
Baker sokağındaki o yağmurlu yaz gününde Sherlock’un adresi 221-B’ye gelen mektuplardan biri işte o muzip Nikki Capar sayesinde böyle elime geçti. Aslında Nikki de farkında değildi. İstanbul’dan gelen mektupların hepsinin doğal olarak bana ait olacağını düşünmüştü. Bunların arasında bir tanesinin komşuma yazılmış olabileceği aklının ucundan dahi geçmemişti. Ben de mektuplara aynı kanıyla baktım önce. Hatta o mektubun üzerinde 221-B adresinin bulunduğunu onu tam açacağım sırada farkettim. “Özel” damgasını, balmumunu o zaman gördüm. Ve hiç vakit kaybetmeden hemen onu Bayan Hudson’a iletmek üzere harekete geçtim. Ama işte tam o sırada, damga pulundaki İstanbul kelimesi beni durdurdu. Hasret… sanki büyülü bir kuvvet! Beni kontrolüne aldı. Nasıl olduğunu dahi düşünemeden kendimi bir anda, bir asır öncesinde, dünyanın en güzel el yazısıyla yazılmış, mis gibi gül kokan satırları okurken buldum.
Mektubun yazarı, Sherlock Holmes’ün serüvenlerini Türkçeye ilk çeviren kişiydi. Nitekim mektup eline ulaştığında komşum da, o tarihte serüvenlerinin Londra’da yayınlanır yayınlanmaz anında hem de sesli olarak Türkçe’ye çevrildiğini öğrenince pek duygulanacaktı. Üstelik, bu tercümanın genç bir hanım olduğunu öğrenmek zor şaşıran dedektifimizi biraz zorlayacaktı.
Evet, mektubun yazarı genç bir hanımdı. 1894-1896 yılları arasında önce Holmes’ün “Boş Ev” macerası dahil hikayelerini Türkçe’ye çevirmişti. Mektubunda akşamları babası ile eşine Sherlock’un maceralarını nasıl okuduğunu da anlatıyordu. Bu hikayelerin yazarlığına katkısı olduğunu söylüyordu:
“ Eşimin ve babamın bu maceraları nasıl çocuksu bir zevkle dinlediklerini tasvir etmek mümkün değil. Babam, özellikle de Conan Doyle’un yazdığı suç ve polisiye türündeki hikayelere büyük ilgi duyan Abdülhamit’in Yıldız’da bu hikayeleri en hızlı şekilde çevirttiğini, akşamları esvapçıbaşı İsmet bey’e bir paravanın arkasından sabaha kadar bu eserlerin tercümesini okuttuğunu anlatırdı. Bu hikayeleri ben de merak edip ilginç bulurdum. Gerçi o tahta bacaklı sarı suratlı adam hep rüyalarıma girip beni korkuturdu.”
“… herhangi bir İngilizce eseri ele alıp tabii bir surette Türkçe olarak okumak yolunda, beni de bu akşamlar yetiştirdi. …Sarayda yapılmış olan tercümeler ise o zaman daha neşredilmiş değildi…”
Holmes İstanbul’lu genç yazar hanımın bu içten satırlarını doktor Watson’a okuduğunda zavallı doktor tahta bacağın genç hanımı korkutmasına üzüldüyse de bu durum mektubu ağzı açık dinlemekten onu alıkoymadı.
Mektubun yazarı “Bohemya’da Bir Skandal” macerasının kahramanı Bayan Adler’a hayran kaldığını da vurgulamıştı. Bayan Adler’ın özgür kişiliği ile kendisi arasında pek çok benzerlik bulmuştu. Babası, sözünü ettiği, Sherlock Holmes hikayelerine pek düşkün olan Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’in haznedarlarındandı.
Bu mektubu kaleme almasından iki yıl önce, 1907’de, Abdülhamit, Arthur Conan Doyle’lu Saray’a davet etmişti. Doyle’a bir Mecidiye nişanı verilmişti.
Genç hanım, mektubu yazdığı 1909 yılında Tanin gazetesinde edebi yazılar yazıyordu. Bu yüzden başı büyük dertteydi:
“…bugüne dek pek çok mektup aldım okurlarımdan” diye yazmıştı. “Çok çeşitli konularda, pek çoğu sosyal sorularla yüklü, kimi aile dertlerinden söz eden, bazıları ise Katolik papazların bile kulaklarını kızartacak sırlar içeren mektuplar. Öyle ki onlar ebediyyen sadece okurlarımla benim aramda kalacak. Bütün bu zarflardan sadece biri, şu an sanki elimdeymiş kadar her ayrıntısı ile bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım şekilde hafızama yazıldı. Zarfı beyaz ve küçüktü. İçinde sadece bir kart vardı. İki küçük, dikdörtgen beyaz kağıt parçasının arasında duruyordu. Kartın üstünde Tanin’de yazmayı hemen durdurmamı emreden bir satır vardı. Bir de bu emre uymadığım taktirde “korkunç şekilde cezalandıracağımı” bildiren bir tehdit vardı. Bugüne dek pek çok ölüm tehdidi aldım. Hatta resmi belge üzerinde kendi ölüm cezamı dahi okudum ama ne bu mektuba dek, ne de bu mektuptan sonra bunların hiç biri beni böyle bir dehşete düşürmedi…”
Bu satırların yazıldığı sırada bölge yüzyıllar sürecek bir çöküşün içinde ilerliyordu. Derviş Vahdeti adlı dinci bir fanatik, II. Meşrutiyet’e karşı bir devrime girişmiş, askerleri bütün İttiatçılar’ı katletmeye çağırmıştı:
“… 6 Nisan’da muhalif basından Hasan Fehmi Galata köprüsü üzerinde öldürüldü…
Ayasofya’da meclisin önünde Meclis-i Mebusan reisi Ahmed Riza ve mebus Hüseyin Cahit sanılan vekiller parça parça edildi…
askerler liberal ya da reform yanlısı olan bütün subayları vuruyorlar. …Sokaklar karşı-devrimi destekleyen linç peşindeki kızgın insanlarla dolu. …Selanik’ten karşı-devrimi bastırmak için bir ordunun yola çıktığı lafları dolaşıyor. Ne tuhaf geliyor kulağa bu laflar! Tam bir asır önce de Makedonya’dan Alemdar Mustafa Paşa komutasında Türk ordusu genç reformcu Selim’i linçcilerin ve ona karşı gelen ordunun elinden kurtarmak için yine böyle yola çıkmıştı. Tarih bir başka biçimde kendini tekrar mı ediyor?”
DEVAM EDECEK