Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

İPUÇLARINI TAKİP EDİN – 5. VE SON BÖLÜM

Diğer Yazılar

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

Devran, dergi binasından çıkarken, aklını kurcalamaya başlayan bir detay yüzünden huzursuzdu. Zihnine yerleşen şüpheyi yok saymak istiyordu. Ne var ki o şüphe, zehirli bir sarmaşık gibi bütün vücudunu sarmaya başlamıştı. Böyle kıvranmaktansa, onu bertaraf etmek en iyisi olacaktı. Direksiyonu Kriminoloji’ye kırdı. Arkadaşının, aynı gün içinde üçüncü kez karşısında gördüğü için Devran’a soktuğu laflara aldıracak değildi. Bu delilin bir an önce incelenmesi ve içine çöreklenen şüpheyi yok edecek sonucu duyması şarttı. Cebinden çıkardığı delile son bir kez daha baktı. Korktuğunun başına gelmemesini dileyerek, arkadaşına uzattı. Kötü duygularla biten günü, biraz olsun iyileştirecek bir haberi vardı arkadaşının. Devran’ın öğlen vakti getirdiği telefonun üzerinde polietilen denen termoplastik kalıntılar tespit etmişti. Eğer aynı madde eterli mendil parçasının üzerinde de tespit edilmemiş olsaydı, telefona sarılı olduğu naylon torbadan geçmiş olabileceği düşünülebilirdi. Fakat mendilde de kalıntıların bulunması, maddenin farklı bir yerden geçmiş olabileceği fikrini daha inandırıcı kılıyordu. Polietilen, kullanım alanı çok geniş bir maddeydi. İnşaat sektöründe, plastik ve kozmetik sanayiinde sıklıkla kullanılan bir bileşimdi. Kriminolog arkadaşı, polietilenin hangi ürünlerin yapımında kullanıldığıyla alakalı detaylı bir liste hazırlayıp bildirecekti.

Devran,yorgun argın eve geldiğinde tek isteği başını yastığa gömüp uyumaktı. Ne yazık ki değil başını yastığa gömmek, kesip atmak bile uyumasına yardımcı olamazdı, bunun farkındaydı. Telefonun sesi huzursuzca dönüp durduğu yataktan çıkması için bulunmaz bir fırsat olmuştu. Arayan Turgut’tu. Devran’ın dergiye yaptığı baskını öğrenmiş ve çok sinirlenmişti. Devran daha, “Alo,” diyemeden, “Siz delirmiş olmalısınız Devran Bey…” diye söze başladı. “Ne Reha abi kalmış zan altında bırakmadığınız ne Sabri abi ne İhsan… Sabah da Önay abiyi suçlamışsınız zaten. Sizin derdiniz ne Allah aşkına? Ne istiyorsunuz bizden ya? Siz dergi yazarlarıyla uğraşacağınıza, suçluyu bulmaya odaklanın.”

Devran, allak bullak olmuş zihni, çatlarcasına ağrıyan başı ve eksileceği yerde daha çok artan soru işaretleriyle boğuşurken bir de Turgut’a, bir dedektifin vaka çözerken başvurduğu yöntemleri ve bu yöntemleri uygularken takındığı tavırları açıklamakla uğraşamayacaktı. Özür dileyerek konuyu kapatmaya çalıştı fakat Turgut’a laf anlatmak imkânsız gibi görünüyordu.

“Saçma sapan şüpheleriniz yüzünden beni, sizi Gencoy’un kardeşi sandıkları için Gencoy’u da bütün apartmana rezil ettiniz zaten. Yok Cemil abi kalp krizinden ölmemişmiş, yok öldürülmüşmüş… Sizin arkanızdan saatlerce Salih’i sakinleştirmeye çalıştık. Dua edin, adam dayısından kalan mirasın sevinciyle size bulaşmaktan vazgeçti. Ayrıca, Cemil abi zaten son aylarda kalbiyle alakalı sorunlar yaşıyormuş. Hatta anjiyo için randevu almış. Ömrü vefa etseydi, haftaya anjiyo olacakmış.”

“Kim anlattı bunları size, o çok sevgili yeğeni mi?”

“Hiç vazgeçmeyeceksiniz değil mi? Hayır efendim, Salih anlatmadı. Kapıcı Haydar anlattı. Cemil abiyi hastaneye getirip götüren kendisiymiş. Doktorun Cemil abiye, ‘Anjiyo yapmak şart, tıkanık damarların birden fazla olduğundan şüpheleniyorum,’ dediğini kulaklarıyla duymuş adam. Salih’ten kavganın sebebini öğrenince çok şaşırdı. ‘Eceliyle ölmüş adamı delik deşik ettirmeni mi istedi senden? Biz de onu akıllı bir adam sanmıştık,’ dedi. Rezil olduk sayenizde. Sizin hakkınızda ne düşündüğümü duymak ister misiniz Devran Bey?”

Devran’ın sessizliğini koruduğunu anlayınca hiç ara vermeden bağırmaya devam etti Turgut.

“Siz hayatımda gördüğüm en kötü dedektifsiniz. Keşke Ayşe’yi dinleyip sizi bu işe bulaştırmasaydık. Biz bile sizden daha iyi iz sürerdik.”

“İzin verin lütfen,” diyerek Turgut’un sözünü kesti Devran. Kesmeseydi Turgut daha ne kadar bağırırdı, belli değildi. “Bu anlattıklarınız ne Salih’i aklar ne de Cemil’i Turgut Bey. Cemil’in nasıl bir suça bulaştığını unutmuş gibi konuşuyorsunuz. Adamın parmak izleri tehdit mektuplarında çıktı. Ve adam bunu öğrendiğimiz gün öldü. Ne düşünmemi istiyorsunuz? Bunun bir tesadüf olduğunu mu? Kalp sorunları olabilir. Ve inanın bana, bunu bilen herkes onu bu sorunu kullanarak rahatlıkla öldürebilir. Kalp krizini tetikleyecek yüzlerce dış etken sayabilirim size.”

“Görüyorum ki Salih’in yumruğu aklınızı başınıza getirmeye yetmemiş Devran Bey. Hâlâ aynı şeyi söylüyorsunuz. Kabul edin artık. Cemil abi eceliyle öldü.”

“Asla! Hislerime güveniyorum. Cemil öldürüldü. Bir sebepten dolayı ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bunu ya dayısının varlık sayılamayacak malına konmak için Salih yaptı ya da Cemil’in, Gencoy Bey’in kaçırılmasında iş birliği yaptığı kişiler. Kimin yaptığının ya da neden yaptığının bir önemi yok aslında. Sonuç olarak Cemil öldü ve bizi Gencoy Bey’e ulaştıracak tek şahidimiz ortadan kaldırıldı. Gelelim toz kondurmadığınız yazarlarınıza…  Gencoy Bey’in telefonunun en son sinyal verdiği yer Önay Bey’in pansiyonu çıktı, ondan şüphelenmememi nasıl beklersiniz? Pansiyonda kaydedilmiş görüntülerde, Sabri ve İhsan Bey’in, Gencoy Bey’in arabasını aldıklarını gördükten sonra onları suçlamayıp kutlamamı mı isterdiniz? Bu bilgiyi herkesten saklamış olmalarını nasıl affedersiniz? Peki ya Reha Bey’in, Gencoy Bey’le kavga ettiğini bilerek ve isteyerek bana anlatmamış olması, sizce anlayışla karşılanacak bir hareket mi? Emily’nin, Hanife’nin, İsmail’in, Cemil’in hatta Gülgün’ün bile suçlu olabileceklerinden şüphe duyabiliyorsunuz da iş derginizin yazarlarına gelince mi değişiyor? Bence asıl siz, Gencoy Bey’in bulunması için attığım her adıma çelme takarak, soruşturmayı çıkmaza sokuyorsunuz. Şimdi, eğer yeni gelişmeleri duymak istiyorsanız, sessizce beni dinleyin. Yok eğer canınız hâlâ beni azarlamak istiyorsa lütfen telefonu kapatın. Sizinle daha fazla uğraşamayacağım.”

Turgut öfkeyle soludu. Eski ya da yeni hiçbir gelişmeyi duymak istemediğini belliydi, “Umarım inadınız yüzünden kaybettiğiniz vaktin farkındasınızdır,” dedi ve telefonu Devran’ın yüzüne kapatarak selamsız sabahsız başlayan görüşmeyi  bitirdi.

***

Devran, neredeyse yarım saattir ilerleyemediği yolda, gözlerini önündeki aracın kırmızı fren lambalarına dikmiş öylece bekliyordu. Hiç bitmeyeceğini düşündüğü gece boyunca aklını kurcalayan detaylar, sadece uykusunu katletmekle kalmamış, dalabildiği birkaç saatte gördüğü rüyalarını da kâbusa çevirmeye yetmişti. Son yıllarda onu bu derece zorlayan başka bir vaka daha olduğunu hatırlamıyordu. Bulduğunu sandığı her delil, boşa zaman harcadığı gerçeğini tokat gibi yüzüne vurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Çok az vakti kalmıştı. Eğer Kriminoloji’den ve Bilişim Birimi’nden bir iki gün içinde müspet sonuçlar çıkmazsa, Gencoy Bey’in akıbeti hüsran olabilirdi.

