Derin bir kuyunun dibinden elleriyle tutuna tutuna yukarı doğru tırmandığını görüyordu Bilge. Tam tepede ışık vardı, gökyüzü oradaydı işte. Tırmandı, tırmandı, kuyunun başına kadar geldi. Kolunu dışarıdaki toprağa yasladı, bedenini yukarı çekti. Işığa alışmak için gözlerini hafif hafif kırpıştırarak açtığında kendini bir ferah ve aydınlık bir hastane odasında yatarken buldu. Koluna serum ve kan torbası bağlıydı. Pek bir ağrı sızı hissetmiyordu aslında, sadece çok ama çok yorgundu. Neler olmuştu böyle? Hafızasında bekleyen olaylar zinciri, birazcık kıpırdamaya teşebbüs ettiğinde beline saplanan keskin acıyla birlikte hızlıca geri yüklendi. Muhtemelen iç organlarından başlayıp dışarı doğru güzelce bir dikmişlerdi Bilge’yi.
Yatağın yanından sarkan kabloların birinde Hemşire Çağırma Butonu gördü, bastı hemen. Birkaç saniye içinde erkek bir hemşire girdi içeri, “Nasılsınız? Geçmiş olsun. Çok şanslısınız,” dedi Bilge’ye gülümseyerek. Şanslı mı? Pöh! Dönebilse, götüyle gülerdi Bilge adama. Sakin sakin evine giderken başına gelmedik kalmamış, üstüne üstlük bıçaklanmıştı. Bunun neresi şanstı acaba? “Konuşabilecek durumda mısınız? Polisler uyanmanızı bekliyordu, ifadenizi almak için.” “Olur, konuşalım,” dedi Bilge kısık sesle, boğazında birikmiş gıcığı temizleyerek.
Hemşire dışarıya çıkıp onay verince odaya müdürü Furkan Bey, patronu Yüksel Bey, iş dolayısıyla sık sık görüştükleri bir Emniyet Amiri, iki de Polis Memuru girdi. Furkan Bey hemen yanına koştu Bilge’nin, “Bilge’ciğim, kızım iyi misin? Çok korkuttun bizi,” diyerek elini tuttu. Yüksel Bey yatağın diğer yanına geçmiş, daha dik ve mesafeli durmakla birlikte sesinde nadir görülür bir şefkatle, “Geçmiş olsun Bilge, neler oldu böyle? İyi ki bizi aradın da hemen müdahale edebildik,” diye onaylıyordu. “Ailene haber verdik, iyileşeceğini, korkmamalarını söyledik. Yola çıktılar, geliyorlar. Sabaha burada olurlar,” dedi Furkan Bey, her zamanki babacan tavrıyla. “Sana verdiğim gaz spreyini, şok tabancasını neden kullanmadın kızım? Böyle durumlar için yanından ayırma demiyor muyum ben sana?” diye sitem etti. “Gerek olduğunu düşünmedim, hallederim sandım,” dedi Bilge sıkıntıyla. Aklına bile gelmemişti gerçekten çantasındaki savunma gereçleri. “Sen şimdi yetkililere her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlat. Şirket avukatlarımız bizzat ilgilenecekler davayla. Herkes elinden geleni yapacak, hiç merak etme,” diye destekledi Yüksel Bey.
Bu kadar ilgi ve şefkat içinde kalmak bir anda gözlerini yaşarttı Bilge’nin. Yardım istemeyi, destek almayı, sırtını yaslamayı bilmeyen, kabul edemeyen bir bünyeye sahipti eskiden beri. Kendiliğinden böyle olmamıştı elbet, zamanla bu hâle gelmişti. Ne yapacaksa kendi yapacaktı, takıntılıydı bu konuda. Ama işte, insanın gücünün yetmediği yerler, durumlar oluyordu hayatta. “Evet, gerçekten şanslıyım, hemşire doğru demiş,” diye geçirdi içinden, gözlerini çaktırmadan silerken.
Polise rahat rahat ifadesini versin diye Furkan Bey ile Yüksel Bey odadan dışarı çıktılar. Bilge yaşadıklarını hatırlayabildiği tüm detaylarla anlattı polise. Ara ara gözü odanın cam kapısına takılıyordu. Koridordaki Furkan Bey ile Yüksel Bey’i görebiliyordu o açıdan, onlar farkında olmasa da. Ayakta konuşuyorlardı. Furkan Bey çok etkilenmişti galiba. Elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı koca adam ciddi ciddi. Bilge, “Ah yazık ya,” diye içinden geçirirken, Yüksel Bey’in onun yüzünü elleri arasına almasını, saçlarını ve yüzünü şefkatle okşamasını, sonra da ona sevgiyle sarılıp öpmesini görmesin mi? Ağzı açık kaldı bir an. Ne anlattığını unuttu. “Ne aptalım, tabii ki aşk yüzünden, başka ne olacaktı!” dedi içinden taşan kikirdemesini bastırarak. Polisler, Bilge’nin durduk yere pişmiş kelle gibi sırıtmasına anlam veremeden yüzüne bakarlarken, “Pardon ya, çok pardon!” dedi ve ağzını kapatmaya çalışarak kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
*** bu hikâyenin sonu ***