Kendimi, tavanı, duvarları ve zemini beyaz bir labirentin içinde buldum. Başım kanıyordu, karnım açtı ve susuzluktan ölüyordum. Üzerimdeki üniformadan anladığıma göre rütbeli bir askerdim ve komando taburunda görev yapıyordum. Mavi beremi sıkıştırdığım palaskam, botlarımı bağladığım bağcıklar kayıptı. Çıplak ayakla dolaşmamı istemişlerdi anlaşılan.
Bir labirentin içinde olduğumu söylemiştim. Birilerinin, baygınken serumla besledikleri bedenimin güçten düşmemesi için çalıştığını görebiliyordum. Düştükçe kaldırılıyor, acıktıkça doyuruluyordum, susadıkça susuzluğum gideriliyordu. Etrafa pislediğimden adım gibi emin olmama rağmen, o uzun beyaz koridorlar boyunca ne dışkı kalıntısı ne idrar örneği ne de ter damlasıyla karşılaştım. Birileri temizliğe dikkat ediyor olmalıydı.
Böyle altı ay geçti, en azından saatimin takvim göstergesinin yalancısı olduğumu söyleyebilirim. Altı ay boyunca, sağa sola dönen koridorlarda, ikiye, üçe, dörde ayrılan yollarda, bazen bir gün, bazen bir hafta boyunca hiç durmadan ilerleyen beyazda gezinip durdum. Sola dönüyor, ilerliyor, sağa kırıyor, arkama bakıyor, düz gidiyor, sonra yine sola çevirip, sağa eğiliyordum. Birilerinin hayatta kalma güdülerimi test etmeye çalıştığını sandığım bir günde, labirentin koridorlarından birinden sola döndüğümde onu gördüm. Bir kadına benziyordu, ki böyle söylememin nedeni kadınları kadınlara, erkekleri erkeklere, hayvanları hayvanlara benzetmekte zorluk çekeceğime inanmamdı. Beyaz göğüm; toprağım, kadınım, yemeğim, suyum, korkum, oksijenim olmuştu. Rengin gözlerimi kör etmemesinin tek nedeni, buraya gelmeden önce kanıma bir madde enjekte edilmesi olmalıydı. Birileri, göz hücrelerimdeki sinirlerin yapısıyla da oynamıştı.
Emekleyerek yürüyen kadına arkadan sokulmak istedim ama kaba bir hareket sayılacağından ensesine usulca sokulmak yerine seslenmeyi denedim. Niçin emeklediğini bilmiyordum. Eni, boyu ve yüksekliği yaklaşık iki metre olan koridorlar, insanın yürüyerek, ayakta ilerlemesine de imkân tanıyordu. Emekleyen kadının ayak seslerimi duymasını istedim, zemine gürültülü ve sert adımlarla yapıştım, sonra hızlandım ve birden yanından önüne geçtim. Göz göze geldik. Onu daha önce tanıyor olabileceğimi düşünerek bir adım geri çekildim, fakat gözlerim onu bir yerden ısırıyor değildi.
“Sen de kimsin?” diye sordum. İnceliği gerektiren, kadın erkek ilişkilerinde öne çıkmanızı sağlayan damıtılmış hitaplara, sanatsal kelimelere gerek olmadığı için ondan da benzer bir karşılıkla yanıt bekledim. Fakat yeterince sabırlı, olgun ve kibar olduğunu ağzını açtığında anladım. Dozu yavaş yavaş azaltana kadar bekledim. Benim gibi kapana kısılmış bir hayvan gibi hissetmesini istiyordum, ki bu hali benim gibi aylardır bu labirentte yol aramadığını gösteriyordu.
“Aylardır buradayım hanımefendi. Bir askerim. Ve nereye gittiğimi bilmiyorum,” dedim.
“Asker olduğunuzu görebiliyorum. Adım Özüm. Matematik mühendisiyim. Orta Avrupa’da kendime ait bir şirketim var.”
