“Yalnızlık ölüm gibidir,” demişti bir arkadaşım. “Mezarda da yalnız olur insan,” diyerek benzetmesine gerekçe getirmişti. Bana kalırsa yalnızlık özgürlüktü. Kalabalıkların içinde hiçbir zaman duyumsayamayacağınız bir özgürlük… Özüne dönüş, diğer sesleri susturup kendini dinlemek. Ölümle uzaktan yakından alakası yok.
Sanki…
Yine de bilemiyordum. “Ben mi haklıyım yoksa arkadaşım mı?” diyerek emekli olur olmaz bu dağın başına attım kendimi. Yalnızlığım ve ölümüm –belki de özgürlüğüm- nasıl bir şey olacaktı bakalım?
En son görev yaptığım Akdeniz ilçesinin bir yayla köyündeyim. “Gedelme,” diyorlar buraya, “Gedelme Yaylası…” Gelme, der gibi. Hakikaten de pek gelen giden yok. Engebeli arazide evler birbirine çok uzak. Yüksekçe ve ağaç kütükleriyle desteklenmiş bir su basmanının üzerine yerleştirilmiş, yaz kış fırıl fırıl esen bir köy evi satın aldım. Evin altındaki boşlukta bir ağılım var, iki keçi yaşıyor içinde. Bir de beş altı tavuk ve bir horozun yaşadığı bir kümesim var aynı yerde. Çok da yalnız sayılmam. Huzurluyum. Hani basmakalıp olacak ama yıldızlarla dolu gökyüzünü seyrediyorum her gece. Uykularım bölünmüyor, sabahları sağlıklı bir köy kahvaltısı yapıyorum. Evden otuz beş basamak aşağı inip keçilerden süt sağıyor, tavukların yumurtasını topluyorum. Dik yokuşlar ve merdivenler var etrafımda, anlayacağınız her günüm sporla dolu. Zinde hissediyorum kendimi.
“Yalnızlık ölüm değilmiş aslında, arkadaşım yanılmış,” demeye başladığım günlerde ilçeden, bizim Rıfat’tan gelen bir elektronik posta beni tekrar eski yaşamıma çekmeye çalışıyordu. İlçenin emniyetinde çalıştım yıllarca, Asayiş Büro’nun başkomiseriyken emekli oldum. Necati Komiser derlerdi bana. Küçük bir ilçede yaşadığımız için herkesle tanışırdık. Başkomiserliğimi ne bilsinler, emekli oluncaya kadar ‘Necati Komiser’ olarak kaldım ben. O dönemlerde bu Rıfat yardımcımdı. Çalışkan, zeki, gözü pek bir çocuktu. Asayiş büroyu ona emanet edip emekli oldum. Şimdi benden kalan işleri yönetiyor. Küçük bir ilçe olduğu için pek olay olmazdı aslında, cinayet falan da öyle kırk yıla bir. E-postada dediğine göre bu sefer içinden çıkamadığı, birbiriyle bağlantılı olduğu kesin olan iki şüpheli ölüm varmış elinde. Gencecik, üniversite öğrencisi iki kızcağız bir hafta arayla sahilde ölü olarak bulunmuş. Otopsileri yapılmış çoktan. Kızların ikisi de zehirli iğneyle öldürülmüş. Yüksek dozda insülin enjekte edilmiş damarlarına, bu da dakikalar içinde ölmelerine neden olmuş.
Bir de şu mektup işi… Olayı olduğundan daha çetrefil hale sokmuş.
İlk kız öldürülmeden önce bir mektup gelmiş emniyete. Şu gün, şu tarihte sahilde ölü bir kız bulacaksınız, diyormuş mektupta. Bir örneğini okudum, gerçekten de çok rahatsız ediciydi. Diken üstünde oturuyorsunuz hissi veriyordu. “Beni bulamazsanız, eylemlerime devam edeceğim,” diyordu devamında. Hepsi o kadar. Elbette imzasız, altında lakap olduğu kesin olan bir isim: Çetrefil. Ben de olayları anlamlandırmaya çalışırken kullanmıştım bu sözcüğü. Katil resmen oyun oynuyordu bizimle. Yaptıklarının polis tarafından çözülmesinin imkânsız olduğunu da belirtmek ister gibi bu ismi bulmuştu kendine. Fakat hem benim hem de Rıfat için imkânsız diye bir şey yoktur.
Bunu bilmiyordu cahil!
İlk kız hakikaten de mektupta belirtildiği günde ve yerde bulunduktan sonra bir mektup daha gelmişti emniyete. Üç gün veriyordu bu kez katil, üç gün içinde yakalanmazsa bir cinayet daha işleyecekti. Bulunamamıştı ve dediğini yapmıştı. Şimdi işin en kötü tarafına geliyoruz. İkinci kızın öldürülmesinden iki gün sonra üçüncü bir mektup gelmişti emniyete ve katil yine üç gün veriyordu. İşte o zaman beni aramıştı Rıfat. Mektubu aldığı anda aramıştı.
Arabama binip ilçeye ulaşmam bir saatimi alacaktı, bu yüzden yetmiş saat civarı vaktimiz kalacaktı Çetrefil’i enselemek için. Bu yüzden el mecbur atladım dört çekerime. Aşağıya, ilçeye doğru yola çıktım. İrtifa kaybederken kızların hayali görüntüleri geçiyordu gözlerimin önünden. Dehşete kapılmamak işten değildi. Bizim ilçede bir seri katil. Olacak şey değildi. Hemen halletmeliydim bu işi, vicdanımın sesini adaleti sağlayarak bir an önce susturmalıydım. Çünkü hem yalnızlığıma dönmek hem de üçüncü bir canın yok olup gitmesine engel olmak için çok acelem vardı.