İçine düştüğü umutsuz durumdan kurtulmak için yapması gerekenin ne olduğunu biliyordu. Kendini işine daha çok vermek… Art arda sıralanan şüpheli konvoyunun peşinde, oradan oraya savrulduğu beş gün boyunca, Lamia Bar’a gitmeyi hiç düşünmemişti. O barda, Gencoy Bey’in kaçırılmasıyla alakalı bir delile ulaşamayacağına inanıyordu. Aslında hâlâ aynı fikirdeydi. Ne var ki bir gün önce içine düşen şüphe tohumları, beyninin itirazlarına rağmen yeşermeye devam etmişti. Belki de Lamia Bar’a gitmek istemesi, hızla yeşeren bu tohumların, büyüyüp kocaman bir ağaç olmasını önlemek için aldığı bir tedbirdi. Orada öğreneceği başka bir gerçeğin, şüphelerinin yersiz olduğuna onu inandırmasını diliyordu.

Lamia Bar’ın konum bilgilerine ulaşmak sadece birkaç dakikasını almıştı. Kısa bir telefon görüşmesinden sonra barın gündüzleri de açık olduğunu öğrenmiş ve yola koyulmuştu. Şehrin aman vermez trafiğinin Çin Seddi misali yolunu keseceğini hesaba katmadığı için otuz beş dakika önce hedeflediği konuma varmış olması gerekirken, yolun üçte ikisini anca kat edebilmişti. Arkadan gelen korna sesiyle kim bilir kaç dakikadır başka yerde olan zihni, arabasının içine, direksiyonunun başına geri geldi. Yol açılır gibi olmuştu. Navigasyon aletinde yanıp sönen, kalan mesafe bildirimine göre hedefe ulaşmasına beş kilometreden az kalmıştı. Daha fazla bu keşmekeşi çekmeye niyeti yoktu. Ağır ağır aralanmaya başlayan konvoydan, bir fırsatını bulup yol kenarındaki boş park yerine doğru kırdı direksiyonu. Bundan sonrasını yürüyerek gitmek en iyisi olacaktı.

Arabasını ardında bırakıp yol boyunca uzanan kaldırımda yürümeye başladı. Belli belirsiz de olsa aksayan bacağı hızını kesiyordu. Telefonundaki uygulama, iki kilometre  sonra hedefine varacağının müjdesini verdiğinde,  kan ter içindeydi. Eski hareketliliğini kaybetmiş olması sinirini bozdu. Çalan telefonu, soluklanması için bulunmaz bir fırsat olmuştu. Arayan Emniyet’teki Bilişimci arkadaşıydı… Bilgisayarları teslim etmek ve bulgular hakkında konuşmak üzere verdiği randevunun saatini değiştirmek zorunda olduğunu söylüyordu. Mümkünse öğleden önce evine gelmesini rica etti.

Devran, nihayet ihtiyacı olan ivmeyi yakalayacak olmaktan memnun, tam telefonunu indirirken, birine çarparak  sendeledi. Yere düşmesine ramak kala kendini toparlayıp  çarpıştığı kişiye baktı. Bu bir kadındı. Devran çarpışmadan hasarsız kurtulurken, kadın kaldırımın diğer ucuna adeta savrulmuştu. Yerde yatan narin vücudun sahibinin kim olduğunu anladıktan sonra korku ve endişeyle kadının yanına koştu. “Yeliz Hanım!.. Yeliz Hanım, iyi misiniz?”

Yeliz bir anlığına ne olduğunu, nerede olduğunu hatta kim olduğunu hatırlamıyormuş gibi boş gözlerle baktı Devran’a. Kendine geldiğinde, acıyla kıvrılan dudaklarına nezaketen kondurduğu belli bir gülümseme yerleşti. “Devran Bey?” dedi, hâlâ yarı uzanır, yarı oturur vaziyette durduğu kaldırım taşının üzerinden.

“İyi misiniz Yeliz Hanım. Ambulans çağırmamı ister misiniz?”

Yeliz, elini darmadağın olmuş saçlarında gezdirdi. Yüzüne düşen birkaç bukleyi geri itti. “İyiyim galiba,” dedi. İyi olmadığı, bir yandan iki parmağıyla şakaklarını ovalamasından belliydi. Devran, nasıl özür dileyeceğini bilemiyordu. Kadının gerçekten iyi olup olmadığını anlamak için sağını solunu incelemeye başladı. “İyiyim, dedim ya Devran Bey, endişelenmeyin lütfen,” dedi Yeliz. Devran kendini hiç olmadığı kadar mahcup hissediyordu. Nasıl olmuştu da koskoca şehirde, böyle bir çarpışma yaşanmıştı? Hem de Yeliz Hanım’la…

“Kalkabilecek misiniz?” dedi elini Yeliz’e  uzatırken. Yeliz az önce Devran’ın yüzünden adeta uçarak düştüğü kaldırımdan, yine onun yardımıyla çabucak kalktı.

“Ağrınız var mı?”

“Pek sayılmaz… Biraz sızlıyor ama o kadar vahim değil.”

“Lütfen ambulans çağırmama izin verin. Beyin sarsıntısı geçiriyor olabilirsiniz.”

Yeliz hınzırca gülümsedi. “Yok artık, daha neler,” dedi ceketine ve pantolonuna bulaşan tozu silkelerken. İlgiyi bir çırpıda kendi üzerinden Devran’a çevirdi. Parmak ucuyla Devran’ın göz altına dokundu.

“Morluk neredeyse yok olmuş. Ama hâlâ belirgin. İsterseniz dünkü makyajı tekrar yapabilirim.”

“Hiç gerek yok,” dedi Devran, gerçekten de bir gün önceki morluk bugün sarımtırak bir renk almıştı. Salih’in gözünün ortasına yumruğu indirdiği ana, canlı canlı şahit olan Yeliz’in, o sevimsiz hatırayı unutmasını umuyordu. Tıpkı, kendi hafızasından silmeyi dilediği bu vaka ve bu vakanın şüphelileri gibi.

“Bakın ne diyeceğim, arabamı buraya yakın bir yere park ettim. Kabul ederseniz şu karşıdaki kafeteryada beni bekleyin, alıp geleyim, bir hastaneye gidelim. Muayene olsanız iyi olur gibi geliyor bana.”

“Aa, kızıyorum ama,” diye çıkıştı Yeliz. “Daha kaç kere söyleyeceğim? Hiçbir şeyim yok benim. Düştüm sadece…”

“Evet, düştünüz… Hem de benim yüzümden. Kendimi nasıl affettireceğimi bilemiyorum.”

“Lütfen Devran Bey, kendinizi suçlamaktan vazgeçin artık. Burada suç sizde değil, benim şansımda. Şanssızlığımda demeliydim aslında. Aksilikler daha sabahın erken saatlerinde başladı. Bir dizi film için plastik makyaj uzmanı lazımmış, beni aradılar. Pek hevesli değildim ama yine de kabul ettim. İlk önce arabam çalışmadı. Taksiyle gitmek istedim, durakta tek bir taksi bile yoktu. Yetmezmiş gibi bindiğim toplu taşıma aracından, iki durak önce inmişim. Randevuya yetişmek için kaldırımda koşarkensizi fark etmeyip çarpan benim. Anlayacağınız, bu kazanın masumu sizsiniz.”

Yeliz, sözünü bitirir bitirmez etrafına bakınmaya başladı. Taksi aradığı belliydi. Gözü mütemadiyen saatine kaydığına göre bahsettiği randevuya geç kalmak üzereydi. Devran yol kenarına dikildi ve saniyeler içinde boş olduğunu fark ettiği bir taksiye el etti. Apar topar başlayan çarpışma hikayesi, Yeliz’in aceleyle taksiye binip uzaklaşmasıyla son bulmuştu. Bu kadında Devran’ı çeken ne vardı, bilmiyordu. Bildiği tek şey, onunla bambaşka bir zamanda, bambaşka bir yerde tanışmış olmayı çok istediğiydi.

Yaklaşık bir saat önce ulaşması gereken hedefe gecikmeli olarak vardı Devran. Lamia Bar’ın garsonları, Gencoy Bey ve Algan Bey’i geçtiğimiz çarşamba gecesi barda ağırladıklarını hatırlamışlardı. Zaten ikisi de daimî müşterilerindendiler ve konsepti dolayısıyla polisiyeye yakın olan barda onları tanımayan yoktu. Devran soruları karşısında işkillenen garsonlara, Gencoy Bey’in kaçırıldığından bahsetmedi, kendine göre mantıklı bir bahane uydurdu. Ne de olsa bu vaka ona, ayak üstünde on yalanı, sesi bile titremeden söylemeyi öğretmişti. Güya Gencoy Bey o gece, bu barda tanıştığı biri tarafından tehdit edilmişti. O kişiye ulaşması için Dedektif Devran’ı tutmuştu. Adam bulununca ilk işi savcılığa şikâyet dilekçesi vermek olacaktı. Devran, acemice uydurduğu bu yalana garsonların inanmış olduğunu umarak, o gecesi Gencoy Bey’le Algan Bey’in masasına bakan Garson Mehmet’i aldı karşısına. Mehmet de diğerleri gibi o geceye dair tuhaf bir durum yaşanmadığında ısrarcıydı.