“Neden emekliyordunuz?”
“Deniyordum.”
“Neyi deniyordunuz?”
“Bayım, bu yapıyı inşa eden benim. İçinde bir insanın hangi koşullarda nasıl davranacağını bilmek ya da bunu tecrübe etmek benim görevim. Emeklemek istedi canım, bir sorun mu var bu konuda?”
İnanamıyordum. Beni, bu deli oyuncağının içine tıktıran kadın, sonsuz uzunluktaki labirent koridorlarını yaptıran çılgın, karşımdaydı. Hayatımdan çalınan zamanı düşündüm, kadını orada parçalamamak için zor tuttum kendimi. Dışarıda bir hayatım olmalıydı, hatırlayamadığım, bilmediğim, unuttuğum bir hayat. Bir asker olduğum için belki vatan sınırlarını koruyacaktım, belki düşmana karşı gözlerim açık nöbet tutacaktım, topraklarımı yabancı emellere karşı kapalı tutacaktım. Şimdi bu işlerimi yapamıyordum. O zaman ortada güvende olmayan bir ülke, hayatı tehlikede olan insanlar, kurtarılmayı bekleyen bir halk vardı. Ben, bu beyaz labirentin koridorlarında yürümeye devam ettikçe, tutulacak nöbetlerin, korunacak sınırların, kurtarılacak halkların bir anlamı kalmıyordu. Özüm’e bunu söyledim.
“Suç işliyorsun!” dedim. “Beni serbest bırakman gerekiyor. Ben bir askerim.”
“Bir askersen buradan çıkmanın yolunu da bulabilirsin.”
“Ama nasıl? Aylarca dolaştım. Bir geçtiğim yerden bir daha geçmedim. Uyuyorum ve uyandığımda açlığımın ve susuzluğumun giderildiğini görüyorum. Dahası biri beni yıkıyor sanırım, saçlarımın pamuksu yumuşaklığı ve dalgalı parlaklığı, ter kokumun yok olması bunun göstergesi. Burada neler oluyor?”
“Peki sürünerek ne kadar dayanabilirsin?”
“Bilmiyorum.”
Cevabımı not aldı.
“O halde boyutlarından memnunsun yani, değil mi?”
“Hangi boyutlardan?”
“İsteseydim onun içinde sürünerek ya da emekleyerek hareket etmeni sağlayabilirdim. Ama bunu yapmadım. Hareketlerini kısıtlamak istemedim. Peki yolunu bulabildin mi? Yani çıkışı?”
“Bana cevabını bildiğin soruları soruyormuşsun gibi geliyor Özüm. Buraya ne amaçla kondum? Görevlerim var. Ben bir askerim. Savaşa hazırlanırım. Barış zamanında göreve hazır beklerim.”
Cevap vermedi. Bir kere daha onunla karşılaşırsam, kendisine aldırmadan yoluma devam etmemi istediğini söyleyerek yürümeye başladı. Köşeyi döndüğünde gözden kayboldu. Dişlerimi ve yumruğumu sıkarak, beş saniye boyunca içimden saydım, öfkemi yutmaya çalıştım. Asker olduğumu unutmuşa benziyordu, onu oracıkta boğazlayabilirdim. Zaman dolduğunda koşarak peşine takıldım ve döndüğü köşeyi ben de döndüm. Bir köşe daha, sonra bir köşe daha, ardından biri ve ikisi daha geldi. Ama ortadan yok olmuştu kadın.
Altı ay daha geçti. Kadınla yine karşılaştım. “Hey, sensin!” diye bağırdım.
“Kuralları biliyorsun asker, benimle konuşmak yok, yanımdan geç ve git,” oldu yanıtı.
