Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Define Avcıları

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın, 1983'te İstanbul'da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Metalurji ve Malzeme Mühendisliği mezuniyetinin ardından Sabancı Üniversitesi'nde İşletme Yüksek Lisansı'nı tamamladı. Profesyonel kariyerini Hızlı Tüketim Sektörü'nde satış yöneticiliği yaparak sürdüren Yamaç Yalçın, diğer yandan polisiye öyküler yazıyor.

Öğle yemeği sonrası salonumun köşesindeki berjerimde şekerleme yaparken telefonun sesiyle uyandım. Birkaç saniye etrafa şaşkın şaşkın bakarken küçük dostum Totti’nin havlaması sayesinde yer ve zaman mefhumumu hızlıca geri kazandım. Kalkıp ısrarla çalan telefonu açtığımda diksiyonu düzgün, kibar bir beyefendinin sesi yankılandı kulağımda.

“Merhabalar, İrfan Bey’le mi görüşüyorum acaba?”

“Evet, benim. Buyrun.”

“Ben Ümit Yünce, numaranızı Orçun Bey’den aldım, Orçun Özkete.”

İşimde müşterilerimin çoğu beni bir referans aracılığıyla bulurdu. Gazetelere özel dedektif ilanı verince arayanlar sadece aldatan eşini takip edip fotoğraf çekmemi isteyenler olduğundan, reklam yayınlamayı uzun süre önce bırakmıştım.

“Öyle mi? Pek severim kendisini ama uzun zamandır görüşemedik. Selamımı iletin lütfen.”

“Tabii.Başüstüne, iletirim. Yakın arkadaşımdır. Kendisi bana yardımcı olabileceğinizi söyledi.”

“Buyrun lütfen. Konu nedir acaba?”

“Kısaca bir miras meselesi diyebilirim. Yüz yüze konuşmamız mümkün olur mu?”

Akşamüstü Nişantaşı’nda, oturduğum sokaktaki yeni nesil kahve mekanında buluşmak için sözleştik.

Totti’yle mahallede bir ihtiyaç turu attıktan sonra, sosyal medyada Orçun’un arkadaşları arasında Ümit Yünce’yi arayıp buldum. Profil fotoğrafına bakılırsa, esmer, koyu renk gözlü, yakışıklı, “janti” bir adama benziyordu.

Vi Coffee’ye girdiğimizde “Foks Teriye” cinsi akıllı dostum her zaman olduğu gibi kendisine ikram edilen bir çift kavrulmuş kahve çekirdeğini midesine indirdi.

Bu mekanı sevmemin birçok sebebinden biri köpek dostu ve cana yakın çalışanları! Kahvesi de her daim lezzetli… Üstelik evime de sadece on beş adım uzaklıkta!

“Acaba o mu?” ve benzeri bir soru cümlesi ekseninde gelişmesi muhtemel herhangi bir kuşkuya mahal vermeyecek derecede profil fotoğrafına benzeyen Ümit Yünce içeri girdiğinde, ayağa kalkıp kendisini masama buyur ettim. Oturmadan önce paçasından aşağısı Totti’nin koku dedektörü vazifesi gören burnuna maruz kaldı. Kazasız belasız sandalyesine yerleşip tanışma, hoşbeş faslı sonrası konuya girdi.

“Telefonda miras diye bahsettim ama konu biraz daha farklı. Dedem geçen ay rahmetli oldu.”

“Başınız sağolsun.”

“Teşekkür ederim. Kendisi emekli albaydı. Cenazenin ertesi günü annemle birlikte evinde, çalışma odasındaki evraklardan atılacakları ve hatıra olarak saklanacakları tasnif ediyorduk. Dedem, kendisinden dört ay önce rahmetli olan babaannemin tersine müthiş nizami biriydi. Bir görseniz ilkokuldan itibaren karnelerini bile saklamış. Kutular dolusu hatıra ayıklarken siyah kumaş kaplı şık bir kutu içinde iki tane ahşap plakete rastladık. Üzerlerinde ‘Hizmet Armağanı’ yazısı ve zamanında katıldığı birliğin adı ve logosu bulunan büyükçe birer kabartma vardı. Annem, dedemin bu plaketlere çok kıymet verdiğini söyleyip diğerine göre biraz daha büyükçe olanı hatıra olarak saklamam için birkaç belge ile beraber bana verdi.”

