Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Rehine Hikayesi: İblis

Diğer Yazılar

I

Başkomiser sorgu odasına girdi. İri yarı, kısa saçlı ve esmer tene sahip bir adamdı. Az evvel arkadaşlarının tutuklamış olduğu zanlının karşısına oturdu. Önüne bir dosya aldı. Bir süre hiç konuşmadan bekledi. Ardından, sessizliği oldukça rahatsız edici bir biçimde bozdu.

“Neden burada olduğunu biliyorsun, değil mi Cemal?”

“Hayır.”

Loş bir ışıkla aydınlanan sorgu odasına yeniden bir sessizlik çöküverdi. Başkomiser, bu defa sessizliği hışım içerisinde yerinden kalkarak ve bağırarak bozdu.

“Bana maval okuma lan!”

Cemal titredi. Korkmuştu. Bunu belli etmemek gibi bir kaygısı yoktu. Başını öne eğdi. Koca insanlıktan merhamet dilemek ister gibi bir hali vardı. Bu bağırış karşısında sessiz kalmayı yeğledi. Tam bu anda ne söylerse söylesin, dinlenmeyeceğinden emindi. Başkomiser, yeniden esas meseleye döndü.

“Bal gibi biliyorsun neden geldiğini. Hatta hayret ediyorsun değil mi? Hayret ediyorsun. ‘Nasıl buldular beni?’ diyorsun. Yemezler oğlum! Harbi yemezler!”

“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.”

Başkomiser, dosyayı açtı,  içinde bulunan birkaç fotoğrafı gösterdi. Sarışın ve güzel bir genç kadın, ihtiyar bir adam ve genç bir delikanlıya aitti bu fotoğraflar. İhtiyarın cesedi, sarışın ile delikanlının ise emniyette çekilmiş fotoğrafları görünüyordu. Cemal, pek çok şeyi anlayıverdi.

“Ama oradan ayrılmıştım ben. ‘Bu işe ortak olmayacağım.’ demiştim. Bulut yaptı bütün bunları. Onu neden yakalayamadınız?”

Başkomiser, bu sözün ardından dışarı çıktı. Yardımcısını orada bulacağını biliyordu.

“Şu kadınla adamın dedikleri doğru galiba. Bulut diye birinden bahsediyor.”

Yardımcısı es geçilmemesi gereken önemli bir noktayı yakalamış olmanın iştahıyla atıldı.

“Evet, Başkomiserim. Kendi kendine tartıştığını dahi söylediler.”

Başkomiserin canı sıkılmıştı. İş saçma sapan bir noktaya gidiyordu. Herkesin masum olduğunu rahatlıkla iddia edebileceği bir noktaya.

“Kamera kaydı falan çıktı mı bahsettikleri yerden?” diye sordu, henüz aklına gelmiş gibi bir tavırla.

“O işle Volkan ilgileniyor amirim,” şeklinde bir cevapla karşılaştı. Bu da can sıkıcıydı. Beklemesi gerekecekti.

Bir süre bekledikten sonra Volkan geldi. Cemal ise hâlâ odada tutuluyordu. Volkan, ayak işleri yaparak yükselebilme ümidi taşıyanlara has bir heyecanla, “Kamera kayıtları var amirim,” dedi. “Hem de içeride. Şüphelinin kendisi almış kayıtları.”

“Nasıl lan? Getirin, izleyelim.”

Başkomiser kayıtları izledikten sonra yeniden  Cemal’i bıraktığı sorgu odasına döndü.

Cemal, ağlamaya başlamıştı. “Her şeyi anlatacağım,” dedi. “Ne kadar anlatabilirsem, o kadar.”

Sonunda anlatmaya başladı.

II

 Ben esasında iyi bir insandım. Herkes öyledir ya! Neticede herkesin ardında bıraktığı, akça pakça bir çocukluk vardır. Kısacası, elimde beni aklayabilecek tek bir dayanak dahi yok. Kötülere yaraşır işler yaptım. Çocukluğuma ihanet ettim. Bir çocuktan bir alçak yarattım. Bu durumda, büyüdükçe, çocukluk yıllarında sahip olunan değerlerin hiçbirinin bir önemi kalmıyor geriye. Herkes bir çocuk olup yaşam serüveninde bu çocuğun şahsiyetini şekillendirmekle mükellefken ve bu kurala dayalı bir yaşam akıp giderken; bozuk bir şahsiyet meydana getirip,  yeniden başlamak için fırsat bulmayı dilemenin hiç de öyle affedilecek bir yanı yoktur. Siz, kendinizi affedecek olsanız dahi bir başkası tarafından asla affedilemeyeceğiniz gerçeği ortada, gözünüzün önünde duruverir. Bu gerçek, yaşamın yahut en azından bir kısmının bir rüya olduğunu dilemenize neden olur. Ben de bu arzu içerisindeyim. Dolayısıyla, ben kötü bir insanım. Ancak en başında, bu yolculuğun en şuursuz vakitlerinde budalalara taş çıkartır derecede iyi bir insandım.