“Ama bunu yapamam. Artık çıkmak istiyorum. Beni neden buraya kapattın. Ağlıyorum işte, tamam mı? Ben askerim, ama bu insanlığımın önüne geçmedi asla. Bırak beni. Çıkışı göster. Dışarıda nasıl bir hayat var, bunu bile unuttum. Adım ne benim? Bir eşim, çocuklarım var mı? Annem ve babam var mı? Bu yapı ne işe yarıyor?”
“Şimdi asıl konuya geldin işte asker. Bu yapı ne işe yarıyor?”
“Ne işe yarıyor?”
“Onun büyüklüğü, boyutları hakkında bir fikir sahibi olabildin mi? Bir seneden beri içeride yürüyüp duruyorsun. Seni kandırıyor olabiliriz. Belki bir futbol sahası ebatlarında bir yer burası. Geride bıraktığın pisliği, kokuyu, teri, dışkıyı temizliyoruz ve sen hep aynı yerden geçiyorsun. Ya da belki burası o kadar büyük ki, bir geçtiğin yerden bir daha geçebilmen için on seneyi geride bırakman lazım. Sence hangisi?”
“Hangisi olduğunu bilmiyorum bayan. Çıkmak istiyorum. Çevreme bakıyorum, duvarlarda ne işaretler ne sayılar ne de rakamlar var. Beyaz ve duvar, uzun ve yorucu, sıkıcı ve bıktırıcı, bunaltıcı ve delirtici. Neden pis pis gülüyorsunuz?”
Sırıtışını görebiliyordum. Uyarmaya devam ediyordu. Onunla konuşmam yasaktı. Yoluma gitmeliydim. İstemiyorsam olduğum yerde kalmalıydım. Ondan bu yapının cevaplarını isteyemezdim.
“O halde ne zaman çıkacağımı söyle bana?” diye sordum. Şimdi olmasa da günün birinde herhalde azat edilecektim.
“Bu elbette olacak. Kimseyi burada sonsuza dek tutamayız. Bazıları senden çabuk pes ettiler. Bazılarıysa yıllarca direndiler.”
“Başkaları da mı var?”
“Elbette. Devlet başkanları, din adamları, politik kişilikler, ünlü sporcular, ödüllü sanatçılar…”
“Neye göre belirleniyor bu? Yani ne olunca kapıları açıyorsunuz?”
“Bu ona bağlı. Ne zaman pes ederse o zaman kapıları açıp onu dışarı taşıyoruz.”
“O zaman ben pes ediyorum. Haydi taşıyın beni dışarı.”
Kadının yakasına yapıştım, sırtını duvara dayayıp yanaklarına dayadığım dudaklarımla fısıldadım. Onu, oracıkta gerçek bir kadın hâline sokacağımı söyledim. Ellerim pantolonunun kemerinden içeri kayıyordu, nefesim titreyişlerle tenini sarsarken, kapalı gözlerinin arkasındaki perdede açık saçık bir filmin oynatıldığını görebiliyordum. Sarkıttığım dilimi taşıyan dudakları gerinip açılırken bana karşılık vermeye başladı.
“Bu ilginç olacak,” dedi. “Labirentte cinsel oyunları tecrübe etmek yani. Soyun haydi.”
Durdum. Bunun da oyunun bir parçası olduğunu görebiliyordum. Onu oracıkta soysam, dövsem, öldürsem, parçalasam, iteklesem, tokatlasam, yaralasam bile değişen bir şey olmayacak ve yaptıklarım tecrübe edilmeyi bekleyen eylemlerden sayılıp kullanılacaktı.
