Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

YeniSayı Çıktı

Polisiye Dergi Dedektif'in yeni sayısını şimdi ücretsiz okuyabilirsin!

PAZARTESİNİN GİZEMİ

Diğer Yazılar

TÜRKÇEYE KAZANDIRAN: İPEK YAYIK

May Antrim, adil bir dünyada böyle şeylerin gerçekleşebileceğini hiç düşünmemişti. Somerset’in en şahane vadisine bakan büyük evlerinin terasında bir ileri bir geri yürüyordu. Ellerini arkasında bağlamış, kafasını öne eğmişti. Güzel suratı, kafasının karışık olduğunu açığa vuracak şekilde asıktı.

Her şey ellerinden gidecekti. Sommercourt, çiftlikler, Curzon Caddesi’ndeki ev, atları… Hıçkırarak ağlamak üzereydi ki kendini tuttu. Tuttuğu için de kendine kızdı.

Peki, tüm bunların sebebi neydi?

John Antrim bir sözleşme imzalamıştı. May, böyle şeylerin sadece romanlarda olduğunu sanırdı. Babasının maddi istikrarını bugüne dek hiç sorgulamamıştı. Zira hiçbir felaketten korkmayacak kadar zengin olduğunu biliyordu, hatta bunu tüm vilayet biliyordu. Ta ki beklenmeyen bir yıldırım hanelerine düşene dek. Aklı hâlâ yaşananları almıyordu.

Sonra göz ucuyla babasını gördü. Terasın diğer tarafına yerleştirilmiş en sevdiği koltuğunda oturuyordu. Kederli duruşunu fark edince adımlarını hızlandırdı.

May, elini onun omzuna koydu. Babası, başını kaldırıp hafifçe gülümsedi.

“Ee, May? Sen de mi işin içinden nasıl çıkacağımızı düşünüyorsun?”

“Deniyorum fakat bir türlü beceremiyorum. Biliyorsun ki ben ticaretten anlamam babacığım.”

“Gel, otur.” Kızına yer açtı. “Sana bütün hikâyeyi anlatayım. Kulağa korkutucu geliyor, değil mi? Hikâye, Phoenician Prince buharlı gemisinin New York’tan Southampton’a doğru yola çıktığı 18 Mart gününde başlıyor. On sekiz bin tonluk bir gemi. Balte Kardeşler olarak anılan ortaklar, Septimus Balte ve Francis Balte’ın sahip olduğu iki gemiden biri. Şirketi onlar yönetiyordu.”

May şaşkınlıkla sordu. “Bizim Francis mi?”

John Antrim asık suratla “Bizim Francis,” dedi ve hikâyesine devam etti.

“Gemide Amerikan borsasından alınıp Londra’daki Anglo-Amerikan Bankası’na sevk edilecek, beş milyon değerinde İngiliz, Fransız ve İtalyan banknotu varmış. Banknotlar altı ayrı teneke kutuya konmuş, kutular içlerine hava ve su almasın diye lehimlenmiş, sağlam ahşaptan sandıklara kapatılmışlar. Geminin iskele tarafındaki kasa dairesine konulmuşlar. Kasa dairesinin kapısı, levazım subayının olağanüstü durumlarda kullanması için yapılmış bir kamaraya açılıyormuş.

“Patronlardan biri olan Francis Balte da gemideymiş. Önemli bir sevkiyat olması nedeniyle levazım subayının kamarasını kendisi için hazırlatmış. Gün içinde, Bay Balte kamarasında değilken, kâhyası Deverly orada kalırmış.

“Francis, kasa dairesinin anahtarını hep üstünde taşırmış. Gece gündüz yanından ayırmazmış. Ayın 26’sının gecesi muhasebeci, parayla alakalı bazı evrakları Francis’e götürmüş. Francis kasa dairesinin kapısını açmış, muhasebeci sandıkları kontrol etmiş. Ardından kapı tekrar kilitlenmiş. Kamaraya açılan bir banyo yokmuş. Kâhyası, yıkanması için Balte’a sıradan bir sünger ve bir düzine havlu götürmüş. Balte, havluları yere sermiş ki yerdeki yeni halı mahvolmasın. Hâlbuki bu halı, onun konforu için odaya serilmiş. Bir süre sonra kâhya, içeri girip süngeri ve kullanılan altı adet havluyu almış. Diğer altı havluya hiç dokunulmamış.”

May’in suratı tekrar asıldı. Havluların bu olayla ne ilgisi vardı?