***
En son ne diyordum? Hah, “Özgürlüğüme, yalnızlığıma dönmek istiyorum.” Evet. Bunu söylemiştim fakat karakolun bahçesine adım attığım anda fikrim değişti. Özlemişim burayı. Geniş bahçe daha da genişlemiş, yolun başına doğru uzanmıştı. Bizim diktiğimiz portakal ve zeytin ağaçları boy vermişti iyice. Benden sonrakiler –muhtemelen bizim Rıfat ve ekibi- yenilerini dikmişti. Tahta çubuklarla toprağa sabitlenmiş limon fideleri gözümden kaçmadı. Narenciye rayihasından oluşan bir buluttan içeriye adım attım. Alışıldık karakol kokusu çarptı bu kez burnuma; silahların metali ve yağından oluşan, kâğıt ve mürekkep kokusuyla karışık bir parfüm…
Girişteki nöbetçi memura kendimi tanıtmam, emekli bir polis olduğuma inandırmam uzun sürdü. Çünkü son zamanlarda rahatıma iyice düşkün olmuştum. Rıfat’ı görmeye eşofman takımım ve üzerimdeki kolsuz, hâkî renk şişme yeleğimle gelmiştim. Daha çok bir avcıya benziyordum bu halimle, biliyordum. Kimliğimi pek çıkarmazdım orda burda fakat bu kez mecbur kalmıştım.
Rıfat’ın odasına alındım en sonunda büyük saygıyla. Rıfat çok değişmişti. Yıpratmış gibiydi kendini, saçlarını kırlar kaplamıştı iyice. Biraz da kilo almıştı. Tipik yaşlanma emareleri. Fakat gözlerindeki ışık, merak, sorgulayan bakışlar hala duruyordu yerinde. Kılığıma bir anlam vermeye çalışıyordu sanırım. Sonra beni görünce, aynı Necati Komiser olduğuma kanaat getirince sarıldı uzun uzun. Karşılık verdim ben de. İki hoş beş ettikten sonra toplantı masasına geçtik. Başköşeyi gösterdi bana. Hiç ses etmedim, kuruldum eski yerime. Rıfat elinde bir beyaz tahta kalemiyle dikiliyordu karşımda, tahtanın başında.
“Hemen işe mi koyulacağız?” diye sordum. Aslında çok acelemiz olduğunu biliyordum ama Rıfat’ın tepkisini ölçmek istemiştim.
Alınmış gibiydi Rıfat. O her zamanki saygılı biraz da mahcup haliyle “Olur mu başkomiserim?” dedi. Kalemi bırakıp yanımdaki koltuğa oturdu hemen. “Alışkanlık olmuş. Kahvelerimizi söyledim ben aslında, birazdan gelir.”
“İçeriz kahveleri de Rıfat, sen pek böyle sıkışmazdın. Ne oldu da…”
“Hiç sormayın başkomiserim. Küçücük ilçe, emniyet müdürü, kaymakamı, sürekli üstüme geliyor. Olay yerel basında çoktan yerini aldı. Bir tartışmadır gidiyor ilçede. Ulusal basına düşmemize az kaldı. Şu mektup işi de her şeye tuz biber oluyor. Bizimle oynayan bir katil var dışarıda ve biz…”
“Ne yapacağınızı bilemez durumdasınız,” diye tamamladım cümlesini.
“Aynen öyle başkomiserim, sizi de bu yüzden aradım.”
“Bak, geçenlerde bir kitapta ne okudum: yazarlar okunmak, katiller ise yakalanmak ister. İkisinin de tek derdi anlaşılmaktır. Bunun başıma geleceğini düşünemezdim. Resmen yakalanma arzusuyla dolu bir katil var önümüzde.”
“Ya da oyun oynamayı seven…”
“Neyse… Neler buldunuz, sen biraz anlat istersen.”
“İki kız da sahilin yüz metre içerisinde, makilik bir alanda, çalıların arasında ölü bulundu. Tıpkı mektuplarda söz edildiği gibi… Üzerlerinde parmak izi, DNA yok. Boğuşma izi yok, iğne izinden başka iz yok vücutlarında. Morarma, kararma, vesaire… Hiçbiri… Sürüklenme izi yok. Dahası kan yok. Öylece ölmüşler orada. Otopsiden çıkan sonuçlara göre, daha önce de söylediğim gibi, insülin iğnesi yapılmış kızlara. Fazla doz verildiği için ani şeker düşmesinden ölmüşler.”
“İnsülin şu vücuttaki şekeri düzenleyen hormon değil mi?”
“Evet, başkomiserim, aynen o. Her iki olayda da iğnelerin şırıngalarını olay yerinden yüz metre kadar ileride bulduk. İkinci cinayette şırınganın üzerinden son öldürülen kızın parmak izi çıktı. Bizi şaşırtan da bu oldu.”
“Nasıl yani? Kurbanın parmak izi mi?”
“Evet.”
“İlkinde böyle bir şey yoktu galiba.”
“Yoktu amirim, şırınga tertemizdi.”
“Şeker hastalığı var mıymış kızda? Son kurbanda yani, belki yanında taşıyordu, katil o şırıngayla öldürdü onu?”
“Tıbbi geçmişlerini araştırdık. Cevabım ise: hayır. İkisinde de diyabet yok.”
