Şirketten sessizce istifa ettim ve ailemin desteğiyle yurt dışına gittim. Olanlar beni haliyle çok kötü etkilemişti. İngiltere’de bazı kafe ve restoranlarda çalıştım önceleri. Kalıcı ve formasyonumla ilgili bir iş bulana kadar. Beş altı ay sonra şansımın da yardımıyla bir bankanın merkezinde fena sayılmayacak bir pozisyonda işe girdim. Yaklaşık yirmi beş yıldır da aynı bankadayım. Şu anda insan kaynaklarından sorumlu genel müdür yardımcısıyım. Kariyer basamaklarında tepelere geldim.
Bugüne kadar herhangi bir konu hakkında büyük konuşmamak gerektiğini hep söylerdim. Bilirsiniz, bazı kırmızı çizgileriniz vardır ve genelde onların dışına çıkmaz, başkalarını ve kendinizi şaşırtmaz, güvenli bölgenizde yaşar gidersiniz. Kitaplarda okuruz, filmlerde izleriz; bazen bir an vardır, bir saniye. Orada bir seçim yaparsınız. Doğrudur ya da yanlıştır, amacım bunu sorgulamak değil. Haddim de değil zaten. Ancak o seçimi yaptığınızda, önceki siz değilsinizdir. İşte dikkat çekmek istediğim nokta tam da bu. Sizi o noktaya götüren etkenler saniyenin onda birini yaşadığınızda önemini yitirmiştir artık.
Uluslararası bir finans toplantısı için İstanbul’a gelmiştim. Çalıştığım bankanın fonlayıcısı olduğu bir projenin çıktılarının masaya yatırılacağı, birçok beyaz yakalı için önemli iş bağlantılarının kurulacağı, orta ve üst düzey yöneticilerin kimilerinin iyi kalite çakma Rolex saatlerini sergileyecekleri bir ortamdı anlayacağınız. Açılış konuşmaları, sunumlar, atölye çalışmaları derken ikinci günün sonuna gelmiştik.
Programın öğleden sonraki kısmında bankaların siber ve fiziksel güvenliği konusu konuşulurken bir adam dikkatimi çekti. Beyaz saçları, çopur yüzü, uzun ince fiziğiyle ve kendinden emin tavrıyla dikkat çeken biriydi. Birkaç saniye sonra başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Adamı hatırlamıştım! Ancak emin olmak için biraz daha izledim. Konuşmasındaki vurguları bile dikkatimi çekmeye başladı ve beni yıllar öncesine götürdü. Soğuk soğuk terliyor, gözüm seğiriyor, midem ağrıyordu.
Dinleyicilerin arasından hızlıca çıkarak toplantının yapıldığı otelin bahçesine indim. Dışarı adımımı atar atmaz bir sigara yaktım. Dumanı içime hapsettim adeta. Yağmur yeni dinmiş etraf toprak kokusuyla dolmuştu. Bahçedeki çimler parıldıyordu. Zamanı geri sardı hafızam…
Kışın en soğuk günlerinden birinin akşamı, iş çıkışı eve dönerken siyah bir araba yolumu kesmişti. Beni zorla bindirip konuşmaya götürdüklerini söylediler.
Kafamı su dolu bir varile sokup nefessiz bıraktılar. Tekmelerdiler, yumrukladılar. Defalarca aynı şeyi yaptılar. Aldıkları sokağa geri bıraktıklarında kan tükürüyordum, ön dişlerimden biri de kırılmıştı. Bu adamlar şirketin anlaşmalı olduğu güvenlik firmasının adamlarıydı. Ne olur ne olmaz diye benim gözümü korkutmak istemişlerdi. Şirket hesaplarındaki açığın nereye gittiğini tespit edemedim ama bir işler döndüğünü anlamıştım. Ben çiçeği burnunda bir hesap uzmanı olarak bunu tereddütsüz tespit edebildiysem, ortadaki suistimalin boyutlarını düşünün derim.
İlaç firmalarında eskiden beri birtakım yolsuzluklar olduğu bilinirdi. Daha sonradan kafama dank edense işin ucunun bana da dokunduğuydu.