Babası, May’in aklını okumuş olacak ki “Kâhyayla konuştum,” dedi. “Ona göre tüm bu olanların en ilginç yanı kalan havluların da kaybolmasıymış. Ertesi sabah gemi Needles’a yanaşırken, muhasebeci altı denizciyle birlikte gelmiş. Balte uyuyormuş. Kalkıp kasanın anahtarını muhasebeciye vermiş. Muhasebeci kapıyı açmış ki ne görsün? Koca bir boşluk. Bu kadar yüklü miktarda parayı sigorta etmeyi asla kabul etmemeliydim,” diye sızlandı.

May küçük bir çığlık attı. “Sigorta mı?! Bu yüzden mi… paradan sen sorumlusun?”

John Antrim başıyla onayladı. “Delilik ettim,” dedi acı acı. “Normal şartlarda kaybın sadece küçük bir kısmından sorumlu tutulurdum. Ama bir anlık çılgınlıkla tüm riski kabul etmiştim. İşte, hikâye bu. Gemi baştan ayağa arandı, her yer didik didik edildi. Kâhya, odanın bulunduğu koridorda görev başındaymış. Sırtı kapıya dönük oturuyormuş. Ara sıra uyukladığını itiraf etti. Birinin lombozdan geçmesi imkânsız. Polisin ilk tahmini bu yöndeydi. Hırsız geminin yan tarafından kendini aşağıya sallamış ve büzülüp lombozdan içeriye girmiştir, diye düşünmüşler. Kâhyanın kafasını en çok kurcalayan şeyse havlular. Çünkü tam altı adet havlu ve altı sandık dolusu para kayıp! Aslında verdiği bilgilerin çok da yardımı dokundu. O gece yarısı, saatin kurulurken çıkardığına benzer bir sesi açıkça duymuş. Hatta bana tıkırt, tıkırt, tıkırt diye birebir taklidini yaptı.”

“Neyin sesiymiş?”

“Ses, altı kez tekrarlamış. Zayıf bir sesmiş ama duyduğundan emin. Tabii, şimdi böyle diyor ama o an sesin gemideki dişlilerden geldiğini düşünmüş. İnsan gemideyken tonla garip ses duyarmış. Döndük dolaştık yine şu altı havlunun kaybına geldik. Bence önemli bir detay. Sandıklar çok ağırdı. Bu arada belirtmek gerekir ki, banknotlar küçük meblağlardı ve hidrolik presle paketlenmiş, hacmen mümkün olduğunca az yer kaplamaları sağlanmıştı. Üstlerindeki demir pensler ve kelepçelerle birlikte her sandık yaklaşık 140 libre[1] çekerdi.”

Bu bilgi, May’in ilgisini çekti. “Kâğıt banknotların da bir ağırlığı olduğunu hiç düşünmemiştim,” dedi. “Sıradan biri üstünde kaç banknot taşıyabilir?”

“Güçlü biriyse yüz bin sterlin taşır,” diye yanıtladı babası. “Fakat bu kadar yükü fazla uzağa götüremez. İşte böyle, güzel kızım. Şu an dünyanın bir yerinde zeki bir hırsız, cebinde neredeyse bir tonun üçte biri kadar parayla elini kolunu sallayarak geziyor. Üstelik bundan ben yükümlüyüm.”

Bir süre hiç konuşmadan oturdular.

“Babacığım, neden Bennett Audain’e durumu anlatmıyorsun?”

“Bennett mi?” John şaşırmıştı. Sonra yüzünde bir gülümseme belirdi. “Ben şehirden ayrılmadan önce yanıma gelmişti. Başıma gelenleri birinden duymuş. Ne kadar iyi yürekli olduğunu bilirsin. Bana yardım etmeyi teklif etti… maddi olarak. Francis’le görüşmeyi düşünmüştüm.”

May, dudaklarını kenetleyip bir süre düşüncelere daldı. Francis Balte’ı tanıyordu. Onu sevmediğini söyleyemezdi. Şehirdeki evde tanışmışlardı. Müphem, neşeli bir tipti. Basmakalıp laflar edip durmuştu.

John Antrim hafiften yüzünü ekşitip sordu. “Yani davayı Bennett’e teslim etmemi mi söylüyorsun? Amatör dedektiflere pek güvenmem. Kabul etmeliyim ki kuzenin akıllı bir adam. Ancak son derece amatör. İşin tuhafı, paranın kaybından ziyade havluların kaybıyla ilgilendi.”

May, kararını vermişti. “Bennett’i ara ve bu akşam ona yemeğe gideceğimizi söyle.”

“Ama yavrum…”

“Babacığım, bunu yapmaya mecbursun. Bence Bennett bize yardım edebilecek tek kişi.”

***

Erkeklerin ömrü, yedi döneme ayrılabilir: Lokomotif sürmek istedikleri dönem, dedektif olmayı istedikleri dönem, genç ve yakışıklı oldukları dönem, asker (ya da denizci) oldukları dönem, milyoner oldukları dönem, başbakan oldukları dönem ve oğlan çocuğuna döndükleri dönem.