“O zaman katil tanıdıkları biri olmalı. İğneyi kurbana taşıtmış baksana.”
“Benim de aklıma bu ihtimal geldi tabii.”
“Bir de katil hata yapmaya başlamış. Kızın parmak izi şırıngada ne geziyor, değil mi?”
“Bana göre bu olayı daha da karmaşık hale getiriyor başkomiserim.”
“Neyse, sonra?”
“Sonrasında elimizden ne gelirse yaptık. Kızların çevresini araştırmaya giriştik. Kurbanlar aynı üniversitenin aynı bölümünde okuyormuş. Tanışıyorlarmış, hatta iyi arkadaş olduklarını söyleyebilirim. Okuldaki arkadaşlarını sorguladık, sürekli gittikleri bir bar varmış, oradakilerle görüştük. Anne, babalarla… Kurbanlardan birinin birlikte yaşadığı bir dayısı var, onunla…”
“Sonuç?”
“Hiçbirinin kızları öldürmek için makul bir sebebi yok.”
“Nasıl vardın bu sonuca?”
“Aslında tam bir sonuca varamadım, varamadık yani… Sorguların video kayıtlarını izleyelim, siz de bir bakın isterseniz başkomiserim. Belki de gözümden kaçan bir şeyler oldu.”
Bu arada acı kahvelerimiz gelmişti. Bilişimden bir polis memuru kahvelerin yanında büyük ekranlı bir diz üstü bilgisayar getirmişti. İlk sorguyu izleyerek başladık. Bunlar, kızların anne ve babasıydı.
***
Her anne ve baba için çocuğu özeldir, biriciktir. Sorguda tam da beklediğim gibi inci tanelerini kaybetmiş gözü yaşlı iki anne ve metanetini korumaya çalışan iki baba gördüm. Bizim Rıfat akıllı olduğu kadar tatlı dillidir de; nerede nasıl konuşulacağını bilir. Bu yüzden ebeveynlerin sorgusu bir sorgulamadan çok sohbet niteliğinde geçmişti. Bu sayede kızları da aşağı yukarı tanımış oldum. İlk kurban: Yağmur… Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi… Derslerinde başarılı, dışa dönük bir kız. Hayli geniş çaplı bir sosyal çevresi var. Kulüplere üye, bazı sivil toplum kuruluşlarının toplantılarına devam ediyor. Eğlenmesini de biliyor çalışmasını da. İkinci kurban: Ceylin… Yağmur gibi o da Hukuk Fakültesinde, yalnız o ikinci sınıfta. O da derslerinde başarılı. Fakat Yağmur’a kıyasla daha özüne dönük bir kız. Pek evden çıkmayan, kitaplarıyla ve dersleriyle kurduğu dünyada yaşayan bir kız.
Aileler birbirini tanıyordu, kendileri görüşmeseler de kızlarının dışarıda buluştuklarını, bazı geceler çıktıklarını biliyorlardı. Ceylin’in ailesi biraz muhafazakârmış gibi geldi bana. Kızlarının dışarıda bir hayatının olmasını pek onaylamıyor gibiydiler. Baba, “N’apalım gençti işte, bazen göz yumuyorduk dışarıda olmasına,” demişti. Anlaşılan Ceylin öyle her canı istediğinde dışarı çıkamıyordu. Belki de bu yüzden kendi içinde yaşayan bir kız olmuştu. İnsan uğraşacak bir şey bulamayınca özüne dönerdi elbet. Bir de dayısı vardı Ceylin’in. Aileyle birlikte yaşayan, bekâr ve kıskanç dayı… O da kızın dışarıda fazla zaman geçirmesine engel olmuş olabilirdi.
Dayının sorgusunu da dinledim. Vedat’tı ismi. Orta boylu, en fazla yirmilerinin sonunda gösteren, saçları vaktinden önce dökülmüş bir adamdı. Vedat konuşmaya kendisi başlamıştı.
“Neden getirdiniz beni buraya?”
“Sadece bilgi almak için,” demişti karşısındaki Tolga.
“Yeğeninin arkadaşlarını tanır mıydın?”
“Kimi, şu öldürülen oynak kızı mı diyorsunuz?”
“Onun adı Yağmur!”
“Neyse işte, bir onu tanırdım. O orospunun yüzünden öldü benim meleğim, kesin!”
“Ağzını topla, kırdırtma bana şimdi!”
“Tanırdım Yağmur’u, o kadar… Durmadan dışarı çağırırdı Ceylin’i. Babası da yumuşak yüzlüdür. İzin verirdi.”
“Ne var bunda? Gençler dışarı çıkamaz mı?”
“Çıkar da amirim elbet…”
“Neyse, sen söyle bakalım, Ceylin’in başka görüştüğü, tanıştığı, birileri var mıydı?”
Sorgu Vedat’ın “Hiçbir şey bilmiyorum,” cevaplarıyla devam edip son buluyordu. Bir arpa boyu yol kat edilememişti buraya kadar. Fakat ben sabırla her iki ailenin de sorgu-sohbetini sonuna kadar dinledim. Edindiğim ilk izlenim şöyleydi: her iki aileye göre de kızları mükemmeldi, örnek öğrenci ve evlattılar, parmakla gösteriliyorlardı. Bunları duyunca kendi kendime sormadan edemedim: ‘Madem öylelerdi, neden öldürüldüler? Kim, neden yaptı bunu onlara?’
