Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Polisiye Hikaye: Son Samuray | İnsanlar Masum Doğarlar Fakat Masum Ölmezler

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Mert Çetin
Mert Çetin
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Lisans Programı’nda öğretim hayatını sürdürmektedir. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İle Ankara Topluluğu’nun düzenlediği ‘Bir Öykü Yaz İçinde Ankara Olsun’ adlı öykü yarışması için kaleme aldığı ‘Saat Altı Cinayetleri’ adlı polisiye öyküsü mansiyon ödülüne layık görülmüştür. (Mayıs 2019) Okumaktan keyif ve ilham aldığı yazarlar; Dostoyevski, Stefan Zweig, Orhan Pamuk ve Ahmet Ümit’tir.

“Biliyor musunuz, on dokuz sene sonra ilk defa onsuz bir güne uyandım. İlkokula başladığımız günden düne kadar hiç ayrılmadık, bir an bile. Biliyorum, söylediklerim kulağınıza abartı geliyor fakat bunların hepsi hakikat emin olun. Şair İsmet Özel’in de dediği gibi ‘sevmek; mübalağa sanatıdır…’ gerçekten. O yüzden birini seviyorsanız abartabildiğiniz kadar abartın, sevdiğiniz kişi dünyada nefes almaya devam ederken. Biz Şahin ile bunun bilincindeydik. Bize verilen sürenin kısıtlı olduğunu, bu kısıtlı süreyi birbirimizi severek doldurabileceğimizi çok iyi biliyorduk. Dolu dolu yaşadık, her anı, her boşluğu sevgimizin yüceliğiyle doldurarak.”

Başkomiser Tekin masasından kalktı, gözleri üzerine yaz yağmuru yağmış toprağı andıran genç kadının karşısına geçerek bir ayağı aksayan sandalyeye oturdu. Etkilenmişti karşısındaki insandan. Ne yani, Cinayet Büro Başkomiseri diye insan değil miydi? Ömrünü katiller ile maktuller arasında geçirerek tüketse de, soğukkanlıyım diye geçinse de o da bir insandı sonuçta. Bu meslek onun soğukkanlı olmasını istemiyor, emrediyordu. Bunun bilincindeydi. Akademi günleri geldi aklına bir an. “Soğukkanlı olacaksın Tekin, istesen de istemesen de bu meslek seni başka bir insana dönüştürecek. Ya içindeki canavarın ortaya çıkıp benliğini ele geçirmesine izin vereceksin ya da içindeki canavarı öldürerek benliğinin önündeki en büyük engeli ortadan kaldıracak ve gerçek bir insan olacaksın. Unutma, bizler de birer insanız,” demişti suç sosyolojisi dersinde Hakan hoca.

“Tekin Bey! Tekin Bey!” diye ses tonunu azıcık yükselten Zeynep Hanım’ın kendisini dürtmesiyle daldığı geçmiş zamandan çıktı Başkomiser Tekin.

“Kusura bakmayın, Zeynep Hanım. Dün geceden beri uykusuzum. Haberlerden görmüşsünüzdür. Nişanlınız hariç nişanlınızın katili ya da katilleri tarafından, şu anlık böyle düşünüyoruz, iki cinayet daha işlendi dün. Üç tane cinayet dosyasının içinde rotasını kaybetmiş kaptandan farkım yok şu anda anlayacağınız. Nişanlınız Şahin Ertürk, üzerine katilin bıraktığı nottan anladığımız kadarıyla nişanlınızın öldürülmesine şahit olduğu için  öldürülen temizlik işçisi Recep Akoğlan ve gece yarısı Madalyon Psikiyatri Kliniği’nde katledilen Hemşire Feride Yalman. Bu üç cinayeti de bir an önce aydınlatmamız gerek.” Masanın üzerindeki A4 kâğıdını işaret ederek devam etti. “Sabah geldi. Emniyet müdürü bir insanı daha öldürmeden bu canavarı bulmamızı istiyor acilen. Acınızı anlıyorum fakat bize yardımcı olmazsanız birbirini seven bir insan daha birbirinden sonsuza dek ayrılmak zorunda kalabilir.”

Nemli gözlerini terlemiş avuç içleriyle silerken cılız bir sesle konuştu genç kadın. “Sizi anlıyorum. Zor da olsa metanetimi koruyup size elimden gelen desteği sağlayacağım. Ne istiyorsunuz benden?”

“Öncelikle sizi koruma altına almamız gerekecek. Bunun için savcı ile iletişime geçtik. Katilin sizinle de bir derdi olabilir. Bunu bilmediğimizden hayatınızı riske atamayız. İsteklerime gelecek olursak sizden şu anda istediğim, size eşlik etmesi için yanınıza vereceğim memur arkadaş ile Adli Tıp’a gidip nişanlınız Şahin Ertürk’ü teşhis etmeniz. Biliyorum sizin için oldukça zor bir durum ama bunu yapmak zorundayız. Diğer ve son isteğim ise kendinizi iyi hissettiğiniz bir vakit buraya uğrayıp nişanlınız ile ilgili soracağımız sorulara cevap vermeniz.”

Sesindeki titreme biraz azalmıştı genç kadının.

“Pekâlâ, Tekin Bey. İsteklerinizi yerine getireceğim. Kendinize iyi bakın tekrar görüşeceğimiz zamana kadar.”

“Siz de hanımefendi.”

Başkomiser Tekin, karşısında oturan genç kadından daha önce ayaklandı. Masasının üzerinde duran yıllanmış telefonu çevirdi ve tekdüze bir sesle konuştu. “Zeynep Hanım’a Adli Tıp’a kadar eşlik edin Cemal, sonra da evine bırakırsınız.”

***

Başkomiser Cengiz Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne C kapısından giriş yaparken vakit akşama evriliyordu. Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç yol haritalarını çizecek toplantıda yer almasını kendisinden istemiş o da apar topar soluğu müdürlükte almıştı. Bir günde aynı şekilde işlenen üç cinayet meşhur ülke gündemimizin zirvesine oturmuştu. Durum oldukça acildi. Bu dosyada yer almasını İl Emniyet Müdürü bizzat arayarak kendisinden rica etmişti. Durumun aciliyeti ve emniyet müdürünün ricası üzerine tedavisini yarıda kesip dosyaya sahadan destek verecekti. Bu desteğin ilk ayağı olan Asayiş Şube Müdürü, Başkomiser Tekin ve kendisinden oluşan üçlü toplantıya katılmak için adımlarının ritmini bir kademe daha artırıp Asayiş Şube Müdürü’nün odasına doğru yöneldi.

***

“Bir kişiyi daha öldürmeden bu o. çocuğunu bulmamız lazım Tekin. Eğer bir kişi daha ölürse müdürün karşısına istifa dilekçem ile çıkacağım bir daha ki sefere. Sınırsız yetki sana, ne yapıp edip ölü ya da diri bu manyağı bulun!”

“Emredersiniz müdürüm. Cengiz başkomiserim ile birlikte bu gece başlıyoruz araştırmaya. Umarım bir ceset ile daha karşılaşmadan katili buluruz.”

Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç durduğu yerde sıkıntıyla kıpırdandı.

“Cengiz nerede?”

Başkomiser Tekin, “Gelmek üzeredir müdürüm,” şeklinde kendisine yöneltilen soruyu yanıtlarken yeni döşenmiş odanın kapısı tıklatıldı. İçeriden “Gel,” komutunu duyan Başkomiser Cengiz, kalın ahşap kapıyı hafifçe araladı, içeridekileri kafasıyla selamlayarak Başkomiser Tekin’in karşısındaki deri koltuğa doğru ağır adımlarla yöneldi.

“Cengiz iyi görünmüyorsun. İstersen bugün dinlen. Biz başlarız. Yarın sen de katılırsın bize.”

“Hayır müdürüm, gayet iyiyim. Ayakta duramayacak kadar kötü olsam bile varımla yoğumla katili yakalamak için şu andan itibaren çalışmaya başlıyorum. Elimizdeki bilgileri bir düzene koyarak bir an önce yakalayacağız bu aşağılığı.”

Asayiş Şube Müdürü Kadir Koç, Başkomiser Cengiz’in bu cevabı üzerine masasının üzerinde duran gece mavisi desenli paketten bir dal çekti, dalı yavaş bir hareketle dudaklarının ucuna yerleştirdi ardından son derece profesyonelce bir hareketle dudaklarının arasındaki zehir yumağını clipper marka çakmağıyla yaktı ve ilk dumanı içine çekmenin verdiği hazzı bir kez daha yaşadı, dumanı ağzından dışarı verirken yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek konuşmaya başladı.

“Kararlı olmana sevindim Cengiz. Şu aşamada bize senin gibi kararlı, ne yaptığını bilen insanlar lazım.”

Müdürünün bu teşvik edici sözleri üzerine Başkomiser Tekin’de bir şeyler söyleme ihtiyacı duydu kendisinde.

“Cengiz başkomiserimle hemfikirim. Vakit kaybetmeden bir an önce araştırmaya başlamalı ve yeni bir cinayet işlemeden katili ya da katilleri bulmalıyız.”

Asayiş Şube Müdürü yarıya gelen sigarasını söndürmeden yenisini yaktı ve odadaki üçlü diyalogu gür sesiyle sonlandırdı.

“Haydi, o zaman. Bir an önce diri ya da ölü bulun şu manyağı.”