Bennett Audain ikinci dönemi hiç aşmamıştı. Fakat diğerlerinin de farkındaydı. Çünkü zamanında askere gitmişti, hiç şüphesiz yakışıklı ve zengin biriydi.

Doğru hedef, genç ve pek çok şeye sahip bir adam için paha biçilmez bir servettir. O, bu tutkulu hevesini güncel suçlara yöneltmişti. Hem talebe hem de meslek sahibiydi. Bu alanla haşır neşir olarak ünlenmiş kişiler kadar derin “kriminoloji” bilgisine sahipti. Suçlu psikolojisini Scotland Yard’daki herhangi bir polis memurundan daha iyi anlıyordu. Scotland Yard, kabiliyetli binlerce memur yetiştirmişti ama hiçbiri bir deha değildi. Yorulmak bilmeyen, sabırlı, gerçeğin peşinde koşan ve bilime sadık bir deha.

***

John Antrim elindeki şarap bardağının ardından yargılayıcı bakışlarla onu süzüp, “Senin gibi birinin psikanalize merak salması ilginç. Bu konunun senin alanın olduğunu sanmıyorum,” dedi.

“Hayatta bundan daha ilginç şeyler var,” dedi Bennett. Gülerek May’e baktı. “Örneğin kasa dairesinin nasıl soyulduğu hakkında fikir belirtmem için yüz mil yol tepmişsiniz. Ama henüz bunun lafını bile açmadınız.”

May gülümsedi. Babası daha da somurttu. May, onu uyardı. “Psikanalizi hafife alma, babacığım. Eminim ki Bennett bize yönteminin doğruluğunu kanıtlayacaktır. Değil mi, Bennett?”

Bennett Audain’in Park Lane’deki evinde akşam yemeği yiyorlardı. Oda, masanın üzerindeki abajurlar ve sönmekte olan ateşin önüne serilmiş İran halısına vuran kızıl parıltı dışında karanlıktı.

Bennett’in gergin gülüşünde hoş bir çekingenlik seziliyordu.

“Psikanaliz, zihni incelemek için oluşturulmuş ilginç ve yeni bir tekniğe verilen yaygın isim,” dedi. “Freudyen fikirleri ne kabul ediyorum ne de reddediyorum. Ayrıca Freud’un sinir hastalıkları hakkındaki teorilerini anlayacak kadar bilgili biri de değilim. Sadece diyorum ki, suçu önleme ve tespitle yükümlü kişiler, serbest çağrışım teorisinden fayda sağlayabilirler.”

Perdelerle örtülmüş cama doğru kuvvetli bir rüzgâr esince yağmur damlalarının patırtısı duyuldu.

John Antrim saatine bakıp “Üff!” dedi.

Bennett kıkırdadı. “Yağmurun sesini duyunca saatinize bakacağınızı tahmin etmiştim.”

John Antrim ona dik dik baktı. “Neden?”

“Çağrışım,” dedi Bennett sakince. “Geldiğinizde demiştiniz ki, May’i Londra’da bırakıp Sommercourt’a arabayla yalnız başınıza dönmeyi düşünmüşsünüz.” Ardından gölgelerden sıyrılıp sarı ışığa doğru eğildi. “John amca, doğru adamı sorgulama fırsatım olsaydı tam bir milyonunu kurtarabilirdim!”

John Antrim kaşlarını iyice çattı. En aksi ses tonuyla “Sanmam,” dedi. “Boşluğuma geldi. Tüm sevkiyatı sigortalamakla büyük aptallık ettim. Çok büyük! Senin elinden bir şey gelmez. En deneyimli ve akıllı polis memurları bu vaka üzerinde çalışıyor. Senin psikanalizin ne işe yarayacak ki?” İç çekip sırtını sandalyesine yasladı.

“Doğru adam kim?” dedi May bir hevesle.

Bennett bakışlarını boşluğa dikmişti. Hemen cevap vermedi. “Francis nerede?”

Kız irkildi. İrkilmesi doğaldı çünkü soru beklemediği bir şiddetle kendisine yöneltilmişti.

“Özür dilerim, aklıma bir fikir geldi de,” dedi Bennett Audain endişeyle. “Bazen fazla heyecanlanıyorum ve bu durum hiç bilimsel değil.”

“Fakat gayet insani,” diyerek gülümsedi May.

John Antrim ayağa kalktı. “Kulüp Elysium’da olabilir mi?”

Bennett gölgelerin içinde bir yeri işaret ederek “Telefon şurada,” dedi. “Saat epey geç oldu ama belki bir uğrar.”