Bu sorularıma ipucu alabileceğim yanıtlar diğer sorgularda olabilirdi. Rıfat olayın aciliyetini -şu mektup ve üç gün meselesini – göz önünde bulundurup kızların bütün tanıdıklarını, şüpheli gördüğü herkesi merkeze aldırmıştı. Yalnızca okul arkadaşlarıyla görüşmek için kızların okuluna gitmişlerdi. Okuldaki ayaküstü sorgulamaların özetine gelirsek, aynen düşündüğüm gibiydi: Yağmur sosyal bir kızdı, Ceylin ise neredeyse asosyal. Bu kadar basit… Yalnız bir ifade vardı ki kafamı karıştırmıştı. Yağmur’dan söz ediyordu arkadaşlarından biri ve şöyle diyordu: “Erkeklerle arası iyi olan bir kızdı. Hayır, hayır güzel olmasından kaynaklanmıyor bu. Yağmur talepkâr bir kızdı. Erkekleri kendine bile isteye çekerdi. Sanki zevk alıyordu bundan.”
Vedat’ın söyledikleri geldi o anda aklıma. Yağmur’un bu karakterini kendi kıt beyniyle ‘oynak’ ve ‘orospu’ olarak nitelendirmişti. Bizim ülkemizde böyledir ne yazık ki! Kız çocuğu biraz konuştuğunda, azıcık sesi yükseldiğinde bu tür sözlerle yaftalanır. Kız çocuğunun susması, evinde oturması gerekir.
Neyse… Başka bir öğrenci de Ceylin için şöyle demişti: “Ceylin mi? Çalışkandı diyemem, derslerde durmadan uyurdu. Kapüşonlu bir şey giyerdi sürekli, kapüşonu başına geçirip uyurdu. Öyle işte… Konuşmazdı da pek kimseyle. Doğrusu yüzünü bile tam hatırlayamıyorum.”
Şimdi sorulması gereken şuydu: Yağmur gibi bir kızla Ceylin’i bir araya getiren neydi? Ortak yönleri… Aynı bölümde okumalarını geçmem gerekiyordu burada, çünkü bu sadece onların aynı ortamı paylaşmalarını ve tanışmalarını sağlamıştı.
Bir rock bardan söz etmişti Rıfat. O bar kızların ortak noktası olabilir miydi?
Rıfat’tan barın çalışanlarıyla ve müdavimleriyle gerçekleştirdiği sorgunun kayıtlarını açmasını istedim. Ne de olsa herkes gelmişti merkeze ve mutlaka içlerinden biri veya daha fazlası açık vermiştir sorgusunda, diye düşünüyordum.
***
Barmaid Eda’nın sorgusundaydı sıra. Rıfat kızın tam karşısına oturmuştu, yardımcısı Tolga ise ayaktaydı. Yağmur ve Ceylin’i ne kadar tanıdığını sorarak başlamışlardı sorguya. Eda kayıtsız kalıyordu sorular karşısında, üstü kapalı, üç beş kelimeli cümleler kurup susuyordu. Tolga sinirlenmişti kızın bu haline.
“Öldürülen sen de olabilirdin! Bunu hiç düşündün mü? Şimdi ya adam akıllı cevaplar verirsin ya da geceyi burada geçirirsin.”
Tolga’nın tehdidi işe yaramıştı.
“Yağmur ve Ceylin bara gelirlerdi sadece o kadar. Yakından tanımıyordum.”
“Kimlerle konuşurlardı barda?”
“Valla o Yağmur… Nasıl desem… Çok işveli bir tipti. Erkekler kuyruk oluyordu peşinde. Güzel kızdı Allah var. Bizim grubun solisti Emre… Onunla bir ilişkisi olduğunu duymuştum.”
“Kim bu Emre?”
“O da üniversite öğrencisi. Biraz değişiktir ama.”
“Nasıl değişik yani?”
“Kafası dumanlı gezer sürekli.”
“Uyuşturucu mu?”
“Benden duymuş olmayın ama evet.”
Barmaid Eda’da bir şeyler yakalamıştım. Fakat ne olduğunu ben de bilemiyordum, daha doğrusu kelimelere dökemiyordum. En öz anlatımla bir şeyler sakladığını, bazı gerçeklerin üstünü örttüğünü, her şeyi söylemediğini hissettim.
Sorgunun devamını da izledikten sonra, “Bu kızla bir de ben konuşayım,” dedim Rıfat’a.
“Bir şey mi gördünüz amirim? Bizim gözümüzden kaçan…”
“Şu anda ben de bilmiyorum bunu, kızla konuşunca söylerim.”
“Aldıralım mı merkeze hemen?”
“Yok, yok, mekânında görmek istiyorum kızı. Hem gitmişken şu solist Emre’yle de konuşuruz.”
“Emre’yi sorguladık aslında ama pek bir şey anlatmadı bize.”
“Tahmin edebiliyorum. Bunların sakladığı bir şeyler var.”
***
Simurg Bar’ı kolaylıkla bulduk. Hatta içeri girmeden önce etrafı gözlemleme fırsatımız bile oldu. Bir insan kalabalığı vardı barın önünde, ilçenin merkezindeydik ne de olsa. Gelen, giden bir sürü genç, yaşlı insan. Gülen, eğlenen, gezinen, para kazanmaya çalışan, köşede ayaküstü yemek yiyen insanlar… Belki bizim katil de bunların içindeydi.
Saat akşam dokuzdu; bu tür mekânların geç saatlerde açıldığını biliyorduk, bu yüzden akşama kadar beklemiştik.
