Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Her türlü sahte evrak itinayla hazırlanır: Yetenekli Bay Haydar 🔊🎧

Diğer Yazılar

PENCEREDEKİ KADIN

ŞIPSEVDİ

TUTANAK

Reha Avkıran
Reha Avkıran
Reha Avkıran, GIRGIR dergisinde mizah öyküleri yazdı. Yine aynı dergide karikatürleri yayınlandı. Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunu olan yazar, bir kamu kuruluşunda 25 yıl çalıştıktan sonra kendi deyimiyle özgürlüğüne kavuştu. Reha Avkıran 1962 doğumludur. Reha Avkıran'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

Bu dolandırıcılık hikayesi, yaşamın zorlu şartlarının bazen bir çocuğu nasıl kendi yeteneklerini keşfetmeye ittiğini gözler önüne serecek. Yetenekleriniz size bir suç dünyasının kapılarını aralayıp, tamamen sahtecilik üzerine bir dünya inşa etmenizi de sağlayabilir. Keyifli okumalar:

Çocukken de yetenekliydi Haydar.

Yeteneğinin nereden geldiği konusunda ise hiçbir fikri yoktu.

Annesi ve babası cahil insanlardı. Kardeşleri, uyuşturucu satıcılığı, araba hırsızlığı ve kapkaççılık gibi iş kollarında yeteneklerini göstermek isterlerken cezaevini boylamışlardı.

Haydar bu tür işleri aptalların, kafası çalışmayanların yapacağı işler olarak görür, küçümserdi. Hayatında girmemişti böyle toplara.

Yeteneğini, ortaokulda okurken kendisine sahte öğrenci pasosu yaparak keşfetmişti. Sonra birkaç arkadaşına daha derken, bayağı hoşlanmıştı bu işten. İkinci icraatı, liseye geçtiği yıl sahte karne yapmak olmuştu. Epey para kazanmıştı o sene karne işinden.Yaptığı iş, manevi yönden de tatmin ediyordu Haydar’ı. Bir sürü çocuğun babalarından dayak yemesinin önüne geçmişti. Ne güzel bir duyguydu insanlara faydalı olmak. Yetenekli olduğu kadar vizyon sahibiydi de Haydar. Kazandığı paralarla kendisine bilgisayar, yazıcı ve tarayıcı almış, mesleki yatırımlarına daha o yaştan başlamıştı.

Yatırımlarının karşılığını alması uzun sürmemişti. İşler yoğunlaşmaya başlayınca okulu bırakmış, evdeki odasını ofis olarak kullanmaya başlamıştı. Yaptığı sahte ehliyetler onun şöhret basamaklarını hızla tırmanmasına yardımcı olmuştu. Haydar artık sadece mahallesinin tanıdığı yerel bir şöhret değil, Ankara çapında tanınan ve aranan bir adamdı. Askerlik çağına geldiği halde askere alınmamasının nedeninin akciğerlerindeki rahatsızlık olduğunu söylüyordu fakat milletin ağzı torba değildi ve Haydar’ın kendisine çürük raporu düzenlediği iddiaları ortalıkta dolaşıyordu. Haydar ise bunu kesinlikle reddediyor, “Askeriyeyle şaka olmaz, adamın anasını sikerler,” diyerek raporunun gerçek olduğuna yeminler ediyor, gelen çürük raporu taleplerini hiç tereddütsüz reddediyordu.

Haydar gün geçtikçe ününe ün kattı. Çalıntı oto işi yapan bir çeteye, çaldıkları araçları satabilmeleri için sahte ruhsat düzenlemesi ününün Ankara dışına da taşmasını sağladı. Artık müşterilerle doğrudan muhatap olmuyor, maaşa bağladığı aracıları kullanıyordu. İhtiyaç sahipleri, talep ettikleri sahte evrak için form dolduruyor, gerekli bilgileri ve fotoğrafları (ve tabii ki parayı) bu aracılar aracılığıyla Haydar’a iletiyorlardı. Haydar kimin, ne için, hangi evrakı istediğiyle ilgilenmiyordu. Haydar’ın işleri iyiydi. Haydar’ın keyfi yerindeydi. Haydar’ın kendisi için yaptığı bir sürü kimliği vardı. Polis onu hangi ismiyle arayacağını daha bulamamıştı.

Her türlü sahte evrak itinayla hazırlanır. Hikaye devam ediyor…

Batıkent’te dubleks bir villa tuttu Haydar. Dayadı, döşedi. Alt katı büro olarak düzenledi, üst katını da evi yaptı. Sabahları otuz basamak merdiven inerek bürosuna geliyordu. Her zaman işine zevkle, isteyerek gitti. Pazartesi sendromu nedir bilmedi. Bir tek gün bile, sabah uyandığında, “Hay sikiyim, yine iş var,” demedi.