“Ben gidiyorum,” dedim ve yoluma devam ettim. Aklıma silinemeyecek izlerden birini bırakmak geldi yüzeye, ama o zaman da kazınan, delinen, çizilen duvarların o parçasını kolaylıkla yenisiyle değiştirebilirlerdi. Boyutları hakkında fikir sahibi olmanın daha iyi bir yolu var mıydı? Pes eden insanları tahliye ettiklerini söylediğinde, direncimin kırıldığını, dayanma gücümün kalmadığını, dışarı salıverilmek istediğimi söylemiştim. Ama bu kâfi gelmemişti. Daha nasıl pes ederdiniz? Daha nasıl yalvarırdınız? Daha nasıl yenildiğinizi ifade ederdiniz? Peki o içeri tıkılanlara ne demeli? Büyük büyük adamlar mı vardı içeride? Bu adamlara ne yapıyorlardı? Dışarıda yanına sokulurken besmele çekeceğiniz türden adamlar, koruma duvarları arkasında saklanan tipler mi bu oyuna dahil ediliyordu? Bilemiyordum. Pes ediyorum dememe rağmen, parolayı ya da işaretini karıştırmış bir asker gibi hissederek, güvenli geçiş noktasındaki sınır hattından geri çevrilmiştim.
Tek bildiğim beni yaşatmaya çalıştıklarıydı. Ölmemem, güçten düşmemem, bacaklarımdaki dermanın kesilmemesi için besleyip doyuruyorlardı beni. Bir keresinde uykuya dalmadan önce saatimi kontrol ettim, üçü yirmi geçiyordu. Uyandığımda baktım, saat yine üçü yirmi geçiyordu. Adamlar sanırım kaç saat ve dakika uykuda kaldığımı anlayamamam için gözlerimi kapattığım anda saatimi durdurup, işleri bitip, beni doyurup suladıktan sonra uyandığımda tekrar çalıştırarak basit usulde bir gizleme tekniği kullanıyorlardı.
Hâlâ devlet başkanlarının, sanatçı ve sporcu tayfasının, dini liderlerin buraya kapatılış nedenlerini anlayabilmiş değildim. Bu hesaba göre ben de en az onlar kadar önemli bir insan oluyordum ve değerim bilinip anlaşılıyordu. Mesleğime de saygı duyuyor olmalılardı.
Bir altı ay daha geçtikten sonra, Özüm’le yeniden karşılaştım.
“Bayan,” dedim.
“Söylenmene gerek yok asker. Pes ediyorsun ve çıkmak istiyorsun, değil mi? Kendini yormana gerek yok.”
“Ama ben böyle durumlar için eğitim aldım. Pes edemem. Dayanmam lazım. Çıkmak istesem de bunu dile getiremem. Yapmam gereken ölünceye kadar beklemek. Sizden isteğim beni uykuda emzirip yıkayan o anneye durmasını istediğimi söylemenizdir. Sizden yalnızca doyurulup yıkanmak istemediğimi bilmenizi istiyorum. Kendimi güçlü hissettikçe, bu labirentin bir başının ya da sonunun, ucunun ya da bucağının, girişinin ya da çıkışının olduğunu düşünerek orayı bulmaya çalışıyorum. Artık bunu yapmayacağım. Biliyorum. Karnım doyduğu, susuzluğum giderildiği müddetçe yaşama içgüdülerim devrede olacak ve ben durmak istesem de, pes etsem de bacaklarım programlandıkları gibi hareket etmeye devam edecekler. Dışarıda hava nasıl? Gece mi gündüz mü? Saatimi durdurmasaydınız, zamanı öğrenebilirdim. Sanırım pilini de değiştiriyorsunuz. Üzerimdeki üniformayı da kuru temizlemeyle yıkıyorsunuz. Dişlerimin bile fırçalandığını hissedebiliyorum. Ağzım kokmuyor, nefesim ekşi değil.”
