Yıl: 2005
Yönetmen: Michael Heneke
Ülke: Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, A.B.D.
Dil: Fransızca
Film: 35mm, renkli, 117’
Oyuncular: Daniel Auteuil, Juliette Binoche,
Maurice Bénichou, Lester Makedonsky
Kendi deyimiyle ‘Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler’ yapan Michael Haneke, son derece gerçekçi, sarsıcı filmleriyle bugün Avrupa sinemasının en çağdaş ve özgün yönetmenlerinden biridir. Filmlerinde modern Avrupa toplumunu kilit konularda eleştiren Haneke, bunu bize yansıtırken kesinlikle acımasızdır. Tüketim toplumunun getirdiği yabancılaşma, iletişimsizlik, artan şiddet, manevi değerlerin kaybı, burjuvazi ve medyanın toplum üzerindeki yönlendirici etkisi gibi konulara filmlerinde keskin bir şekilde yer veren Haneke, ayırt edici anlatım tarzıyla dünya sinemasının vazgeçilmezleri arasında yerini alır. Peki, Haneke’yi herkesten ayıran bu farklı anlatı şekli nedir?
Michael Haneke , kendine özgü sinema dili ile izleyicinin filmin dışında kalmasını, eseri sorgulamasını ve izlenenin gerçek olmadığını anlamasını amaçlar. Tipik bir filmin amacı seyircisini filmin içine çekip karakterlerle özdeşleşmesini sağlamakken Haneke bunun tersini yapar. O, Hollywood tarzı filmler gibi eğlenmemizi değil, aksine filmden kopup bize işaret ettiği konuyu düşünmemizi hatta o konuda rahatsız olmamızı ister. Bu sebeple Haneke’nin gerek karakter ve mekân seçimi gerekse müzik tercih etmeyişi klişelerin oldukça dışındadır.
Alışık olmadıklarımızı gözümüze sokmayı seven Haneke’nin filmlerinde kullanmayı seçtiği teknik tercihleri de son derece ilginç ve takdire şayandır. Haneke’nin uzun, sabit kamera çekimleri ve karakterlerini yakın plan çekmemesi gibi özgün tercihleri yönetmeni diğerlerinden farklı kılar. Ses ve müzik konusunda ise yapıtlarında film müziği kullanmadığı görülür. Yönetmenin bu konu hakkındaki görüşünettir: “Filmde müzik, filmin kusurlarını kapatmak için kullanılmaktadır. Benim bu durumu kabul etmem mümkün değildir”.Yönetmen müzik tercihini diegetik (kaynağı bilinen) müzikten/sesten yana kullanır. Örneğin yönetmen filmde o an karakterin tesadüfen radyoda dinlediği bir şarkıyı ya da yine karakterin çaldığı bir parçayı kullanmayı sever. Haneke filmlerinde ses tasarımına da oldukça önem verir. Sinema dili olarak sessizliğe son derece önem veren yönetmen bu konuda şöyle yorum yapar: “Filmde duyulan şeyler benim için çok önemlidir. İzleyici bir filmi hatırladığında filmin içindeki sessiz anları hatırlamalıdır.”

Avusturyalı yönetmenin kariyerinde birbirinden kült, enterasan ve bol ödüllü onbir uzun metraj filmi vardır. 1989’daki ilk sinema filmi -daha sonra “Duygusal Buzlaşma Üçlemesi” olarak anılacak filmlerinin ilkini oluşturan- “Yedinci Kıta”da bastırılmış duyguların şiddetle sonuçlandığı oldukça rahatsız edici bir aile anlatılır. Bu filmin şokundan kurtulamamışken bana göre sinema tarihinin en rahatsız edici ve etkileyici filmlerinden biri olan “Ölümcül Oyunlar” (1997) ile şiddeti büyük bir ustalıkla sinemaya taşır. Birçok açıdan şaşırtıcı ve itici gelse de Haneke’nin amacı, medyada sunulan şiddet gösterilerinin istemsiz yarattığı uyuşmuşluğu yıkmaktır.
Dergimizin bu sayısında size yine seyretmesi zor ama enfes bir Michael Haneke filminden bahsetmek istiyorum. Psikolojik yoğunluğu son derece yüksek,ağır tempolu bu filmi seçme nedenim; benibirçok ünlü polisiye, gerilim, hatta korku filminden daha çok germeyi ve korkutmayı başarması. Bu derece etkili gerilimi müziksiz ve durağan bir anlatımla yaratmak yönetmenin dehasını bize gayet net bir şekilde gösteriyor.
Pek çoklarına göre Haneke’nin bugüne kadar çektiği en iyi filmlerinden biri kabul edilen yapım, bizi yönetmenin eleştirmeyi çok sevdiği konulardan biri olan burjuva aile evine davet ediyor. Film başladığında bir süre filmin teknik bir arızadan dolayı donduğunu düşünmüştüm. Sonra birden durağan kareden bir araç geçti, kafamı sallamaya başladım. Bir Haneke filmi izlediğimi unutmuştum. Birden kendimi bir evin salonunda buldum. Evli olduğunu tahmin ettiğim bir çift amatör kameradan çıktığı belli bir videoyu izliyordu. Yoksa filmin açılışında seyrettiğim durağan görüntüyü bu çift de mi izliyordu? Bu sorunun yanıtını inanın hâlâ bilmiyorum. Ve gördüğünüz gibi filme dışardan bakıyorum.