Zamanla talep patladı, işler çeşitlenmeye başladı. Ehliyet, nüfus cüzdanı, savcılıktan temiz kağıdı, diploma vs. derken pasaport ve vize işlerine de bakmaya başladı Haydar. Memleketteki bütün kamu kuruluşlarının damga ve mührü vardı Haydar’da. Kızılay, Çankaya ve Keçiören’e de şube açtı. Devlet memurlarından edindiği çevreyle emeklilik işlerine de el attı. Hayatında bir gün bile çalışmamış, prim ödememiş bir sürü insanı emekli etti.

***

O gün de akşama kadar, her zamanki gibi zevkle yaptı işlerini Haydar. Yukarı çıkıp duşunu alacak, sonra da eğlenmek için dışarı çıkacaktı. Haydar’ın eğlence anlayışı, pavyona gidip viski içmek ve kıçı sesinden güzel popçu kadınların şerefine şampanya patlatmaktan ibaretti.

Tam ceketini giyeceği sırada tok bir ses geldiğini duydu aşağı kattan. Ne olduğunu kestiremediği bir şey, bok çuvalı gibi yere düşmüştü. Merdivenin basamaklarını inerken, “Bok çuvalı nedir lan? Kim boku çuvala koyar ki? Ne acayip bir deyim bu,” diye düşündü.

Basamakları tükettiğinde, elinde silahlarıyla iki adamın kendisine baktığını gördü. Polis olamazlardı. Tabancalarının namlusunda susturucu takılıydı.

Yere düşerken o tok sesi çıkaran şeyin, çocukluk arkadaşı ve şoförü Nizam olduğunu gördü. Nizam, yüz yirmi kiloluk cüssesiyle yerde sessizce yatıyordu. Göğsünün ortasındaki deliğe bakılırsa, bundan sonra da ses çıkarması mümkün olmayacaktı.

Diğer yardımcısı Abidin ortada görünmüyordu. Arka odalardan birinde olabileceğini düşününce içinde bir umut yeşerdi. Abidin sıkı çocuktu.

Yiğitliğe bok sürmemek için, “Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?” diye horozlandı burnunun ucundaki susturuculara doğru.

“İşimiz var seninle,” dedi susturuculardan birinin ardındaki adam.

“Arkadaşlar yardımcı olurlar… dı size,” dedi Haydar.

“Arkadaşların ne bize ne de sana bir yardımları olmaz bundan sonra,” diye karşılık verdi adam.

“Ben böyle ÇALIŞMIYORUM!”dedi Haydar.

Son kelimeni öbür lavuk duyup da yardımına gelsin diye büyük harflerle söylediysen boşuna umutlanma,” dedi adam. “Artık hiçbir çağrına gelemeyecek.”

***

Kırk beş dakika kadar sonra, içinde bulunduğu minibüsün toprak bir yola girdiğini anladı. Kafasına çuval geçirdikleri için nereye gittikleri hakkında hiçbir fikri yoktu. Artık trafik sesi duyulmuyordu. Şehir dışına çıkmışlardı büyük ihtimalle. “Ne tarafa gidiyoruz acaba?” diye düşündü. Yol boyunca uyanık olmaya çalışmış, kulağına çarpan her sese dikkat etmişti. Kendisini kaçıranlar ağızlarını açmamışlardı. O da çevreyi dinlemişti. Filmlerde gördüğü kahramanlar gibi nereye götürüldüğünü anlayacak bir ipucu kapmaya çalışmıştı. Bir tren sesi filan duysaydı iyi olacaktı ama trafik gürültüsü ve korna seslerinden başka bir şey duyamamıştı. Bürosundan çıktıklarında minibüsün kaç kere sağa, kaç kere sola döndüğünü, kaç dakika düz gittiğini aklında tutmaya çalışmıştı. Fakat üç-beş dakika sonra ipin ucunu kaçırmıştı. Minibüsü kullanan dallama sürekli makas atmış, zırt pırt oraya buraya dönmüştü. Bir süre sonra bu nafile çabadan da vazgeçmişti.