Emekli tuğgeneral olan amcamın evindeki kütüphanenin en üst rafında bulunan hatıra köşesi gözümün önüne geldi. Türlü siyah beyaz fotoğraflar, takdir belgeleri, plaket ve madalyonlar… Zamanında insana dünyanın en önemli görevi gibi gelen neredeyse bir ömürlük meslek mesaisi, bir süre dost meclislerinde yad ediliyor, sonra birer anı olarak tozlu raflardaki nesnelere indirgeniyordu.

Gayriihtiyari “O plaketlerin bir dili olsa da konuşsa…” diye ağzımın içinde mırıldandım.

“Ne dediniz? Pardon?”

“Benzer plaketler görmüştüm.”

“Aslında gayet basit bir şey, sadece manevi değeri var. Yani ben öyle sanıyordum. Ta ki onu eve getirip gardırobumun arşiv olarak kullandığım en üst rafındaki eski belgelerimin yanına yerleştirmeye çalışırken yere düşürünceye ve kırılan kabartmanın altından bu harita yere fırlayıncaya kadar…”

Kaşla göz arasında cebinden çıkardığı dörde katlanmış A4 boyutundaki saman kağıdı bana uzattı. Merakla ve dikkatle açıp inceledim. Katlama izleri kağıtta tahribata yol açmıştı. İki elimle tutup ters yönde hafif kuvvet uygulasam kağıdın iki ila dört parçaya bölünmesi işten değildi.

Kabaca avuç içini ancak kaplayacak bir köşesinde düz ve eğri kesik çizgilerin birleşmesinden oluşan, haritaya benzer bir çizim vardı. Osmanlıca ya da Arapça olduğunu tahmin ettiğim bir dilde yer yer notlar düşülmüştü.

“Bir harita,” dedim.

“Evet,” dedi, “bir define haritası!”

Sonradan uydurma, eski süsü verilmiş, taklit haritaları pazarlayan bir çetenin yakalanması ile ilgili bir haber izlemiştim zamanında. O aklıma geldi. Muhtemelen bu elimde tuttuğum da o ya da benzeri bir sahtekarlığın mahsulüydü. Heyecan içinde gözleri parlayan Ümit Yünce’nin şevkini ilk dakikadan kırmamak adına bu fikrimi kendime sakladım.

“Tercüme ettirdiniz mi?”

“Evet,” deyip cebinden bir kağıt daha çıkardı. Haritanın fotokopisi üzerinde birtakım karalamalar yapılmıştı. “Önce internette biraz araştırma yaptım ama bir yere varamadım. Galatasaray’da babamın eskiden beri alışveriş yaptığı bir antikacı var. Dün oraya uğrayıp haritayı gösterdim. Sahibi yaşı biraz ileri, son derece beyefendi ve güvenilir biridir. Arapça bilir. Bunun bir define haritası olduğunu söyleyip fotokopi üzerinde tercümesini yaptı.”

Notları inceledim.

Üstteki başlık “bu haritada tek bir gömü yok,” şeklinde çevrilmişti.

Tüm kesik çizgilerin üzerinde istisnasız “101 adım” yazıyor, kenara iliştirilen notlarda “kale duvarının dibinde” ve “ağacın altında” ifadeleri yer alıyordu. Çizgilerden bazılarının kesişim noktasına yuvarlak içine çarpı işareti konmuş ve “gömü” notu düşülmüştü. Anladığım kadarıyla haritada yeri işaretli beş adet gömü mevcuttu.

“Peki, bu haritanın tam olarak hangi bölgeyi işaret ettiğine dair bir bilgi yok mu?”

“Hayır, en büyük belirsizlik de bu. Hangi adresi gösterdiğini bilmiyorum.”

Kibarca benden ne istediğini sordum. Bana hazineleri bulmak için bir hafta çalışmam karşılığında Orçun’dan öğrenmiş olması muhtemel haftalık mesai ücretime denk gelen tutarı ödemeyi önerdi.

“Ya harita sahteyse ya da gömüler işaretlenen yerlerde yoksa?” diye sordum.

Her halükarda ücreti ödeyeceğini belirtti.