***

“Adli Tıp’tan gelirken yolda her üç maktulün de otopsi ve diğer raporlarını inceledim, fazla bir şey yok abi, üç maktulün de yapılan doku analizi karşılaştırması sonucunda aynı kesici aletle öldürüldüğünü biliyoruz. Yapılan kan ve toksikoloji analizlerinde maktullerin kanlarında herhangi bir etken maddeye rastlanılmadığını da raporlarda açıkça belirtmişler. Üç maktulün de yanına bırakılan aynı içeriğe sahip notlar ve aynı gün içerisinde birbirinin tıpatıp benzeri biçimde işlenen cinayetler, üç cinayetin de failinin aynı kişi ya da kişiler olduğunu gösteriyor.”

Başkomiser Tekin ve Başkomiser Cengiz Cinayet Büro’nun karanlık odasında araştırmaya başlamadan önce son kritiklerini yapıyorlardı.

“Bu bilgiler oldukça kritik ve değerli Tekin. Şu anda elimizdeki bilgiler ışığında üç cinayet için de aynı katil ya da katillerin peşinde olacağız. Ayrıca cinayet aleti olarak ta üç ayrı alet aramayacağız. Bunlar bu dosyada elimizi hem güçlendirecek hem de bizi hızlandıracak.”

Başkomiser Tekin, Asayiş Şube Müdürü’nün odasındaki üçlü toplantıdan beri içinde bir çıbana dönüşen soruyu Başkomiser Cengiz’e sordu sonunda.

“Cengiz abi sana bir şey söylemek daha doğrusu sormak istiyorum. Geçen gün klinikte bize anlattığın dosya ile bu cinayetler birbirinin aynısı. İşleniş biçimleri, maktullerin üzerlerine bırakılan notlar… O dosyanın rafa kalktığını, cinayetin failinin de bulunmadığını biliyoruz. Soracağım şey, eğer katil ölmediyse o günden bugüne kadar tekrar ortaya çıkmış olabilir mi?”

Meslektaşından beklediği soruyu alan Başkomiser Cengiz, karşı tarafı tatmin edici bir cevap verdi.

“Tekin, klinikte beni ziyarete gelip dosyayı incelemem için dosyayı bana verdiğiniz andan itibaren bu ihtimali ben de düşünüyorum. Biliyorsun ki cinayet demek ihtimaller zinciri demektir. Cinayeti çözen her kimse dedektif, başkomiser vs. bu ihtimallerin hepsini, birini dahi atlamadan her birerini teker teker gözden geçirip her birinin üzerinde ayrı ayrı kafa yormak zorundadır. Ayrıca bu ihtimallerin bazıları kuvvetliyken bazıları da zayıftır. İhtimallerin zayıflığını veya kuvvetliliğini ise kanıtlar ve olayı çözenlerin görüş açıları, bir diğer deyişle perspektifleri belirler. Soruna gelecek olursak dediğin duruma bu açıdan bakarsak oldukça kuvvetli bir ihtimal, katilin tekrar ortaya çıkması tabii eğer hala yaşıyorsa. Bu ihtimali kuvvetlendiren ise kanıtlar ve bizim bu kanıtlardan yola çıkarak yaptığımız saptamalar. Tüm bunlara ek olarak en son diyeceğim şu ki, bu ihtimal üzerinde atlamamamız gereken bir nokta var ki bu nokta oldukça önemli. Katilimiz yıllar önce işlenen bu cinayeti kendisine paravan olarak kullanıp işlediği cinayetleri diğer katilin üzerine yıkmak niyetinde de olabilir.”

Başkomiser Tekin, sorusunu mesleki ve hayat tecrübelerini harmanlayarak cevaplayan meslektaşına bir kez daha hayran oldu içten içe. Oturduğu yerde biraz daha gerinerek ağrıyan ayaklarını bir ileri bir geri oynattı, daha sonra koltuğunda geriye doğru adamakıllı yaslanarak konuşmaya başladı.

“Doğru söylüyorsun abi, hem de çok doğru. Umarım katil ya da katiller aynı çıkar da o minik yavruya kıyanları da yakalayabiliriz. Bence rafa kaldırılan dosyayı raftan indirmenin zamanı geldi. İstersen bu işi ben yapabilirim.”

Meslektaşının gözlerinin içinde yanan birer kor gibi iki mavi lekeye baktı Başkomiser Cengiz. “İyi çocuk, iş yapmaktan geri durmuyor,” diye geçirdi. Ardından aklına gelen bir diğer ihtimali de söyleme gereksinimi duydu kendisinde.

“Kesinlikle bakmalıyız Tekin. Aklıma gelen bir diğer ihtimali de yeri gelmişken söyleyeyim. Katilimiz eğer aynı kişi ise yıllar önceki cinayete benzer olarak kurguladığı cinayetleriyle bize bir mesaj da vermek, istiyor olabilir.”

“Ne gibi bir mesaj?”

“Şöyle, o dosya rafa kaldırıldı. Yani bir anlamda faili meçhul olarak kaldı o cinayet. Katilimizin tüm bu olanlardan haberi var ise, katilin aynı kişi olduğunu varsayıyorum, işlediği cinayetler aracılığı ile bize o dosyayı tekrar açtırmak istiyor olabilir ki bu da oldukça kuvvetli bir ihtimal. Geçmişte birçok defa karşılaştık bu tarz vakalarla.”

Başkomiser Tekin, hem karanlık odada akmakta olan koyu sohbetten hem de ayaklarındaki sızının biraz azalmasından memnun, odanın her geçen an artmakta olan ısısına paralel yüzündeki kızarıklığın da artmasıyla birlikte iyice mayışmış bir hal içerisinde konuştu.

“Bu da doğru abi. Emniyet müdürü tarafından aranıp dosyaya dahil edilecek kadar kıymetli bir polissin gerçekten. Bu iki ihtimal benim aklıma gelse bile hemen gelmezdi. Bu işi bir an önce bitireceğiz anlaşılan.”

“Umarım Tekin. Tecrübemin yanına senin çaylaklığını ekleyerek bu işin üstesinden geleceğiz. Peki, nereden başlıyoruz?”

“Abi, Şahin Ertürk’ün kredi kartı siliplerine baktığımızda gündüz Dost Kitabevi’ne girdiğini gece ise öldürüldüğü yere çok yakın olan bir kafeye gittiğini anlıyoruz. Ben o kafeye gideyim. İstersen sen de gel ama bence ikiye ayrılsak daha çabuk sonuç alırız bence. Tabi yine de sen bilirsin.”

“Doğru söylüyorsun Tekin. İkiye hatta üçe, dörde ayrılalım. Hızlı sonuç almamız lazım dediğin gibi. Ben de Feride’yi araştırayım o zaman ilk başta. Sonra yine bir araya gelip topladığımız bilgiler dahilinde akıl yürütürüz.”

“Tamamdır abi. Bizim Selçuk’ta temizlik işçisi Recep Akoğlan’ı araştırıyordu zaten. Hastaneden çıkmış, söyleriz yarın daha da yoğunlaşır maktul üzerine.”

“Anlaştık Tekin. Yolumuz açık olsun.”

“Yolumuz açık olsun abi.”

Başkomiser Tekin’in yüzündeki hafif gülümseme odada bulunan diğer başkomiserin de yüzünde ince bir tebessüme yol açtı. Ankara Cinayet Büro’nun emektarı Başkomiser Cengiz ile çaylak polis Başkomiser Tekin uzun gecenin uzun sabahı öncesinde katil ya da katilleri yakalamak için hazırlardı.

***

Ankara…  Frigler’in Gordion’u, Romalılar’ın Anadolu’daki vazgeçilmez kalesi… Kral Midas’ın mezarı, Hattiler’in Güneş Kursu… Cumhuriyet’in kadim başkenti, Mustafa Kemal Atatürk’ün sevgili yâri… Ankara…

Bu liste gittikçe uzardı ama Çorbacı Halil Usta’nın dükkânındaki duvarda asılı olan halıda yazanlar bu kadarla sınırlı idi. Başkomiser Tekin, Şahin Ertürk’ün ölmeden önce en son bulunduğu mekâna gitmiş, elle tutulur birkaç bilgiden sonra kendisini Ankara sokaklarına vurmuş, soluğu Çorbacı Halil ustada almıştı. Halil Usta’nın meşhur paça çorbasını kaşıklarken kafasındaki bilgileri düzene koyuyor, boşlukları birer birer kapatıyordu. Aslında pek te işe yarar bir şey öğrenememişti esmer tenli garsondan. Maktulün ölmeden önce içtiği sütle karışık sodayı Adli Tıp’ın tecrübeli cerrahı Haldun iki gün önce söylemişti kendisine. Gecenin en kritik bilgisi, maktul Şahin Ertürk’ün telefonunu kafede unutmasıydı. Şahin Ertürk’ün evi Karanfil Sokak elli iki numaradaydı. Başkomiser Tekin, maktulün yol güzergâhını gözünün önüne getirdiğinde Şahin Ertürk telefonunu kafede unuttuğunu fark etmiş, telefonunu almak için kafeye geri dönmeye karar vermiş ve geri dönüşe geçtiği sırada karşısına çıkan katili tarafından öldürülmüş olabilir ya da Şahin Ertürk telefonunu kafede unuttuğunu fark etmemiş, evine doğru giderken yine aynı şekilde karşısına çıkan katili tarafından öldürülmüş olabilirdi. Ayrıca Şahin Ertürk’ün kafeden ayrılma saati ile cesedinin evinin güzergâhında bulunması başka bir yerde öldürülüp kendisini buldukları yere cesedinin bırakılmasının önüne geçiyor, bu ihtimali oldukça zayıflatıyor hatta çürütüyordu. Birçok ihtimal vardı yine her cinayette olduğu gibi bu vakada da ama her zaman olduğu gibi bütün bilinmezleri teker teker yok ederek sonuca ulaşacaklardı. Ender de olsa sonuca ulaşamadıkları olurdu. Bunun bilincindeydi dosyayı yürüten her iki başkomiser de ama inanmak zorundaydı her ikisi de cinayetleri aydınlatıp katil ya da katilleri yakalayacaklarına. İnanmamak gibi bir lüksleri yoktu. İnanmak demek yolun yarısı demekti, inanmak demek katile giden yol demekti.