“Dediğim gibi önce Gencoy Bey geldi. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, sonra da Algan Bey geldi. İki saat kadar oturdular, sonra ikisi de aynı anda kalktılar. Bir tuhaflık sezmedim.”

“Oturmadan önce ya da masasındayken, Gencoy Bey’in başka biriyle, özellikle de burada ilk kez gördüğün biriyle konuştuğuna şahit oldun mu?”

“Buraya gelen giden çok olur. Doğrusu, her girip çıkanı tanımamıza imkân yok. Ama evet, Gencoy Bey, Algan Bey gelene kadar birkaç kişiyle selamlaşıp konuştu. Kimini tanıyorum, kimisini ilk kez gördüm. Yalnız, hiçbiriyle ilk kez tanışıyormuş gibi görünmüyordu Gencoy Bey. Hatta bir kadın geldi masasına. Ayak üstü konuştular. O ana kadar biraz hasta ve solgun görünen Gencoy Bey’in, birden neşesi yerine gelir gibi oldu.”

“Kimdi o kadın, müşterilerden biri miydi?”

“Bilmem ki, müşteriydi herhalde. Zaten konuşmaları çok kısa sürdü. Sonrasında kadın, masasına geçmiş olmalı. Hatırlayamadım şimdi o kadarını.”

“Sence tanıdığı biri miydi?”

“Emin değilim ancak yeni tanıştığı biri değildi sanki. Gencoy Bey gayet samimi konuşuyordu kadınla.”

“Nasıl bir kadındı bu? Tarif eder misin?”

“Ya nasıl tarif edeyim ki şimdi, bilemedim. Hiç de beceremem öyle eşkâl vermeyi. Gözlüklüydü galiba. Saç rengi de sanırım siyahtı. Ya da kahverengi…”

“Bu kadar mı?”

“Dedim ya o gece burası çok kalabalıktı. Herkesin eşkâlini nasıl tutayım aklımda? Zaten hiç anlamam bu  işlerden. ‘Karını tarif et,’ desen, edemem, o derece yani.”

“Kamera vardır herhalde burada.”

“Var, var da…”

“Ee, tamam işte, görüntülere bakalım, belki görürüz kadını.”

“İyi dedin, hoş dedin de…”

“Görüntüler günlük mü kaydediliyor? Kaç gün sonra siliniyor kayıtlar?”

“Yok, öyle değil… Kayıtlar en az üç ay duruyor.”

“Sorun ne o zaman?”

“Sorun, senin çok kısmetsiz oluşun… Keşke bugün değil de dün gelseydin be abi.”

“Anlamadım?”

“Anlatayım, bu sabaha kadar tıkır tıkır çalışan kameralara ne olduysa, hepsi aynı anda bozuldu. İşin garip tarafı, kameralar bozulmakla kalmadı, kayıtların toplandığı ünitelerin olduğu odada, küçük bir yangın çıktı. Yangın büyümeden önledik ama cihazlar hasar aldı. Bir teknisyen gelecek, tamir edecekmiş.En az bir ay sürer o kayıtlara tekrar erişmeniz dediler.”

Devran, kısmetsiz olup olmadığını hiç düşünmemişti fakat bu genç adamın sözünden sonra kendisi değilse bile bu vakanın kısmetsiz olduğuna inanmaya başlamıştı. Bu kısmetsizliğin Gencoy Bey’i de etkisi altına almamasını diledi.

*** 

Turgut, sabırsızlıkla daha önce en az üç kez sorduğu soruyu tekrar sordu.

“Peki, kim bu XYZ? Nasıl oluyor da yerini tespit edemiyorlar?”

Devran, her seferinde sabırla açıkladığı konuyu tekrar anlatmaktan gocunmadı.

“Ne yazık ki kim olduğunu bulmak çok zormuş. Kişi, e-postalarını gönderirken proxy veya sanal özel ağ kullanırsa hem IP adresini gizleyebiliyormuş hem de bulunduğu konumu. Böylelikle, bazı anonimleştirme ağları üzerinden gönderilen e-postaların takibi karmaşıklaşıyormuş. Bu tür araçlar, gerçek IP adreslerinin maskelenmesine ve IP adresinin bulunduğu konumların başka coğrafi bölgelerde görünmesine sebep olurmuş. Burada da böyle araçlara başvurulmuş olmalı ki IP adresi tespiti için yapılan çalışmalar sonucunda, her e-postada başka bir adrese ulaştıkları yetmezmiş gibi bir de her e-postanın, dünyanın çeşitli ülkelerinden gönderildiği tespit edilmiş.”

Turgut ikna olmak istemiyordu. “Suçlunun bu e-postaları gönderen kişi olduğundan eminiz fakat elimiz kolumuz bağlı olduğu için ona ulaşamıyoruz, öyle mi?” diye bağırdı. Devran artık onun fevri çıkışlarına alışmaya başlamıştı. “Maalesef…” dedi, sakin bir sesle. Onun sakinliği, Turgut’un öfkesini arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Devran, sokak ortasında Yeliz’le çarpıştıktan sonra gittiği Lamia Bar’dan da eli boş çıkınca, Bilişimci arkadaşının evine gitmişti. Bilgisayarlar günlerdir didik didik edilmişti. Word belgeleri, metin dosyaları, fotoğraf ve videolar, müzik ve ses dosyaları tek tek incelenmişti. Tüm teknik bilgiler, internet geçmişi ve çerezler mercek altına alınmıştı. Silinen dosyaların büyük çoğunluğu kurtarılmıştı. Yeniden oluşturulan dosyaların çoğuysa word belgelerinden oluşuyordu. Bunlar, Gamze’nin bahsettiği çöpe atılmış öykülerin bazıları olabilirdi.

Bilgisayarlar üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, Gencoy Sümer’in gizli kalmış bir müzisyen olduğundan başka su yüzüne çıkan bir sır bulunamamıştı. Elliye yakın bestesinin yer aldığı ses dosyaları ve usta gitaristlere taş çıkarttığı videolar onun, yazarlık kimliğinden farklı bir kimlik daha taşıdığının kanıtıydı. Ne yazık ki bu ilginç bilginin Devran’a bir yararı yoktu. Omuzlarının çöktüğünü gören arkadaşı, nihayet sona sakladığı iyi haberi verdi. Asıl delil elektronik postalardaydı.

Gencoy Sümer’in son altı aydır, aynı kullanıcı adıyla e-postalar gönderen biri tarafından tehdit ediliyordu. E-posta sayısı seksene yakındı. Üstelik daha öncesi de vardı. Silinen e-postaların tam olarak yeniden oluşturulması imkânsızdı fakat bazı durumlarda silinmiş e-postalara dair izlerin bulunması ve kısmi bilgilere erişilmesi mümkün olabiliyordu. Bilişim Uzmanı yaptığı araştırmada aynı kullanıcı adına ait, silinmiş yirmi beş e-postaya erişmişti. Maalesef bu, tam olarak bir yeniden oluşturma olmadığı için silinen e-postaların içeriğini okuyamadılar. IP adresi sorunu da ondan sonra ortaya çıkmıştı. Göndericinin, e-postalar için kullandığı ağlar, IP takibini neredeyse imkânsızlaştırıyordu. Daha detaylı araştırmalar sonucu belki gerçek konum bulunabilirdi fakat bunun için yeterli vakit yoktu.

Eldeki seksene yakın postanın içeriği, tehditlerin gerekçesini açık seçik ortaya koyuyordu. Gönderici, Gencoy Sümer’i, dergide yayınlanmak üzere yolladığı öykü dosyalarını geri çevirdiği için önce iş bilmezlikle, kıskançlıkla, ardından gelen e-postalardaysa kibirli olmakla suçluyordu. İlk sıralarda sitem mesajları vardı. “Siz benim gözümde dünyanın en iyi yazarıydınız; yazıklar olsun, yazar olmuşsunuz ama vicdanınızı kaybetmişsiniz; bir insanın hevesini, gözünüzü bile kırpmadan nasıl kırabiliyorsunuz?” diye başlayan sitemlerin ardından suçlamalar geliyordu. İsim yapmış, hoca sıfatını kazanmış yazarların, kendilerinden daha iyi olduğunu anladıkları yeni yazarların ayağını kaydırmak için ellerinden geleni yaptıklarını, kabiliyetleriyle değil, geniş çevrelerinin pohpohlamasıyla bulundukları yere geldiklerini, onlardan katbekat iyi yazarlarınsa emeklerinin yok sayıldığını savunduğu suçlama cümlelerini nihayet hakaretler takip ediyordu. Göndericinin, yalancılık, riyakârlık hatta dolandırıcılıkla suçladığı Gencoy Bey’se gelen mesajlara nazik yanıtlar veriyor, kişiyi yazma konusunda gerçekten kabiliyeti olmadığına, kırıcı olmadan inandırmaya çalışıyordu. Yazarlığın herkese göre olmadığını, bu saplantısından kurtulursa kendisine en uygun olan başka bir kabiliyetini rahatlıkla keşfedebileceğini, istiyorsa yeni kabiliyetlerinin keşfiyle ilgili kendisine yardım edebileceğini söylüyordu. Ne derse desin, karşı tarafın onu dinlediği yoktu. Öykülerinin bir kelimesi dahi değiştirilmeden dergide yayınlanmasını adeta emrettiği mesajları, onu mahvedeceğini, adını edebiyat dünyasından silip atacağını, onu insan içine çıkamaz hale getireceğini sık sık belirttiği tehdit cümleleri takip ediyordu. En son e-posta kaçırıldığı gecenin sabahı gelmişti. Mesajda sadece büyük harflerle, “BUNU SEN İSTEDİN…” yazıyordu.