Pes edemezdim. Asker olarak, hakkını verdiğim üzerimdeki üniformadaki rütbelerin sökülüp alınmasına katlanamazdım. Belki de bir deneyin içindeydim ve artık askerler bir üst rütbeye bu şekilde terfi ediyorlardı. Hiç mantıklı değildi, çünkü buna göre büyük adamların burada olma nedenlerini açıklayamıyordum. Geçmişimi didiklemeye başladım. Boş zamanlarımda, sonu olmayan bu labirent içinde yön gözetmeksizin ilerlerken insanlardan nefret ettiğimi anımsadım. Kimseyi sevmiyordum, asker olmamın nedeninde de bu duygu vardı. İnsanları nasıl yasal olarak öldürebileceğimi, bunun karşılığında gurur, madalya, rütbe ve terfi alabileceğimi düşünürken talimgâha katılmış ve öldürme sanatının tüm inceliklerini öğrenmiştim. Ben diğerleri gibi değildim. O zaman büyük adamlarla olan benzerliğimi buldum. Onlar da kalabalık kitlelere hitap ediyorlar ve onları savaşa, ölüme sürerek, sermayesi insan kanı olan bir mesleği yapıyorlardı. Büyük olmak, yukarıdan efendilik taslamak, insanları yönetmek, adı ne olursa olsun tüm bu meslekler için geçerliydi. Sanatla da sporla da politikayla da dinle de uğraşsanız, büyük işlerle ilgilenirken, altınıza aldığınız insanları ölüme sürebilmeliydiniz. Bunu ancak altındaki insanlardan nefret edebilen biri yapardı. Sizi, sevgi seli içinde boğan, neşeli ve çılgın kalabalık… Onlar sizi sevsinler, sizse onları ölüme süreydiniz. Cebinizdeki parayı spor sahalarında, sanat galerilerinde söğüşlesinler, politika yaparak içinizdeki iyiliği öldürdükten sonra çift kişilik mezarlarda size yer açsınlardı.
“Bayan,” dedim. “Ben devam etmek istiyorum.”
“Ne zamana kadar?”
“Pes edinceye kadar. Bu labirentin bir sonunun olduğunu söylemiştiniz. Onu bulacağım ve buradan pes etmeden çıkanlardan olacağım. Ne kadar sürer bilmiyorum, ama bu iş için bütün ömrümü feda etmeye hazırım. Dışarıda olanlar beni ilgilendirmiyor. Belki tuttuğum takım şampiyonluğu kıl payıyla kaçırdı. Belki flörtüm hemen yeni birini buldu. Arabamı park ettiğim sokakta, belki bir hurda var. Evim yağmalandı belki. Belki de dışarıda bir dünya savaşı patlak verdi ve beni bu yüzden, savaşa etki edebileceğimi bildiklerinden burada tutuyorlar. Nedeni ne olursa olsun, dışarı kendi çabamla çıkacağım. Ve bir daha size yanaşmayacağım, soru sormayacağım.”
“Hangi yönden gideceksin?” Önce sağı, sonra solu işaret etti. Her ikisinin de aynı kapıya çıkacağını bilircesine iğrenç bir sırıtışla güldü yüzüme.
“Bu sizi hiç ilgilendirmez,” dedim. “Zaten labirentleri az çok bilirsiniz. Çok büyüklerse, çıkmanız kolay olmaz. Dışarıdan bakan bir gözle bile bu hiç kolay değildir. Sağdan gidiyorum. Sizinle daha az karşılaşacağımı düşündüğüm bir yere.”
Kadını kendime inandırabildiğimi görmek hayretimi kat kat arttırdı. Kolayca kanabilecek bir matematik mühendisine benzemese de sanki bana inanmış numarası yapmak işine geliyordu. Beyninin her iki yanını da aynı anda çalıştıran seksi kadınlardan biri olduğu için, uzun bir süre kokusu burnumdan gitmedi. Bazen kendimi onu ararken buluyordum. Bu yerde kadına ihtiyacım vardı ve onu duvara yaslayıp köşeye kıstırdığım günün benzerini bir daha yaşayamayacağımdan korkuyordum. Keşke o zaman elimi çabuk tutsaydım ve fırsattan istifade etseydim diye düşündüm. Zaten kadın da tecrübe etme zamanı kuralı olmadığını söyleyip bu işe dünden razı görünüyordu. Hazırdı ve gevşemişti. Pantolonunu indirmeli miydim? Evet. Aradan on yıllar geçmiş olmalı, kaç yıl geçtiğini bilmiyorum.