Her şey, onun yüzünden oldu. Yaşam serüveninin şuurlu ve oldukça dolu vakitlerini kirleten o iblis olmasaydı, bu halde olur muydum, bilmiyorum. Bu iblis, kutsal kitaplarda sözü edilen İblis değildi elbette. Şayet o olsaydı; İblis’in varlığına en samimi duygularıyla inanan fakat onun oyunlarını, masumiyeti kanıtlamak için bir dayanak olarak görmeyi reddeden onlarca kimse, beni de rahatlıkla reddedebilirlerdi. Benim sözünü ettiğim iblis, bir insandı, belki de değildi, ancak her şeye karşın metotları kutsal kitaplardaki benzerine göre oldukça farklıydı.

Onu, ilk kez kapımı çaldığı gün görmüştüm. Tanımadığımı, daha evvel yüzünü dahi görmediğimi düşündüğüm bir insan kapımı çalmıştı. Akşam saatleriydi. İşsizliğin ve günün çoğunu evde geçirmenin verdiği yorgunlukla indim merdivenlerden aşağıya. Buna yorgunluk değil de belki, miskinlik demek daha doğru olacaktır. -Miskinliğimden işsiz kalmadım elbette. İşsizlik miskinleştirdi.- İşte bu hal içerisinde kapıyı açtım. Temiz yüzlü, traşlı, kısa saçlı, esmer bir adam gördüm. Üzerinde bir takım elbise vardı. Önce tanıyamadım. “Beni hatırlamadın mı?” dedi. “Ben Bulut. Mahalleden. Buraları ziyarete geldik, gelmişken de sana uğrayayım dedim.” Şaşırmıştım. Söylediklerinin sonucunda, suratı yavaş yavaş şekillendi zihnimde. Çocukluğumda gördüğüm yüz, kısa bir süre içerisinde, ilk defa gördüğümü düşündüğüm yüz ile eşleşti. İçeriye davet ettim. Oturduk. Kalıcı olmayacağını sanıyordum fakat durum hiç de öyle olmadı.

“Takım elbiseyle mi geldin ziyarete?”

“Yok, hayır. Buralarda bir işim vardı. Karışık meseleler, sonra anlatırım. Sen ne yapıyorsun? Hiç evden çıkmıyor dediler.”

“Doğrudur.”

Garip bir biçimde, bu onun günlük rutiniymişcesine mutfağa yöneldi. Dolaptan bir şişe bira aldığını işittim. Yanıma geldi. Birayı kafasına dikmiş, odanın içinde dolanıyordu. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Tahta pencerelerin yıkık dökük olması onu neredeyse hiç ilgilendirmiyordu. Nereye baktığını sordum. “Bir şeyler yapman lazım.” diye karşılık verdi. Ne demek istediğini anlayamadım. Yine de bir şey söylemedim. Ben de dolaptan bir bira alıp içmeye başladım.

Bulut, o gece bende kaldı. Ertesi gece de. Sonraki gün, ailesinin gittiğini ve kendisinin bir müddet daha burada kalacağını söyledi. Bu haber beni sevindirmişti. Yıllar sonra, yeniden iyi bir arkadaşlık bağı yakalayabilmiştik. Benim bir şeyler yapmıyor oluşum dışında önemli hiçbir meselemiz yoktu. Esasında bu, ilk vakitlerde hiç de mühim değildi. Zamanla önem kazandı meselemiz.

III

 Sonraki sabahlardan birinde, bir kaç kabus gördüm. Sonuncusu ancak uyandırabildi. Bu kabuslar, korkulardan çok saçmalıklar üzerine kurulu kabuslardı. Bazısı ise korku ile saçmalığı bir araya getiriyorlardı. Ancak halimden hoşnuttum. Neticede bir kabus görmek insanı fazlasıyla rahatlatır. İlk saatler için insanın tüylerini diken diken etse de, sonraki saatleri ve hatta günleri, daha ferah geçirmeye yarar. Ne de olsa bu,  insanın  günlerini endişelerle ve kısır döngü haline gelmiş düşüncelerle geçirmesinden iyidir.  Bu kabusların hemen sonrasında içimde müthiş derecede korkunç bir soğukluk hissettiysem de bu soğukluğun bir kaç saat içerisinde geçeceğini ve rahatlayacağımı biliyordum. Gerçekten de böyle olmuştu. Rahatlamamda Bulut’un da payı olmuştu. Uyanışımın iki saat sonrasında kapıyı açmış ve eve girmişti. Artık bir anahtarı bile vardı. Eve yerleşmişti. Bunun yanında, her güne böyle erken başlıyordu. Ne yaptığını bilmiyor olsam da sabahın erken saatlerinde çıkıyor ve yüklerini hafifletmiş, dahası kazanç sağlamış kimselere mahsus bir neşe içerisinde eve geri geliyordu.