Düşüncelerine fonda çalmaya başlayan Müslüm baba eşlik etmeye başlamıştı. Yorgun başkomiserin gözlerindeki uyku parıltılarını fark eden Halil usta radyonun sesini biraz kıstı. Başkomiser Tekin, Halil ustaya kafasıyla eyvallah dedikten sonra saatine baktı. Üst üste uykusuz geçen ikinci gecesinin sabahına fazla bir şey kalmamıştı. Kalksa iyi olacaktı. Şahin Ertürk’ün nişanlısı Zeynep Korkmaz ile görüşecekti sabah. Genç kadına soracağı oldukça önemli soruları vardı. İki gündür eve uğramadığı için banyo yapmadığını anımsadı bir an. “Kadınla görüşmeden önce eve gidip bir duş almalı,” dedi kendi kendine. Masanın üzerine bir yirmilik bıraktı, ardından kendinden emin adımlarla dükkânın kapısına doğru yöneldi. Dükkânın kapısına sevdiği kadına dokunan bir erkek gibi uzun ve sert elleriyle usulcacık dokundu, mandalı devam eden bir müziğe giriş yapan ikinci şarkıcının diğer şarkıcıyı umursamazlığıyla çevirdi ve Anadolu’dan zorla evlendirilmemek için İstanbul’a kaçan taze genç fidanların umuduyla kapıyı arkasındakilerle birlikte sonsuza dek kapattı. Dışarıda keskin bir Ankara ayazı karşıladı kendisini. Ankara ayazı… İnsanın en ücra köşelerine kadar giren yüzsüz, ruhsuz ve korkusuz canavar… Bir katilde bulunması gereken özelliklere hatta daha fazlasına sahip diye düşündü içinden. Deri ceketinin yakasını biraz daha kaldırdı ayaza küfrederek ve ağır ağır yürümeye başladı şehre meydan okurcasına. Yolları süpüren temizlik işçilerine rastladı Kocatepe Camii’ne yaklaşırken. İşçilerin kendisine; geceden kalma, bakalım hangi hatunun koynundaydı, kendisini kime, kaç paraya satmış, tipini s.ktiğim, o.çocuğu gibi fırlattıkları bakışlardan rahatsız olmamıştı. Bütün bu bakışlara ve daha fazlasına alışkındı. Kendisi de ara sıra insanlara böyle bakışlar atıp yargı dağıtırdı. Bütün insanlar böyle değil miydi? Kendimiz hariç Dünya’daki canlı ve cansız bütün her şeyi amipten tutun da çok çeşitli hücrelerin bir araya gelip ahenkli bir bütün oluşturması sonucu teşekkül eden İnsan! a kadar her şeyi yargılamıyor muyduk? İçsel diyaloguna hemen cevabı yapıştırdı Başkomiser Tekin. “Evet, hem de dibine kadar.” Kızılay’a doğru yürüyüşünü sürdürürken uzun zamandır sigara içmediğini kafatasının içindeki canlının yaptığı baskıdan anladı ve bu reaksiyona paralel olarak sağ eli deri ceketinin yan cebine gitti. Yoğun bir arama sürecinden sonra hoşlanmayacağı bir manzara ile karşılaştı. Mavi Winston paketi her zaman olduğu yerde yoktu. Sabahın ilk ışıklarına dakikalar kala dışarıdaki keskin ayazla ahenk oluşturacak bir şekilde sunturlu bir küfür savurdu Başkomiser Tekin.

“Hay s.keyim, çorbacıda unuttum galiba.”

Bu, bir yerde unuttuğu kaçıncı paketti. Yakında unuttuğunu da unutacaktı bu gidişle. Bu mesleğin gecesi gündüzü yoktu. Gece ve gündüzün izlediği mutlak sıra değişince, bir günün iki yarısı birbirlerinin yerine geçince sürekli denge sıkıntısı yaşayan homo sapiens’in olmayan dengesi hepten gidiyordu bir daha hiç gelmeyeceksine. Son yıllarda unutkanlığı artsa da akademi yıllarını ezbere bildiği bir kitabın yapraklarını çevirircesine hatırlıyordu her zaman. Gelişim Psikolojisi dersinde Müge Hoca Piaget’in Bilişsel Kuramı’nı anlatırken şöyle demişti: “Bilişsel gelişimde dengeleme, bireyin özümleme ve düzenleme yoluyla çevremize uyum sağlayarak dinamik bir dengeye ulaşması sürecidir. Gelişen bireyin çevresiyle tüm etkileşimlerinde dengeleme süreci yer alır. Dengeleme süreci bireyin çevreye uyumunu ve dengeye ulaşmasını sağlar. Ancak, bireyin denge durumu durağan (statik) değildir. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni uyarıcılarla, bireyin denge durumu bozulur. Bu dengesizlik, özümleme ve düzenleme yoluyla giderilir ve yeni bir denge durumu sağlanır. Öğrenme, büyük ölçüde organizmanın denge durumunun bozulmasına ve dengenin, yeniden daha üst düzeyde kurulmasına bağlıdır.”

İnsan yaşamının özeti niteliğindeydi bu cümleler. Hayatımız denge ve dengesizlik arasında kurulu bir düzenekti ve yaşanan her dengesizlik yeni bir şeyler öğrenmemize kapı aralıyordu. “Geçmişin tozlu sahifelerinde bu kadar gezinmek yeterli,” diyerek kitabın kapağını içindekileri rahatsız etmemek istercesine yavaş ve sessiz bir şekilde kapattı, başucu kitabını belleğinin uzun süreliler rafına yerleştirdi. Adımlarını bilinçsizce hızlandırdığından kan ter içinde kalmıştı. Deri ceketinin fermuarını yarıya kadar açtı, içinden gelen yoğunluğu oldukça yüksek isteği bastıramadı ve olanca gücüyle haykırdı; bir daha hiç uyanmayacaksına uyuyanlara, gözlerini açtığı günden beri hiç uyumayanlara ve yeni bir Ankara sabahına uyanmaya hazırlananlara.

“İnsanlar masum doğarlar fakat masum ölmezler.”

***

Başkomiser Cengiz arşivde sabahın erken saatlerine kadar çalışmış, siyah kaplıklı defterine bazı önemli notlar çiziktirmişti. Yıllar önce soğuk bir Aralık gününde, aldığı yoğun göçün etkisiyle yozlaşan başkentin kenar semtlerinin birinde buldukları küçük kız çocuğunun üzerine bırakılan nottaki yazı ile dün işlenen cinayetlerdeki yazıları karşılaştırmış, yazı stillerinin yazıların benzerliğini fark etmiş, detaylı incelenmesi için Farah Naz Koçyiğit dosyasındaki delili dosyadan çıkartıp diğer üç delil ile birlikte kriminale yollamıştı. Kriminal, adli grafolog aracılığı ile iki olayda da yazıları aynı el mi yoksa başka bir el mi yazdı? Yazılar hangi elle yazıldı? Sağ mı? Sol mu? Yazılar hangi pozisyonda yazıldı? Oturarak mı? Ayakta mı? Gibi dosyada yol almalarını sağlayacak oldukça önemli bilgileri içeren sorulara cevaplar arayacaktı. Ayrıca yazı stillerinden yola çıkarak karakter analizi de yapacak, katilin karakteri hakkında bilgilenmelerini sağlayacaktı.

Ağır adımlarla binanın en alt katından en üst katındaki Cinayet Büro’ya doğru yol alırken gözleri kapanmak üzereydi Başkomiser Cengiz’in. Bugün de dünü aratmayacak kadar oldukça yoğun bir gün olacaktı. İlk önce Madalyon Psikiyatri Kliniği’ne gidecek, maktul Feride Yalman’ı en son gören kişi olan Ahmet Susuz ile görüşecek – eğer görüşebilirse tabii, en son aklını kaybetmişti- daha sonra diğer maktul Recep Akoğlan’ın Erzurum’dan cenazeyi almak için gelen ailesiyle görüşecekti. Gün içerisinde ayakta durması için biraz kestirmesi gerekiyordu. Odasının önüne geldiğinde eli kapının koluna uzandığı anda kapı kendiliğinden açıldı. Kapıda buğday tenli, bıyığı yeni terlemiş bir polis memuru gözleriyle bastıramadığı bütün heyecanını belli ediyordu. Başkomiser Cengiz’in bakışlarının yavaş yavaş sertleşmeye başladığını görünce hemen atıldı genç polis.

“Başkomiserim, Feride Yalman’ın annesi geldi. Sizinle görüşmek istiyor. Ben de hanımefendiye işinizin olduğunu söyledim ve siz gelene kadar da odanızda beklemesinin uygun olacağını düşündüm.”