Ağzım yüzüm şiş eve döndüğümde gördüğüm manzara karşısında şoke oldum. Beni arabaya bindirip götürdüklerinde birkaç kişi eve girmiş, bir şeyler aramışlardı. Etrafı o kadar dağıtmışlardı ki, gören savaş çıktı zannederdi. Bilgisayarlar, kitaplar yerlerde, çamaşırlar karmakarışıktı. Polisi aramaya korktum. Şehrin göbeğinde ama dağ başındaydık sanki!
Başlarındaki adam, Zeki diye biriydi; Zeki Koral. Çopur yüzlü, uzun boylu, kara kuru bir herif. Daha çok o vurdu bana. Kafamı su dolu varile soktuğunda sadist bir keyif alıyordu. Hiç unutmadım suratındaki o ifadeyi. Bir de kafam suyun içinde çırpınırken “Nefesini tut” deyip pis pis kahkaha atmasını. Beni çırılçıplak soydular. Kafama silah dayayıp dansöz kıyafeti giymemi istedi Zeki. Karşı çıktım. İki yumrukta yere serdi beni. Silahı ağzıma soktu ve “Sıkarım ulan, geberir gidersin!” dedi. Mecbur dediğini yaptım. Sonra…
İşte bunu bilinçaltıma ittim senelerce. Olanlardan kimseye bahsetmedim. Onurum kırılmıştı. Korkmuştum. Hiçbir şey yapamadım, kaçmaktan başka.
Yaşadığım korku dolu birkaç saat, hayatımın sonraki dönemlerinde unutmak istediğim ve hafızamın çöplüğüne gönderdiğim bir zaman dilimiydi. Ancak bilirsiniz, çöpü temizlemezseniz, zamanla kokusu inanılmaz kötü olur, rahatsız eder.
Bu Zeki, zamanında adı birçok şaibeli işe karışmış mafya bozuntusu Kazım Nalbantoğlu adındaki sapığın ayak işlerine de bakarmış. Onun maşasıymış. Bok boku kenefte bulur derler ya, tam o hesap. Zeki Koral, çok göz önünde biri değildi Kazım Nalbantoğlu’nun aksine. Kazım şüpheli bir şekilde evinde ölü bulunmuştu geçen sene, olay basında geniş yer buldu. Kim öldürdü, niye öldürdü, mesele aydınlanmadı. Hoş, yüzlerce insan vardır o pis herifi öldürmek için sebebi olan bu da ayrı mesele.
Bilinçaltı yolculuğumu dudağımdaki yanma hissiyle mecburen sonlandırdım. Sigaramı filtresine kadar içmişim. Kapının oradaki ayaklı küllüğe izmariti attım ve içeri geçtim.
Program yarım saat kadar süren kapanış konuşmalarıyla sona erdi. Benden de bir değerlendirme konuşması istediler. Ne anlattım ne söyledim, hatırlamıyorum. İçim ürpererek, elim ayağım tutmadan bir şeyler geveledim.
Yemekten önce herkes bir şeyler içmek üzere fuaye alanında toplanmıştı. Bilinçsiz ve otomatikleşmiş hareketlerle ben de gittim. Viski bardağını tutan elim titriyordu. Yanımdakilerin sohbete dalmasından faydalanarak ceketimin iç cebine atıştırmalıkların olduğu masada unutulan meyve bıçağını koydum. Emindim, kimse fark etmemişti. Bir ara Zeki ile göz göze geldik. O pis sırıtışıyla bakıyordu bana, beni hatırladığını anladım.
