı’nın varlığı ve dini önemliydi, şimdi ise sadece teknoloji. Paleotik Tanrılar, neolitik Tanrılar tarafından öldürülmüştü. Ama yine de ailemin öldürül…
“Dedektif R. Sizi buralarda görmek ne ilginç!” diyen tok sesli sabıkalı Opioid satıcısının sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Karşımda dikilmiş suratıma bakıyordu.
“Yoksa beni tutuklamaya mı geldiniz?” Suratıma kirli dişleriyle sırıttı.
“Ufak bir işim var Feruz, o işim de sen değilsin.”
“O işleri çoktan bıraktım Dedektif. Tutuklayacak bir şey bulamazsın artık. O hastaneye yatmaktansa ölürüm daha iyi!”
“Opioid satmayı bıraksan da insanlar illaki kendilerini uyuşturacak bir şeyler ister ve işte o zaman devreye sen girersin. Söylesene Feruz, kaç Yaşam Puanın var? Bileğini okutmamla bunu öğrenirim, biliyorsun. Eminim ki Achoria halkına göre oldukça fazladır. Şimdi değil ama sonradan tekrar yollarımız kesişir,” diyerek adamı arkamda bıraktım. Pazarın sonuna gidip ücra şehrin en tenha sokaklarına adım attım.
Porselen bebek Şahalin Clay’ın dediği doğruydu. Fakirlik olmadığı sürece ihtiyaca olan talep çok fazla olmazdı. Birilerini birilerine muhtaç etmek hangi yüzyılda olursa olsun değişmeyecek düsturdu. Bu yüzden kaybedecek bir şeyi olmayanlar her zaman alt tabakaydı. Sokağın sonuna geldiğimde otuz katlı yapının yerinde olmadığını, onun yerine birkaç katı yıkılmış, gerisi de çöktü çökecek bir bina durduğunu gördüm. Duvarları çatlak ve grafitiyle doluydu. Aradığım kişiyi burada bulma ihtimalimin düşük olduğunu düşünmeye başlasam da girdim binaya. İçerisi kesif sidik ve Opioid türü maddeler kokuyordu. En alt katta karanlık ve rüzgârın getirdiği çerçöpten başka bir şey yoktu. Basamakları çıktıkça grafitiler ve yerdeki kırık şişeler artmaya, yavaş yavaş kulağıma insan sesleri gelmeye başlamıştı.
Dördüncü kata çıkarken karşımdaki kapıdan hışımla biri çıktı. Alacakaranlıkta beni fark etmemişti. Ağzında küfürlerle merdivenlerden inmeye başladı, arkasından çıktığı kapı sert şekilde kapandı. Yedinci kata geldiğimde koridorlardaki sesler gittikçe azalmıştı. Yokluk insanları yok oluşa itiyordu bu apaçık ortadaydı. Merdivenlerden çıkmak beni yormuştu. İstediğim kapıya geldim ve kapıyı çaldım. Ses yoktu. Tekrar çaldım kapıyı. Sonra biraz daha yumrukladım ve bekledim. Biri ayaklarını sürüye sürüye geliyor, bir yandan da kendi kendine söyleniyordu.
“Bugün çalışmama kararı aldım. Rahat bırakın beni be!” diyerek kapıyı açıp suratıma Kuantip tipi seri iz mermili silahını doğrulttu.
“Nostaljilerden vazgeçmediğini görüyorum,” dedim eski dostum ve meslektaşıma.
“Sen de yeniçağa ayak uydurmuşsun Roinbow ile. Kaç o, 45 mi?” dedi silahı indirerek.
“Yok, 54 bu!” Silahı çıkarıp gösterdim. Elimden silahı alıp içeri geçti. Ben de arkasından sökün ettim. Yarı kapalı perdeler arasından güneş içeri sızmaya çalışıyordu.
“Ne oldu buraya?” Odanın köşesindeki koltuğa çöktüm. Silahı kurcalarken bir an durdu. Sonra silahı bana doğru attı.