Aldığı yanıttan memnuniyetini dile getirmek için “Tamam Yunus. İyi yapmışsın,” diyerek sözcüklerle ifade ettiği takdiri bedeniyle daha da pekiştirmek istercesine genç polisin omzuna dokundu Başkomiser Cengiz ve ardından ekledi.

“Bana orta şekerli bir kahve ama önce hanımefendiye sor bakalım kahvesini nasıl içermiş?”

***

“Hemşerim oradan kalk da altını süpüreyim. Alo! Sana diyorum. Kalksana lan!”

Bankta yatmakta olan kişi kendisini ilk başta nazikçe uyaran daha sonra bu nazikliğin altını hafifçe kazıyarak uyarılarına devam eden temizlik işçisine herhangi bir tepki vermedi ve istifini bozmadan yapmakta olduğu uyuma eylemini sürdürmeye devam etti. Bunun üzerine çileden çıkan temizlik işçisi elindeki süpürgeyi hızlıca yere bıraktı ve “Sen şimdi görürsün şerefsiz,” diyerek banktaki kişinin insan olduğunu bir anlığına unutup şerefini az önce tayin ettiği Başkomiser Tekin’e tabiri caizse saldırdı.

Başkomiser Tekin, bedenine dokunan iri ellerin yaptığı etkiye tepki olarak kendisine uzanan elleri çevik bir hareketle kavradı, elin sahibi olan bedeni ters bir şekilde sabah sabah bu tatsızlığa sebep olan bankın üzerine yatırdı ve kükrercesine konuşmaya başladı.

“Ne dedin lan sen? Devletin polisine ki polisliği geçtim bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına hakaret ettin. Bu suç. Bilmiyor musun lan?”

Ne olduğunu anlamlandırmaya çalışan işçi bedenini gittikçe saran korku ve endişe içerisinde mırıldandı.

“Kusura bakma abi. Senin polis olduğunu nereden bileyim. Polis olduğunu bilseydim ekmek mushaf çarpsın böyle bir şey yapmazdım. Affet abi.”

Başkomiser Tekin, on iki rauntluk bir boks maçını henüz otuzuncu saniyesinde kazanmış bir boksör edasıyla erken zaferini kutlarcasına kükremeye devam etti.

“Sus lan. Sen benim ne olduğuma göre mi davranacaksın. Polis olmuşum, doktor olmuşum, bakan olmuşum… Ne fark eder? Hepimiz insanız. Hepimiz ölümlüyüz. Öldükten sonra dünyadayken ne b.k olduğumuza bakmayacaklar. Ama sen merak etme, ekmekten önce seni ben çarpacağım.”

Başkomiser Tekin’in gözlerindeki koyulaşmaya başlayan kızıllık daha da korkmasına neden oldu temizlik işçisinin. Yavaş yavaş durumu kabullenmeye başlamıştı.

“Keşke bizim Dilsiz’i dinleseydim. ‘Sen dengesizsin, dikkat et Ankara’da çok sivil polis var. Bir gün başına bela alırsın,’ demişti. Ah salak kafam.”

Başkent’te güneş çoktan doğmuş, insanları yakmaya başlamıştı. Gittikçe artan ısı dengesini yavaş yavaş bozarken temizlik işçisinin bu son söyledikleri bir anda dengesini kaybetmesine sebep oldu Başkomiser Tekin’in.

“Ne dedin sen? Dilsiz mi dedin?”

Bileklerine her geçen dakika uyguladığı baskıyı artıran adamın az çok deli olduğunu anlamıştı işçi ama iş işten geçmişti. Sabretmezse daha kötü sonuçlar onu bekliyor olabilirdi. Son derece sakin bir şekilde kendisine yöneltilen soruyu yanıtladı.

“Evet abi. Bizim Dilsiz Recep. Bakma lakabının dilsiz olduğuna çok iyi konuşur köftehor.”

“Bu dilsizin tam adı Recep Akoğlan mı?”

“Evet abi, kimliğinde görmüştüm. Abi, sen nereden tanıyorsun Dilsiz’i?”

“Şimdi seni de… Dilsiz’i de… Abini de… Bi sus lan. Sana sorduğum zaman konuş.”

Aldığı yanıt beyninden kaynar sular dökülmesine sebep olmuş, içinden hem Uzun Mustafa’ya hem de Dilsiz Recep’e iyi bir sövmüştü Başkomiser Tekin. Demek Dilsiz konuşuyordu. “O zaman neden gizledi bu yavşak Uzun Mustafa adamın konuştuğunu bizden?” diye içinden geçirirken sıcağın artmasıyla birlikte alnından terler dökülmeye başlayan işçi düşüncelerini böldü.

“Abi gözünü seveyim, bırak gideyim. Tövbe bir daha hiç kimseye bulaşmam.”

Başkomiser Tekin tuttuğu bilekleri biraz daha sıktı.

“Yok öyle yağma koçum. Seninle biraz sohbet edeceğiz Merkez’de,” dedi ve ardından belinden çıkardığı kelepçeyi büyük bir ustalıkla temizlik işçisinin ellerine bileklik takar gibi taktı ardından cebinden telefonunu çıkardı, rehberinin Komiser Yardımcısı Doğan yazan bölümüne parmaklarıyla hafifçe dokundu.

Aranan numara ikinci çalışta telefonu açtı.

“Buyrun başkomiserim, sizi dinliyorum.”

“Doğan sana atacağım konuma yanına bir ekip al, hemen gel. Bir de geçen sorguladığımız temizlik işçisi Mustafa Karakaya’nın evine de bir ekip yolla, adamı Merkez’e alsınlar, ben gelene kadar da hiçbir şey yapmasınlar ona…”

***

Cinayet Büro’nun karanlık odasında karşılıklı olarak oturmuş, ev sahibi orta şekerli misafir ise sade kahvesini yudumluyorlardı. Bu sırada ilk kez karşılaşan iki insanın farkında olmadan yaptıkları birbirini tartma eylemini gerçekleştirmişti odadaki her iki kişi de. Feride Yalman’ın annesi ellili yaşlarını süren, yüzündeki hafif makyajdan ve kısa kesilmiş saçlarından anladığı kadarıyla bakımlı oldukça hoş bir kadına benziyordu. Acaba kendisi hakkında ne düşünüyordu bu güzel kadın? Yaşlı ama gözleri alev gibi… Kendi kendine tebessüm etmesine neden oldu bu içsel diyalogu Başkomiser Cengiz’in. Bu tebessüm odadaki diğer kişinin de gözünden kaçmamış fakat herhangi bir tepki vermemiş, sessizce kahvesini içmeye devam etmişti kendisini görmek isteyen kadın. Artık konuşmaya başlama zamanının geldiğini düşünen Başkomiser Cengiz elindeki kahve fincanını sehpanın üzerinde duran altlığa bıraktı, boğazını temizledi, oturduğu koltukta geriye doğru yaslandı ve ne sesli ne de sessiz kendisine has ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Gülçiçek Hanım’dı değil mi?”

“Evet, sizinki de Cengiz Bey olmalı.”

Odadaki her iki tarafta hoşnuttu konuşmanın başlangıcı açısından. Başkomiser Cengiz söz hakkının kendisine geçtiğini fark ederek konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“Kızınız Feride söylemişti adınızı. Çok akıllı ve oldukça çalışkan bir kız yetiştirmişsiniz hanımefendi. Toprağı bol olsun. Kısa sürede çok şey paylaştık kendisiyle.”

Sözlerine eşlik etmek üzere kadının gözlerinden birkaç iri damla hafif makyajlı çehresine doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Bunu fark eden Başkomiser Cengiz masasının üzerinde duran rulodan bir peçete koparıp konuşmaya hazırlanan kadına uzattı ve ekledi.

“Kendinizi iyi hissetmiyorsanız başka müsait olduğunuz bir zaman da görüşebiliriz Gülçiçek Hanım. Takdir sizin. Ne dersiniz?”

Gözyaşları iri damlalardan bir yaz yağmuruna dönüşürken kısık sesle konuştu Gülçiçek Yalman.

“Şimdi konuşalım Cengiz Bey. Ankara’dan ayrılıyorum bu gece. Bu şehir, kızımdan sonra bana çok ağır gelmeye başladı artık. Nefes almakta zorlanıyorum her geçen dakika.”

Karşısındaki kadının çektiği acıyı daha doğrusu ızdırabı çok iyi anlıyordu Başkomiser Cengiz. Kendinin de ruhsal durumu gözleri birer nemli toprağı andıran karşısındaki kadından farksızdı fakat Feride’ye ve diğer maktullere olan insanlık borcunu katil ya da katilleri yakalayarak ödemesi için kelimenin tam anlamıyla direnmek zorundaydı. Direnmek… Bu kelime ağır koşullarda çalışan bir emekçi gibiydi. Nasıl o emekçi hayata karşı amansız bir mücadele içerisindeyse ‘direnmek’ te aynen öyleydi. Başkomiser Cengiz’in hiç uyanmak istemezcesine bir rüyaya daldığını fark eden Gülçiçek Hanım elini Başkomiser Cengiz’in elinin üstüne koydu ve uyandırmak istemezcesine konuşmaya başladı.

