Dört çarpı dört cip, yönetim binası önünde öyle bir fren yaptı ki gelenin bir bela çıkaracağını anlamayan kalmadı.
“Patronu görecem!” dedi, orta boylu tıknaz genç adam. “Benim adım Ethem Doruk.”
“Elbette,” dedi sekreter en tatlı sesi, en zarif gülüşüyle. “Sizi beklemiyorlardı sanırım.”
“Hayır,” dedi adam ağzının kenarıyla. “Kimdir buranın sahibi?” Pis bir koku duymuş gibi baktı kadına.
Sekreter Defne Hanım, firma sahibiyle ilgili bir-iki cümle söyledi. Ama şimdi bir telefon görüşmesi yaptığını da ekledi. Şöyle oturmaz mıydı acaba beyefendi? Görüşme biter bitmez…
Sonra o güzel yeşil bakışlarını adama dikti:
“Sizi sinirlendiren bir sorun var sanırım.”
“Evet, şurada komşuyuz, ama şoförleriniz eşşşeklik ediyor!”
Defne Hanım yüzüne ş harfinden buhar fışkırmış gibi geri yaslandı.
“Efendim? Nasıl bir say… Siz şu Amerikan Tütün şirketinden misiniz?”
“Hayır, onun yanındaki Dolgar A.Ş.’nin sahibiyim ben, bayan.” Aşağı düşen dudak kenarları ve göz kapakları.
“Anlıyorum yontma taş, yani taş satışı yapan firma. Acaba direksiyon denetiminde bir sorun mu oldu ki? Tam olarak…”
“Ne tamı, ne yarımı kardeşim? Adam beton kamyonunu üzerime sürdü diyorum!”
“Plakasını ala…”
“TAY 514.” Başını yukarı aşağı hesap soracağını belirtir şekilde salladı birkaç kez.
“Kırmızı mikser,” diye mırıldandı sekreter.
“Kırmızı beton kamyonu, evet! Şımarık olur bu şoför milleti! Ama koyacaksın kapının önüne iki tanesini, bak nasıl ip gibi oluyor o itler! Bilmem mi? Bende de var! Üstelik sarhoş muydu neydi, suratı kıpkırmızı!”
***
Şantiye sorumlusu inşaat mühendisi Faruk, Defne’nin telefonundan sonra onarımı tamamlanan panmikserin yanından ayrılıp ağır ağır yürümeye başladı. Herkes gibi o da canından bezmişti. Arıza yüzünden siparişler ileri kaydırılmış, o günkü hazır beton diğer dökümlerle birleşince işin içinden çıkılmaz olmuştu. Planlamacı mühendis, günde dökülmesi gereken betonu ve dökülebilecek miktarı hesaplıyor, “Fena oluyorum abi, müşterileri kim susturacak?” deyip duruyordu. Tay İnşaat’ın ukalaları da laf anlamıyor, yüklenicisi oldukları işler durdu diye kardeş şirket falan demeyip başının etini yiyorlardı. Yetmezmiş gibi onarım sırasında İsmail Usta kaza geçirmişti. Adam içindeyken panmikser çalışmış, İsmail Usta elleri yarılmış, bir kaval kemiği, iki kaburgası, burnu kırık, sayısız kesikten yüzü kan içinde hastaneye zor yetiştirilmişti. Faruk, sigortasız çalıştırdıkları adamı özel hastaneye götürdükleri için faturanın ne çıkacağını düşünürken terliyordu. Patron özel hastaneyi duyunca… Büyüyüp kalınlaşan harfler tek tek gözünün önüne geliyordu: “Ne! Ne yaptık dediniz? Özel hastaneye mi?”
“Devlet hastanesine götürsen kime meram anlatacaksın Lamia Hanım? Tut ki işini uydurdun, müdahale ettiler, hani sigorta? İş kazası demesen ne diyeceksin? İşe bugün başladı yalanını yutarlar mı sanıyorsunuz efendim?”
Derin derin iç geçirdi. Bina kapısında ayakkabılarının çamurunu, gereğinden uzun bir süre paspasa sürttü. Onu görünce fırlayıp yanına gelen adama ekşi bir suratla baktı. Beklemekten sıkılmış öfkeli konuk, “Bu sizin adamların iyi bir derse ihtiyacı var beyefendi!” diye lafa girdi.
“Hayırdır?”