“Ya, delirmiş mi bu? Üstüne üstlük, kimdir, neyin nesidir? Gencoy bana bu mesajlardan neden hiç bahsetmedi?”

Devran’la değil kendi kendine konuşan Turgut’un yüzüne çaresiz bir ifade oturmuştu yine. Pencerenin önüne dikildi. Sadece kendisi duyacak şekilde, “Neredesin be Gencoy?” diye fısıldadı, gözlerini uzaklara dikti. Kendine geldiğinde Devran’a döndü.

“Bir insan nasıl bir psikopat olmalı ki yazdığı öyküleri beğenmedi diye onu kaçırsın? Aklım almıyor.”

“Kompleksli bir psikopat,” diye yanıtlamak istedi Devran, Turgut’un sorusunu. Onu daha fazla umutsuzluğa sürüklememek için vazgeçti. Onun yerine, “Gamze Hanım’ın yanına geçelim mi?” dedi.

Devran, elinde bilgisayarlarla dergi binasına geldiğinde, bütün yazarları toplantı salonunda toplamış, son bulguları anlatmıştı. Hepsi hayret ve endişe içinde salonu terk ederken, kurtarılan dosyaların içinde, bahsettiği öyküyü araması için bilgisayarları Gamze’ye teslim etti. Aynı bilgileri defalarca Turgut’a yinelemek zorunda kaldığı bir saat boyunca Gamze’den bir ses çıkmadığına göre aradığını bulamamış olmalıydı. Devran’ın, öyküden yana zaten pek umudu yoktu. Öykünün yazarı Gencoy Bey’i kaçıran kişi olsa bile gerçek kimliğine ulaşamadıktan sonra bunu ispat etmek, hiçbir işe yaramazdı.

Odaya girdiklerinde Gamze’yi masanın başında, iki bilgisayarı da önüne çekmiş, bir ona bir diğerine   bakarken buldular. Kadın Turgut’la Devran’ı fark edince, bilgisayarları  itekleyip öfkeyle bağırdı.

“Yok! Bütün dosyaları inceledim ama dediğim öyküyü bulamadım.”

Turgut, Devran’dan daha çok umutlanmış olmalıydı. Sonucun olumsuz olduğunu duyunca, Gamze’nin karşısındaki sandalyeye bıraktı kendini. Gamze, bu çaresiz adama bakmaya daha fazla dayanamadı. Ayağa kalktı. Bir eli, dakikalardır bilgisayar önünde oturmaktan tutulan boynunda, diğeri şakağında “Öykünün adını bi’ hatırlasam, belki başka belgelerin arasında bulabilirdim. Neydi, neydi? Kelime Oyunu?.. Yok, değildi… Oyuncak Kelimeler?.. I ıh, bu da değildi… Kelimelerin Şahı?.. Of, hayır, öyle bir şey değildi sanki… Kelimelerin Gücü?..” Sonunda dolanmaktan başı dönmüş olmalı ki oturdu. Ne yaparsa yapsın, hatırlamıyordu. 

Turgut, kendini bir şeyler yapmaya mecbur hisseden insanlara has bir tavırla bilgisayarlardan birini kendine doğru çevirdi. “Bir de ben mi incelesem şu dosyaları? Belki gözünden kaçmıştır,” dedi.  Turgut bu sözü normal bir günde söylemiş olsa, yaptığı işi yetersiz buluyor diye ona ağzının payını verirdi Gamze, ama “Çok iyi olur,” demekle yetindi.

Oda kapısı aniden açıldı, içeri Selin girdi. Korkmuş, endişeli bakışlarla Devran’nın yanına geldi. Mendil yardımıyla  tuttuğu bir hafıza kartını uzattı.

“Devran Bey, bu  kartı dış kapının önünde buldum. Gencoy Hoca’yla ilgili bir şey olabilir mi acaba?”

Selin’in arkasından odaya doluşan yazarlar, bilgisayardaki bölmeye hafıza kartını yerleştiren Turgut’un etrafını sardılar. Verinin yüklendiğini belli eden daire, birkaç saniye monitörün ortasında döndü. Az sonra ekranda Gencoy Sümer belirdi. Loş  bir odada, sandalyeye bağlanmıştı. Dudağının kenarında kurumuş kan lekesi vardı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Yüzü çökmüş, adeta on yaş yaşlanmıştı. Kıyafetleri, ilk fotoğraftaki halinden farklıydı, yıllar geçmişçesine soluk görünüyordu. Birinden komut almayı bekler gibi gözlerini karşıya dikmişti. Karşı taraftan onay gelmiş olmalı ki bakışlarını kameraya çevirdi. Ağzından çıkan sözler umutsuz kelimelerden oluşsa da ses tonunda  bir umut saklıydı.

“Arkadaşlar, oyunu kuralına göre oynamıyorsunuz. Şartlara uymuyorsunuz. Gerçekten benim dostumsanız ve iyiliğimi istiyorsanız, lütfen bütün şartlara uyun. Tuttuğunuz dedektiften haberim var. Biliyorsunuz, en birinci kural beni Dedektif Dergi yazarları olarak, sizin aramanızdı. Bu kuralı ihlâl ederek, bana nasıl büyük bir kötülük ettiğinizi bilemezsiniz. Siz iyi insanlarsınız, kötü şeyler yapmayın…”

Gencoy Bey sözünü bitirdikten sonra bakışlarını karşı tarafa dikti. Kameranın açısı sallanmaya başladı ve ekran birdenbire karardı. Ekran kararmadan önceki son görüntü, Gencoy Bey’in, karşısındaki kişiden gelecek bir hamleye karşı kendini korumak ister gibi öne doğru sinişiydi.

“Ne oldu şimdi?.. Neden kapandı?” diye bağırdı Turgut. Diğer yazarlardan da endişeli sesler yükselmeye başladı. Devran, Gencoy Sümer’in fidyecinin öğrettiği metnin dışına çıktığını anlamıştı ancak hangi sözün onu bu kadar sinirlendirdiğini çözememişti.

“Videoyu tekrar açar mısınız Turgut Bey?”

Turgut, Devran’ın talimatına uydu. Öfkesini bastırmayı başarmıştı ancak ellerinin titremesine engel olamıyordu. Bir oda dolusu insan nefesini tutmuş, Devran’ın videoyu tekrar tekrar izlemesini seyrediyorlardı. Üçüncü tekrardan sonra görüntüyü dondurdu Devran. Birkaç tuşa dokunup Gencoy Bey’in oturduğu sandalyenin arkasındaki, duvara yaslanmış masanın olduğu bölümü yakınlaştırdı. Zaten net olmayan görüntü daha da bulanıklaştı. Masanın üzerinde, ne oldukları tam olarak seçilemeyen bazı eşyalar duruyordu. Devran, belki eşyalardan biri Gencoy Bey’in bulunduğu konumu işaret eder umuduyla, daha dikkatli incelemeye başladı masayı. Su bardağı ve sürahi olduğunu tahmin ettiği eşyaların arasında duran rengarenk, yuvarlak bir nesne dikkatini çekti. “Nedir bu?” diye sordu. Odaya hâkim olan sessizlik, sorunun cevabını hiç kimsenin bilmediğinin kanıtıydı.

Devran, “Öyle görünüyor ki Gencoy Bey size bir mesaj göndermeye kalktı,” diyerek, düşüncelerini, ekranda görünen nesnenin gizeminden koparıp aldı. “Suçlu bunu fark edince, çekimi durdurdu. Gencoy Bey’in konuşmasını hepiniz tekrar tekrar dinlediniz. Onu kızdıracak ne demiş olabilir?”

Funda , olduğu yerde hareketlendi. Sonunda aklından geçeni söylemeye karar verip “Hercule Poirot’nun sözü…” dedi.

“Nasıl?.. Anlayamadım… Hangi sözden bahsediyorsunuz?”

“Videonun sonunda Gencoy Hoca, ‘Siz iyi insanlarsınız, kötü şeyler yapmayın,’ diyor ya, bence orada bize şunu söylemek istedi: ‘Dünya kötü şeyler yapan iyi insanlarla dolu…’ Bu, Gencoy Hocanın en sevdiği sözdür. Her fırsatta bu sözün, dünya tarihinin mükemmel bir özeti olduğunu söyler.”

“Funda haklı,” diye atıldı Turgut. “Gencoy gerçekten de bu sözü çok sever… Hatta özel olarak hazırlattığı gümüş bir madalyona, bu sözün İngilizcesini kazıtmıştı. O madalyonu daima anahtarlığında taşır.”