Bazen yerin altındaymışız gibi, otomobil kornalarına, kamyon gürültülerine, metro seslerine benzer kulak tırmalayan şeyler duyuyordum. Bu kadar büyük bir yapıyı ancak deniz, okyanus ya da toprak altında inşa edebilirlerdi tabiî. Hangi kıtanın, ülkenin, çölün altında olduğunu bilmeden körlemesine köstebeklik yapan bir kazıcı gibi, üçüncü bin yılın bilmem kaçıncı senesinde, kendime oyun ortağı arıyordum. Her bir toz tanesi, bir çizgi parçası, duyulur duyulmaz bir ses bile, aylarca kendisinin üzerine kafa yormamı sağlıyordu.
Çıkışı bulamayacağını bile bile ilerleyen biri gibiydim. Çıkış yoktu belki de. Kandırılmıştım. Belki daha küçük yaşta buraya kapatılanlar da vardı. Belki şanslı sayılıyordum ben.
Çok yaşlandığımı hatırlıyorum. Ölmek üzereydim. Aslında bir insanın ölmek üzere olduğunu anlayabilmesi için bile hala zihninin açık ve berrak şekilde işlemesi lazımdır. Sanırım yaşlandığımı biliyor ve ölmekten korkuyordum. Her zaman yaşlı insanların ne düşündüklerini öğrenmeye çalışmışımdır. Kendilerinden önce ölen her insanın haberini aldıklarında derin bir oh çekerler ve sanki yeniden doğmuş gibi bir süre idare ederler. Zamanları geliyordur. İş yapamazlar. Sıcağın altında gezemezler. Karılarıyla sokağa adım atamazlar. İki büklümlerdir. Yataktan kalkamazlar. Tüm kötü huylara sahip oldukları gençlik çağını aratmayan bir dönemdir bu. Azarlar, sızarlar, küfrederler, sıçarlar ve nefret ederler. Oldukları yerde işerler, yattıkları yerde yemek yerler, yıkanmadan geçen aylar boyunca nasıl olsa ceset kokusuna bulaşacaklarını bilerek insanları kendilerinden uzaklaştırırlar. Ben de onlardan biriydim.
Uzun yıllar boyunca, bu labirentin bir mezarlık olduğu aklıma gelmeden, çıkışı arayıp durmuştum. Özüm’ü hatırlıyordum. Onu ayakta düzebilme olanağımın elimde saklı bulunduğu günü bir kenarda tutarken, diğer kenarda da onun şimdiki yaşlı hâliyle karşılaşmaktan duyduğum korkuyu bulunduruyordum. Şimdi onu görsem, acaba bu yaşlı ve yaramaz hâliyle pantolonunu indirir miydim? Sanırım hayır. Belki emekli olmuştu. Yerine başkası geçmişti. Bu işler böyleydi. Hangi özel yetkili askeri kurum adına çalıştığını bilmeden, savunma bakanlığına bağlı bir teşkilata mensup olduğunu tahmin edebiliyordum. Aman karşıma çıkmasındı. Emekli olsundu. Emekli maaşıyla hayatına kaldığı yerden devam etsindi. Kimsenin buraya anlam yükleyememesi için asla sorulara cevap vermesindi.
Ölmek bunun gibi bir şeydi. Ölmek, köşeyi döndüğünüzde bir köşe daha olması demekti. Ölmek, beyazdan başka rengin olmadığı bir dünya demekti. Ölmek, yaşlı bir kadının karşınıza çıkacağından ve siz istemeseniz de pantolonunu önünüzde indireceğinden korkmanız demekti. Ölmek, devasa bir labirentin içinde çıkış kapısını bulamamanız demekti. O zaman pes etmek de demekti ölmek. Ama ben pes etmeyeceğimi söylemiştim. Yaşayarak yaşamaktı ölmek, sadece yaşayarak ama, sadece yaşayarak.