Bulut, beni, yatağın kenarına oturmuş, dalgın bir vaziyette görünce doğrudan yanıma oturdu. Bir sigara uzattı. Sigaramı kendisi yaktı. İçimde oluşmuş olan soğukluğun, sigara ile birlikte oldukça leziz bir his haline geldiğini hissettim. Bulut, yalnızca yanımda oturuyor ve hiçbir şey sormuyordu. O da bir sigara yakmıştı. Biraz sonra, yerinden kalktı. Balkonun kapısından dışarıyı süzmeye başladı. İçeriye oldukça kavurucu bir güneş ışığı değiyordu. O, buna aldırmıyor ve dışarıyı seyretmeye devam ediyordu. Gözleri hiç kamaşmıyormuşçasına ilk andaki duruşunu bozmuyor ve başı dik bir biçimde karşılıyordu güneşi. Ellerini arkaya attı ve belinde birleştirdi. “Ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu. İlk gündeki gibi bir tavırla söylemişti bunu. Yalnız arada bir fark vardı. Bu defa daha kendinden emindi ve ne söyleyeceğini bildiği rahatlıkla görülebiliyordu. Belki daha evvel düşünmüştü her şeyi ve söyleyeceklerini dile getirmek için uygun bir an bekliyordu. Ellerini belinde birleştirmesinden, güneşe inat kararlı duruşundan bu anın geldiğini çabucak anladım. Söyleyeceklerinden korkuyordum. Neden korktuğumu ise bilmiyordum. Nihayetinde teklifini yahut fikrini reddedebilirdim. Fakat Bulut konuştukça, garip bir biçimde, bunun mümkün olmadığını ve başımı eğip  söylenenleri kabul etmem gerektiğini hissediyordum. İkna edici ya da tehditkâr bir biçimde emredici tarzda bir konuşma değildi bu. Yine de çok tuhaftı; peşinden sürüklenmek arzusunu uyandırıyordu.

“İnsanın ne kadar kötü bir varlık olduğunu biliyor musun? Peki onu bu denli kötü kılanın ne olduğunu biliyor musun? Ben söyleyeyim. Düşünce! Ucu bucağı olmayan bir eylem. Her yere varabilir anlıyor musun? Bir insanı en iyi yine kendisi ikna edebilir. Hemen hemen her şeye.”

“Ne demek istediğini anlamıyorum.”

“Anlatayım. İnsan kötü bir varlıktır dedim ya! İşte! Bu kötülüğü ortaya çıkarmak için mutlaka bir anahtar işe yarar. Her insan için farklı bir anahtar söz konusudur. Belki ödül, belki ceza. Ama dilersen iyi bir insandan çok kolay bir biçimde bir zalim yaratabilirsin.”

“Yapmamı istediğin şey bu mu yani? Ne yapabilirim ki? Ayrıca neden yapayım?”

“Keyif almak için ya da gerçekleri kanıtlamak için. Hiç işine yaramayacak sanıyorsun ama çok işine yarayacak. Şu yaşamdan kurtulmanın vakti gelmedi mi? Ablandan para istemekten bıkmadın mı artık?”

“Sen bunu nereden…”

“Biliyorum işte! Yarın akşam şu adrese gel!” Bir kağıt uzattı.  “Ben her şeyi hazırladım.”

Bu lafının üzerine evden çıktı ve gitti. O gece eve de gelmedi. Muhtemelen yarın için bir hazırlık yapıyordu. Ne yapmak istediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ancak o denli kendinden emin konuşmuştu ki, normal şartlarda ciddiye dahi almayacağım bir teklifi kabul edip etmemek arasında gidip geliyordum. En önemli olanı da ne olacağını merak etmemdi. Özellikle de hayatımın değişeceğine yönelik sözü, beni hem korkutuyor, hem de harekete geçmem için isteklendiriyordu. O gece sabaha kadar düşündüm. Bir sonuca varamadım. Sabah uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Bir karar verememiştim ancak nedense, bir dakika dahi düşünmeden evden çıktım ve Bulut’un verdiği adresin yolunu tuttum.