Mecburen de olsa insanlarla sohbet ettim. Etrafımı saranlar Türkiye’nin önemli banka ve finans kuruluşlarının tepe yöneticileriydi. Hem biraz toparlanmam da gerekiyordu. Birkaç dakika sonra yapacaklarımı düşününce, hiçbir açık vermemem gerektiği tekrar zihnimde dolaştı. Zeki’yi kuytu bir yerde kıstırmalıydım. Zeki’nin yılışıkça konuşarak rahatsız ettiği kadınların yanından ayrılıp tuvalete doğru yürüdüğünü fark etmemle, pozisyon almam bir oldu. Tuvalet bunun için biçilmiş kaftandı, çünkü tuvaletlerde kamera yoktu. O saniyeden itibaren yanıma yeni yılda piyasaların durumu hakkında fikrimi soranlara ya da bizim bankadaki açık pozisyonlarla ilgili çaktırmadan bilgi almak isteyenlere ayıracak bir saniyem bile yoktu. Zeki tuvalete girince telefonumu sessize alıp sanki biriyle konuşuyormuş gibi kulağımda telefonla yürüdüm.
Tuvaletin kapısına gelince hayalî telefon görüşmemi sonlandırarak tuvalete girdim. İlk başta içeride onu göremedim. Belli ki kabinlerden birindeydi. O sırada şırıl şırıl bir işeme ve ardından sifonun sesi duyuldu.
Bir dakika kadar sonra kabinlerden birinin kilidi açıldı. Zeki karşımdaydı.
“N’aber ulan süt bebesi, hatırladın mı beni?” dedi.
“Yıllar geçti, süt bebesi bir halim kalmadı, seni hiç unutmadım,” dedim.
O an tekrar yıllar önce beni dövdükten sonra üzerimden dansöz kıyafetini çıkarmasını, dizlerimin üzerine çöktürmesini, silahı ağzıma sokmasını, arkama geçerek kemerini çözüp pantolonunu indirmesini hatırladım. Elimi ceketimin iç cebinde duran bıçağa götürdüm. Çıkarıp tam kalbine sapladım. Zeki böğürmeye ve sendelemeye başladı. Birkaç saniye içinde önünde durduğu kabinin içine, yere yığıldı.
Göğsünden kan fışkırıyor, yerde debeleniyordu. Fayanslar kıpkırmızı olmuştu. Birkaç saniye sonra hareketsiz kaldı. Nabzına baktım, atmıyordu.
Pisuvarda çişimi yaptım. Ellerimi uzun uzun köpürterek yıkadım. Tuvaletten çıktım.
Kiralık aracımın bagajında duran, erkek kardeşime hediye aldığım kırk dört numara ayakkabılarla ayağımdakileri değiştirmiştim. Geçen yıl okuduğum bir kitaptaki öykülerden birinde katiller her cinayette gerçek ayakkabı numaralarından farklı numarada ayakkabı giyerek, polisin olayı çözmesini nerdeyse imkansızlaştırmışlardı. Dışarıda sigara içerken planlamış, aynı taktiği uygulamak üzere, bahçeden otele dönerken ayağıma en az iki numara büyük bu ayakkabıları giymiştim ben de. Sonra da Zeki’yi kuytuda kıstırmayı bekledim. Ve başardım.
Birden terapistimin beni hafifçe dürtmesiyle uyandım. Biraz terlemiştim.
“Bu sefer de bilinçdışınızda onu öldürdünüz,” dedi.
“Gerçekte öldürmekten iyidir Begüm Hanım,” dedim.
“Bir süre daha seanslarımıza devam edeceğiz,” dedi Begüm Hanım. “Bunu bir enerjinin dışavurumu gibi düşünün. Öldürme dürtüsü sizi terk edene kadar, terapilere devam etmemizi tavsiye ediyorum ama karar sizin tabii ki.”
“Tamam, tavsiyenize uyacağım.”
Aslında bu terapi işi hoşuma gidiyordu. Böylelikle haftada birkaç kez o şerefsizi öldürüyordum. Hem de elimi hiç kana bulamadan.
Zeki Koral gerçekten o etkinlikte konuşmacıydı. Ben gerçekten cebimde bıçakla, kulağımda telefonla onu takip ederek tuvalet kapısına kadar gittim ama orada bir iki tur atıp geri döndüm. Hayatımın yol ayrımı bu karardı. İçeri giremedim. Kendimden korktum. Öldürmekten. Başıma geleceklerden. Vicdanımdan. Katil olmaktan.
Olaya bakın ki bu herif tuvalette kalp krizi geçirmiş. Oracıkta ölmüş.