Güvenlik görevlisi yoktu barın girişinde, isteyen elini kolunu sallayarak girebiliyordu. Bu bir şey söyler miydi bize? Elbette. Simurg Bar’ın pek de tekin bir yer olmadığını söylerdi.
Simurg’u görünce nedense Amerikan filmlerindeki underground mekânlar gelmişti aklıma. Belki gerçekten benzetilmeye çalışılmıştı, bilmiyorum.
İçeriden canlı müzik sesleri geliyordu. Elektrogitarın tiz çınlaması ve baterinin tok vuruşları bir anda canlandırmıştı beni. Karanlık bir geçitten yukarıya doğru çıkan merdivenleri tırmanmaya başladık. Çıktıkça sesler daha da yükseliyordu. Bu kez çift kanatlı, yarım bir kapı karşıladı bizi. Western filmlerindeki bar kapıları gibi… Amerikan özentisi bir detay daha… Tek elimle itip açtım kapıyı. Rıfat, Tolga ve ben geçtikten hemen sonra arkamızda hala salınan iğreti şeye göz ucuyla baktım, kelebeğin kanat çırpışlarına benzeyen hareketini bir süre daha devam ettirdi.
Barmaid Eda’yı bulmamız zor olmadı, barın arkasında, dekoltesiyle ben buradayım diyen tek barmaiddi zaten. Rıfat kimliğini gösterdi. Fakat söze ben girdim. Kızın dikkati bir anda bana döndü.
“Sizin bir de solist bir çocuk varmış, Emre, onunla sessiz bir yerde görüşebilir miyiz?”
“Emre şu an sahnede ama.”
“Ara versin o zaman, acil bir durum var.”
Kız dediğimi yaptı. Emre’yi sahneden çekip aldı. Arka tarafta personelin sigara içtiği zift kokulu bir odaya girdik. Emre benim karşımda dikiliyordu öylece, çocuğun duruşuna bile sinir olmuştum. Vıcık vıcık yağ içindeki uzun saçlarını avurtları çökmüş suratına doğru salmış sıska bir oğlandı. Bir anda sağ elimle boğazını kavrayıp çocuğu tuhaf grafitilerle dolu duvara yapıştırdım.
“Konuş lan it oğlu it!” diye bağırdım, “Sen öldürdün kızları değil mi? Sen mi yolladın o mektupları?”
Çocuğun kan çanağına dönmüş mavi gözleri iri iri açılmış, pörtlemişti iyice.
“Ne mektubu abi?” diyebildi.
“Uyuşturucu veriyordun değil mi lan kızlara?”
“Yok abi, ben…”
“Konuş, ne işin vardı o zaman kızlarla?”
“Yağmur’la takılırdık arada.”
“Diğer kız?”
“Onunla konuşmadım hiç. Bir de… Beni bıraksanız rahatça anlatacağım.”
Çocuğun boğazını tutan ellerimi yavaşça gevşettim. Yakasından tutuyordum hala.
“Konuş!”
“Ceylin’i çok az tanırdım. Buse gelirdi bir de bunlarla. O çok isterdi benden, mal isterdi yani.”
“Buse kim?”
“Yağmur ve Ceylin’le takılırdı. O da hukukçuydu.”
“Mal verdin mi hiç ona?”
“Bir iki defa verdim. Satmadım ama abi sadece verdim…”
Bu kez “Amirim,” diyerek barmaid Eda girdi söze.
“Ben bir defa Ceylin’in Buse’den bir şırınga aldığını görmüştüm.”
“Ne zaman?”
“Geçen haftalarda.”
“Neden şimdi söylüyorsunuz bunları ha? İlla gelip canınızı mı yakalım?”
Rıfat ikisini de emniyete aldırmak istiyordu. Gerekli emirleri verip hemen apar topar aldık bu ikiliyi. Merkezde biraz daha terletecektik. Bir de tabii şu ‘Buse’ denen kızı bulmalıydık. Uykusuz saatler bekliyordu bizi.
***
İşe bakın ki masum gibi görünen fakat paçalarından ifritlik akan bu ikili polis merkezinde de ifadelerini değiştirmedi. Bana kalırsa katil olmasalar da birçok suça bulaşmışlardı. Fakat sürekli aynı şeyi tekrarlıyorlardı: Emre, Yağmur’la takılıyordu –neyse bu takılmak?- Ceylin’le pek konuşmazdı. Buse denen üçüncü bir kız vardı onlarla gezen. Eda da bu Buse’nin bizim ikinci kurbana bir şırınga verdiğini görmüştü.
Tabii önemli bilgilerdi bunlar, inkâr edemem. Şu Buse’nin Ceylin’e verdiği şırınga kızımızın katlinde mi kullanılmıştı? Ki bu cinayet aletinin üzerinden çıkan Ceylin’e ait parmak izlerini açıklardı. Ayrıca Buse’nin uyuşturucu kullanan bir kız olması bizim kızların da bir bağımlı olma ihtimalini düşündürüyordu. Fakat otopside bunlara bakılmıştı. Toksikolojileri temiz çıkmıştı ikisinin de.
“Neler oluyor lan?” demeden edemedim.
Buse’nin evine doğru yola çıkmıştık. Son on beş dakikadır ön koltukta başımı cama yaslamış düşünüyordum. Yolun kenarındaki ormanlık arazide ağaçların arka arkaya gözümün önünden geçmesinden daha hızlıydı düşüncelerim. Bir anda ağzımdan çıkıvermişti. “Neler oluyor lan?”
Şoförümüz Rıfat’tı. İrkilmişti aniden konuştuğum için. Yine de “Valla amirim ben de bilmiyorum,” dedi sakince.