Cinayet dahil birçok araştırma işi almıştım ama ilk defa bir define avına dahil oluyordum. El sıkışıp anlaşmadan önce haritadan kimlerin haberdar olduğunu sordum.

Annesi, babası ve antikacı dışında kimsenin bu bilgiye haiz olmadığını söyledi.

Haberim olmadan kimseye bu konudan bahsetmemesi ve mesai ücretimi peşinen ödemesi şartları ile teklifini kabul ettim.

***

Ertesi gün işe başlarken ilk olarak aklıma Topkapı Sarayı Müzesi’nde görevli kadim bir arkadaşım geldi. Yasemin’le uzun süredir görüşmemiş olmamıza rağmen, mesai çıkışında kahve içmeyi seve seve kabul etti. Eski hazine haritaları hakkında internetten kısa bir araştırma yapıp çoğu haritanın ya sahte ya da işlevini yitirmiş olduğuna dair inancımı kuvvetlendirdikten sonra sarayın yolunu tuttum. Henüz turizm sezonu tam başlamadığından Sultanahmet Meydanı tenha görünüyordu. Anlaştığımız saatte ve mekanda beni bekleyen arkadaşımla sarılıp hasret giderdik. Simsiyah uzun saçları altındaki parıldayan gözleri ve insanın içini açan samimi gülüşü hiç değişmemişti. Eski dostumun müzede müdürlük mevkisine kadar yükselmiş olduğuna sevinip onu tebrik ettikten ve ortak anılarımızı yad ettikten sonra konuyu buluşmamıza vesile olan haritaya getirdim. Ümit Yünce’yi umutlandıran o saman kağıdın kopyasını Yasemin’in avucunun içine bıraktıktan sonra mevzudan kısaca bahsettim.

Haritayı birkaç dakika kuşku içinde inceledi.

“Surlar,” dedi, “bu harita gerçek mi bilemiyorum ama surların dibine gömülmüş beş adet değerli gömüden bahsediyor.”

Gözlerimin önüne eski İstanbul surlarının bir kısmını getirdim. Bir kenarı Yedikule sahilinden Topkapı’ya uzanan, oradan Edirnekapı’ya ulaşan ve nihayet Haliç kıyısında tekrar denize kavuşan, yer yer restore edilmiş, heybetli, taştan örülmüş kadim duvarlar…

Biraz durakladı Yasemin. Düşünceliydi.

“Hayır,” dedi. “Rumeli Hisarı burası.”

Parmağının ucuyla haritadaki bir bölüm kesik çizgileri birleştirerek sanal bir üçgen çizdi.

Sonra üç köşesindeki daireleri göstererek “bunlar Hisarın üç büyük kulesi,” dedi, “Saruca Paşa, Halil Paşa ve Zağanos Paşa.”

“Bunu nereden anladın? Bir yerde mi yazıyor?”

Üç kuleyi de içine alan daha geniş bir alanda yine parmağının ucuyla bir şekil çizdi.

“Hayır,” dedi ve ekledi. “Biliyorsun Rumali Hisarı, nam-ı diğer Boğazkesen, Boğaz’ın kuzeyinden gelebilecek takviye destekleri önlemek amacıyla kuşatma öncesinde, 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılıyor. Hisarın tepeden görünüşü, Mehmet ve Muhammed’in ilk harfi olan Arapça’daki ‘Mim’ harfine benzetilir. Hatta bunun Fatih’in bir nevi imzası olduğu rivayeti de vardır. Gel bak, bu üç kule ve onları çevreleyen ‘Mim’ harfi! Bu haritadaki gömülerin Rumeli Hisarı’nın üstünde kalan bölgede olduğu işaret edilmiş.”

“Emin misin?”

Biraz daha inceledikten sonra, “Evet,” dedi, “ancak bu haritanın sahte ya da miadını doldurmuş olma ihtimali yüksek.”

“Yani gerçek dahi olsa, birileri önceden kullanmış ve gömüleri almış olabilir, öyle mi?”

“Haritanın orijinalini görmedim ama muhtemelen böyledir. Uğraşmaya değmez. Hem bu tip tarihi yapıların yanında kazı yapmak yasaktır.”

“Onu tahmin ediyordum.”