“Siz iyi bir insansınız Cengiz Bey. Feride her telefon konuşmamızda mutlaka sizden bahsederdi. Onunla yaptığınız sohbetlerle açılan ufku ve genişleyen ruhundan, yeni bir günün beraberinde taze umutlar ya da hayal kırıklıkları getirmesinin değişmez bir kural olduğunu naif bir dille anlatışınıza, yetiştirdiğiniz ve ona hediye etme nezaketi gösterdiğiniz begonvile kadar sizinle geçirdiği her anın içinde saklı olan güzellikleri anlatırdı. Sizden bir anne daha sonra bir insan olarak isteyeceğim şey, Feride’nin ölümünden dolayı kendinizi asla suçlu hissetmeyiniz, o gün Feride’nin öleceğini onu öldüren katili ve bu ölümü ezelde yazıya geçiren Tanrı’dan başka kimse bilmiyordu. Bu yüzden müsterih olunuz Cengiz Bey. Gözlerinizin içine bakınca bu cinayetin sorumlusu benim duygusunu okuyorum. Sizden rica ediyorum, şu dakikadan itibaren bu duygudan kurtulunuz ve size anlatacağım olaya kendinizi konsantre ediniz.”

***

Maktul Şahin Ertürk’ün nişanlısı Zeynep Taner’in Yenimahalle 462/2 sokaktaki evine varmak üzereydi Başkomiser Tekin. Olaylı bir sabah geçiriyordu. Sabaha doğru Çorbacı Halil Usta’nın dükkanından çıkmış, Kızılay’a doğru yürürken açık bulduğu tekelden iki şişe bira almış, içtiği bankta sızıp kalmıştı. Sabahın ilk saatleriyle yerleri süpürmeye başlayan temizlik işçisinin gayet insani bir uyarısıyla uyanmış devamında işçiyle yaptıkları sohbette arayıpta bulamayacağı bir bilgi elde etmişti. Uzun Mustafa’nın konuşmuyor dediği Recep Akoğlan namı diğer Dilsiz Recep meğer dilliymiş.

Bu işin aslını astarını bizzat Uzun Mustafa’ya sormak için Komiser Yardımcısı Doğan aracılığıyla Mustafa Karakaya’yı namı diğer Uzun Mustafa’yı ve kendisini yeni güne uyandıran temizlik işçisi Fuat Gülüşügüzel’i Merkez’e aldırmıştı ama ilk önce Zeynep Hanım’ı ziyaret edecek, geçen gün soramadığı ve dün gece elde ettiği bilgilerden kafasında oluşturduğu soruları kendisine yöneltecekti.

Bu düşünce deryası içinde son anda araçlar için yanan trafik lambasının içindeki parlak kırmızılığı fark etti. Yanan kırmızı ışık zihnine de biraz durmasını söylüyordu. Başkomiser Tekin kendisine gelen bu çağrıya kayıtsız kalmayarak zihninin de fren kısmına bastı ve bir buçuk dakika sonra yanacak yeşil ışığı beklemeye başladı. Kırmızıdan yeşile dönen ışık geçmesi için izin veriyordu fakat yukarıdan gelen araç kendisi için yanan kırmızı ışığı dikkate almamış olacak ki Başkomiser Tekin’in kullandığı Hyundai Accent’e neredeyse sıfır geçerek gitmek istediği yöne doğru kırdı direksiyonunu. Başkomiser Tekin ülke sınırları içerisinde çok sık rastlanılmayan alışılmışın dışında son derece sakin ve kontrollü bir şekilde kaza ile sonuçlanabilecek duruma herhangi bir tepki göstermeden yoluna devam etti,  direksiyonu 462/2 sokağa hızlıca kırdı ve gözleriyle Zeynep Hanım’ın mesajda yazdığı apartman ismini aramaya başladı. Bu arayışı fazla sürmedi, aradığı Menekşe Apartmanı’nın önündeki boşluğa Hyundai Accent’i park etti.

***

“Cengiz Bey, bu anlatacağım olay, cinayetleri aydınlatmanızda size nasıl bir fayda sağlar bilmiyorum. Kızımın cinayeti aydınlanırsa diğer iki cinayette çözülür diye düşünüyorum. Gazetelerden okuduğum ve televizyonlardan izlediğim kadarıyla her üç cinayetin de faili aynı. Öyle değil mi?”

“Gülçiçek Hanım size şunu söylemeliyim öncelikle. Ülkemizde yazılı ve görsel basını iki defa okumanız, farklı materyalleri okuyarak karşılaştırmanız ve en önemlisi de bu araçlara yüzde yüz itibar etmemeniz gerekli. Kesinlikle yanlış anlamayın beni bu konuda. Yaşanan acı tecrübelerden yola çıkarak bunları size söylüyorum. Maalesef medya Dünya’nın neresinde olursa olsun bir takım yönetim mekanizmaları tarafından ideolojik olarak propagandalarını yaymak amacıyla kullanılır. Yine aynı şekilde bazen de gündemi meşgul etmek amacıyla bazı olaylar kasıtlı olarak ön plana çıkarılır. Örneğin bir seri katil, bir terör saldırısı ya da devam etmekte olan çok önemli bir adli vaka.”

Masasının üzerinde duran bardağı yavaşça eline aldı, sehpanın üzerinde bir vazo gibi duran plastik şişenin kapağına sert elleriyle hafifçe dokunarak şişenin ağzını açtı, taşmayacak şekilde suyu pet bardağa boşalttı, bardağı usulca dudaklarına götürdü, bardaktaki su önce kuruyan dudaklarına ardından boğazına temas etti, bardaktaki sıvının tamamını bir sonraki sefere saklamak için bitirmedi, pet bardağı sehpanın üzerine bıraktı, cebinden çıkardığı mendili suyun bedeninde bıraktığı kalıcı olmayan izleri yok etmek için dudaklarında aşağı ve yukarı olacak şekilde iki tur gezdirdi, mendilini katlayıp cebine koydu ve konuşmasını sürdürdü.

“O yüzden demek istediğim şey; kızınız ve diğer iki maktulün üzerinde bulduğumuz deliller ve içerikleri, ayrıca her üç otopsi raporundan anladığımız kadarıyla her üç cinayetin de işlendiği keskin alet, henüz ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, aynı gözüktüğüne göre emin olmamakla birlikte katil ya da katillerin aynı kişi veya kişiler olduklarını düşünüyoruz.”

Karşısındaki ellili yaşları sürmekte olan adama içten içe duyduğu hayranlığı gizlemek için kendini zor tutan kadın, Başkomiser Cengiz’in bardaktaki kalan suyu boğazını temizlemek için kullandığını görünce söz sırasının tekrar kendisine geçtiğini anladı ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“ Haklısınız Cengiz Bey. Bu açıdan hiç bakmamıştım.”

Başkomiser Cengiz bakışlarını önce duvardaki saate sonra karşısındaki kadına çevirdi. Bakışları anlatacağın şeyi bir an önce anlat, çözmem gereken bir seri cinayetler dosyası var diyordu. Başkomiser Cengiz’in gözlerindeki mesajı okuyan Gülçiçek Yalman kızının öldürülmeden bir gün önce telefonda anlattığı hadiseyi tane tane ince sesiyle anlatmaya başladı.

“Feride rutin olarak her akşam saat yedide klinikte nöbetçi olsa da olmasa da beni arardı. O gün, geçtiğimiz pazartesi akşam saat yedide bir kulağım televizyonda diğer kulağım da çalmasını beklediğim telefondaydı. Dakikalar birer birer geçiyor, beklentim artıyor fakat beklenen telefon bir türlü gelmiyordu. Daha fazla dayanamayıp kızımı aradım. İkinci çalışta telefonu açan kızımın sesi her gün ki sesinden uzak, ruhsuz, can çekişir bir haldeydi.”

 