Bir köşeye sığan bedenimi olabildiğince ufaltarak, cenin pozisyonunda ölmeyi bekledim. Çoğu gün yürümediğim, çıkış ve yol aramadığım bu labirentin içinde geçen uzun yıllar boyunca yaşlanmadan, üzerinde “Exit” yazan kapıyı bulabileceğimi düşünmüştüm. Ama yoktu. Pes etmenin ne demek olduğunu şimdi anlıyordum. Matematik mühendisi, insanların pes ettiklerinde dışarı taşındıklarını söylemişti ama ölü ya da diri miydi, bunun hakkında tek kelime etmemişti. Belki de pes etmeyen ama pes eden ilk ve tek denektim ben. Ölmeye yakın bir zamanda, köşede büzülerek, Özüm’ün koltuğunu kapmış diri vücutlu, seksi bir kadını karşımda görmeyi umarak ve artık dış dünyaya kafa yormayarak, kesilecek nefesimin yerine içime ne çekeceğimi düşünerek bekliyordum.
Birilerinin sedye benzeri bir araçla geldiklerini hayal meyal hatırlayabiliyorum. Beş kişilerdi. Bir tanesi kadındı. Dört kaslı adamın taşıdığı sedyeye alınarak daha önce geçmediğim yollara sürüklendim. Elimi tutan kadın, kazandığımı, çıkış kapısını görmeyi hak ettiğimi, sınavı geçtiğimi söylüyordu.
“Kırk senedir bu labirenttesin asker,” diyordu. “Annem senden bahsetti. Yakışıklı ve ülkene bağlı bir adam olduğunu, askerlik hizmetinde kimsenin eline su dökemeyeceğini söyledi.”
“Sen de kimsin,” diyebildim. “Sesin bana tanıdık ve sıcak geliyor.”
“Hatırlamaya çalış. Yaptıklarını unutmuş olamazsın. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaptın. Günah işledin. Suçtu yaptığın. Bir köyü basmıştınız. Kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesi kurşuna dizmiştiniz. Kızgın uçlu mermilerinizden kaçan kızların ırzına geçmiştiniz. Sen, o adi politikacılardan, din adamlarından, sanat ve spor soyguncularından farkı olmayan birisin. Irzına geçtiğin kızların köylerini başına yıktın. Yaktığın evlerin sayısınca kız, arkalarında gözü yaşlı bebekler bırakarak karşılarına çıkacağın günü sabırla beklediler. Merak etme, ben onlardan biri değilim. Sana kızgın değilim. Babam olacak adama kızgın olamam. Annemi hatırla. Labirentteki kadını hatırla. O da senin gibi biriydi. O da labirentte çıkışı arayarak günlerini, yıllarını feda eden bir denekti. Doğru, bu muazzam yapıyı inşa eden kadın, günün birinde kendi kazdığı çukura düşeceğini bilmiyordu. Ama bu oldu, hatta isteyerek, gönüllü olarak, yaptığı yemeği ilk tadan bir aşçı gibi heyecanla kaşığını sapladı. Labirentteki tek insan olmadığını sana söyleseydi, onu arar ve bulurdun. Onlar senin tek başına savaşmanı, mücadele etmeni istiyorlardı. İki koldan ayrı ayrı çıkışı arayarak geçen yılları düşün, baba. Annem, beni doğurduktan sonra fazla dayanamadı. Senin kaldığın sürenin çok azını tamamladıktan sonra pes etti. Yaşlanmadan içten içe çürüyen bir ağaç gibi ayakta öldü. Beni içinden almalarından sonra, sanırım ayrı kalmaya dayanamadığı için oldu bu. Bilmiyorum. Daha fazla dayanabilirmiş. Senin kadar yaşlanabilirmiş. Hesapta olmayan bir şeymiş bu hamilelik.”