***

Kahve ve sohbet faslı sonrası Yasemin’e teşekkür edip vedalaştım. Eve dönmeden önce Rumeli Hisarı bölgesini “alıcı gözüyle” görmek için rotamı Boğaz’a çevirdim. Arabamı tarihi yapının üst tarafında kalan sokağa park edip elimdeki harita kopyasına göz gezdirdim. Gömülerin işaretlendiği yerler bulunduğum sokak ile kale arasındaki sık bitki örtüsü içerisinde kalıyordu. Kıştan çıkma, yeni yeni yeşillenmeye başlamış ağaçların bulunduğu bölgeyi çevreleyen yoğun, bodur ve yabani bitkiler, bölgeye sokaktan bakan birinin görüş alanını en aza indirgiyordu.

İçlerine dalmayı gözüm kesmediğinden, “Bugünlük bu kadar macera yeter,” dedim kendi kendime.

Arabamın direksiyonuna oturduğum anda telefonum çaldı. Arayan Ümit Yünce’ydi.

Epey telaşlı bir ses tonuyla, “Peşimdeler!” dedi.

“Hayırdır, kim peşinizde?”

“Onları tanımıyorum ama haritanın peşinde olduklarını düşünüyorum.”

“Şu an güvende misiniz? Tam olarak neredesiniz?”

“Galatasaray’daki antikacıya gitmiştim. Biraz oyalanıp İstiklal’e çıktım. Yürürken tanımadığım iki adam beni kollarımdan tutup bir ara sokağa soktular. Bir apartmanın içerisine çekmeye çalışırlarken sağolsun bir esnaf gördü, müdahale edecekken adamların silahlarını göstermesiyle geri adım attı. O sırada boş bulunmalarından faydalanıp tüm gücümle kendimi çekip kurtardım ellerinden ve tekrar İstiklal’e girip nefesim kesilinceye kadar son sürat koştum. Şimdi bir pasajda, tuvaletteyim. İzimi kaybettirdiğimi umuyorum ama her an gelebilirler.”

Sonra sesini iyice kısıp devam etti.

“Sanırım tuvalete birileri girdi. Kapatmam lazım. Mesaj atayım.”

Telefonuma Ümit Yünce’den peş peşe iki mesaj geldi.

<Polisten çekindiğimden sizi aramak istedim. Bana yardım edebilir misiniz?>

<Tuvalete girenler geri çıktı. Sanırım güvendeyim ama beni buradan alırsanız iyi olur.>

İkisini tek bir mesajla cevapladım: <Konum paylaşın, geliyorum.>

Belaya bulaşmayı istemiyordum ama vicdanım müşterimi kurtarmam gerektiğini söylüyordu. Arada sırada birbirimize işimiz düştüğünde görüştüğümüz Cinayet Büro Komiseri Yılmaz’ı aradım. Detay vermeden arkadaşımın canına kastedildiğini söyledim.

Ümit Yünce’nin saklandığı köhne pasaj tuvaletine varmam kırk beş dakikamı aldı. Yoldan defalarca mesajlaştığımızdan, sağ salim beni beklediğini biliyordum.

“Pasajdan ayrılmayalım,” dedim, “Yılmaz Komiser yolda.”

Komiser lafını duyar duymaz yüzü bembeyaz kesildi.

“Polisi neden bulaştırdınız?” dedi gözlerini olabildiğince açarak.

“Büyütmeye gerek yok, gelen kişi arkadaşım,” dedim.

“Yine de lüzumu yoktu, şimdi haritaya gelecek muhabbet!”

“Endişenizi anlıyorum ama bir saat önce canınız tehlikedeydi, farkındasınız değil mi?”

Yılmaz’ın koridorun başında görülmesi, lafın uzamasına imkan tanımadı. Birlikte yanına yürürken “Haritadan bahsetmeyelim,” diye rica etti Ümit Yünce. O anlık kabul ettim.

“Yine ne işler karıştırıyorsun İrfan Pat?” diye takıldı komiser.

“Hiç,” deyip geçiştirdim. Arkadaşımın peşine tanımadığı adamlar takılmıştı. Belki de spontan bir gasp girişimiydi.