Faruk Bey başını geri çekip yüzünü buruşturdu. Adamın konuşmasını dinlerken baretini çıkardı, başını kaşıdı, tekrar taktı.
“Hayır,” dedi adam. “Sinirle elimi belime attım. Çekip vuracağım, çoluğuna çocuğuna yazık!”
Faruk, surat ifadesini bozmadan dişlerini sıktı, sağına soluna baktı.
“Aman beyefendi, iyi ki… O bizim en belalı şoförümüz, 14’lüyle gezer. Bilirsiniz, bazılarının kafası kızdı mı gözü bir şey görmez. Alıngan adamdır. Acaba alınmasına neden olmuş olmayasınız?”
“Alınmak mı? O herifin işten atılmasını istiyorum! Benim şoförlerimden biri için böyle bir şikâyet olsa hiç tutmam!”
“Ya, demek öyle. Ne yazık ki biz böyle davranmıyoruz. Bir de onu dinleyeceğiz. Tutanak tutacağız. Cezası neyse veririz. Ama dün ağır bir iş kazası oldu. Bir adamımız az daha panmikserin içinde kıymaya dönüşecekti. O yüzden çok bitkinim. Ama gerekeni yapacağım. Siz rahat olun.”
“Arabayı üstüme sürdü beyefendi! Kasıt! Adam öldürmeye kasıt var diyorum! Psikopat mıdır, sosyopat mıdır, buradaki adamlara da zarar verir! Atın işten yoksa sizden de şikâyetçi olurum!”
Faruk Bey kartını uzattı.
“Sizinkini de alayım, bilgi veririm.”
Ethem Bey, elinin tersiyle kartviziti itti. Dört çarpı dördüne bindi. Parmağını sallayarak tozu dumana katıp manevra yaptı. [DİKKAT! ŞANTİYE ÇIKIŞI!] tabelasının yanından geldiği gibi hızla çıktı. Güneş, sinirli bir sırıtışla dolum bekleyen kırmızı mikserin dişlerinde, ona yaslanmış kızıl sakallı şoförün aynalı gözlük camında ve usturaya vurulmuş kafasında parlıyordu. Dört çarpı dörtteki herifin onu işten attırmaya çalıştığını çoktan ona fısıldamışlardı…
***
Ethem Bey eve gitmeye karar verdiğinde saat 01.20’yi gösteriyordu. Çalışırken yudumladığı viski onu hayli yatıştırmıştı. Binadan çıkıp bahçedeki arabasına yürürken keyfi yerindeydi. Bekçi otomatik kapıyı açmış, kulübesinin dışında, ayakta bekliyordu. Patron, dört çarpı dördü yavaşça kaydırdı.
Yan yolun ortasına ulaştığında arka koltuktan doğrulan bir gölge mırıltılı bir sesle, “Şantiye yoluna sap, hızını sakın değiştirme,” dedi.
Adam irkildi. Aynadan tek görebildiği parlayan bir kafaydı. Tabancasını yanına aldığına sevindi. Birkaç dakika sonra farlar tabelayı aydınlattı:
[DİKKAT! ŞANTİYE ÇIKIŞI!]
“Cep telefonunu ve tabancanı bana uzat. Sonra da dur. Sakın çakallık gelmesin aklına. Ensene bir delik açarım, hiç bakmam.”
Araba durur durmaz iki köpek havlamaya başladı.
“Arabadan in.”
“Saçmalama, köpekler beni parçalar.”
“Belki.”
“Hayır!”
“İn lan!”
Kapıyı açtı. Hırıltılara dönüşen seslerden inmesini sabırla bekledikleri anlaşılıyordu. Kapıyı kapattı.
“İmkânsız!”
“Peki, sen istedin.”
Arka kapı açıldı ve adam arabadan iner inmez siyah doberman pincsher cinsi Zift’le Kars çoban köpeği Zeytin içeri atladılar. Ethem Bey, garip bir çığlık attı. Çıkan ses, köpekleri daha çok azdırdı. Dişler ve patiler çalışmaya başladı. El yordamıyla kapının kolunu bulup kendini dışarı atıp hızla kapattı. Kalbi, göğüs kafesini parçalamak için gümbürdüyordu. Çaresiz ve şaşkındı. Olup bitenleri kafasında düzene koymaya çalışıyordu. Denetimin elinden kayıp gitmesi, onu çökertmişti. Yarı karanlıkta başka bir tabela çarptı gözüne:
[DİKKAT TEHLİKELİ BÖLGE, BU NOKTADAN SONRA BARET, GÖZLÜK VE KORUYUCU AYAKKABI ZORUNLUDUR]
Ensesinde emir veren adam yok olmuştu. Karanlığı bir ağustos böceği ve bir transistorlu radyo kemiriyordu. O tarafa; farlar dışında şantiyede görünen tek cılız ışığa doğru koştu. Gece bekçisi olmalı!