Devran’ın, başından ensesine yayılan bir sancı midesinin bulanmasına sebep oldu. “The world is full of good people who do bad things…” dedi.

“Evet,” dedi Turgut, “anahtarlıktaki madalyona kazıttığı söz tam olarak bu.”

Az önce ensesine doğru yayılan sancı şu anda tüm uzuvlarını etkisi altına almıştı. Ayağa kalkarken sendeledi. Sandalyenin arkalığına tutunmasa belki de düşecekti. Aynı anda telefonu çaldı. Arayan Kriminologdu. Israrla çalan telefonu açarken, her ne kadar deliller tersini haykırsa da karşıdan gelen sesin ona, yanıldığını söylemesini diledi. Ne yazık ki, hiçbir konuda yanılmadığı Kriminolog’un daha ilk cümlesinde belli oldu.

Mavi kapak, tam da Kriminolog’un tahmin ettiği gibi bir otomatik enjektöre aitti. Üzerindeki kalıntılara bakılırsa enjektörün içindeki ilaç, anafilaksi gibi alerjik şok tedavisinde kullanılan Adrenalin’di.

Odadaki herkes bakışlarını Devran’a çevirmiş, konunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Devran’sa, gözlerini az önce bilgisayar ekranında dondurduğu kareye dikmiş, hiç kıpırdamadan arkadaşının sözlerini dinliyordu.

Kedi tüyleri tehdit mektuplarının üzerinde tespit edilen hayvan DNA’sıyla uyuşmuyordu. Ancak, Devran’ın bir gün önce akşam saatleri apar topar arkadaşının önüne koyduğu mendildeki salya kalıntıları, aranan hayvan DNA’sıyla uyumlu olacağını belli eder yönde işaretler veriyordu. Tarama hâlâ bitmiş değildi. Fakat arkadaşı, o ana kadar beliren sonucun müspet yolda ilerlediğini anlayacak kadar tecrübelerine güveniyordu.

Ne vakittir sessizliğini koruyan Devran, Kriminolog’un sözünü kesip “Polietilen,” dedi… Sesi çatallı çıkmıştı. Boğazını temizleyip devam etti sözüne. “Polietilen, plastik makyaj malzemelerinde de kullanılır mı?” Karşı tarafın Devran’ın sorusuna olumlu yanıt verdiği, çöken omuzlarından ve bakışlarına oturan hayal kırıklığından belliydi. Telefonun üzerinde tespit edilmiş madde plastik ürünlerin çoğunda olduğu gibi plastik makyaj ürünlerinde de sıkça kullanılırdı.

Konuşmasını sonlandırınca elini bilgisayar monitörüne uzattı. Parmağını az önce ne olduğunu düşündüğü rengarenk, yuvarlak nesnenin üzerinde gezdirdi. Bir süredir olanlara anlam veremeyen yazarlardan biri, Devran’ın dakikalar önce sorduğu soruyu yeniden sordu “Sanki bir topa benzemiyor mu?” diye sordu. Devran, acıyla gülümsedi. Onun bir top olduğunu anlamamakta ısrar eden beynini, kalın kafasının içinden çıkarıp atmayı istedi. Ani bir hareketle dış kapıya yöneldi. Turgut şaşkın bir şekilde arkasından seslendi.

“Nereye gidiyorsunuz Devran Bey?”

Devran, arkasına dönmeden, “Buradan sakın ayrılmayın, bu gece her şey sona erecek,” diye bağırdı.

*** 

Devran, ne vakittir arabanın içinde oturduğunu bilmiyordu. Beyni sanki zaman ve mekân mefhumunu yitirmişti. Hissettiği tek duygu öfkeydi. Kendine öfkeliydi. Yıllar önce yaptığı hatayı tekrarlamış, yine bir kadının, kendisini aptal yerine koymasına izin vermişti. Elini yumruk yapıp başına vurdu. “Bir daha asla, asla…” diye bağırdı.

Arabasını görülmesine imkân vermeyen kuytu bir köşeye park etmişti. Uzaktan, gizlice göz hapsine aldığı evin kapısı, nihayet aralandı ve beklediği kişi kapıda göründü. Seri hareketlerle merdivenleri indi. Otoparka gidiyordu. Beş dakika sonra otoyolun ucunda aracının burnu göründü. Tozu dumana katıp giderken, onu takibe alan Devran’dan haberi yoktu. 

Bir saate yakın otoyolda ilerleyen araba, sık ağaçların arasında, varlığı zar zor belli bir patikaya saptı. Arkasından gitmek riskli olabilirdi. Patika yol, otoyol kadar işlek değildi ve önünde kıvrıla kıvrıla sürünen yılan, üç beş adım gitmeden, arkasından gelen Devran’ı fark ederdi. Yeterince beklediğinden emin olduktan sonra farlarını söndürüp direksiyonu patika yola kırdı. Hız yapmadan ilerliyordu. İlerledikçe ağaçlar iyice sıklaşmış, görüş açısı daralmıştı. Arabayı yol kenarındaki ağaçların arasına park etti ve yola yürüyerek devam etti.  Gitgide daralan patika yolun sonunda, depoya benzeyen bir bina olduğunu gördü. Devran, temkinli adımlarla binaya yaklaştı. Pencere denemeyecek kadar küçük bir bölmeden ışık sızıyordu. Camın üzerindeki toz ve kir, içeriyi görmesini engelliyordu. İçeride kıpırdanan gölgenin ne olduğunu anlamak için yüzünü pencereye iyice yaklaştırdı. Şimdi daha iyi görebiliyordu. Durmadan kıpırdanıp bağlı olduğu sandalyeden kurtulmaya çalışan kişi Gencoy Sümer’di. Peki, suçlu neredeydi? Aklından geçen soruya daha kendi bile yanıt bulamamışken, ensesinde hissettiği metalin yaydığı soğukluk tüylerini ürpertti.

“Kıpırdama!”

Devran bu sesi çok iyi tanıyordu. Alıştığı cilveli sesten uzak oluşu, aynı kişiye ait olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Dişlerinin arasından, “Yeliz…” dedi.

“Konuşma!” diye bağırdı Yeliz. “Düş önüme!”

Devran önde, Yeliz arkada içeri girdiklerinde, Gencoy Bey’in gözlerinde  bir saniye yanan umut ışığı karanlığa gömüldü. Bezginlikle omuzları düştü. Çırpınmaya, tepinmeye başladı. Sandalyeye bağlı ayaklarını kıpırdatabildiği ölçüde, öfkeyle yere vurdu. “Hayır, hayır olamaz!” diye bağırdı.

İsyanı, “Kapa çeneni,” sözüyle yarım kaldı. Dakikalar sonra Devran, bir sandalyeye bağlanmış, Gencoy Bey’in yanında yerini almıştı. Yeliz de bir sandalye çekip karşılarına oturdu.

“Gencoy Bey, tanıştırayım, dedektifiniz Devran Devridaim,” dedi Yeliz, elindeki silahla Devran’ı işaret ederek. “Ne yazık ki yazarlarınız tam tahmin ettiğim şeyi yaptılar. Çuvalladılar… İpuçlarını takip edemeyecek kadar kabiliyetsiz bir ekibiniz var. Bunu kendileri de biliyor olmalılar ki sizi bulması için bu şaşkın dedektifi tutmuşlar. Bunu anlamayacağımı sanacak kadar aptal olmalarını hiç saymıyorum bile.”

İki çift öfkeli göz, hiçbir şey demeden Yeliz’e doğru bakıyordu. Bu kadar ilerlemişken, duvara toslamış olmak kabul edilebilecek bir son değildi. Devran’ın pes etmeye niyeti yoktu. Öfkesinin, zihnini olduğundan daha iyi çalıştırdığı günlerde yaptığı gibi sinsice sırıttı. Böylelikle, Yeliz’in aklını karıştıracak ilk hamlesini yapmıştı. Planını uygulamaya geçmeden önce Gencoy Bey’e çevirdi başını. “İyi misiniz?” diye sordu. Gencoy Bey yorgun bir ses tonuyla, “Ne diyeyim Devran Bey,” dedi, “yazması kolay, yaşaması zormuş.”

Yeliz, delilere yaraşır bir kahkaha attı.

“Bu daha başlangıç Gencoy Bey. Yaşadığın zorluklar, yaşayacaklarının teminatı. İnan bana, seni mahvedeceğim.”

Devran’a döndü. “Seni ne yapacağıma henüz karar vermedim Dedektif.”

Devran’ın yüzünde korkuyu göremeyen Yeliz, yeniden Gencoy’a çevirdi gözlerini. “Beni yok saymak neymiş, göreceksin.”

“Ben seni yok saymadım. Aksine sana yol göstermeye çalıştım.”

“Sana, ‘Kapa çeneni,’ dedim! Yol göstermeye çalışmışmış. Sen insanlara, kabiliyetsiz olduklarını söyleyerek mi yol gösteriyorsun? Emeklerini, gözünü bile kırpmadan harcayarak mı?”

Gencoy Bey daha fazla dayanamadı, bağırmaya başladı.