Burası, İstanbul’un kıyıda kalmış köşelerinden birinde bulunan müstakil bir evdi. Çevresinde ancak bir ya da iki ev vardı. Evin gözden uzak olması kuşkumu arttırıyorsa da adımlarımda hiçbir biçimde yavaşlama olmadı. Kapı kapalı değildi. Eve rahatça girdim. Ben içeri girdikten sonra evin ışıkları açıldı. İçeride bir kanepeye dizilmiş, elleri, ayakları ve ağızları bağlı üç kişi ile karşılaştım. Bunlardan biri kadın, ikisi ise erkekti. Kadının bana göre solunda bulunan adam, gençti ve oldukça sade kıyafetleri vardı. Kadının öteki tarafında bulunan adam ise yaşlı, şık giyimli biriydi. Kadın ise sarışın, şık giyimli, güzel bir genç kadındı. Üçünün de gözlerinde birbirinden pek de farkı olmayan korku ifadesi, rahatlıkla görülebiliyordu. Bu üç kişinin başında ise elinde tabanca, bana bakarak gülümseyen Bulut vardı. Gözleriyle kanepeye dizdiği insanları gösterdi. “Nasıl ama?” der gibi gülümsüyordu.

“Gelir misin benimle?” dedim.

Bir köşeye geçtik. Rehinlerimiz bunun üzerine daha fazla korktular. Ortadaki kadın çığlık atmaya çalıştı ama başaramadı.

“Ne yapıyorsun lan sen?”

“Ne yaptığım gayet açık değil mi?”

“Oğlum bu ne?”

“Senin için bir fırsat. Keyif alacaksın, gerçeği göreceksin ve zengin olacaksın.”

Bu andan itibaren, Bulut’un hazırlamış olduğu bu oyunun içinden asla çıkamayacağımı anladım. Başımı öne eğip rehinlerimizin yanına geçtim. Onlara çaresizce bakıyordum. Kime karşı rehin almıştık onları? Kendimize mi? Yaşamımıza mı? Cevabı her ne olursa olsun, bu manzaraya tanıklık etmektense teslim olmayı yeğlerdim, kendime ya da yaşama. Ancak elimden bir şey gelmeyeceğini de biliyordum. Dost olsak da silah Bulut’taydı ve öyle neşeliydi ki, oyunun bozulmasını isteyeceğini sanmıyordum.

IV

Oynanacak olan oyun basitti. Şık giyimli ihtiyar, ödüle sponsor olmak üzere buradaydı. Müthiş bir servete sahipti ve serveti, Bulut’un daha evvel sarf ettiği çabalarla çoktan elimize geçmiş vaziyetteydi. Sarışın kadın da ödül konumundaydı. Yoksul genç ise sınanacak olan kişiydi. Esasında sarışın da sınanacaktı. Tam olarak Bulut’un planı şuydu: Yoksul adama, ihtiyarı öldürmesi karşılığında kadına sahip olma şansı sunuluyordu. Bunun yanında yaşamının sonuna kadar kendisine ve müstakbel eşine yetecek parası da hazırdı. Tek yapması gereken ihtiyarı öldürmekti. Sarışın kadın ise bir fahişeydi. Ona sunulan teklif ise yoksul adamı bu cinayete ikna etmesi karşılığında, aynı işi bir daha yapmak zorunda kalmadan ömrünün sonuna kadar zengin bir yaşam sürmesi yönündeydi. O, teklifi çoktan kabul etmişti. Etmek zorundaydı çünkü adamı ikna edememesinin cezası ölümdü. Buraya, genç adamı, ona kendisini sunarak ikna etmek için gelmişti. Yaşamının sonuna dek sevmediği bir adamla olmayı ise çoktan kabul etmişti. Zaten bugüne kadar hemen hemen her gün bir başkasıyla birlikte oluyordu. Sayının bire inmesi, onun için de iyi olacaktı. Yalnız, tereddüt içindeydi. Çünkü yaşlı adama, dilediği kadar yalvarması için izin vermiştik. Bu yalvarışlar, hatta yalnızca yalvaran bakışlar, kadının tereddüt içine girmesine yol açıyordu. Genç adamın ise buraya tıkılana dek hiçbir şeyden haberi yoktu. Bu şekilde, insanın içindeki kötülüğün, insanın özünü teşkil ettiğini ispatlamaya çalışacaktık. Tarafların her birini, diğeriyle saatler boyunca baş başa bırakacaktık. İlk olarak, her biriyle, toplu halde konuşmak gerekecekti. Bunu, yoksul genç ile ihtiyarın görüşmesi takip edecekti. Sonra ise ihtiyarı, genç kadına yalvartacaktık. Son, vurucu darbe ise genç adamla genç kadının buluşması olacaktı. Muhtemelen ciddi bir tereddüt hali içinde olacak olan genci, bu güzel kadının sözcüklerine teslim edecektik. Suçun üzerinin kesin bir biçimde örtülecek olması ise ikisi için de bir mükafattı. Bu, yüksek ihtimalle suça giden yolu açacak en önemli etken olacaktı. Son olarak ise bütün bunları, kameralar vasıtasıyla an be an izleyebilecektik. İhtiyarın servetinden kalanlar ise Bulut ile beni doyuracaktı. Pek iğrenç bulduğum bu oyuna, nedenini anlayamadığım bir histen dolayı ortak olmaya mecbur hissediyordum kendimi.