John Antrim bir an tereddüt etti. O ne yapacağına karar veremeden May telefona sarılmıştı bile. Anlaşılan Francis Balte hâlâ kulüpteydi. “Geliyor,” dedi May gülümseyerek. “Zavallıcık, sesimi duyunca pek utandı.” Tekrar masaya oturdu. “Ne gece ama! Vaziyet buyken Sommercourt’a dönemezsin babacığım.”

Yağmur damlaları cama şiddetle çarpıyordu. Damlaların durmaksızın camın yüzeyini yalaması, şömine rafı üzerindeki emaye kaplı saatin belli belirsiz tıkırdaması ve Bennett’in şöminenin önüne boylu boyunca uzanmış yaşlı Terrier köpeğinin hırıltılı nefesi dışında odada çıt çıkmıyordu. Ta ki Balte, paldır küldür içeriye dalana dek.

Balte, otuz beş yaşında, iri yarı bir adamdı. Temiz bir yüzü ve al yanakları vardı. Loş odaya kendine has bitip tükenmez yaşam enerjisini de getirmişti.

“Hoş bulduk, Bayan Antrim” dedi. John Antrim’i görünce donakaldı. “Hava berbat, değil mi? Ben buraya varana kadar rüzgâr şiddetlenmedi, ne mutlu bana. Bizim Sep, dün Torquay’deymiş, öyle yazmış. Dalgalar yola kadar vuruyormuş. Tramvay vagonu sırılsıklam olunca üstü başı mahvolmuş. Vagonun içindeyken ıslanması da ayrı bir komik.”

Kızarmış ellerini şömine ateşine yaklaştırıp hiç ara vermeden konuşmaya devam etti.

“Ne büyük talihsizlik, Bayan Antrim! Polis zaten ne işe yarıyor ki, ha? Ne işe yarıyorlar? Bize Audain gibi çağdaş fikirli adamlar lazım. Keşke sizin değil de bir başkasının başına gelseydi,” dedi kederli bir şekilde.

“Hiç Freud diye birini duymuş muydun?” diye sordu Bennett. Ellerini çenesi altında birleştirmiş, dalgın dalgın ateşi izliyordu.

“Freud mu? Hayır. Alman mı, o? Şu berbat savaştan sonra Almanlarla hiç işim olmaz, birader. Üç tane gemimizi batırdılar! Ayrıca kim ki o?”

“Bir profesör,” diye cevapladı Bennett miskin miskin. “Ayrıca zihin konusunda uzmandır. Neden oturmuyorsun, Balte?”

“Ayakta durmayı tercih ederim, birader. Oturanın boyu kısa kalırmış derler. Değil mi, Bayan Antrim? Ee, ne olmuş bu Alman herife?”

“Rüya yorumluyor.”

“Polis teşkilatına katılması lazım. Yeri orası. Gördükleri boş hayalleri yorumlasın.” Bir kahkaha patlattı.

“Nereye varmaya çalıştığımı açıklayayım,” dedi Bennett.

May nefesini tuttu. Bunun ne kadar ciddi bir oyun olduğunu sezmişti. Balte ise neşeliydi.

“Sen bir kelime söyleyeceksin. Ben de o kelimenin bana çağrıştırdığı bir kelime söyleyeceğim, öyle mi?” dedi. “Çocuk oyunu bu. Kafam güzelken oynardım. Sen ‘şeker’ dersin, ben ‘tatlı’. Yanındaki ‘portakal’ der ve oyun böyle gider.”

May, “Bay Balte,” diyerek araya girdi. “Bennett bilinçaltınıza sızabileceğini düşünüyor. İddia ettiğine göre siz uyurken yaşananları bile anlayabilirmiş.”

Balte piposundan bir nefes çekti ve yere baktı. Düşünüyordu. Acaba Bennett Audain, zihnine girip May Antrim hakkında düşünüp de söylemeye cesaret edemediği şeyleri ve tasarladığı planları kelimelere dökebilir miydi? Düşüncesi bile nefesini kesmeye yetti. Zihninden hiç silinmeyen bu güzel yüzlü kızı çok seviyordu. Onun için büyük riskler almıştı ama kızın hiçbir şeyden haberi yoktu. May’in gözünde Balte, hayatının arka planında yaşayan binlerce insandan biriydi.

“Bir dene bakalım, birader” derken sesi boğuktu. “Başarabileceğine inanmıyorum ama Bay Antrim’e faydası dokunacak bir bilgiye ulaşabileceksen ne âlâ, buyur.”

“Otur.”

Balte direktifi yerine getirdi. Çini mavisi gözlerini onu sorgulayan kişiye dikmişti.

Bennett aniden, “Yer,” dedi.

“Ee… şey… to- toprak,” diye cevapladı Balte.

“Kazmak.”

“Bahçe.”

“Delik.”