Kadının eli pet şişeye uzanınca Başkomiser Cengiz ayağa kalkıp camın önündeki dolaba doğru seğirtti, dolaptan bir kupa alıp yeri henüz soğumamış koltuğuna geri döndü, bardağı kadının önüne bıraktı. Kadın, kendisine yapılan bu incelikten memnun, yaklaşık beş dakika önce Başkomiser Cengiz’in uyguladığı su doldurma ve içme seremonisini aynen tekrar etti. Daha sonra yarım bıraktığı konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“Kızımın bir sıkıntısı olduğunu anlamış, fazla üzerine gitmemiştim. Havadan sudan konuşarak telefonu kapatmış, sorunun ne olabileceği üzerine kafa yormuş, geçmişin karanlık dehlizlerine dalmak istememe rağmen dalmıştım. Tek başına bir kız çocuğu yetiştirmek nedir bilir misiniz Cengiz Bey? Ona hem ana hem baba olmak. ‘Hep bir tarafım eksik anne,’ derdi ara ara dertleştiğimizde. O yüzden aklıma ilk gelen bu sıkıntının nüksetmiş olabileceğiydi. O geceyi bu düşünceler eşliğinde tamamlayıp ertesi gün akşam yediyi beklemeye başladım. Akşam yediyi bir şekilde etmiş, saatler yediyi gösterirken bütün dikkatimi çalmasını beklediğim telefonuma vermiştim fakat telefonum yine çalmamıştı. Artık gerçekten bir sorunun varlığına hem kalbim hem aklımla ikna olmuş, çoktan kızımın telefon numarasını çevirmiştim. İlk çalışta açılan telefonun ucundaki sesin korktuğunu bir insan olmaktan ziyade anne içgüdüsüyle anlamıştım. Anlat demeden anlatmaya başladı. İzinli olduğu gün Kızılay’a kadar yürümüş, Dost Kitabevi’ne uğramış, kitaplara bakmış, birkaç tane de almış. Daha sonra kitapçının bulunduğu sokağın sola açılan kolunda yer alan Ardıç Kafe’de arkadaşıyla buluşmak üzere kitapçıdan çıkıp ağır ağır kafeye doğru yürümeye başlamış. Elinde tuttuğu kitap poşetini düşürmüş, eğilip yerden onu almak isteyince oldukça uzun boylu, yüzünün gözleri hariç her tarafı siyah peçeyle kapalı üzerinde de yüzündekini tamamlayan simsiyah bir kıyafet olan birisiyle karşılaşmış. Erkek mi yoksa kadın mı olduğunu anlayamamış ilk başta bu garip varlığın. Daha sonra kaba ve uzun ellerine dikkat ederek erkek olduğunu anlamış. Bu uzun boylu garip adam kızımla yüz yüze gelince bir anda koşmaya başlamış ve ortadan kaybolmuş. Feride’de delinin biri diyerek yoluna devam etmiş. Ertesi gün Feride tekrar kitapçıya gelmek zorunda kalmış. Çünkü arkadaşına doğum gününde hediye edeceği kitabı almayı unutmuş. Sadece o kitabı hediye ederdi sevdiği insanlara benim masum çocuğum. Kitabı alıp kitapçıdan çıkmış, kliniğe doğru yürümeye başlamış. İlk başta birinin onu takip ettiğini anlamamış. Yürüyüşünü sürdürürken arkasına dönmüş bir anlığına ve eli ayağı tutulmuş, olduğu yerde donmuş adeta. Dün kitapçıdan sonra karşılaştığı yüzü siyah peçeyle kaplı garip adammış arkasındaki kişi. Vakit akşama yaklaştığı için normal zamanda tenha olan sokak daha da tenhaymış. Kızım ani bir hareketle caddeye doğru koşmaya başlamış, tabi arkasından da bizim garip varlık. Bir an arkasından bir ses işitmiş Feride, arkasına dönüp bakınca uzun boylu garip adamı yere çömelmiş bir halde akşam karanlığında parlayan oldukça uzun bir şeyi almaya çalışırken görmüş. Garip adam yerdeki cismi eline almış, havaya kaldırmış. Feride olduğu yerde mıhlanmış bu sahne karşısında. Garip adamın elindeki garip cismin üç başı olan bir yaratık olduğunu görmüş. Bu bir kılıçmış. Üç başı olan bir ejderhanın üzerinde yer aldığı bir kılıç…”

***

Başkomiser Tekin iki bin on dört model resmi araç ile emniyetin otoparkına elli kilometre hızla girdiğinde güneş yükselişini tamamlamış, inişe geçmişti. Bir an önce Başkomiser Cengiz ile konuşmak istiyordu. Feride Yalman ve Şahin Ertürk cinayetlerinde üzerlerine bırakılan not harici bir ortak nokta daha yakalamışlardı. “Çalıkuşu.” Şahin Ertürk’ün nişanlısı Zeynep Taner, kitaplığını kendisine gösterdiğinde ağzı açık kalmıştı Başkomiser Tekin’in. Kadının kitaplığı boydan boya Çalıkuşu’nun ilk baskı yılından olduğumuz aydaki yeni baskısına kadar doluydu. Daha sonra Şahin ile aralarındaki ilişkide bu kitabın oldukça önemli bir yeri olduğunu, nişanlısının her yeni baskıda kendisine mutlaka bir adet Çalıkuşu hediye ettiğini gözyaşlarıyla birlikte anlatmıştı güzel kadın. Başkomiser Tekin yanında getirdiği, Şahin Ertürk’ün öldürülürken yanında olan poşeti kadına uzattığında üzerinde Dost Kitabevi yazan pakaetin içinden çıkan kitap her ikisini de şaşırtmamıştı. “Çalıkuşu.” Kadın, “Şahin her hediye edişinde mutlaka ilk sayfaya bir not yazar,” demiş ve ilk sayfayı açmıştı hemen. Notta şöyle yazmıştı yeryüzünde artık var olmayan aşık. “Benimle 12 Ekim’de evlenir misin sevgili?”

***

“Yoğun bir gün oluyor abi, şu temizlik işçilerini çapraz sorguya aldıktan sonra gidip bir tek atalım. Ne dersin?”

Cinayet Büro’nun karanlık odasında ruhları da kararmak üzere olan iki başkomiser sabah getirilen iki temizlik işçisini sorgulamadan önce iki çay eşliğinde sohbet ediyordu.

“Olur Tekin. Ben de ne zamandır içmiyorum. Feride’yi öldürülmeden önce en son gören Ahmet Susuz’u görmeye gidecektim kliniğe aslında. Neyse yarın giderim. Tedavi, ilaç falan derken üç ay olmuş şu mereti ağzıma sürmeyeli. Üç ay… Nereye gideceğiz? Benim bildiğim bir yer var istersen oraya gidelim. Adı da manidar aynı zamanda.”

“Adı ne abi mekanın?”

“Çalıkuşu.” Başkomiser Cengiz’in ağzından dökülen harfler birleşmiş, ortaya bir cadı çıkmış ve bu kötü kalpli varlık odadaki iki kişiye de katıla katıla gülme büyüsü yapmışçasına her iki başkomiser de mekanın adı üzerine güldüler. Gülmek ne kelime, haykırdılar.

Büyünün etkisinden kurtulup ilk kendine gelen Başkomiser Tekin oldu.

“Oraya da gideriz abi ama ben seni bugün başka bir mekana götüreceğim. Ayrıca ben götürdüğüm için de içkiler benden. Yalnız ikiden fazla içmek yok. Hesabı ödeyemeyebiliriz sonra.”

Cadı, değneğini iki başkomisere bir kez daha dokundurdu ve ilkinden daha şiddetli bir biçimde güldü her ikisi de.”

Bu sefer Başkomiser Cengiz büyüden kurtulup söz aldı.

“Doğru söylüyorsun Tekin. Paradan ziyade uzun süredir içmeyen bu bedeni pert eder iki bardak ve daha fazlası.”

Başkomiser Tekin konuşmak üzere oturduğu yerde doğrulduğunda içeri Komiser Yardımcısı Doğan girdi ve tok sesiyle devam eden güzel sohbetin bitişini ilan etti.

“Cengiz başkomiserim, her iki temizlik işçisinin sorgusu için de hazırız.”

***

Sorgu odası bir… Interrogation room one… Odanın girişinde içeriden dışarıyı göstermeyen camın yanında yer alan bu levhayı görünce Başkomiser Cengiz eğitim için Amerika’ya gittiği günleri anımsadı bir an. Drug Enforcement Administration kısacası DEA, Türkçesi Uyuşturucu ile Mücadele İdaresi olan kurumda görevli bir ajan olan Sam –asıl adı Samuel- ile ahbaplık etmişti kongre boyunca. Çalıştaylardan fırsat buldukça sert birer Brezilya kahvesi eşliğinde bolca sohbet etmişler, Türkiye’de ki ve Amerika’da ki güvenlik güçlerini masaya yatırmışlar, yaptıkları sohbetlerden her ikisi de çokça keyif almıştı. Bu sohbetlerin birisinde Sam ilk girdiği sorguyu anlatmış, Başkomiser Cengiz karşısındakinin cesaretine hayran, çılgın Amerikalıyı dinlemişti. Sam, tam bir yıldır peşlerinde oldukları büyük bir uyuşturucu kartelinin üst düzey karar organlarından birini Amerika’nın Meksika sınırında yer alan Türkiye’de ve Dünya’da aşırı şiddetiyle nam salmış meşhur Teksas eyaletinde yakalamış ve sorgulama için DEA’in ülkenin Kuzeydoğu kanadında yer alan Springfield, Virginia’ya da ki merkezine getirmişti. Yakalanan şahıs Marcel Dumas adında nam biri, kartelin Avrupa operasyonlarını yürüten bir şahsiyetmiş. Sam, bu zatı kendisinin yakaladığını ve Marcel’i sorgulamayı kendisinin hak ettiğini dolayısıyla da sorgulamak istediğini Şef’e bizzat kendisi iletmiş fakat Şef onun bu isteğine karşı çıkarak yakalanan şahsı kendisinin sorgulayacağını bizim zavallı Sam’e usturuplu bir dille küfredercesine söylemiş. Bunun üzerine Sam içinden Şef’e “Sen görürsün,” diyerek kafasında müthiş bir plan kurgulamış.