[TEHLİKE! ASİT TANKI!]
[VİNÇ ÇALIŞMA ALANI! ASILI YÜKE DİKKAT ET!]
“İmdat yardım edin!”
Nefes nefese içeri girdi. Masaya, kollarının üstüne yatmış adam derin uykudaydı, radyoda reklâmlar vardı.
“Hey! Baksana! Köpekler saldırdı! O adam beni tehdit…”
Sırtına iliştirilmiş kâğıdı gördü: “Onun yemeğine uyku ilacı koydum.”
Telefona atıldı. Hat kesikti. Gece bekçisinin cep telefonu masanın üstündeydi, pili yoktu!
Telsiz çalışmıyordu. Buradan çıkmalısın! Çıkabilirsin! Köpekler arabanın içinde, nereye gidebilirim?
Pencereden dışarıyı görmeye çalıştı. Karanlık… Uzakta kalmış arabası farları açık duruyordu. Dışarı çıktı.
[BARETİNİ TAK! MALZEME DÜŞEBİLİR VEYA FIRLAYABİLİR.]
Kapının önündeyken etrafı dikkatle dinledi. Başka bir telefon bulabilirdi. Sessizce en yakın binaya yürüdü.
[LABORATUVAR. YALNIZCA GÖREVLİ PERSONEL GİREBİLİR.]
Labrador retriever cinsi Kar, onu bekliyordu. Geri geri gidip…
[KUMANDA ODASI. BU ALAN İZİNSİZ GİRİŞLERE KAPALIDIR.]
Kapı kolu? Elini bir metal kesti. Boğuk bir ses çıkardı. Kilitli!
Can havliyle yön değiştirdi.
[JENERATÖR – ÖLÜM TEHLİKESİ. GÖREVLİDEN BAŞKASI GİREMEZ!]
Elinden boşalan kanın yere damladığını hissediyordu. Kilitli!
Kösele ayakkabıları ve kendi nefesinden başka ses yoktu. Birden durdu. İçinde büyüyen panik duygusuna karşın… Çok küçük sesler… Hayır, duymaktan öte bir algıydı onu uyaran. Yerdeki betona değen… Tırnaklar… Köpeklerin havlamadığını o zaman fark etti. Hızla geri döndü. İki kara köpek dilleri dışarıda iki metre uzağında –hayır– üç köpek-atlamak üzere –hayır, hayır beş tane – bir kapı daha! [DİKKAT GİRMEK YASAKTIR!] Can havliyle bir kol buldu. Açık! Tanrım! Son anda kurtulmuştu. Ağır demir kapıyı kapatıp yalın bir karanlığa sığındı… Boğazından fırlayıp kaçmak isteyen kalbini eliyle tutmuş, ağzını sonuna kadar açmış hâlde iki büklüm derin nefes aldı bir süre. Öksürüp korkusunu atmaya çalıştı. Buradan kıpırdamamalı! Sabahı beklemeli!
“Kimse yok mu?” Yer ve duvarlar metal sesi veriyordu. Tavanın yüksekliğini anlamaya çalıştı. Sesi… Bir kuyunun dibinde olduğunu düşündürecek kadar yükseldi, yükseldi. Nem kokusu… Yukarılarda sarı bir ışık yavaşça belirdi. Çelik ızgarayla sağlamlaştırılmış düşük voltajlı bir ampul. “Burada biri var!” Eli zonklamaya başladı birden. Parmaklarından süzülen kan… Işığın işaretlediği yerde tabancası duruyordu! Sevinçle, korkuyla, utkuyla hamle etti. Yanlış adım! Ayağı pervane kanadı gibi bir şeye takılıp düştü. Tutunamadı. Alnını demir bir çıkıntıya çarptı. Bir an ışık gidip geldi. Ağzında kötü bir tat oluştu. “Çok şükür tabancamı bul…”
Beyaz bir kâğıt… Kâğıttan korktu. Ama yine de okudu: “Panmiksere hoş geldin! Tay Hazır Beton güvenli yaşamlar sunar.”