“Ee… Neredeyse şeytan diyecektim,” diye kıkırdadı Balte. “Eğlenceliymiş. Oyun gibi.”

Fakat bu, ciddi bir oyundu. Bennett sormaya devam etti. “Hisse?”

“Düştü.” Ani gelişmişti. Kelimeler birbirini ardına geldi. Balte ekledi. “Bu aralar her şey düşüşte, sen de biliyorsundur…”

Hızlandılar. Bennett haftanın günlerini saydı.

“Pazartesi?”

Balte hafifçe yüzünü ekşitti. “Ee… can sıkıcı. Malum, hafta başı olduğu için.”

Bennet yüksek sesle devam etti. “Cuma!”

“Takvim. Yani aklıma bir takvim geldi…”

“Anahtar?”

“Kapalı.” Ayağa kalktı. “Ne saçma bir oyun bu, Audain.” Başını kınarcasına sallıyordu. “İtiraf edeyim, oyun oynayacak durumda değilim. Fazlasıyla endişeliyim. Zavallı Sep de delirmek üzere.”

“Septimus nerede?” diye sordu Bennett.

“Slapton’da. Turna balığı avlıyor. Hım… Balık tutmak uğruna bütün gün bir sandalda nasıl oturuyorlar anlamıyorum. Ee, ne yapacaksın, Audain? Bize yardım edecek misin? Pöf, polisten hayır yok!”

“Bir sorumu daha cevaplamanı istiyorum,” dedi Bennett. “Uykun ağır mıdır?”

İri yarı adam kafasını iki yana salladı.

“Sabahları geç kalkar mısın?”

“Hayır. Saat altıda, şen şakrak kalkarım.” Duraksadı. “Tekrar düşündüm de o sabah pek bir uykuluydum. İlaçtan herhâlde, ha? Sence bana bir şey mi verdiler? Ya da kloroformla falan mı uyutuldum?”

“Hayır,” dedi Bennett ve adamı rahat bıraktı.

Misafirin ardından kapının kapanmasıyla May sordu. “Ee?”

“Birkaç gün buralardan ayrılma,” dedi Bennett Audain.

***

Ertesi sabah saat yedide, bu saatte arandığı için kızmakta gayet haklı bir polis müfettişiyle telefonda görüşüyordu. Neyse ki Bennett onu iyi tanırdı.

“Evet, Bay Audain. Bavullarına bakmıştık. Bay Balte kendisi ısrar etmişti.”

“Kamarasında kaç bavul vardı?”

Müfettiş, sabahın köründe ardı ardına sorulan sorulara içinden küfretse de cevapladı. “Dört.”

“Dört mü? Büyükler miydi?”

“Evet, efendim. Oldukça büyüktüler ama içleri yarı doluydu.”

“Bavullardan garip bir koku geliyor muydu?”

Polis, kafasını sabırsızlıkla iki yana salladı. Bacakları üşüyordu ve geride bıraktığı yatağı cezbedici şekilde sıcaktı. “Hayır, efendim. Gelmiyordu.”

“Pekâlâ,” dedi Bennett neşeli bir tonda.

Müfettiş, yatağına dönerken omuz silkti. “Bu amatör dedektiflerin en kötü tarafı da her yöne aynı anda koşmaya çalışmaları.”

“Hı?” dedi karısı. Uykuyla uyanıklığın arasındaki ince çizgideydi.

Telefonun diğer ucundaki Bennett, pencereden bahçeye, sabahın nemli grisi içindeki çıplak ve tedirgin ağaç dallarına baktı.

Saat yediyi beş geçiyordu. Soylular henüz yataklarında sağdan sola dönmemişti. Hatta hizmetçi kadınlar ve uşaklar bile meşakkatli günlerine gözlerini açmamışlardı. Bennett Audain kahvaltısından arta kalanları yemeye döndü ve “Keşke Francis Balte’ı sorgularken ‘boya’ diye de sorsaydım. Kesin ‘görmek’ diye cevaplardı,” diye düşündü.

Bay Balte’ın Wimbledon’da büyük bir evi vardı. Kardeşi gibi o da bekardı ve yine aynı onun gibi basit bir adamdı. Birdenbire –savaşın son yıllarında– kendisine hatırı sayılır miktarda arsa miras kalmıştı. O dönem, arsaların gerçek bir değeri yoktu. Maliye, babalarının emlak zenginliğinin kaymağını veraset vergisi adı altında yemişti. Buhran günlerinde ellerinde kalan kaymaksız süt de pek az ve tatsızdı. Balte Kardeşler Nakliye Şirketi’nin hissedarları –sayıları oldukça fazlaydı– kârlarının düşüşüne öfkeyle şahit oldular. Şirkette yapılan son genel kurul toplantısı oldukça gürültülü geçmişti. Özellikle biri vardı ki, o kel ve gözlüklü adam (Francis durduğu yerden, onun hırçın ve taşkın biri olduğunu fark etmişti) şirket yöneticisini değiştirme fikrini öne sürmüştü. Üstelik Francis’in satışların artacağına ve sevkiyat işlerinin eski temposuna döneceğine dair boş umutlar verdiği konuşmasından daha fazla alkış almıştı.