Arkada Tolga uyukluyordu. Arabanın sağ aynasından çok rahat görebiliyordum Tolga’nın kısılan mavi gözlerini. Buse’nin evi benim yaylaya çıkan yoldaydı. Merkeze epey uzaktı. Bu yüzden biz gidesiye kadar Tolga da uykusunu alabilirdi.
Buse’lerin evi dağın güneş alan yamacına sırtını dayamış, üç katlı, beyaz badanalı bir yapıydı. Pencereleri adi keresteden, boyanmamış. Özensizce yapılmış bir köy evi. Geniş bir bahçesi vardı evin, bahçede portakal ağaçları. Mevsim itibariyle yeni açan portakal çiçeklerinin kokusu doldurdu burnumuzu. Arabamız eve doğru yaklaşırken şalvarlı, başörtülü bir kadın çıktı kapıya. Buse’nin annesi olmalıydı bu. Geleceğimizden haberi vardı fakat muhtemelen anlatacaklarımız hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Nasıl diyecektik şimdi kızının uyuşturucu kullandığını, iki kişiyi öldüren bir seri katilin üçüncü maktul adayı olduğunu? Evet, Buse’nin ismini duyduğumdan ve Yağmur-Ceylin ikilisi ile gezdiğini öğrendikten sonra üçüncü kurban olmaya en yakın aday olarak onu belirlemiştim. Rıfat’la aramızda konuşmamıştık fakat onun da benim gibi düşündüğüne emindim.
“Buse’yle özel konuşabilir miyiz?” diyerek anneyi uzaklaştırmak istedim. Kadının içini kaldırmak istememiştim hiç. En azından şimdilik…
Buse sıradan, ev haliyle, gri eşofman altı ve pembe kapüşonlusuyla karşıladı bizi. Kızdaki tek aykırılık dudağındaki ve kulaklarındaki pirsinglerdi. Konuşmaya gönüllü görünüyordu fakat çekiniyor gibi bir hali vardı. Muhtemelen ailesinden… Bu da Buse’nin bize anlatacaklarının kapsamını daraltabilirdi. Kızı ev ortamında değil de barda ya da okulda yakalamak isterdik ama vaktimiz yoktu.
“Buse, Ceylin ve Yağmur’a neler olduğunu biliyorsun değil mi?”
“Evet,” dedi sakin bir sesle.
“Kim yapmış olabilir bunu?”
“Bilmiyorum, hiç bilmiyorum.”
“Üçüncü kurban olmaktan korkmuyor musun?” diye sordum pat diye.
“Evet, tabii ki,” dedi. “Korkmaz mıyım hiç?”
“Ceylin ve Yağmur nasıl kızlardı? İlişkiniz ne düzeydeydi? Ortak arkadaşlarınız?”
“Kankaydık, daha ne diyebilirim. Ortak bir sürü arkadaşımız var ama…”
“Evet, ama…”
“Üçümüz de Emre’ye aşıktık.”
Buse bir anda söyleyivermişti bunu. Neden böyle bir çıkış yaptığını anlıyordum. Korkusuna yenik düşüyor, bütün bildiklerini, gerçekleri pat pat söylüyordu. İyi bir şeydi bu bir yerde bizim için.
“Nasıl yani?” diye sordum. Şu aşk meselesini iyice bir irdelemek istiyordum.
“Öyle işte, aşıktık. Ama Emre Yağmur’a takmıştı kafayı. Bizi gözü görmüyordu.”
“Bu Emre yüzünden mi başladın uyuşturucuya?”
Uyuşturucu kullandığını inkâr etmeye çalıştı.
“Biz her şeyi biliyoruz, sen anlat istersen.”
“Evet, Emre verdi birkaç kez öyle başladık.”
“Çoğul kullandın!”
“Ceylin de alışmıştı.”
“O yüzden mi şırınga verdin Ceylin’e?”
“Siz bunu nereden biliyorsunuz?”
“Geç bunları, şimdi soruma cevap ver!”
“Şırınga verdim ama mal için değil. Biz sigaranın arasına katardık malı, anlarsınız ya…”
“Şırınga ne alaka o zaman?”
“Bilmiyorum, Ceylin istedi bir kere, eczacı arkadaşım var ondan alıp verdim. Hatta sordum ‘İşi ileri götürüp damardan başlamadın değil mi kız?’ dedim.”
“O ne dedi?”
“Başka bir şey için lazım olduğunu söyledi.”
“Kendisi gidip eczaneden şırınga alamıyor muymuş? Senden niye istemiş?”
“Kimse görmesin istiyormuş, babası falan duyar diye korkuyordu, küçük ilçe ne de olsa, eczacı tanıdık.”
Çok garipti. Öğrendiklerimiz aklımı ve bütün dikkatimi Ceylin’in üzerinde toplamama sebep oldu. Bir iş vardı bu işin içinde. Kafamda da bir çözüm vardı ama kimseye bir şey söylemedim. “Buse seninle bir oyun oynayacağız ve bu katili bulmamızı sağlayacak, var mısın?” diye sordum yalnızca. Başını sallayarak soruma yanıt verdi. Oyunumuz başlayabilirdi böylelikle.
***
Buse’nin peşindeydik. Rutin işlerini yapmasını, bizim onu her an takip edeceğimizi söyledik. Katilin bir şekilde Buse’ye yaklaşıp onu öldüreceği yere götürmesini bekliyorduk. Suçüstü yapacaktık. Kısaca ve basitçe amacımız buydu. Basit ama kesin çözüm gibi göründü bana bir anda. Tabii katilin bizi fark edip yeni bir oyunun içine girmesi ihtimalini de göz ardı etmiyorduk.