Yılmaz’ın sorularına kaçamak yanıtlar veren müşterimi izledim bir süre. Hayır, hiç keyif almıyordum. Diğer yandan bilgi sakladığımız için vicdanımda bir sızı ya da kaygı da oluşmamıştı. Bu hissizleşme bir gün zararıma dokunur mu bilmiyorum ama suratıma ifadesiz tavırlar takınmayı ve izleyici konumunda olmayı çoğu zaman tercih ettiğimi fark ettim.

Yılmaz Komiser ile beraber yakındaki Polis Merkezi’ne uğradık. Ümit Yünce’ye bir dilekçe yazdırıp adamların eşkalini, olayın cereyan ettiği sokağı, müdahale eden esnafın dükkanını sordular. Prosedürler tamamlanınca Yılmaz ile ayrıldık. Müşterimi yalnız başına yaşadığı evine bırakırken yolda haritanın hangi bölgeyi işaret ettiğini bulduğumu anlattım. Heyecandan az kalsın dilini yutacaktı. Atlattığı tehlikeyi bir anlık unutup akşamın o vakti birlikte Rumeli Hisarı’na gitme fikrini sundu. Bense yolumu değiştirmedim. Kapısını güzelce kilitleyip iki gün evden çıkmamasını tembihleyip apartmanının önünde vedalaştım. O anın Ümit Yünce’yi son görüşüm olduğunu sonradan öğrenecektim.

***

Ertesi gün müşterimi birkaç defa telefonla aramama rağmen bir türlü ulaşamadım. Haklı olarak meraklanıp evinin yolunu tuttum ama kapıya da cevap vermedi. Aklıma iyi ihtimalleri getirdiğimden sanıyorum, daha fazla zorlamayıp evime döndüm. Akşamüstü aklıma bir kurt düştü. Ortak arkadaşımız Orçun’u arayıp Ümit Yünce’nin benden bir ricada bulunduğunu ancak ona ulaşamadığımı söyledim. “Ümit bazen ailesinin evinde kalır,” deyince, önceki gün yaşananlar üzerine gidip oraya sığınmış olma ihtimali kafama pek yattı. Orçun tam adres veremedi ama cadde adı ve apartman tarifi bana yetti. Çünkü Yünce ailesi evime çok yakın bir yerde oturuyordu.

Altıok Apartmanı’nı elimle koymuş gibi buldum. Kapı girişinde zillerin üzerindeki isimleri okurken, yaş aldıkça saçları ağarmış ama çevikliğini pek kaybetmemiş gibi görünen apartman görevlisi yanımda bitti. Derdimi anlatınca beni hemen Yünce ailesinin dairesine çıkarıverdi. Tedbiri de elden bırakmayıp müşterimin otuz yıl sonraki haliyle kapı önünde yaptığımız sohbet esnasında yanımızda dikildi. Oğlunu aradığımı duyan babayı haklı bir kaygı sardı. Sağa sola edilen üç beş telefon telaşı dindirmeyince, pederi alıp Ümit Yünce’nin evine geçtim. Kapının yedek anahtarla açılmasıyla, bir babanın hayatındaki en acı sahne gözler önüne serildi.

İlk şoku üzerimizden attığımızda Yılmaz’ı aradım.

“Ümit Yünce,” dedim, “senin uzmanlık alanına terfi etti.”

“Ne? Nasıl?”

Bir saat içinde daireye bir sürü polis doluşmuştu. Olay Yeri İnceleme görevini yaparken dışarı çıkıp Yılmaz’la lafladık.

“Sakladığın haltları dökül bakalım,” dedi. Ne onun kibar olmaya çalışan bir tavrı ne de benim hissizleşme güdümüm vardı. “Dökülmem” gerektiğinin en somut göstergesi bir cesetti; Ümit Yünce’nin kafasına aldığı darbe neticesinde açılan yaradan sızan kanların ortasında yatan cesedi…

Kapalı kartlarımı hemen açtım. Artık Yılmaz Komiser’den saklamak isteyeceğim bir elim, herhangi bir nedenim yoktu zira.

Evin, içinde bomba patlamışcasına dağınık olması ve haritaya hiçbir yerde rastlanamaması, cinayetin haritayı çalma arzusu nedeniyle gerçekleştiğini akıllara getiriyordu.