Bir pazar sabahıydı. Francis evinin kütüphanesinde oturuyordu. Oda, hiç okumadığı fakat son kalite ciltlerle kaplanmış kitaplarla doluydu. Dirsekleri masada, parmaklarını karışmış saçlarında gezdirerek bir şeyler okuyordu. Hayır, pazar günleri hep yaptığı gibi gazete okumuyordu.

Gazeteler, koltuğun yanındaki sehpanın üzerine yığılmış ve henüz açılmamıştı. Okuduğu şey ucuz ciltli bir kitaptı. Okudukça daha da hayrete düşüyordu. Açıkçası biraz da sarsılmıştı. Çünkü bu bölüm utanmasına neden olacak kadar ayrıntılıydı.

Kardeşi Septimus, onu bu hâldeyken buldu. Septimus’un uzun ve sıska vücudu kamburlaşmıştı. Uzağı iyi göremediği için taktığı kalın gözlüklerinin ardından gayretle okuyan kardeşine ters ters baktı. Burnunu çekti. “Buldun mu?” diye sordu.

Francis önündeki kitabı çat diye kapattı. “Tıbbi zırvalıklardan başka bir şey yok,” dedi. “Audain biraz tuhaf biri. Çıkıyor musun?”

Bu, cevabı aşikâr bir soruydu. Çünkü Septimus boğazına kadar sarınıp sarmalanmış, yün eldivenlerini kolunun altına sıkıştırmıştı bile. Büyük yarış arabası kütüphane penceresinden görülüyordu.

“Audain mevzusundan bir şey çıkarsa bana haber edersin. Psikanalizle alakalı bir şey okudum. Bence savaştan sonra bunalıma giren tiplere göre. Hadi, bana müsaade.”

“Ne zaman dönersin?”

“Salı gecesi. Mektubu yazdım.”

“Hım.”

Francis dalgın dalgın şömine ateşini karıştırdı.

“Yönetim kurulundan istifa etmen ortalığı karıştırdı,” dedi. “Keşke…”

“Keşke ne?”

“Boş ver. Keşke yerinde ben olsaydım diyecektim. Ama senin gitmen daha hayırlı. Herkes sağlığının kötüleştiğini biliyor. Kıyafetlerin sıcak tutuyor mu?”

“Evet,” diye cevapladı kardeşi ve eldivenlerini takıp dışarı çıktı.

Francis, onu yolcu etmek için pencereye bile gitmedi. Ateşe iki büklüm eğildi ve anlamsızca odunları dürttü.

Kardeşinin hâlâ gitmediğini uzun bir süre sonra fark etti. Elindeki demir çubuğu bırakıp ayağındaki terlikleri sürüye sürüye pencereye gitti. Yolda iki araba burun buruna duruyordu. Direksiyondaki Septimus’un başına bir adam dikilmişti, konuşuyorlardı.

“Audain,” dedi Francis dudağını kemirirken. Kafasında bir şeyler kurdu. Az sonra Septimus arabasıyla uzaklaştı. Bennett Audain ise çevik adımlarla eve yürüdü. Francis içeri girmesine müsaade etti.

“Ne yorulmaz adam!” diye sızlandı. Sesi, kardeşiyle konuştuğu hâline kıyasla bir oktav daha yüksekti. Tavırları da daha erkeksi ve ustacaydı. Âdeta neşe ve kayıtsızlığın vücut bulmuş hâliydi. “Gel, buyur. Sep’le karşılaştınız mı? Zavallım!”

Bennett ellerini ısıtmak için ateşe uzattı. “Nakliye işinden istifa edeceğini söyledi.”

“Evet. Fransa’nın güneyine gidecek, mülk alacakmış. Bizim Sep, antika heriftir. Gerçi oldum olası mal mülk adamıydı. Çiftlikler, evler… Araziyle alakalı her şey. Kurnazdır da.”

Bennett masaya göz gezdirdi.

Francis beklenti içindeydi. “Rüya Yorumlama, ha?” diye kıkırdadı. “Ne adamsın Freud. Aklım hiç almadı. Rüyalarla ilgili ne demek istediğini anlıyorum tabii ama… senin şu küçük oyununa anlam veremedim.”

Bennett, Francis’in merakını gidermeden lafı değiştirdi. “Evet, evin hiç de fena değilmiş,” dedi.