“Beş yıl önce tüm ülkede çıkan isyanlardan biri burada da çıktı. Yaşam Puanı azalmış, aç, susuz, işsiz, gözünü kırpmadan öldürme güdüsüne sahip insanları yok etmek için geldiklerinde buraya birkaç çürük grup sığınmış. Göç yasasına uymayanlar sınırlarda taşkınlık çıkarıyorlar diye ekibimle sınırlarda uğraşıyorduk. Oradayken işlerin çığırından çıktığının haberini aldık. Karımı aradığımda duyduklarım, korkudan titreyen sesi, silah sesleri, bağrışmalar ve patlayan bombalar, kesilen telefon hatları… Şehir öyle karışmıştı ki dumanlara ve üstünden hızla geçtiğim cesetlere aldırmadan evime geldiğimde binanın bombalandığını, burada yaşayanların korkarak, ağlayarak sokaklara kaçtığını, yaşayan bazı çürüklerin hâlâ silah sıkıp direndiğini görünce öylece kaldım. Olağanüstü ekiplerin koşar adım binaya girdiklerini, sağda solda direnenleri indirdiklerini görebiliyor ama paralize olmuş gibi kıpırdayamıyordum. Her şey çok yavaş akıyordu. Sonra karımı merdivenlerden zar zor kanlar içinde inerken görünce koşup onu arabaya taşıdım. Hastaneye doğru yollandım ama hastanede yer yoktu. Öyle yaralılar geliyordu ki bazılarını yerlere yatırmışlardı. Bir şekilde doktor bulup arabaya kadar getirttim ve arabada tedavi ettirdim. Darbeye bağlı kafa travması ve birkaç kaburgasında çatlak olabileceğini söyleyerek bir iki ilaç yazıp içeri girdi. Karım baygındı. O kendine gelene kadar arabadan çıkmadım. Sabaha doğru kendine geldiğinde, hastanede boşalan bir yatak bulup yatırdım ve tekrar sınıra gittim. Çatışmalar azalmıştı. Birkaç saat içinde isyanı bastırdık. Gelen bilgilere göre olağanüstü ekipler diğer iç isyanları bastırıp ortalığı toparlamak için başka bir ekip göndermişlerdi. Bu olaydan bir hafta sonra karımı beyin kanamasından kaybettim. Hem yaşamış olduğum bu ev hem de ben yıkılmıştım. Birçok arkadaşımı şehit verdim, bir kısmının kolu bacağı kopmuştu. Boktan bir hayata merhaba dedik. Sonra işler daha da sarpa sardı. Açlık sınırı, suç oranlarıyla paraleldi. Arttıkça arttı. Postmegapolislerden gelen yardımlar, kurallar ihlal edilmeye başlayınca kesilmişti ve bu şehir yosun bağlamaya başladı. Sen gittikten sonra işte bunlar oldu.” Ağzına cebinden çıkardığı ilacı attı.
“Başın sağ olsun,” dedim. Bana gözleri dolu dolu baktı. Daha başka bir şey sormadım, o da bana sormadı. Cebimden Avuç İçi Tableti çıkarıp uzattım. Alıp izlemeye başladı.
“Bunlarla mı çalışıyorsun artık?”
“Tek seferlik!”
“Benden ne istiyorsun?”
“İzlediğin videoda ölen kişi onlardan biri. Bir formül üzerinde çalışıyormuş. Videonun bir yeri çok ince bir şekilde kesilmiş. Ve sonrasında adam ölmüş.”
Sırıtarak cevap verdi. “Onlarda da öldürme güdüsü varmış, öyle mi? Genleri değişse de insan insandır işte!”
“Hayır. Onu öldüren kendi cinsinden değil. Çünkü bunu yapmaları için sosyoekonomik ve sosyokültürel farklılıkları olmalı. Bizler gibi. Lakin onlar aynı ortamda, aynı kefede büyümüş tipler. Öldüren bizden biri.”
“Nasıl eminsin olabiliyorsun?”
“Zerre kadar sevmesem de onların bu taraklarda bezi olmaz. Tek amaçları kendilerine benzerleri yaratıp kendilerininki gibi şehirler türetmek.”
“Benim görevim nedir?”
“Beden sanatçılarından en iyisi kimse beni ona götürmeni istiyorum. Çünkü bir deri değiştirme operasyonu var burada. Bu işler ancak bu şehirden çıkar.”
“Bu şehirden mi?”
“Evet, yalan mı? Seninle ilk işlerimizden biri bu değil miydi?”
“Evet.”
“O zaman bana yardım et.”
“200 Yaşam Puanı benim bedelim.”