“Yazma kabiliyetin yok! Artık bunu kabul et. Gönderdiğin onlarca öykünün içinden bir tanesinde umut ışığı görseydim, sana o şansı mutlaka verirdim. Ama yoktu, anlıyor musun beni, YOKTU!”

Yeliz hışımla oturduğu yerden kalktı. Gencoy Bey’in yanına geldi. Soğuk metali şakağına dayadı. Sıktığı dişlerini aralamadan, “Sen kim oluyorsun da bana şans veriyorsun?” diye adeta tısladı. “Senin okumaya bile tenezzül etmediğin o öyküleri, gecemi gündüzüme katarak yazdım ben. Emek harcadım. Kafa patlattım. Haftalarca uğraştım. Her seferinde, bu sefer geri çevrilmeyeceği ümidiyle daha fazla özendim yazdıklarıma. Ama ne yaptıysam, Gencoy Sümer’e beğendiremedim öykülerimi. Neden? Cevap ver! Neden?”

Gencoy, kendi susuyor, kızgın bakışları konuşuyordu. Yeliz’le aralarında geçen düşmanca bakışmayı fırsat bilen Devran boş durmuyor, ellerini bağlı olduğu urgandan kurtarmak için çabalıyordu. Devran’ın planını anlamış gibi bir çırpıda yanına gelen Yeliz’in silahından nasibini alma sırası Devran’a gelmişti. Neyse ki Yeliz’in gözünü bürüyen öfke, Devran’ın çevirdiği dümeni göremeyecek kadar kör etmişti onu.

“Yaşlı kadın sendin, değil mi?” dedi Devran. Onu konuşturarak oyalamak niyetindeydi.

Yeliz, başarısıyla övünen insanlara özgü bir tavırla, “Sence?..” diyerek, soruya soruyla karşılık verdi.

“Bunu nasıl anlayamadım?”

“Üzülme Dedektif, hiç kimse mükemmel değildir. Hele sen, hiç değilsin.”

“Kendine çok güveniyorsun. Dikkat et, fazla kibir insanı bitirir.”

“Sen de biraz fazla konuşuyorsun. Dikkat et, çok konuşan çabuk yorulur.”

Devran, az önce çok konuşmaması için uyarılan kendisi değilmiş gibi susmak yerine, “Bir şey sorabilir miyim?” dedi. Daldan dala atlar gibi konudan konuya atlıyordu. Bu hareketiyle, Yeliz’i şaşkına çevirip soğukkanlı tavrını kırmayı hedefliyordu.

Yeliz, yakaladığı fareyi öldürmeden önce onunla oyun oynayan kedi misali baktı Devran’a. “Ah canıım,” dedi, canım kelimesi hiçbir ağızdan, hiçbir vakit bu kadar itici çıkmamıştı. “Sen benden, konuşmak için izin mi istiyorsun? İyi hadi, izin verdim. Sor bakalım…”

“O gece, Gencoy Bey’i evden çıkmaya nasıl razı ettin?”

Yeliz, silahının namlusunu Devran’ın başından çekmiş, az önce kalktığı sandalyeye yeniden oturmuştu. Bilmiş bir ses tonuyla, “Orasını da Gencoy Beyciğin anlatsın şekerim,” dedi.

Gencoy Sümer’in gözlerinde az önce yanıp hızlıca sönen umut ışığı, yeniden parlamaya başlamıştı. Devran’ın, ellerinin bağını çözmeye çalıştığını fark etmişti. Ona vakit kazandırmak için lafı tutabildiği kadar uzun tuttu. 

“İyilikten maraz doğar, derler ya, tam da öyle oldu. Kapıma geldi. Beni görür görmez, oğlum, diye boynuma atıldı. Neye uğradığımı şaşırmıştım ki içeri daldı. Evi dolaşmaya başladı. Kitaplığımdan bir kitap aldı. ‘Ne zamandır bunu arıyordum, seni yaramaz seni, buraya mı sakladın?” diyerek çantasına sokuşturdu kitabı. Çok tuhaf davranıyordu. Sanki oğlu olduğuma gönülden inanıyor gibi sık sık hasretle kucaklıyordu beni. Bunama sorunu olduğunu düşündüm. Anneannem geldi gözümün önüne, yıllarca demansın pençesinde kıvranmıştı. O tip hastalara nasıl davranılması gerektiğini çok iyi öğrenmiştik o yıllarda. Bozuntuya vermeden oyuna dahil olmak, onları sakinleştirmenin en iyi yoluydu. İşe yaramıştı. Kendi evinde olmadığını yavaş yavaş idrak etmeye başlamıştı. Hatırladığı akrabalarını sordum. Eğer bana bir isim söyleyemezse, polisi arayıp Müberra teyzeyi, o sırada adının bu olduğunu sanıyordum, onlara teslim edecektim. Cebinden bir adres çıkardı. Evinin orası olduğunu söyledi. Adres Önay’ın pansiyonuydu. Onu tanıyıp tanımadığını sordum. Birkaç gündür oğluyla beraber orada kaldıklarını, Önay diye birini tanımadığını söyledi. Böyle bir tesadüfün altında şeytani bir plan yattığı aklıma bile gelmedi. Pansiyona vardığımızı, arabayı park ettiğimi hatırlıyorum. Gerisi yok… Gözümü açtığımda bu lanet yerdeydim.”

“Bravvvo, müthiş bir anlatım yeteneği. Yazarlık kimliğinin yanına, hikâye anlatıcılığını da gururla ekleyebilirsin. Devran Bey, sen de abinle gurur duyabilirsin.”

Devran’ın, Yeliz’in dikkatini yeniden toplanmasına izin vermeden, konuşmayı uzatması gerekti. Hâlâ ellerini yapmacık bir neşeyle çırpan Yeliz’e, “Onun benim abim olmadığını, en baştan beri biliyordun, değil mi?” dedi.

“Elbette biliyordum. Biz yıllardır aynı apartmanda oturuyoruz. Onun hayat hikayesini bana anlatmadığını nasıl düşünürsün? Gencoy Beyciğimle çok sık sohbet ederdik. Anneannesinin demans olduğunu ve onu çok sevdiğini de o sohbetlerden birinde anlatmıştı. Tek çocuk olmanın zorluklarını, ailesine ona bir kardeş vermedikleri için ne kadar çok kızdığını, kaç kez dinledim, bilmiyorum. Biz Gencoy Beyciğimle çok iyi anlaşan komşulardık.” Sinsice Gencoy Bey’e  baktı, “Öyle değil mi şekerim,” dedi bir yandan göz kırparak.

Gencoy öfkeyle soluyarak karşılık verdi Yeliz’in sorusuna. Yeliz’in de yanıt beklediği yoktu zaten. “Kendisine öyküler gönderen XYZ ile evde kalmış, kimsesiz, zavallı komşusu Yeliz Hanım’ın aynı kişi olduklarını bilmediği için öykülerim hakkındaki gerçek fikirlerini de ilk kendisinden dinlemiştim,” dedi. Gencoy’un gözlerindeki öfke şimdi Yeliz’in gözlerine de yerleşmişti.

“Gencoy Bey’in evini temizleyen de sendin. Ne de olsa anahtarı sendeydi,” diye araya girdi Devran. Yeliz’in ilgisini kendi üzerine çekip  Gencoy Bey’e bir zarar vermesini önlemek istiyordu.

“Ardımda iz bırakma riskine giremezdim.”

Devran hiç vakit kaybetmeden bir tespitini daha attı ortaya.

“Ve her ihtimale karşı, senden şüphe edilmemesi için Gencoy Bey’in tekinsiz adamlar tarafından tehdit edildiği yalanını uydurdun.”

“Yırtık dondan çıkar gibi ortaya bir kardeş çıkınca, bu yalanla onun kafasını karıştırmak en iyisi olacaktı.”

“Yalnız bir şeyi hesaba katmadın.”

“Neymiş o hesaba katmadığım, çok bilmiş dedektif?”

“Gencoy Bey’in dergisinde, her türlü sorununu danıştığı bir avukatı vardı zaten. Ona bir avukat tavsiye etmeni istemesine gerek yoktu. Senden ilk kez şüphelenmeme de bu bilgi sebep oldu.”

Yeliz’in, planını ilmek ilmek işlerken, bu detayı gözden kaçırmış olduğu için kendine öfkelendiği Devran’ın gözünden kaçmadı. Devran onun, kendine güvenini kırma yolunda başarıyla ilerlediğini düşünerek, “Ankara Üniversitesi’nde hiç bulunmadığına kalıbımı basarım,” dedi. Ne yazık ki Yeliz’in bu tuzağa düşmeye hiç niyeti yoktu. Sinsice gülümsedi.

“Bilemeyiz… Belki bulunmuşumdur, belki de bulunmamışımdır.”

“Zekice bir cevap, kutlarım,” dedi Devran. Bu sözüyle, Yeliz’in narsist ruhunu okşayıp onu, iplerin kendi elinde olduğuna inandırmak niyetindeydi. “Peki ya, o kadar oyuna ne gerek vardı?” dedi, soran gözlerle. Biraz daha uğraşırsa, Yeliz’i, aptal bir dedektif olduğuna inandırabilecekti. Düşmanının aptal olduğunu düşünmesi, onun daha kolay hata yapmasını sağlayacaktı.