***

Rahmetlinin anne ve babasından antikacının adı, adresi, telefonu haricinde kayda değer bir bilgi alamadık. Haritayı bir defa görmüş, fakat sahte olduğuna kanaat getirip üzerine düşmemişlerdi. Oğullarına da hayalperest karakterine söz geçiremeyeceğini bile bile boşa vakit kaybetmemesini öğütlemişlerdi.

Antikacı Tuncer Ensari’nin, gece vakti evinden Cinayet Büro elemanları tarafından alınıp sorgu için merkeze getirildiği o ilk anda içimden bir ses bana “Bu adam suçsuz,” dedi. Hayır, yaşının ileri olması ya da kuvvetsiz görünüşü değildi beni bu düşünceye iten. Yüzünde öyle şaşkın, öyle ürkmüş bir ifade vardı ki, bu adamın bir karıncayı incitmiş olmasından dahi şüphe duyardınız. Zira ihtiyar sorgudan alnı ak çıkıp sabaha karşı evinin yolunu tuttu.

Sabah Yılmaz Komiser’le beraber çaylarımızı içip sesli sesli düşünürken, onu tanıdığıma ve bana soruşturmayı gayri resmi de olsa birlikte yürütme ayrıcalığı tanımasına şükrettim.Yoksa orada bulunduğum süre zarfında tek konumum tanıklık olurdu. Belki de birileri beni iyi polis kötü polis oyununa meze yapar, sanıklık pozisyonuna bile sokardı.

Önceki günkü “gasp” denemesini, suçluların yüzünün doğru düzgün seçildiği şekilde kayda almayı becerememiş çevredeki bir düzine güvenlik kamerasına lanet okudum. Ensari’nin ifadesi de bizi bir yere götürecek gibi görünmüyordu. Olur da birileri Ümit Yünce’den çalınan haritanın akıbetini çözer, gaspçıları Boğazkesen’e yönlendirir diye, gece gündüz iki sivili nöbete dikmişti Yılmaz. Ancak kimsenin elinde kazma kürekle ortaya çıktığı yoktu.

Rahmetlinin ebediyete göçünün dördüncü akşamı bir kabustan uyandığım sırada aklımı yine gaspçıların Ümit Yünce’nin peşine antikacıda takılmış olma ihtimali kurcaladı. Sabah dükkanın açılışından bir hayli erken gittim Galatasaray’a. Etrafı kolaçan edip Tuncer Ensari’nin gelişini bekledim. Ondan önce on üç-on dört yaşlarında bir çocuk açtı iş yerinin kapısını. İfade verenler arasında kendisini hatırlamadığıma göre, yüksek ihtimalle Ensari ustanın yanında çıraklık eden bu çocuğu sorguya almayı dikkate değer bulmamıştı hiç kimse.

Onu ürkütmeden dükkana girip ustasını sordum. Ensari’nin polis sorgusu geçirdiğini, dükkanın sadık müşterilerinden birinin oğlunun öldürüldüğünü biliyordu besbelli. Yüzündeki tasa onun bu bilgiye vakıf olduğunu yansıtıyordu. Hayır, bir an olsun bu küçük adamdan kuşku duymadım. Gayet normaldi o an kaygılı olması.

Kendimi Yılmaz Komiser olarak tanıtıp kimlik sormamasından cesaret alarak birkaç sual sordum.

“Ümit Yünce’yi tanır mıydın?”

“Onun gasp teşebbüsüne maruz kaldığı o akşam dükkanda mıydın?”

“Harita mevzusundan haberdar mıydın?”

Hepsine yanıtı aynı oldu. “Hayır!”

Antikacıdan çıkıp İstiklal’de yürüdüm biraz. Zamanında Ümit Yünce’yle buluştuğum pasaja girdim. Vitrinlere boş boş bakarken insanları cinayete azmettiren haritanın bir şekilde kullanılması gerektiğine inandırdım kendimi. Yılmaz’ı arayıp Rumeli Hisarı’na gelip giden kimse olup olmadığını sordum. Henüz hiçbir şüpheli şahsın yaklaşmadığını, ortada bir cinayet varken bir kazı yapmayı planlıyorlarsa dahi bir süre beklemeyi seçmelerinin muhtemel olduğunu söyledi.

O sırada aklıma Yasemin geldi. “Surlar,” demişti önce. Yanılmıştı. Peki neden?