Sahte pasaport, sahte vize, sahte diploma ve sahte kimlikten oluşan bir sahtecilik dünyası. Hikaye devam ediyor…

Bozuk yolda ağır ağır epey bir yol aldıktan sonra minibüs durdu. Kafasındaki çuvalı çıkarmadan karga tulumba indirdiler Haydar’ı. Yüz metre kadar yürüttükten sonra bir kapıdan içeri soktular. Kafasındaki çuvalı çıkarıp küçük bir odanın içine iteklediler. Bir masa, bir sandalye, birkaç sehpamsı eşya ve bir de tek kişilik yatak vardı odada. Pencereye gitti Haydar. Meyve ağaçlarından başka bir şey görünmüyordu. Uçsuz bucaksız, koca bir bahçenin ortasındaydı anlaşılan ev. Bahçenin etrafında duvar mı yoksa çit mi olduğunu bile göremiyordu. Gerçi görse ne boka merhem olacaktı. Bahçede iki tane, markalarını bilmediği, dana kadar köpek vardı. Zincirli değillerdi, bilumum organlarını sallaya sallaya serbestçe geziniyorlardı. Evden kaçma imkanını bulsa bile, bu koca kafalılar daha üç metre gidemeden ensesine binerlerdi.

Birkaç gün ortalıkta görünmese de kimsenin kendisini merak etmeyeceğini biliyordu. Yıllardan beri, kimseye haber vermeden, üç-beş gün ortadan kaybolarak tek başına bir yere gidip kafa dinlemeyi huy edinmişti. “Huyumu sikiyim” diye geçirdi içinden. İnsanlar yine o zamanlardan biri sanacaklar, kimse kaçırıldığından şüphelenmeyecekti.

Kapının açıldığını duyunca düşüncelerinden sıyrıldı. İçeriye kırk-kırk beş yaşlarında, uzun boylu, takım elbiseli bir adam girdi.

“Şu meşhur Haydar sen misin?” dedi. “Yetenekli olan.”

Kendisine işi düşenlerin onu hoş tutmasına, özel hissettirmesine alışık olan Haydar, bu paldır küldürlükten hoşlanmadı.

“Ne istiyorsunuz benden?” diye sordu. “Para mı?”

“Paran senin olsun,” dedi Adam, “bendekileri koyacak yer bulamıyorum. Yeni bir kimlik ve pasaport lazım bana. En iyisinin sen olduğunu söylediler.”

“Söyleseydiniz hallederdik,” dedi Haydar, “adamlarımı öldürmeniz gerekmezdi.”

“Onlardan her yerde var,” dedi Adam. “Sana bir şey olmasın da. Ne zamana hazır edebilirsin?”

“Üç gün içinde elinde olur.”

“O zaman hemen başla.”

Buradan bu kadar kolay kurtulabileceğini aklının ucuna bile getirmemişti Haydar. Yüreği pır pır ederek kapıya doğru seğirtti.

Adam gülerek arkasından seslendi,”Nereye lan dingil?”

“Büroma. Malzemelerim ve tüm donanım orada.”

“Biz büronu buraya getiririz, ne lazımsa söylemen yeterli. Şu anda büronda temizlik var zaten.”

***

Malzemelerinin gelmesini beklerken adamı nereden tanıdığını hatırlamaya çalıştı Haydar. Bir yerlerden aşinaydı bu yüze ama çıkaramıyordu. Yoksa medyada mı görmüştü? Beyninin neresinde olduğunu bilmediği, hafızayla ilgili bölümdeki hücrelere kalayı bastı. Onu en zor anında yalnız bırakıyorlardı.

Adam belgeler için gerekli olan fotoğrafları verdiği zaman hafızası yerine geldi. “Ama,” diye düşündü, “Ekrem yurtdışına kaçmıştı. Üstelik yüzünü de değiştirmişti.” Bu adam aynen, Ekrem’in estetik ameliyatla yüzünü değiştirmeden önceki haline, en hakiki ve öz Ekrem’e benziyordu. Ee, bu ne bok yemenin Arapçasıydı? Ülkenin en güçlü, en belalı mafya ailesinin yıllardır her delikte fellik fellik aradığı bir adama benzerken adını değiştirmenin ne anlamı vardı ki?

Dört kardeşi daha vardı bu Ekrem’in. Ülkenin en belalı, en pislik ikinci mafya ailesiydiler. En küçükleri buydu. Burnu boktan kurtulmazdı. İşleri ağabeyleri yürütür, bu da orada burada keyif çatar, başını belaya sokardı. Ağabeyleri kimi zaman para, kimi zaman da silah zoruyla kurtarırlardı bunu her seferinde. Öfke kontrolü olmadığı, biraz da angut olduğu için işlere karıştırmazlardı.

En son, artık alkolün ve uyuşturucunun etkisiyle mi, yoksa delikanlılık ayağına mı nedir bilinmez, bir gece kulübünde, ülkenin en belalı birinci mafya ailesinin bir ferdini vurmuş, herif hastaneye yetiştirilemeden dünya değiştirmişti. Aile de tek çareyi bu salağı yurtdışına kaçırmakta bulmuştu.