“Gencoy Bey’in telefonundan sahte mesaj göndermek, arabayı Emily’nin evinin önüne bıraktırmak, kitabı Önay Bey’in pansiyonuna bırakmak… Amacın sadece suçu onların üzerine atmak değildi sanırım.”

Yeliz, katıla katıla gülmeye başladı. Çok eğlendiğini ispat etmeye çalışıyor gibiydi.

“Dedektif Dergi’nin monoton yazarlarının hayatlarına biraz olsun renk katmak istedim. Fena mı oldu? Hem böylelikle, Gencoy Bey’in çok sevgili yazarlarına, ipuçlarını takip etme fırsatı vermiş oldum. Daha ne istiyorlar? Onu da beceremediler ya, neyse… Seni bayağı iyi bir dedektif sandılar zahir. Ha bak, bir konuda hakkını yemeyeyim, telefonu bulman büyük başarıydı. Oysa, asla bulunamayacak bir yere saklamıştım.”

“Hâlâ anlamadığım bir şey var…” dedi Devran. Yeliz’in hakaretini de övgüsünü de kale almamış gibiydi.

Yeliz, bıkkınlıkla gözlerini devirdi. “Yalnız, bu kadar anlayışı kıt olmaya devam edersen, dedektiflik yolunda bir adım bile ilerleyemezsin, benden söylemesi.”

“Önay Bey’in pansiyonunda, arabanın park edildiği yerin kör nokta olduğunu ve kurumuş mazı ağaçlarının açtığı boşluğu nereden biliyordun?”

“Tesadüfen şekerim,” diye cevap verdi Yeliz, sesinden, ortada tesadüfen yapılan bir eylem olmadığı belliydi.

“Tesadüf diye bir şey yoktur. Tıpkı, bugün o caddede, benimle tesadüfen çarpışmadığın gibi, değil mi? Aslında Lamia Bar’dan geliyordun. Eninde sonunda oraya gideceğimi, görüntülerde seni tespit edeceğimi biliyordun.”

Yeliz’in gözlerindeki o bilmiş bakış Devran’ın sinirine dokunuyordu. Nasıl olmuştu da bu kadının gerçek yüzünü görememişti. 

“Kafan nihayet çalışmaya başladı ama biraz geç kaldı sanki. Bunu daha bana çarptığın zaman anlamalıydın.”

Sözünü bitirince oturduğu yerde kıpırdandı. “Bu kadar gevezelik yeter,” diye bağırdı. “Sana bütün planımı anlatmak için toplanmadık buraya. Asıl işimize bakalım artık.”

Devran buna izin veremezdi. Yine bambaşka bir konuya geçerek, kalkmaya hazırlanan Yeliz’i tekrar oturtmayı başarmıştı.

“Mektubu Ozan’a vererek küçücük bir çocuğu da suçuna alet ettin.”

Kendinden emin bir şımarıklık yerleşti Yeliz’in hareketlerine.

“O veledin geç saatlere kadar oyun oynadığını biliyordum. Mektubu kapıya bırakmak için ondan daha iyi bir aday bulamazdım.”

Yeliz, dahiyane planlarıyla övünüyordu. Devran, daha fazla onun kendini böyle hissetmesine izin vermeyecekti. Aniden, “Cemil’i neden öldürdün?” diye bağırdı. Yeliz’in yüzündeki neşenin yerini bir anda çarpık bir ifade aldı. Devran’ın Cemil’in öldürüldüğünü biliyor olmasına, şaşırmışa benziyordu. Saniyeler sonra toparlandı ve bu sefer yapmacık olduğu ayan beyan görülen, alaycı bakışlarını Devran’a çevirdi. Konuşmak için ağzını açmıştı ki Gencoy Bey’in dehşetten titreyen sesi, konuşmasına fırsat vermedi.

“Cemil’i mi öldürdün? Katil! Katilsin sen!”

“Sen ne olduğumu sanmıştın? Ev hanımı mı? Hâlâ yanlış kişiye hata yaptığını anlayamamış olmana inanamıyorum doğrusu. Evet, Cemil öldü. Öyle görünüyor ki sen ve şaşkın dedektifin de öleceksiniz.”

Gencoy, nefretle bakmak ve başını sallamaktan başka bir şey yapamadı. O sırada Devran, bileklerini saran ipi gevşetmeyi başarmıştı. Biraz daha vakit kazanırsa, umduğu sona erişebilecekti. “Neden yaptın bunu?” diye sordu. Yeliz’in yüzünde ne acıma ne pişmanlık görülüyordu.

“Bunu kendi istedi.”

“Senin kurallarına uymadı yani, öyle mi?”

“Evet, uymadı. Oysa rahat dursaydı, planımın bir parçası olduğundan habersiz, yaşamaya devam edebilirdi. Tıpkı, evinden mektup kağıtlarını ve zarfları aldığımı gördüğünde yaptığı gibi o gece de sessiz kalmalıydı.”

“Tabii, onun anahtarı da sendeydi. O yaşlı insanların Cemil’in evini temizletmekle, ona çorba pişirmekle uğraşacak halleri olmadığını düşünmem gerekirdi.”

“Ama ne yazık ki düşünemedin. Cemil’in anahtarı hiçbir zaman Ali Rıza amcalara gitmedi. Hep bendeydi. Nilüfer’in ardından insanlıktan çıkan Cemil’in gözü, anahtar görecek halde değildi. Aşırmak zor olmadı.”

“Cemil’i öldürmen şart mıydı?”

“Rahat dursaydı, ölmezdi. O gece kılık değiştirmiş, merdivenlerden çıkıyordum, o da aşağı iniyordu. Körkütük sarhoş olduğu halde beni tanıdı.. Bir şekilde ikna ettim. Daha doğrusu, ikna ettiğimi sanmıştım. Meğer inanmamış çakal. Ertesi gün yine çıktı karşıma. Sorular sormaya başladı. Üstelik sorduğu sorular, onun, sandığımdan çok şey bildiğini gösteriyordu. Planlarımı anlamıştı. Öldürmekten başka çare bırakmadı bana.”

“Bunun için Adrenalin kullandın.”

Yeliz, Devran’ı takdirle dudağını büküp başını salladı.  Elinde tuttuğu silahı yeniden koltuk altına sıkıştırdı, alkışlamaya başladı.

“Devran Bey… Hızla kendinizi geliştiriyorsunuz. Sizden beklemediğimiz performanslar bunlar. Size de bir alkış. Alkıııış… Hadi hep birlikte… Alkıııış…”

Devran, nihayet amacına ulaşmıştı. Yeliz’in sahte neşesine kendini kaptırmış olmasını fırsat bilerek, bağlarından kurtardığı ellerini ayaklarına uzattı. Hızla çekip aldı ipi ayaklarından. Aynı hızla Yeliz’e doğru hamle yaptı. Hazırlıksız yakalanan Yeliz, gelen darbeyle ilk olarak koltuk altına sıkıştırdığı silahı düşürdü. Ardından Devran’la birlikte arkaya yuvarlandı. Çıtı pıtı, narin bir kadın olması, güçsüz olduğu anlamına gelmiyordu. Devran, onu zapt etmekte zorlanıyordu. Yeliz’in üstüne abanmış, çırpınan kollarını tutmaya çalışıyordu. Saniyelik bir boşluktan yararlanan Yeliz, kollarını Devran’ın ellerinden kurtardı ve jilet gibi keskin tırnaklarını yüzüne geçirdi. Bir gün önce morarangöz altından başlayıp çenesine kadar yoldu yüzünü. Devran, acıyla geri çekildi. Acı onu sersemlaetmişti. Yeliz’in bunu fark etmesi uzun sürmedi. Şeytani bir gücün etkisinde gibiydi. Bacaklarını Devran’ın altından kurtarıp sert bir tekme attı. Devran arkaya devrildi. Hızla yattığı yerden kalkan Yeliz, yanı başındaki silahı alıp Gencoy Sümer’e doğru koştu. Devran buna izin veremezdi, yerden kalktı. Yeliz’in arkasından gitmeye hazırlanırken, nereden geldiğini anlamadığı Alkan’ın havlama sesiyle başını o yöne çevirdi. Aynı anda Alkan’la birlikte odanın diğer ucuna yuvarlanmaları bir olmuştu. Köpek ön ayaklarının altındaki Devran’ın yüzüne, salyalarını akıtarak havlıyordu. Şimdilik tehdit etmekle yetiniyor olabilirdi fakat bu az sonra Devran’ın zaten bozulan façasını, dişleriyle parçalamayacağı anlamına gelmezdi. Sesine şefkatli bir ton yerleştirip “Alkan, oğlum,” dedi. Alkan’ın bakışlarındaki öfke yumuşar gibi oldu. Kuyruğunu sallayarak dilini dışarı çıkardı. Havlaması durmuş, kesik kesik soluyordu. Hâlâ yerde yatan Devran, başının üzerinde, duvara dayanmış masaya uzandı. Elini masanın üzerinde gezdirdi. Renkli oyun topunu bulması uzun sürmedi. En sevdiği oyuncağını burnunun ucunda buluveren Alkan, sevinçle hopladı. Alkan’ın azat ettiği Devran, bunu fırsat bilerek, ayağa kalktı. Devran gerindi ve elindeki renkli oyuncağı atabildiği kadar uzağa attı. Alkan’ın, topun arkasından uzaklara doğru hamle etmesi gecikmedi.