Buse okula gitti. O günkü derslerine girip çıktı. Kantinde vakit geçirdi. Arkadaşlarıyla konuştu (içlerinden biri bizim katildi belki de). Hiçbir şey olmadı, dişe dokunur hiçbir şey… Katilin bize verdiği sürenin dolmasına altı saat kalmıştı. Altı saat içinde Buse’yi mutlaka öldürmeye çalışacaktı. Başka bir olasılık düşünemiyordum o anda ya da –hadi itiraf edeyim- düşünmek istemiyordum. Ya hedef başka bir kızsa, demeden de edemiyordum kendi kendime. Buse’ye de dediğim gibi bir oyun oynuyorduk, kumara yakın bir oyun…
Okuldan sonra Buse evine gitti, kapısının önünde, arabada bekledik birkaç saat. Gelen giden olmadı. Her çarşamba olduğu gibi Simurg Bar’a gidecekti bugün. Çünkü Emre çıkıyordu sahneye çarşambaları. Simurg Bar’da oyalanırken katilin verdiği sürenin dolduğunu fark ettik. Bir panik içinde olmam lazımdı ama garip bir sakinlik vardı üstümde. Gereken tedbirleri almıştım, sanırım o yüzden sakindim. Biz bardaydık ama bir ekip de sahilde bekliyordu. Başka bir kızın kurban edilme ihtimalini tamamen çöpe atmamıştım. Sahildekiler teyakkuz halindeydi, herhangi bir anormallikte bizi arayacaklardı.
Katilin verdiği sürenin dolmasının üzerinden üç saat geçti. Buse’yi de alıp Ceylin ve Yağmur’un cesetlerini bulduğumuz olay yerine –sahile- doğru yola çıktık. Yoktu, hiçbir şey yoktu, ortada ceset falan yoktu. İnce kum ayakkabılarıma doluyordu ancak, ayağımın dibinde karanlıkta ne olduğunu anlayamadığım, garip kıpırtılar hissediyordum. Rahatsızdım. Hem planlarımın umduğum gibi sonuçlanmamasından kaynaklanıyordu bu hem de bulunduğum yerden. Tek olumlu şey havaydı; gecenin bu saatinde başlayan kara meltemi serinletiyordu bizi.
Karanlık denize çevirdim bakışlarımı. Bir şey görebilecek gibi odaklandım. Aslında o anda aklımda bir sürü olasılık dolaşıyordu. Bunun karmaşasından kurtulmak için çok önceleri öğrendiğim odaklanma çalışmasını yapıyordum. Başka bir teori vardı kafamda, en başından beri aklımda olan. Bunu doğrulamak üzereydim. Birkaç işim kalmıştı yalnızca.
***
Ceylin’in evine doğru yola çıkmıştık bu kez. Arabayı kullanan Rıfat merakına engel olmadı. “Amirim,” dedi, “kızın bütün eşyalarını merkeze aldırdık zaten. Didik didik ettik her şeyi. Neden şimdi tekrar gidiyoruz?”
“Bilmediğimiz, göremediğimiz şeyler var Rıfat. Bu çok belli…”
“Neden Ceylin amirim, neden Yağmur değil?”
“En son ölen o da ondan…”
Rıfat’ın söylediklerimdeki anlamla ilgili hiçbir fikri yoktu, bu çok belli oluyordu. Yine de hiçbir şey demeden arabayı sürmeye devam etti. Fakat şundan emindim: Ceylin’in evine kadar kafasında kurup çözecekti. Kim bilir belki farklı bir şey gelecekti aklına. Belki de ben çok fena yanılıyordum. Doğrusu bundan da deli gibi korkuyordum.
***
Ceylin’lerin evi Buse’lere yakındı. Yine gösterişsiz, bu kez tek katlı bir yapı karşıladı bizi. Evin etrafı apartmanlarla dolmuştu fakat Ceylin’lerin evi inatla köy evi havasını koruyordu. Bir zamanlar gerçekten de köydü buralar muhtemelen, ilçe buraya doğru büyümüş ve içine çekmişti köyü. Evin yapısı, etrafına göre durumu, neden bunlara çok takıldım diyecek olursanız söyleyeyim: Ceylin’in ailesinin muhafazakâr yani korumacı tabiatının sınırlarını öğrenmek istedim. Bu değişime kapalı zihin her yerde gösteriyordu kendini ve Ceylin’in ailesi kızlarını da bu şekilde yetiştirmiş olmalıydı.
Kapıda karşıladılar bizi, kızlarının odasını görme isteğimizi pek de şaşkınlıkla karşılamadılar. Çay ikram etmek istediler fakat aklımdaki teoriyi doğrulamak, teorime kanıtlar bulmak için bir an önce araştırmaya girişmek istiyordum. Öyle de yaptım. Kızın odasında ilk algıladığım küf ve toz kokusu oldu. Belli ki aile hiç dokunmamıştı odaya ve ev fena halde nem alıyordu. Kızın özel eşyaları yoktu odada. Tek bir kitap bile bırakmamıştı polisler. Karşı duvardaki tablo dikkatimi çekti. Koca odada bir başına kalmıştı ve uzay boşluğunda salınır gibi duruyordu. Çıkardım tabloyu olduğu yerden, kanvas çıtalarından tutup ters çevirdim. İçindeki resmin arka yüzünü koruyan sarı saman rengindeki tabakanın ucu sıyrılmıştı. Elimle çentiği biraz daha genişletip açtım. Korumayla resmin arasından bir sürü fotoğraf çıktı. Birkaç da el yazması not…
Fotoğraflarda başrolde Emre vardı. Emre sahnedeyken, Emre suyunu yudumlarken, Emre yanındakilerle gülüp eğlenirken… El yazısıyla yazılmış notları okudum hemen. Ceylin’in kaleminden çıkmış olmalıydı. Bir mektup gibi, bir itirafname gibiydi. Tabii ki Emre’ye olan aşkından söz ediyordu, Emre’ye methiye düzmüştü kız resmen.