Sizi daha fazla merakta bırakmadan filmin konusuna geçeyim. Ünlü tolkşovcu George, esrarengiz bir tacizcinin hedefi olur. Tacizci, George’unailesine ait evin dış mekândan çekilmiş video kasetlerini düzenli olarak kapısıya bırakır. Kaset, kan kusan bir çocuk karalamasına sarılıdır. Mesaj çok nettir: “Sizi takip ediyorum.” Rahatsız edici kasetlerin sıklığı artınca George’un karısı Anne endişelenir. Çocuklarına bir zarar gelmesinden korkarlar. Daha önce görmezden gelinen ailevi problemler derinleşmeye başlar. Aile bireylerinin suçluluk hissiyatı, videoları kimin yolladığı sorusunun ikinci planda kalmasına sebep olur ve bu durum büyük bir huzursuzluğa yol açar. İlginç biçimde kurgulanmış kasetlerin ardındaki gerçekler eşelendiğinde ise bambaşka hikayeler ortaya çıkacaktır. 1961′de Cezayir Savaşı’nı protesto eden göstericilerden iki yüzü polis tarafından Seine nehrine atılmış ve orada boğulmuştur. Boğulan kişilerin arasında Majid’in anne ve babası da vardır. George henüz altı yaşındayken ebeveynleri yanlarında çalışan Majid’i büyük bir nezaket göstererek evlatlık almış, George da bu durumu kaldıramamış, Majid’i uzaklaştırmak için ailesine onun kan kustuğu ve tüberküloz olduğu yalanını söylemiştir. Bunun üzerine Majid yetimhaneye gönderilmiş, George dolaylı olarak onun iyi bir eğitim almasını engellenmiştir. Peki, bu videoları gerçekten Majid mi gönderiyor? George, şüphelendiği Majid’i yıllar sonra bulur ve onunla yüzleşir. Majid sakin ve fakirdir. George ise zengin ve saldırgan… George, Majid’in yetişkin bir oğlu olduğu öğrenince şüphesi daha da artar.
2005 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ve FIPRESCI ödülünü alan film, toplam yirmi sekiz ödüle ve otuz yedi adaylığa sahip. Film, Fransız ve Cezayirli kimlikleri üzerinden bize bir kibir ve ötekileştirme hikâyesi anlatıyor. Haneke bu filminde bizi sürekli alarmda tutarak çözülmesi gereken bir bilmece atıyor önümüze. George’un film boyunca sadece kendi kariyerini düşündüğünü, bir başkasının ısdırap çekmesine neden olduğu halde en ufak bir vicdan azabı hissettmediğini; daha doğrusu bu duyguyu bastırdığını görürüz. George hatasını kabul etmediği gibi aynı zamanda yalan da söyler. Sık sık eşi Anne’den birşeyler gizler. Gizledikleri ve suçluluk psikolojisi aslında toplumsal duyarsızlığın yanısıra ülkelerin de sakladıkları şeylere parmak basar. 17 Ekim 1961′de Fransa’da yürüyüşe katılanlara polisin gösterdiği sert tepki yıllar boyunca Fransa’da gizlenip saklanmış (caché) ve aslında filmimize de ana konu olmuştur.
Haneke, ufakmış gibi görünen aslında son derece etkili dokunuşlarla filmine inanılmaz bir gerilim katmıştır. Tacizcinin yolladığı durağan videoları seyretmek bile başlı başına bir gerilim diyebilirim. George’un geçmişini, George’un kâbusları aracılığıyla öğrenmemiz de yönetmenin mükemmel buluşundan başka bir şey değildir.

Filmde etkileyici performanslarıyla dikkat çeken ünlü aktör Daniel Auteuil, eşsiz Juliette Binoche ve yönetmenin “Le Pianiste’ten” sonra yeniden çalıştığı Anne Giardot’un uyumu inanılmaz. Filmde Majid ve George’un ikinci kez bir araya geldiği sahne ise iddia ediyorum sinema tarihinin en unutulmaz ve en vahşi sahnelerinden biri olabilir.
“Kötümser olanlar, eğlencelik filmleri yaparlar… İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır.” Michael Haneke.

Keyifli izlemeler dilerim.