Ertesi sabah sorgulanması için sorgu odası bire getirilmiş Marcel Dumas. Onu sorgulamak için de Şef beklenilmeye başlanılmış fakat saatler geçmesine rağmen ortalıkta ne Şef varmış ne de yerine vekil tayin ettiği biri…

Akşama doğru telefonla sekreterliği arayarak çok rahatsız olduğunu, bugün Merkez’e gelemeyeceğini, sorguyu da Sam’in yapacağını bildirmiş muhterem Şef. Sam sohbet esnasında hiç gülmemiş ta ki Başkomiser Cengiz’in Şef’e ne yaptın sorusuna dek. Sorusunu katıla katıla gülerek cevaplamıştı Amerikalı. “Kahvesinin içine öyle bir şey kattım ki iki gün midesi onu rahat bırakmadı.” Sam’e sorguyu kendisinin yapacağı iletilince halinden memnun bir hal içerisinde uyuşturucu tacirinin sorgusuna girmiş ve sorguyu tamamlamış. Bu da böyle bir anıydı işte. Yaşam bu değil miydi zaten. ‘An’ ların birike birike oluşturduğu büyükçe bir yığın. An vardı, an vardı… Ne diyordu Danirmarkalı Sokrates? “Felsefi hipotez açısından hakikatin kavrandığı an, hatırlama tarafından tekrar yutulduğu için hayati bir öneme sahip değildir. Ancak koşulun Tanrı tarafından öğrenciye verildiği an, kişi için adeta bir yeniden doğum anıdır ve onda asla unutulamayacak bir dönüşüme neden olur. O andan sonra kişi daha önceden olduğu şey değildir artık. Bu dönüşüm anı sadece iman ile gerçekleştirilen bir sıçrama anıdır.” Kierkegaard’ı okumayı severdi Başkomiser Cengiz. Kierkegaard’ı okurken, okumanın verdiği hazzı tadar, keyif alırdı. Henüz kırk iki gibi oldukça erken bir yaşta doğduğu ‘an’ dan itibaren anlamlandırmaya çalıştığı dünyaya ve hayata veda eden bu genç Danimarkalı ‘an’ ı çok güzel tasvir etmişti. Kierkegaard’ tan yola çıkarak şöyle bir şey söylenebilirdi. Her ‘an’ ın insanı dönüştürdüğü muhakkak fakat hangi yöne ve neye dönüştürdü o ‘an’ lar seni? Bu noktada sorulacak soru tam da buydu. ‘An’ seni bir katil de yapabilirdi, bir kahraman da ya da yine Kierkegaard’ın deyimiyle bir iman şövalyesi de. Bu insanın elinde olan bir şeydi işte. İrade diğer adıyla istenç denen güçlü varlık seni ‘an’ etrafında yönlendirip şekillendirirken buna müdahale edebilirsin. Kafasının içinde Kierkegaard, “Doğru düşünüyorsun Cengiz, beni çok iyi anlamışssın,” şeklinde yeni bir nutka başlarken Başkomiser Cengiz’in bakışları kolundaki saate kaydı. Saatiyle olan bu ‘an’lık bakışma on dakikadır sorgu odasının asfalt renkli kapısının önünde elinde dosyasıyla dikilmekte olduğunu fısıldıyordu kulağına. Başkomiser Cengiz bu fısıltıya kulak verip yavaş hareketlerle kapıyı açtı. Bu ‘an’ ı sonlandırmanın yeni bir ‘an’ı başlatmanın zamanı gelmişti.

***

“Sana sadece ve sadece iki soru soracağım.”

Sorgu odası ikinin karanlık atmosferini biraz aydınlatmak adına masanın tepesinde sallanan lambayı eliyle temizlik işçisi Mustafa Karakaya’nın başının üzerine gelecek şekilde ayarladı Başkomiser Tekin ve soracağı soruları ardı ardına sıraladı.

“Neden yalan söyledin?”

“Recep Akoğlan kim?”

Sorgu odasının kendine has havası tüm bedenine sinen Uzun Mustafa yutkunarak konuşmaya başladı kesik kesik.

“Amirim, biliyorum yanlış yaptım yalan söyleyerek. Başına bir bela daha almasın istedim garip. Bu bizim Dilsiz memleketi Erzurum’dan bir kız sevmiş. Çocukluğundan beri gözü başka birini görmezmiş. Sevdalandığı bu kızı babası yüklü bir başlık parasına dedesi yaşında bir adama satmış. Kız düğününden bir gün önce gelip Dilsiz’e beni kaçır demiş. Bizim garip de ne yapacağını şaşırmış, o gün anne, babasıyla helalleşip sevdiğini de yanına alarak Ankara’nın yolunu tutmuş. İlk başlarda işsiz, aylak gezinip durmuş başkent sokaklarında. Kuruyemişçide çalışmış, simit satmış, otoparkçılık yapmış. Belediyeye yolu düşmesi için bir sene beklemesi gerekmiş. On beş Temmuz’da darbe girişimi olduğunda ilk sokağa çıkanlardanmış. O gece sabaha kadar eve girmemiş. Daha sonra dönemin Ankara Büyükşehir Belediye başkanı o gece gösterdiği büyük fedakarlık –kendisi böyle diyordu- için kendisini belediyeye temizlik işçisi olarak almış. İki sene sonra da Çankaya Belediyesi kadro açınca bizim buraya geldi.”

Başkomiser Tekin sorduğu ilk sorusuna aldığı cevaptan tatmin ayağa kalktı, daracık odada bir ileri bir geri gitti sonra sandalyeye oturup ikinci sorusunun cevabını almak üzere bakışlarını karşısındaki uzun boylu adama dikti.

Karşısında oturmakta olan sert polisin sert bakışlarının yüzüne dikildiği fark eden Uzun Mustafa konuşmaya devam etmesinin gerektiğini anlayıp anlatmaya devam etti.

“Tabi burada bu hayatlar yaşanırken Erzurum’da da kızın babası çıldırmış, kızın iki abisini de kız kardeşlerini temizlemek için başkente salmış. İşin acı tarafı burası. Dilsiz lakabını anlatacağım bu olaydan sonra kazandı garibim. Kızın iki abisi de Ankara’ya ayak basar basmaz resmi bir kurumda çalışan eniştelerinin adresini hemencecik buluvermişler. Bir gün işteyken telefon geldi Recep’e. Bizimkinin yüzü kireçten de daha açık bir renge büründü bu kara telefon üzerine. Koşa koşa bizlere bir şey söylemeden eve gitti. Biz de başında bela olduğundan ne olur ne olmaz diye arkasından gittik iki arkadaşla beraber. Gitmez olaydık. Evlerine vardığımız da kollarının arasında kanlar içinde sevdiceği kapının önüne oturmuş, gözlerini belertmiş boş boş bakıyor.  Onu son görüşüm o oldu ta ki bir hafta öncesine kadar. Bir hafta önce tekrar aramıza katıldı. Ağzını bıçak açmıyordu amirim. Dilini ağzında fazlalık diye kesmişlerdi sanki…”

***

“Ankara’nın bağlarında üzüm var. Yaşım on beş efelikte gözüm var. Eylen gözel sana bir çift sözüm var. Bura meydan değil sokak arası. Hem kurşun hem kama yarası.”

Ankaralı İbo sahnede, Başkomiser Cengiz ile Başkomiser Tekin en ön masada, garsonlar masaların arasında, müşterisinin peşinde olan hayat kadınları Anason’un önünde, katiller dışarıda, maktuller mezarda, düşünceler içeride…

Hafif bayıklaşan gözlerle Ankaralı İbo’nun sahneden inişini, Ayaşlı Emine’nin sahneye çıkışını izliyordu Başkomiser Tekin. İçinden sahneden konukları selamlayan kadın için “Ne güzel hatun,” diye geçirirken misafiri Başkomiser Cengiz kafasındaki bütün düşünceleri dağıtırcasına konuşmaya başladı.

“Tekin, elimizdeki bilgileri masaya yatırmanın tam zamanı. Katil ya da katiller şu an bir kişiyi öldürmüş ya da öldürmek üzere ya da öldürmenin planını, planlarını yapıyor olabilirler. Biliyorum bu işin tiksindirici daha doğrusu vicdanen huzursuz edici noktası tam da bu ucu açık ihtimaller. Biraz değil bayağı bir yol aldık dosyada.”

Başkomiser Cengiz’i zihnen yarı açık bir şekilde dinleyen Başkomiser Tekin, gelen sohbet çağrısına kayıtsız kalmayarak konuşmaya katıldı.