Hatırlayamadığım şeyler vardı. Bu yeni kızı kendime yakın hissediyordum. Bana, o duvar dibinde gerçekleşen cinsel şölenin annesinin karnına kendisini aşıladığını söylüyordu. Annesi engel olmaya çalışmamıştı. Basılan köylerin, ırzına geçilen kızların, yakılıp yıkılan evlerin, babasız bırakılıp kirletilen kadınların yükü altında ezilen beynim, bu olayları yöneten kısım tarafından kısmi felç benzeri bir durumla yüz yüze bırakılarak işlevsiz kılınmıştı, bunu söylüyordu kız. Dediğine göre annesiyle birleşmiştim. Ama bunu hatırlamıyordum. Ona bunu istediğimi söyleyemedim ama yapmadığıma, uçkur çözmediğime o kadar emindim ki, kızım olduğunu söyleyen çalışanın hikayesini bitirmesi için elimden geleni yapmak yerine suskun kaldım. Ben, bu olamazdım. Asker olduğumu biliyordum. Ama yaptığımı söyledikleri iğrençlikler, bir insanı idama götürebilirdi.
“Reddediyorum tüm bunları!”
“İstediğin kadar reddet baba. Sen benim babamsın. Ve daha bir sürü günahı doğurdu varlığın. Kardeşlerimi arayıp bulmak bile istemiyorum, çünkü onlara açıklama borcu olanın kim olduğunu karıştırmış durumdayım artık. Bu labirent aslında bir hapishaneydi. ‘Büyük Adamlar Hapishanesi’ Onu annem tasarladı. Gerek olmadığı hâlde içinde olmayı istedi. Yanlış bir işe kalkışmak istemiyordu. Atom bombasını icat eden aşağılık insanlar gibi olmak ve beddua yemek istemiyordu. Önce kendi üzerinde denemek istedi bunu. Ve…”
“Ve işe yarar bir buluştu, öyle mi?”
“”Baba, artık ölmek zorundasın. Annemin yerine ben geçtim. Seni pes ettiğin için çıkardık dışarı. Sonuna kadar dayandın, yani kendi dayanıklılık sınırının sonuna kadar, fetih alanlarının tamamını kontrol altında tutmak isteyen padişahlar gibi geldin. Eğer doğal yaşamının ucuna geldiğini düşünmeseydin, ölüyor olmasaydın, daha kalırdın içeride. Yapının amacı buydu zaten.”
Dışarıda olmanın anlamını kavramıştım sanırım. İnsanı tam ölmek üzereyken çıkış kapısından dışarı taşımak, lezzetli ve sulu bir ete batırılmış çatalı tam ağzınız sulanmışken, iki dudağınızın arasındayken, içeri sokmak yerine geri çekmeye benzetilebilirdi. Çıkış kapısına gelmiştik.
“Yukarıda bir denizaltı var. Atlas okyanusunun dibine hoş geldin baba,”
“Ya ölmezsem ne olacak? Labirentteyken öleceğimi sanmıştım. Bir köşeye büzülmüş, nefesimin kesilmesini bekliyordum. Ama artık dışarıdayım, çıkış kapısını buldum. Cevap ver bana? Ben suç işlemedim. Sen benim kızım değilsin. Anneni istedim ama onu almadım. Tanrı şahidim olsun ki bunu yapmadım.”
Durdu. Yüzüme baktı. Kulağıma yanaşıp, pes ettiğimi sandığını söyledi.
“Eğer yanılmışsak seni geri götürmek zorundayız.”
Ve annesi gibi pis pis sırıttı. “Ta ki pes edene kadar. Annem sana söylemişti. Çıkış kapısını yalnızca pes edenlere gösteriyoruz. Şimdi kararını ver. Pes mi değil mi?”