Bulut, üçünün de ellerini çözdü. Şimdi, biraz daha rahatlardı.

“Tek tek kendinizi tanıtın!” dedi.

Üçü de birbirlerine şaşkınlık içinde baktılar.

“Başlasanıza lan!” denmesiyle kendilerine gelebildiler ancak.

Önce kadın başladı.  “Adım Selda.”

“Yaşını ve mesleğini de söyle!”

“Söylemiştim ya!”

“Ne diyorsam onu yap!”

Sonra bana döndü ve gülerek “Neymiş bak!” dedi.

Kadının o an için suratında oluşan dehşet ifadesini hala unutamıyorum.

“Ben, Selda Sevinç. 26 yaşındayım. Fahişeyim.”

“Güzel, sıradaki!”

Selda’dan sonra genç adam sözü aldı. Bütün bunlardan bıkmış bir hali vardı. Ancak yine de olan bitenin ne olduğunu anlamadığı da belliydi. Bitkin düşmüştü ama tabanca, konuşmak zorunda olduğunu gösteriyordu ona.

“Ben, Feyyaz Deniz. 24 yaşındayım. İşsizim.”

Bulut yine bana döndü. “Bir bok olamamış da değil he!” dedi. “Öğretmenmiş ama gel gelelim sahip olduğun statüyü gösteremedikten sonra, gerisi boş. Bak, hiç öğretmene benzer bir hali var mı? Saygın biri gibi görünüyor mu? Hayır. O halde öğretmen olmasının da hiçbir önemi yok. Bak bu aklında bulunsun! Ne olduğunun hiçbir kıymeti yok. Ne gösterdiğin önemli.”

Bu arada bu üç rehine de  Bulut konuştukça bana doğru, korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Bunun nedenini anlayamıyordum. Durumdan o denli rahatsız oldum ki, ihtiyarı bizzat ben uyardım kendisini tanıtması için. O da tereddüt içinde, epey zaman harcayarak “Fazlı Konak. Yaşım 65. İşadamıyım.” deyiverdi.

Bulut kahkaha atarak çıktı odadan. “Çok eğleneceğiz Cemal!” dedi giderken.

O gittikten sonra rehinlerle baş başa kaldım.

“Her şey için özür dilerim.” dedim. “Böyle olmasını ben de istemezdim.”

Bulut geri dönene kadar bekledim. Sonra da bu oyuna ortak olmak istemediğimi söyleyip dışarı çıktım. Bundan sonrasını hatırlamıyorum.

V

 “Ben sana anlatayım,” dedi Başkomiser.  “Hatırlamıyorsun çünkü oradan hiç ayrılmadın. Bulut diye biri yoktu. Bu, kamera kayıtlarında görünüyor. Olayın başından sonuna kadar tek başınaydın. İstediğin oldu. Amacın, insanın kötü bir varlık olduğunu ispatlamaksa, bunu başardın. Kadın, adamı öyle bir ikna etti ki!”

Başkomiser sorgu odasının kapısına yöneldi. Tavrı, Cemal için fazla küçültücüydü. Genç adam, acınacak halde olduğunu, Başkomiserin yürüyüşünden rahatlıkla anlayabiliyordu.

Başkomiser, bir an duraksadı ve yeniden Cemal’e döndü.   “Ama sorun şu; kadın gelip teslim oldu ve her şeyi anlattı. Kurgun muhteşem ama bir hata var. Adam bu işi ödül için yaptı ama kadın, cezadan kaçındı. Hesap edemediğin tek şey, bu kadının vicdanıydı.”

En Son Yazılar