“Doğru söylüyorsun abi.  Katil ya da katiller dışarıda ve bu durum beni hem çok rahatsız hem de çok huzursuz ediyor. Ayrıca ölmüş olanlara ve onların yakınlarına olan vicdani borcumu ödeyemediğim için her gün biraz daha ufalıyorum o insanların karşısında. Neyse, şimdi bu faslı geçelim abi. Benim elimde maktul Şahin Ertürk’ün nişanlısı Zeynep Taner’in evinde gördüğüm bir kitaplık dolusu Çalıkuşu kitabı var öncelikle. Adam, nişanlısına her yeni baskısında bu kitabı hediye ediyormuş ve her hediye edişinde de mutlaka bir not yazıyormuş kitabın ilk sayfasına. Notların birçoğuna baktım. Çoğunda şiir, kitaplardan alıntılar var. Onun haricinde kadın nişanlısının her gün mutlaka saat yedi gibi evde olduğunu ve kendisini düzenli olarak akşam o vakitlerde aradığını söyledi. Öldürüldüğü gün ise maktulün kredi kartı silipinden anladığımız, gece yarısından birkaç dakika önce kendisini bulduğumuz yere çok yakın bir kafede soda içiyor oluşu da oldukça tuhaf. Her gün düzenli olarak evinde olan bir adamın gece vakti orada ne işi var? Bu sorunun cevabı için çok beklememiz gerekmedi. Şahin Ertürk’ün öldürülmeden bir gün öncesinin Dost Kitabevi’nin yer aldığı sokağın Meşrutiyet çıkışı ve Karanfil girişi mobese görüntülerini izleyince Şahin Ertürk’ün karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz bir şekilde hareket ettiğini, bu dikkatsizliği sebebiyle hafif sıyrıklarla atlatılan can kaybı olmayan bir kazaya neden olduğunu gördük. Ayrıca esmer tenli garsonda maktulün çok gergin olduğunu, midesinin iyi olmadığını ve bu yüzden de kendisinden sodayla karışık süt istediğini söyledi. Maktul bu karışımı içmiş fakat midesi tam tersi bir reaksiyon göstererek istifra etmiş. Bunlara ek olarak şimdi anlatacağım olay ise oldukça önemli abi. Şahin Ertürk, Dost Kitabevi’nden çıktığı andan itibaren görüntülerden eşkalini tam olarak belirleyemediğimiz ama üzerinde siyah bir kıyafet olduğunu anladığımız bir şahıs kendisini kaza anına kadar takip ediyor. Belki katilimiz bu şahıs olabilir. Kazadan sonra ortalıktan kayboluyor. Kazanın olduğu saat yedi buçuk. Şahin Ertürk’ün kafede hesabı ödediği saat gece sıfır yirmi. Bu, şu demek olabilir. Maktulümüz takip edildiğinin farkına vardı ve bilinçsiz bir biçimde koşmaya başladı. Beynin kaygı anında bedene ilk olarak sunduğu kaç refleksi. Daha sonra izini kaybettirmek adına kafeye girdi ve beyni rahatladığına hükmedince evine gitmek üzere kafeden ayrıldı ve evinin yolu üzerinde öldürüldü. Ha bir de kafedeki garsonun hatırladığına göre saat sekiz otuza doğru giriş yapmış kafeye maktul. Maktulün kafeye sekiz otuzda girdiğini varsayarsak ki öyle, gece yarısında da ayrıldığını bildiğimize göre oraya kendi isteğiyle değil, günlük rutinlerinin dışına çıkarak, yaşadığı büyük kaygı ve korku nedeniyle ve peşindeki kişiyi atlatmak adına girdiğini söyleyebiliriz.”

O kadar uzun konuşmuştu ki eli hemen masadaki ağzına kadar beyaz sıvıyla dolu olan kadehe uzandı Başkomiser Tekin’in. Kadehi bir dikişte bitirdi. Kuruyan dudakları tekrar konuşması için eski nemliliğine kavuşmuştu.

“Şahin Ertürk cinayetinin öncesi ve sonrası bu abi. Sen de ne var?”

Başkomiser Cengiz’de önündeki kadehten bir yudum aldı ve konuşmaya başladı.

“Tekin, Şahin Ertürk cinayeti için yürüttüğün akıl yürütmelerine katılıyorum öncelikle. Ben de Feride Yalman’ın annesi Gülçiçek Yalman ile görüştüm bugün.  Feride’nin annesi de kızının az önce dile getirdiğin Şahin Ertük’ü takip eden kişiye benzer bir kişi tarafından iki gün üst üste takip edildiğini, bu takiplerinin sonuncusunda Feride’yi tenha bir sokakta öldürmek üzereyken belinden kılıcını düşürdüğünü ve Feride’nin kaçarak ölümden kurtulduğunu anlattı. İşin ilginç tarafı Feride Dost Kitabevi’ne arkadaşına doğum gününde hediye için Çalıkuşu’nu almaya gittiği gün iki gündür kendisini takip eden kişi Feride’yi öldürmeye kalkıyor. Feride’nin Çalıkuşu’na olan tutkusunu biliyordum zaten. Bana da hediye etmişti kinikte yatarken. Hatta birçok sohbet yapmıştık kitap üzerine, kitaptan yola çıkarak hayat üzerine. Şahin Ertrük’ün de Çalıkuşu ile münasebetini bildiğimize göre katilimizin bu kitap ile bir derdi var. Ona kim dokunduysa ölüyor Tekin.”

Başkomiser Tekin, Başkomiser Cengiz’i dinlerken masadaki şişenin boşaldığını fark etmiş, eliyle garsona işaret ederek yeni bir şişe istemişti. Garson atik davranmış, kendisi konuşmaya başlamadan önce şişeyi getirmişti. Boşalan iki bardağı da yarı yarıya su ve rakı ile doldururken bir yandan da konuşmaya başladı çaylak başkomiser.

“Abi, katilin Çalıkuşu ile bir derdi olabilir ki olduğu da aşikar. Katil diyorum. Eğer bir suç ortağı yoksa bu iki insanı da takip eden kişi büyük olasılıkla aradığımız katil. Cinayet aleti de her üç maktulün otopsi raporlarına ve maktul Feride Yalman’ın gözleriyle gördüğüne göre bir kılıç hem de oldukça derin kesen bir kılıç. Bunlar da hem fikirim seninle ama bence katilin maktullerde gördüğü başka bir şey var. Bir detay. Nasıl söylesem cinayet aleti, cinayetlerin işleniş tarzları… Sanki katil garip bir ritüeli uyguluyor ve bize de alın izleyin diyor gibi.”

Başkomiser Cengiz, içkiden hafif yanmaya başlayan midesi ve kızarmaya başlayan yüzü eşliğinde sohbeti kaldığı yerden devam ettirdi.

“Evet, katilin maktullerde bizim göremediğimiz bir şeyi gördüğü muhakkak. Az önce söylemeyi unuttum. Feride, peşindeki kişinin belinden düşürdüğü kılıcı görmüş dedim ya, kılıç üç başlı bir ejderha işlemeli bir kılıçmış. Bizim Yusuf’a araştırmasını söyledim. Mitolojik bir anlamı olabilir. Eğer cinayet aleti o kılıç ise katil bize tarihsel bir gönderme de yapıyor olabilir. Sen detay dedin ya az önce. Aklıma ne geldi biliyor musun?

“Ne?”

“Katil, maktullerin üzerine bıraktığı notlarda ne yazmıştı?”

“Şahin Ertük ve Feride Yalman’ın üzerine bırakılan notlarda, ‘İnsanlar masum doğarlar fakat ölmezler,’ Recep Akoğlan’ın üzerinde bulduğumuz notta ise “Beni bir canlıyı öldürürken gördün, sen de artık masum değilsin, bu dünyayı kirletmene izin veremem,’ yazıyordu.”

“İşte bu Tekin. Dediğin, bizim göremeyipte katilin maktullerde gördüğü şey bu. ‘Masumiyet.’ Katilimiz yeryüzündeki masumiyetini kaybetmiş insanları öldürüyor. Onları ortadan kaldırarak yeryüzündeki masumiyeti koruyacağını düşünüyor.”

“Tamam abi, bu konuda haklı olduğunu varsayalım. Şahin Ertürk ve Feride Yalman’ın masumiyetlerini yitirdiğine nasıl karar verdi o zaman katil?”

“Güzel soru Tekin. Bunu da sana Çalıkuşu ile açıklamaya çalışayım. Katilimizin bu kitapla bir derdi olduğu konusunda hemfikiriz. Yine aynı şekilde Recep Akoğlan dışında iki maktul de Dost Kitabevi’nden Çalıkuşu’nu alıp çıktıktan sonra takip ediliyorlar. Feride öldürülmekten son anda kurtuluyor ta ki onu öylece yerde cansız yatarken bulana dek. Şahin’de ilk başta kurtulsa da ertesi günü göremeden öldürülüyor. Cinayetlerin bu kitapla olan bağlantısına gelirsek Çalıkuşu kitabındaki ana temalardan biri masumiyettir. Reşat Nuri bizlere kurguladığı Feride öğretmen karakteriyle bir diğer ismiyle kitaba da adını veren Çalıkuşu aracılığıyla dünyada her geçen gün kirlenen, hor görülen bir şeyi anlatmaya çalışıyor. Bu anlatmaya çalıştığı şey, ‘masumiyet.’ Katilimiz Çalıkuşu’na her dokunan kişinin onun içindeki masumiyeti yok ettiğini düşünüyor. Ayrıca cinayet aleti de mitolojik ve tarihsel ögeler barındırıyorsa eğer ki bence barındırıyor katilimiz kendisine tarihi bir misyon yüklemiş bir koruyucu ya da muhafız olabilir ya da kendisini tarihte bu görevi üstlenmiş kişinin yerine koymuş olabilir.”

Başkomiser Tekin’in bayıklaşan gözleri Başkomiser Cengiz’in muhteşem akıl yürütmesi karşısında dört açılmıştı adeta. Bir dikişte doldurduğu kadehi kafasına dikerken içinde kalan son bir soru olduğunu hissetti ve dayanamayıp sordu.

“Recep Akoğlan sırf Şahin Ertürk cinayetine şahit olduğu için mi öldürüldü o zaman? Şahit olmasa yaşayacaktı yani.”

Başkomiser Cengiz’de kadehini bir dikişte yuvarladı ve kendisine yöneltilen cevabı oldukça acı olan soruyu yanıtladı.

“Maalesef öyle gözüküyor Tekin. Umarım öbür dünyada kavuşmuştur sevdiğiyle bir daha ayrılmayacaksına.”

Ayaşlı Emine söylediği Ankara havasını az önce tamamlamış, nefeslenmek için iki dakikalık su molası vermişti. İki başkomiser de devam eden sohbetlerini karşılıklı anlaşarak tamamlamış, rakının verdiği hafif uyuşukluk ile baygınlaşan bakışlarını sahnedeki kadına çevirmiş bir sonraki parçayı beklemeye başlamışlardı.

                                                                                                                Mersin, Temmuz’19

En Son Yazılar