Aklına birden, birkaç hafta önce otoyol kenarında ölü bulunan ünlü estetik cerrah geldi. Ülkenin en iyi estetikçisiydi. Sahne ve sinema dünyasının bütün ünlüleri tezgahından geçmişti adamın. Bu işle bir ilgisi olabilir miydi? Neden olmasındı? Madem ki memleketin en iyi sahtecisini bulabiliyordu, en iyi estetikçisini de bulmuş olabilirdi. Belki de Cerrah, ameliyatı yaptıktan sonra bu işten kurtuluşu olmadığını anlamış, giderayak Adam’a bir kazık atmak istemişti. Yoksa ne diye, iki yıl önce yüzünü değiştirerek yurtdışına kaçmasına yardımcı olduğu bir kaçağa benzetsindi Adam’ı. Böyle bir öngörüsü olmuşsa eğer, haklı çıkmıştı. Kafasına bir kurşun sıkılmış olarak bulunmuştu bir sabah yol kenarında. Ölümü epey patırtı koparmıştı fakat kim tarafından, neden öldürüldüğü ortaya çıkarılamamıştı. Demek Adam yeni yüzünün başka kimse tarafından bilinmesini istemiyordu. Ya yeni isminin? Haydar, ensesinden çatalına doğru soğuk terlerin aktığını hissetti.

Haydar’ın, asıl adını bilmediği, eski Ekrem suratlı adam, saygın işadamı görüntüsü altında türlü dolap çeviren namussuzlardan biriydi. Yıllar önce, çulsuzun tekiyken, kimsenin akıl erdiremediği bir şekilde, bir devlet bankasından yüklü miktarda kredi çekmeyi başarmıştı. Tekstil işine girmeye karar vermiş, bir gecede iki fabrika sahibi bir işadamı oluvermişti. Aldığı krediyi geri ödememiş, bankanın batmasına neden olmuştu. Birkaç gün gözaltında tutulduktan sonra, bir ödeme planı yapmayı kabul etmesi üzerine serbest bırakılmıştı. Parayı geri ödeyip ödemediği bilinmiyordu. Palazlandıkça palazlanmış, giriştiği halkla ilişkiler faaliyetleri sonucunda, medyanın da desteğiyle adını fakir babasına çıkarttırmıştı. Her devirde hükümetlerle yakın ilişkiler kurmuş, her zaman siyasi bir koruma kalkanı altında olmuştu. Ama son zamanlarda iktidarla ilişkileri birdenbire bozuluvermiş, kendisinden daha fazla çalanlardan haz etmeyen iktidar tarafından terör örgütü ilan edilmiş, işyerlerine ve villalarına ardı ardına baskınlar düzenlemişti. Kıl payı kurtulmayı başarmış, estetik ameliyatla yüzünü değiştirmiş, şimdi de ismini değiştirip kapağı yurtdışına atmanın yollarını arar olmuştu.

Adamlar akşam bir kamyona yükledikleri büro malzemelerini (Haydar bunlara “donanım” demeyi seviyordu) indirip içeri taşıdılar. Gece geç saatlere kadar bilgisayarların, yazıcıların, tarayıcıların bağlantılarını kurmakla uğraştı.

***

“Ekrem Kıpkaç mı? Kıpkaç ne amına koyum!” dedi Adam, Haydar’ın hazırladığı kimliğe bakarken, “başka soyadı bulamadın mı?”

“Sağlamdır,” dedi Haydar soğukkanlılıkla. “Sade bir vatandaş. Manisa’da bir köyde öğretmenlik yapıyor. Sütte leke var, adamda yok. Hiç şüphe çekmeden dünyayı gezebilirsin.”

Elindeki kimliğe tekrar baktı Adam.

“Öğretmen ha. İyiymiş.”

Kimlik ve pasaportu cebine koyduktan sonra kapıya yöneldi.

“Haydar Beyin ödemesini yapın!”

***

Yetenekli adamdı Haydar.

Oğlu öldürülen bir mafya babasının, intikamını almak için elinden geleni ardına koymayacağını iyi bilirdi. Havaalanlarındaki pasaport kontrol noktalarındaki memurları memnun edeceğini de bilirdi.

Evi terk ederlerken açık unuttukları televizyondaki haberleri izleyemedi Haydar. Havaalanında pasaport kontrolünden geçtikten az sonra öldürülen üç kişi hakkındaki haber verilirken, Haydar’ın vücut ısısı çoktan oda sıcaklığına düşmüştü.

En Son Yazılar