“Gerçi biraz bizim gibi burjuva. Eski usul bir yapı. Gezmek ister misin?”

Ev ve ona dair her şey, bir adamın zayıf yönünü açığa çıkarabilir. Bir kadın için mobilyalar en önemli unsurdur. Fakat onlar için mimarinin konfor dışında ehemmiyeti yoktur. Bradderly Malikanesi, Francis için bir zevk kaynağıydı. Biraz sonra Sep’in, tozlarını rüzgârın süpürdüğü atölyesine ulaştılar. Başka adamların gözünde laboratuvar, stüdyo, müzik odası, mandıra, kuluçka kafesi her neyse Septimus için burası oydu. Burası, duvarlarında alet edevat dolapları asılı bir atölyeydi. İçeride bir elektrikli torna tezgâhı, mengeneler, matkaplar vardı. Meşe odunu panelin üstündeki yarım kalmış melek ve yaprak oymaları Septimus Balte’ın el işçiliğinin ve sanatsal yönünün ispatıydı.

Atölyeye hayran hayran bakarken “Bizim Sep’in eli maharetlidir,” dedi Francis. “Yeni bir sualtı bombası icat ettiğini biliyor muydun? Savaş bitmeseydi çok ünlü olacaktı.”

“Bu o, değil mi?”

Francis dönüp baktı.

Bennett bir raftan büyükçe bir boya kutusu almıştı. Kutu kapalıydı. Kapağın üstünde imalatçının kırmızı logolu mührü duruyordu.

“Neyi kastediyorsunuz?”

Bennett boya kutusunu bir an yukarı kaldırıp sonra rafa geri bıraktı.

“Işıldayan boya,” dedi. “Lefvre’nin. Alanının en iyisidir, değil mi?”

Francis Balte cevap vermedi. Ana binaya dönene dek sessizliğini korudu. Tekrar kütüphaneye gittiler. Balte, şömine rafındaki kavanozdan tütün alıp piposunu doldururken Bennett onu izliyordu.

“Ee?” dedi Balte. Sefil bir hâldeydi. Gözleri dolmuştu.

Bennett iki parmağını havaya kaldırarak “İki şeyden emin değilim,” dedi. “Birincisi, sebep John Steele miydi? İkincisi, neden havlular?”

İri yarı adam, öfkeyle piposundan bir nefes çekti. Sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.

“Sen ‘Cuma’ deyince ‘takvim’ demiştim. Oradan anladın, değil mi? Bu kadar çabuk tongaya düşeceğimi tahmin etmemişsindir. Fakat önceden biliyor olmalıydın ki yarış takviminden bahsettiğimi anlayasın. Öyle değil mi?”

“Tahmin yürüttüm. Kardeşinle birlikte John Steele adı altında damızlık at yetiştirdiğinizi ve bu atları yarıştırdığınızı bilmiyordum. Fakat keşfetmem zor olmadı. Jokey Kulübü’nün yarış takviminden bahsettiğini anlayınca, yayımcıya gidip katılımcı listesini istedim.”

Pipodan sıkıntılı bir duman daha çıktı. “Hayır. Yarışta para kaybettik ama tek neden bu değildi. İşler kötü gidiyordu. Fiyatlar fahişti. May hakkımda kim bilir ne düşünecek.”

Balte, bir sandalyeye çöktü. Pipo ağzından düştü. Kocaman kırmızı ellerine kapanıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.

***

“Onları cezalandırmak gibi bir niyetim yok,” dedi Bennett Audain. Kibar suratındaki ıstırabı gören May, kafasını sallayarak onayladı. Sonunda Bennett Audain’i anlamaya başlamıştı.

“Ben insanlarla alakalı gizemli bulmacalarla ilgilenirim,” dedi Bennett. Çayından bir yudum aldı. Dışarıdaki ağaç yapraklarına bir gecede yılın ilk yeşilleri düşmüştü. Bunu fark edince neşelendi. “Aslında alacakları ceza ilgimi çekmiyor. Dilersen bana ahlaksız diyebilirsin. Baban parasını geri aldı mı?”

“Tabii ki aldı. Dün sabah altı sandık ofisine gönderilmiş.”

Bennett hafifçe gülümsedi. “Tomurcuklar patlarken hayatta olmak güzeldir, May. Kendimi çok mutlu hissediyorum. Diyelim ki bir saat mekanizması yapmak istiyorsunuz, işi yaptırmak için nereye gidersiniz? Sınıflandırılmış Dizin’e bakın. Saat mekanizması üreticilerinden veya mekanik oyuncak üreticilerinden bahsedilmiyor. Yine de Londra’da başka hiçbir şey yapmayan on kişi var. Highbury’de, savaş sırasında bir tür zaman ayarlı bomba yapan Collett adında bir adam var. Septimus Balte’nin savaş icatları üzerinde çalıştığını öğrendikten sonra yanına gittim. Bunu ısrarlı bir soruşturmayla öğrendim. İnsanların savaşla ilgili her şeyi bu kadar çabuk unutmaları da tuhaf.”