Hemen aradım.

“Neden?” dedim. “Neden önce surlar dedin de sonra Rumeli Hisarı olduğunu anladın?”

“Yedikule İç Surları,” dedi, “orada da üç adet yüksek kule vardı.”

“O yüzden yanıldın?”

“Evet, neden sordun?”

“Bir cinayet işlendi ve bunu senin yardımınla çözebiliriz ancak.”

***

Yasemin’le buluştuk tekrar. Elimdeki kopya haritanın gösterdiği yerin “Yedikule İç Surları” olması halinde, gömülerin tam olarak nereye denk geldiğini belirledik.

Yılmaz Komiser ve ekibi anlattıklarıma ikna olup o bölgeyi de izleme kararı aldı.

Bingo! Üç gün sonra gece 02:00 sularında iki gaspçının mütevazı bir kamyonetle Yedikule Mezarlığı yanına yanaştığını, altın aramaya yarayan alet edevatları, kazma kürekleri ve polisle göz göze geldiklerinde can havliyle toprağa gömmeye çalıştıkları define haritası ile beraber enselendiklerini söyledi Yılmaz.

Heyecanla merkeze gidip sorguya iştirak ettim elbette. Tahmin edilebileceği üzere, ilk başta suçlamaları kabul etmeseler de, o geceki esnafın onları teşhis etmesi sonrası dillerinin çözülmesi fazla sürmedi. Antikacının çırağının ufak bir pay sözü karşılığı haber uçurmasıyla harekete geçtiklerini itiraf eden define avcıları, dükkana ikinci uğrayışında takibe alıp sıkıştırdıkları, ancak ellerinden kaçırdıkları Ümit Yünce’yi araştırıp evinde bulmuşlardı. Kendisine Tuncer Ensari’den bir paket getirdikleri yemini yutturmak suretiyle kapıyı açtırıp zavallı müşterimi darp etmiş, kafasına vurdukları sopa ile ölümüne neden olmuşlardı. Buldukları haritanın işaret ettiği bölgeyi hatayla Yedikule zannetmelerine rağmen, bendeniz İrfan Pat’ın ağına düşmeleri ne büyük talihsizlikti!

Rahmetli müşterimin cinayet faillerini ortaya çıkarmak yüreğime su serpse de, Hisar’da yatması muhtemel hazinenin rüyası bir hafta uykularıma girdi. Büyük sözü dinlemekte fayda vardı aslında, keza dinlemeyen Ümit Yünce’nin hali ortadaydı. Ancak tabii ki rahat durmadım! Başıma zaman zaman belalar açan kötü huyum buna izin veremezdi. Ne olursa olsun başladığım işi bitirirdim!

Yılmaz Komiser bana ağız dolusu küfürler edecekti, bundan emindim ama aklıma gelen en pratik yolu uygulamaya koymaya karar verdim. Ertesi gün Emniyet Müdürlüğü’ne giden isimsiz mektupta yabancı uyruklu beş kaçak göçmenin cinayete kurban gittiği ve ekindeki haritada işaretli yerlere gömüldükleri yazmaktaydı. Bunu öğrendiğinde Yılmaz’ın yüzünü görmeyi isterdim. Mektup resmi kayıtlara geçtiğinden bir hafta içerisinde ihbara konu olan beş potansiyel mezar açıldı. Yasemin yine haklıydı; harita miadını doldurmuştu. Lakin tam bir karavana da sayılmazdı, açılan yerlerden birinde bulunan insana ait kemiklerin, daha sonra yapılacak DNA testi sayesinde, yıllar önce kaybolan sabıkalı bir define avcısına ait olduğu ortaya çıkacaktı.

Hazineyi bulan iki kişiden biri payını iki katına çıkarmak isteyip arkadaşını tarihe gömmüş ya da açılan toprak altından hiçbir şey çıkmayınca birinin kine dönüşen hayal kırıklığı ortağının canına mal olmuş olabilirdi.

Gömü yerinden kemikleri çıkan rahmetli hazineci Levent Kaner’in hiç evlilik yapmamış bir kimsesiz olduğunun ortaya çıkması bile beni yıldırmamıştı. Lakin bu olayın izini sonuna kadar sürmezsem, Ümit Yünce’ye olan borç yükümden kurtulamayacaktım.