“Kum, çakıl, kül, bir de sen!” Yeşil, küf kokulu, sinsi… ses.
Kontrol duygusunu tümüyle yitirdi. Öfkeyle bağırdı:
“Kimsin sen?”
“Elin uf mu oldu?”
“Kimsin?”
“Adım Melek. Kırmızı mikserin şoförü. Beni hatırladın mı cici çocuk? Hani şu atın işten dediğin… Cık, cık, ama itin biri istiyor diye ekmek ağacına balta vurulur mu öyle? Karıma anama, babama, yedi çocuğuma kim bakacak sonra?”
“Y-yok, s-sen yanlış anladın.”
“Ya, ne demezsin.”
“Lütfen…” Vücudundan ter fışkırdı. Yanlışlıkla alnını yaralı eliyle silmek istedi, bulaşan ıslaklıktan irkildi.
“Ne o, solunum güçlüğü mü çekiyorsun?”
“Neydi adın?”
“Melek.” İkinci “e” vurgusuyla sözcüğe saf ve temiz anlamı yüklenmişti. “Kızıl Melek, derler bana. Adım şaşırtıyor, değil mi? Herkesi şaşırtır. Hikâyesini dinlemek ister misin? Kırk günlükken hastalanmışım. Ölecek demişler. Dedemin aklına atadan kalma bir tedavi gelmiş. Dolunay zamanı beni götürüp mezarlığa bırakmış. ‘Melekler bebeği geri getirecek,’ demiş. Gün doğarken ağlamamı duymuşlar. İyileşmişim. Alıp eve getirmişler. Dedem de melekler geri getirdiği için adımı Melek koymuş.”
Ses kesildi. Bitmiş bir sigara dönerek aşağı düştü.
“Beş dakika sonra panmikser çalışacak,” dedi Melek, iç geçirerek. Bir yerlere vurdu, metalik ses yankılandı. “2.450 kilogramlık bu.”
“Hayır!” dedi Ethem Bey, sözcük metal duvarlardan kaçtı, sekti, geri geldi. Sonra hiç duymadığı başka bir ses onun sözcüğünü yuttu.
“Agrega bunkeriyle yürüme bandının sesi bu,” diye açıkladı Melek ve Ethem Bey’in görmediği bir yerden ayaklarının dibine çakıl taşları dolmaya başladı. Sıçrayanlar yüzünü, başını acıttı. Bilinmeyen bir yerden komut aldı: KAÇ! Ama ayakları yere çivilenmişti sanki. Dehşete kapıldı.
“Birazdan silolardan çimento ve kül de gelecek,” dedi Melek.
Kurbanın hayal gücü çalıştı. Malzemeler burnundan ağzından içine dolup onu soluksuz bırakacaktı. Buradan kurtulsa bile karışım için tonlarca su. Kapı kapanmış, ayakları çakıl, kum, çimento ve küle gömülü olduğundan kıpırdayamayacak. Yüzmeyi becerse bile… Ne demişti o adam; bir adamımız az daha kıymaya dönüşecekti. BURASIYDI!
“En hızlı devir, en iyi karışım,” dedi Melek. Kahkahası metal duvarları daralttı, adamı sıkıştırdı, sıkıştırdı, soluksuz bıraktı. Beton bulamacından pervaneden… Kaçış yoktu!
“Su sesi,” dedi Melek, sakince. Az önce gülen o değildi sanki. Susup bekledi. Akma uğultusunun iyice duyulmasını istiyordu. Kahkahaların içinde bir yarık açılmış, içine ezici sıvı doluyordu. Ethem Bey duydu. Sonra? Küçük birkaç tık sesi.
Panmikser çalışmaya başladı, diye düşündü. Hayır! Yavaşça ve parçalanarak ölmek istemiyordu. Ona yalvarmalıyım! Vazgeçmeyecek! Niçin? Buradan çıkış yoktu! Dışarıdaysa köpekler! Tabancasını aldı ve ağzına sokup tetiğe bastı! Girdiği yerin kullanılmayan bir silo, ayaklarının dibindeki kanatların ise hurda bir mikser parçası olduğunu ve asla çalışmayacağını bilemezdi…