Yağmur olmasa… Yağmur kendisi gibi olmasa, benim gibi olsa, ben de onun gibi… O zaman fark ederdi beni herhalde. Bir gün öyle bir şey yapacağım ki sadece Emre değil herkes farkıma varacak…
Bu satırlar dikkat çekiciydi işte. Teorimi sonunda ispatlayacak, Ceylin’in ellerinden dökülmüş kanıtlardı bana kalırsa.
Yanımda bekleyen Rıfat’a döndüm bundan sonra. “Herkesi merkeze topla,” dedim, “Merak etmeyin, artık kimse ölmeyecek.”
***
Karakolun atmosferi bir anda değişti. Herkes işini gücünü –çoğu evrak işi- bırakmıştı. Rıfat’ın odasında toplanmışlar merakla ve biraz da gerginlikle az sonra anlatacaklarıma odaklanmışlardı. Bütün karakol günlerdir bu olayla ilgileniyordu. Söyleyeceklerim bu yüzden topyekûn herkesi ilgilendiriyordu.
“Ne diyordu Tolga, ilk kurbanın öldürüldüğü saatlerde bir görgü şahidi vardı sahilde. İfadesinde ne demişti?”
“İki kız gördüğünü söylemişti sahilde. Birini Yağmur’a benzetmişti.”
“Peki, Ceylin’in anne ve babasının sağlık kayıtlarına bakmıştık. Annesi ve dayısı ne hastasıydı?”
“İkisi de şeker hastası ve insülin iğnesi kullanıyorlar.”
“Her şey açıkça ortada… Bu olay hem bir cinayet hem de bir intihar.”
“Nasıl yani?” dedi çömezlerden biri. Sabredememişti cümlemi bitirmeme.
“Yanisi şu. Kızların hepsi, yani Yağmur, Ceylin ve Buse, Emre’ye aşık bunu biliyoruz. Emre bu kızlardan sadece Yağmur’a karşılık vermiş. Fakat Ceylin takıntı derecesinde aşık bu Emre’ye. Odasında oğlanın her açıdan çekilmiş fotoğraflarını bulduk, bir de çocuğa düzdüğü methiyeleri. Yazdıklarından anlaşılıyor ki Yağmur’dan nefret ediyormuş Ceylin. Bunu belli etmemiş ama durum çok kötüymüş. Ve bana kalırsa onu öldürünceye kadar varmış bu nefreti.”
“Nasıl emin olabiliriz amirim, Ceylin’in Yağmur’u öldürdüğünden? Elimizde somut bir kanıt yok,” dedi. Rıfat. Haklıydı da. Yıllar öncesinden kalma ‘içgüdülerimle hareket etme’ huyum çıkmıştı ortaya.
“Ceylin’in olası katil olduğunu düşünerek biraz daha araştırma yaparsınız, somut delil de bulacağınıza eminim.”
“Peki, kendini neden öldürdü Ceylin? Bu emniyetle oynadığı mektup olayının anlamı ne olabilir?”
“Kendisinden –özellikle fiziksel özelliklerinden- pek hoşnut olmayan bir kızdı Ceylin. Bana öyle geliyor yani. Bu yüzden hem Yağmur’a hem de Buse’ye karşı kinle doluydu güzel oldukları için. Emre’nin onu bu yüzden görmediğini düşünmüş olmalı. Yağmur gibi olmak istiyordu Ceylin aslında. Buse’yi de biraz korkutmak istemiş olabilir bu mektup oyunuyla. Bir tür intikam… Kendini öldürmesi de geçirdiği depresyonun sonucu. Yani anlayacağınız Ceylin, Yağmur’u insülin iğnesiyle öldürdü ve bir hafta sonrasında da aynı yolla intihar etti. Son mektubu ölmeden hemen önce merkeze göndermiş olmalı. Böylelikle fark edilecekti Ceylin. Onu ne Emre unutabilecekti ne de başkaları. Kafayı takmıştı bana kalırsa buna. Sessizliğinin içinde boğulmuş kız resmen, sonunda iş kendini öldürmeye, cinayet işlemeye kadar gitmiş.”
***
Ben şovumu yapmıştım. Yayladaki inzivama geri dönmüştüm. Birkaç gün geçmeden Rıfat’tan telefon geldi. Yağmur’un öldürüldüğü olay yerinde bir düğme bulmuşlardı. Bu düğme Ceylin’in elbiselerinden biriyle eşleşmişti. Yağmur’un öldürüldüğü sırada Ceylin’in orada olduğu kesinleşmişti. Bayan Çetrefil yakalanmıştı. Fakat bize bırakmadan kendi cezasını kendisi vermişti.
Bense yalnızlık ölüm müdür, özgürlük müdür, diye düşünmeye devam edebilirdim. Rıfat’ın yardımıma ihtiyaç duyacağı başka bir olaya kadar en azından…