“250 yeter mi?” Yüzüme sanki o porselen bebeklerdenmişim gibi bakıp ayaklandı. Eski dostum çok değişmişti. Bu şehir gibi onun da sinirleri yıpranmıştı.
Tozdan neredeyse gözükmeyen bir arabaya atlayıp yaklaşık yarım saat gittikten sonra şehrin en kurak ve suç ağlarıyla dolu bölgesine geldik. Tekinsiz suratların bizi daha doğrusu eski dostumu görünce ekşimesinden anladığım kadarıyla burada olmamızdan memnun değillerdi. Uzun, dar, kirli sokakları geçip üç katlı bir binaya varınca dostum durmamı söyleyip benden tableti istedi. Tek başına içeriye girdi. On beş dakika sonra geri geldi.
“300 Yaşam Puanı. 50 Yaşam Puanı şerefsize gitti,” diyerek bana tableti geri verdi. Tabii, deri transisyonunu imgeleyen belgeleri ve kim tarafından, kimin DNA ve deri eşleştirilmesi yapıldığını da tablete eklemişti.
Bölüm Dört
“Hoş geldiniz Dedektif R. Sağ taraf…”
Mekanik sesin komutunu beklemeden Şahalin Clay’ın odasına daldım. Elimdeki AİT’yi masaya bıraktım ve bir şey demeden bekledim. Önce suratıma, sonra AİT’ye baktı. Bulgularımı okuduktan sonra sordu.
“İnsan nedir Dedektif?”
“Tüketmek için yok eden, yok ettikten sonra tekrar üretmek için debelenen, debelendikçe yok olmaya, yok oldukça korkmaya ve korktukça ezilmeye mahkûm bir mahlûkattır. Bazıları ise bunlarla beslenen simbiyottur.”
“İnsanlığın en can alıcı noktası neresidir?”
“Eksikliğini hissettiği yerdir.”
“Bu yer insanı zayıf kılar mı?”
“İnsan zaten zayıftır. Sadece bunu göstermemekte ustadır, o kadar.”
“Neden? Zayıf olmak kötü bir şey midir?”
“Zayıf olduğunu gösterdiğinde insanlar sadece zayıf olduğun yere odaklanırlar. O yer insanların beslendiği kaynak olur ve prangalarla yaşamaya başlarsın.” Son cümlemi sert ve bastırarak söylemiştim. Tavrımın ne anlama geldiğini bildiği için sırıttı.
“Biliyorum, buradan hemen gitmek istiyorsunuz. Bizlerden nefret ediyorsunuz ama bu söylediklerinizi ben zaten biliyorum. Sizi bu yüzden çağırıp işi verdik. Siz de o, eksikliğini hissettiğiniz yerden yakalandınız. Karınız ve kızınız sizin en zayıf noktanız.” Gözlerimi gözlerine dikmiştim. “Tamam, çok uzatmayacağım. Çünkü sinirlerinize hâkim olamayacaksınız, eliniz hep silahınızda.” İstemsizce elime baktım doğruydu. Elimi cebime soktum ve devam etti.
“Öncelikle her şey anlaştığımız gibi. Yaşam Puanınız hesabınıza eklendi ve Ruhlar Diyarı’na da bu kartla istediğiniz zaman, arzu ettiğiniz kadar girebilirsiniz. Evet, yeni nesil bir gelecek için duygusal motorların nasıl işlediğini öğrenmek ve ürettiğimiz tezleri kanıtlamak için yapılmış bir deneyin başarılı olduğunu kanıtladınız. Şimdi daha iyi anlıyoruz ki duygusal zekâ insan yaşamına yön veriyor ve duygu ile yapılan her iş daha asil bir sonuca varıyor. Duygusallık, insanlığınızı, özlemlerinizi ve isteklerinizi tetikleyerek işinize odaklanmanızı sağlıyor. Daha önceden de dediğim gibi yaratanla…”
Roinbow’un içindeki tüm mermileri Şahalin Clay’ın beynine boşalttım. Şerefsizler, bir deney için masum bir adamı öldürmüşlerdi ve bu porselenlerin ellerinde kukla olmaktansa ölümüne Yaşam Enerji Hastanesi’nde yatmak daha iyiydi. Olduğum yerde koruyucu mekaniklerin gelip beni elektroşok ile bayıltmalarını bekliyordum. Çok değil sadece yirmi saniye sonra on mekanik koruyucu çevremdeydi.