“Neden saat mekanizmalarıyla ilgileniyordun ki?” diye sordu May.

“Tıkırtı!” diye gülümsedi Bennett. “Baban sana kâhyanın bir saatin kurulmasına benzer bir ses duyduğunu anlatmadı mı? Bay Collett ketum, sinsi ama makul bir adam. Su geçirmez basit bir makine yapmıştı. Bu makine bir mandalla yerinde tutulan ve ayarlandıktan üç saat sonra serbest bırakılan büyük bir makarayı çalıştırıyordu. Anlatabildim mi?”

May başıyla onayladı.

“Makaranın kendisi dışarıdaydı ve muhtemelen suda çalışmak üzere tasarlanmıştı. Bu yüzden makine su geçirmezdi. Mekanizmayı içeren çelik kutuya biri makaranın üstünde, diğeri de altında olmak üzere iki demir cıvata bağlıydı. Peki, makaraya ne bağlıydı? On kulaç uzunluğunda sağlam, hafif bir ipten başka hiçbir şey. Şimdi durumu anlıyor musun?”

“Hayır,” diye itiraf etti şaşkınlık içindeki kız.

“O zaman biraz daha açıklayayım. Kordonun ucunda küçük bir mantar şamandıra vardı, muhtemelen branda ile kaplanmış ve muhakkak ışıldayan boya ile boyanmıştı. Havlulara gelirsek…” Güldü. “Bunların ne işe yarayacağını düşünmem gerekirdi ama kamarayı görmemiştim. Ve garip olan şey, kendimi Francis’in yerine koyduğumda, 140 pound ağırlığındaki ve demirle sıkıştırılmış kutuların bir ambar deliğinden itilmesi durumunda, ambarın pirinç kasalarının çizileceği hiç aklıma gelmemişti. Tabii kutular bir tür kumaşla sarılmamışsa…”

“Sonra kutuları denize attı!” diye soludu May, arkasına yaslanarak.

Bennett başını salladı.

“Önce şamandıraları ve bağlantı parçalarını sandıklarından aldı, sonra mekanizmayı kurdu, onu ve şamandırayı ambar deliğinden dışarı attı –şamandıra kısa bir zincir parçasıyla saat mekanizmasının alt cıvatasına bağlıydı– sonra iple bağlı para kutularını yukarı kaldırdı ve onları da itti. Hemen battılar. O saatte güvertede kimse olmayacağı için yüzen ışıltılı bir şamandıranın biri tarafından görülmesi imkânsızdı. Slapton Sands’in on iki mil güneyinde motorlu teknesinde bekleyen Septimus dışında kimse o şamandıraları göremezdi. Ve üç saat sonra makaralar şamandıraları serbest bırakarak yüzeye çıktılar. Septimus, çift kordonlardan birine daha sağlam bir ip bağladı ve cıvatanın içinden geçirdi… Bir saat içinde altı kutuyu da tekneye yüklemişti. Hasta bir adam için fena değil.”

May çaresizce başını salladı. “Nasıl tahmin ettin?”

“Tahmin mi?” Bennett’in kaşları kalktı. “Bu bir tahmin değildi. Kutuları başka kim çalmış olabilirdi? Polisiye hikâyelerde hırsız, daima şüphelendiğiniz en son kişidir. Polis her zaman suç mahallinden ayrılan son kişiden şüphelenir ve genellikle haklıdır. Balte için ‘anahtar’ kelimesi ‘kapalı’ ve ‘pazartesi’ –yarışçıların bahislerini sonuçlandırdığı gün– ‘can sıkıcı’ çağrışımı yaptığında gizemin yarısını çözmüştüm.”

Saatine baktı.

“Francis ve ‘Zavallı Sep’ şu an Plymouth’tan Rotterdam gemisine biniyor olmalılar.”

“Peki ama neden? Çok zarar etmişti fakat hayatını bitirecek boyutta değildi. Parayı bu kadar çok mu istiyordu?”

“İşin içinde bir kadın var,” dedi Bennett ciddi bir şekilde. “Hayalini kurduğu ve elde etmeyi amaçladığı bir kadın.”

May, şefkatle “Zavallıcık!” dedi. Gözleri dolmuştu.

Bennett bunu fark etti ve Francis Balte’ın şu sözünü hatırladı. “Kim bilir benim hakkımda ne düşünecek?


[1] 140 libre yaklaşık 64 kg.

En Son Yazılar