Devran’ın acele etmesi gerekiyordu. Yeliz, çoktan silahını Gencoy Sümer’in ağzına yerleştirmiş, tetiği çekmesine ramak kalmıştı. Etrafına bakındı. Duvara dayanmış bir odunu  eline almasıyla, Yeliz’in başına indirmesi bir oldu. Bu beklenmedik saldırıyla Yeliz, önce yana savruldu ve aynı hızla yere çakıldı. Devran, yerde yüz üstü yatan Yeliz’in boynuna parmaklarını dayadı. Ölmemişti… Bu iyiydi. Onun ölmesini değil, cezasını çekmesini istiyordu. Korkmuş, şaşkın bir vaziyette olanları seyreden Gencoy Bey’in yanına koştu. Bağlarını çözdü, koluna girdi. “Kalkın Gencoy Bey, gidiyoruz…” dedi. Devran’ın yardımıyla zar zor yürüyen Gencoy Bey, Yeliz’in yanına gelince durdu ve tiksinerek baktı. Ardından, soran bakışlarını Devran’a çevirdi. Belli ki o da Yeliz’in ölmesini istemiyordu. “Merak etmeyin, ölmeyecek,” dedi Devran, “bundan sonrasını polisler düşünsün. Hadi, gidelim.”

*** 

Dedektif Dergi Binası:

Yeşim, bütün gece heyecandan gözünü bile kırpmamıştı. Dedektif Dergi için yazdığı son öyküyü, bir gün önce Gencoy Sümer’in beğenisine sunmuştu. Sabah erkenden dergiye gelmiş, sonucu öğrenebilmek için Gencoy Sümer’in odasının önünde, iki saatten fazla bir süre sabırla beklemişti. Nihayet içeri kabul edilmişti fakat bu sefer de son on dakikadır masasının ardından kendisine bakan hocasının, konuşmaya başlamasını beklemek zorundaydı. Onun bu sessiz ve tepkisiz tavrı, heyecanını ikiye katlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Sonunda dayanamayıp “Öyküyü okudunuz mu Hocam?” diye sordu.

Gencoy Sümer, masasında duran, neredeyse bir kitap kalınlığındaki dosyayı eline aldı. Oturduğu sandalyeden kalktı ve dosyayı hiddetle masaya çarptı. “Öykü mü?” diye bağırdı. Yeşim’in ağzını açmasına fırsat vermeden, “Öykü mü bu şimdi?” diye bağırmaya devam etti.

Aniden gelen azardan sonra neye uğradığını şaşıran Yeşim, hocasının sorusunu yanıtlamalı mı bilemedi. Gencoy Sümer aynı hiddetle, nefes molası bile vermeden sürdürdü konuşmasını.

“Cevap versene! Öykü mü bu şimdi? Sen buna öykü mü diyorsun? Buna öykü değil, yılan hikâyesi, denir. Yaz yaz bitirememişsin yine. Üstelik yazdıklarında hayır da yok. Yok efendim, Gencoy Sümer kaçırılıyormuş da yazarlar birlik olup onu arıyorlarmış da… Hayatımda okuduğum en saçma kurgu bu. Yetmezmiş gibi derginin sloganını öyküne isim yapmışsın. Sordun mu bana, ‘Sloganı kullanabilir miyim,’ diye? Hepimizin isimlerini öykünde kullanınca, onun eşsiz bir eser olacağını falan mı sandın?”

“Ama Hocam…”

“Başlatma hocana!.. Nedir kızım bu derginin senden çektiği? Bela mısın sen bizim başımıza? Editörlerin ödü kopuyor, senden bir öykü gelecek, diye. Yazık değil mi kızım bunca insana? Bu insanların ömürleri, senin yazdığın saçmalıklara katlanmakla mı geçecek?

Yeşim, ağlamaklı gözlerle baktı hocasına. Ne diyeceğini bilemiyordu. Son zamanlarda yazdıklarından dolayı sık sık azar işitiyordu. Yoksa hocası haklı mıydı? Yazarlık kabiliyeti yok muydu gerçekten?

“Başlarda, yazdıklarında az da olsa bir ışık görebilmiştim. Şaheser olmasa da yazdıkların iyiydi. Kendini geliştirirse, başarılı olabilir, diye düşünüyordum. Ama nerdee?.. Yazdıkça daha kötü oldun. Ne bir olay ne bir çatışma, yaz Allah yaz…”

“Hocam, kalbimi kırıyorsunuz ama…”

“Kırılsın! Bu ne ya?.. Buna kafa derler kızım. Otuz beş bin kelime öykü mü yazılır? İki saatten fazla sürdü okumam. Git, roman yaz o zaman. Hoş, bu saçmalığı roman yapsan, yüzüne bakan olmaz ya, orası ayrı. Hayır, sürükleyici olur, zekice kurgulanır, imlâ kurallarına uyulur, akıcıdır, o zaman insan, değil iki saatini, bütün gününü verir okumaya. Ama sen de o da yok Yeşimcim. Hatırla gönülle yürümüyor bu gemi. Bundan sonra başarısız olana yer yok bu dergide.”

“Hocam, bana bir şans daha verin, göreceksiniz, kısa öykü yazmayı öğreneceğim.”

“Beş senedir sana verdiğim şansların haddi hesabı yok. Hiçbir şey öğreneceğin de yok. Kısa öykü yazsan ne olacak? Senin asıl sorunun kaliteli kurgu oluşturamamak. İçerikte hayır yok kızım, anla artık şunu.”

“Siz şimdi çok sinirlisiniz. Haklısınız belki. Bana sorarsanız, öykümü bir kere de editörler okusunlar. Belki birkaç değişiklikle, istediğiniz hale gelirdi.”

“Kızım, Yeşim, sen laftan anlamamak için neden direniyorsun? Senin yazma kabiliyetin yok ve bu sadece benim düşüncem değil. Dergideki herkes benimle aynı fikirde. O kadar bıktılar ki senin şu vasat öykülerinden, benden başka hiç kimse düzenlemeye bile yanaşmıyor. Fakat artık benim de sabrım kalmadı.

Gencoy Sümer az önce masanın diğer ucuna fırlattığı dosyayı tekrar eline aldı. “Şu anda Dedektif Dergi’yle olan tüm ilişiğini kesiyorum. Eşyalarını topla. Al şu öykünü de git kime istiyorsan, ona yayınlat. Becerebilirsen tabii… Vazgeçtim, uğraşamayacağım ben artık seninle. 

Yeşim, yaşadığı hayal kırıklığını tarif edecek kelimeleri bulmakta zorlanıyordu. “Peki Hocam,” dedi, dargın bir ses tonuyla. Dosyasını aldı, başını yukarı kaldırdı ve vakur bir tavırla, başka bir şey demeden çıktı odadan.

Kapının önünde, nicedir tuttuğu öfkesini, olduğu yerde tepinerek sessizce saldı. Az sonra, hiçbir şey olmamış gibi dağılan saçını düzeltti. Elbisesinin kırışan yerlerini avuç içleriyle aşağı sıvazladı. Boğazını temizleyip yüzüne, meleklere has bir maske yerleştirdi. Gözlerini bürümüş öfkeyi bir anda nasıl yok etmiş, yerine anlayışlı ve ılımlı bir bakış yerleştirmişti, belli değildi. Yeşim’in az önce, patronun odasında işittiği azarlardan haberleri yokmuş gibi davranan yazarlarla vedalaştı. Birkaç parça eşyasını da alıp etrafına sahte bir neşe saçarak dış kapıya yöneldi. Bahçeyi geçti, yola çıktı. Arabasının arka kapısını açtı. Kucağındaki koliyi koltuğa savurdu. Koli yan devrildi ve içindeki eşyalar koltuğun üzerine saçıldı. Aldırmadı… Direksiyonun başına geçti. Dikiz aynasını ayarlarken, gözlerini aynadaki aksine dikti. Dakikalar önce vedalaşırken, yüzüne yerleştirdiği sahte gülümsemenin hâlâ orada olduğunu, yeni fark etmişti.

Demek iyi yazamıyordu. Demek yazdıkları vasattı. Sürükleyici değildi. Zekice kurgulanmamıştı. “Peh!” dedi, kendinden emin bir sesle. Arka koltuğa çevirdi başını. Dağınıklığın içinden öykü dosyasını bulup çıkardı. Dosyanın kapağını araladı. Yazdıklarına göz attı. Dosyayı kapatırken, dudağının kenarı gerildi. “Demek yazma kabiliyetim yok,” dedi. İsterik bir kahkaha takip etti bu sözünü. Kahkahası durduğunda, gözlerine oturan bakış tüyler ürperticiydi. “Bunu sen istedin hocam. Seni kaçırmak, şart oldu.”

– B İ T T İ –

En Son Yazılar