Yılmaz’ın oluru ile detaylı kazı tutanağını alıp inceledim. Elle tutulur tek ipucu, toprak altından çıkan ve artık kullanılmaz haldeki VYZ marka altın dedektörüydü. Bu cihazı yurtdışında ürettirip Türkiye’de satışını yapan firmanın halen faal olduğunu öğrenince bir çocuk gibi sevindim.

Hemen firmayı arayıp Üsküdar’da bulunan ofislerinin tarifini aldım. Beni hayalperest bir altın avcısı sanıp ellerini ovuşturmaları, yanımda Yılmaz Komiser ile beraber içeri girdiğimi görmeleriyle sona erecekti.

Rahmetli Hulusi Kentmen’e tıpatıp benzerlik şansını eksi yönde yirmi kiloyla teğet geçmiş olan firma sahibi Güven Cevahir, bizi suni bir gülümseme ile karşıladığında, onlarca yıl önce işlenmiş bir cinayeti aydınlatmamıza katkı sağlayacağından haberdar değildi elbette. Samimiyetsiz ve mecburi muhabbeti kısa kesip kendine mezar olmuş “mim” harfinin altından çıkan talihsiz hazine avcısının adını müşteri listesinde bulmaya koyulan Güven Bey, bulamayınca mahcubiyetini azaltma amacıyla şirket arşivinden VYZ markalı altın dedektörlerine ait tüm satış fatura kopyalarının çıkartılma talimatını verdi. Biz tavşankanı çaylarımızı yudumlarken, patronlarına yaranma telaşesi içinde toplantı masasına serilen yüzlerce satış belgesini ayıklamaya koyulan kapitalist düzenin küçük çarkları el çabukluğuyla çalışıyorlardı.

Yaklaşık bir saatlik didinmenin ardından VYZ markalı ve üretim yılı bizim listedeki aletle uyuşan ürüne ait kırk beş adet fatura önümüzdeki sehpaya serildi.

Güven Bey, “Bakın bakalım,” dedi faturaları getiren elemanına, “Levent Kaner’e kesilen bir fatura var mı?”

İki eleman birkaç saniye içinde satış belgelerini tarayıp başlarını anlaşmış gibi olumsuz manasında iki yana sallayarak bir ağızdan “Hayır efendim,” dediler.

“Bir de ben bakabilir miyim?” diye sordum.

Faturalara tek tek bakıp tanıdık bir isim aradım. Sonlara doğru yaklaşırken içimdeki umut tükeniyordu, ta ki o adı görene kadar: Adil Yünce!

***

Soluğu rahmetli Ümit Yünce’nin Nişantaşı’ndaki baba evinde aldık. Oğullarının vefatı üzerinden henüz çok kısa bir süre geçmiş bir anne baba nasıl olursa işte o haldeydiler. Özür dileyerek kendimizi içeri davet ettirdik. Aldırmadılar. Kaybedecek neleri kalmıştı ki? Konu komşunun taziye evine getirdiği birkaç börek parça börek ve baklava, birer bardak çay ile beraber önümüze servis edildi boynu bükük anne tarafından. Onlara oğullarını hatırlatan iki kişi olarak daha fazla acı vermemek adına hızlıca işimizi halledip kalkmaktı niyetimiz.

“Adil Bey,” diyerek söze girdim.

Şaşkın şaşkın yüzüme baktılar. Katilleri yakalanmış olmasına rağmen, benden oğulları ile ilgili bir şey duymayı ümit etmişlerdi herhalde.

“O haritayı kullanmış,” deyiverdim.

Avallıkları bir derece daha arttı.

Birkaç saniye sonra “Nasıl yani?” diye sorabildi baba Yünce.

“Hazineyi bulduğunu sanıyoruz,” dedim.

Açık kalmış ağzı hareket etti anne Yünce’nin, “Miras…” dedi.

Gözlerindeki şaşkınlık yerini önce soru işaretine, sonra telaş ve korkuya bıraktı.

Biz sormadan onlar anlattılar. Yıllar evvel, rahmetli Ümit henüz liseye giderken, bir yılbaşı -dede- Adil Yünce gelip bir müjde vermiş. Amerika’da yaşayan uzak bir akrabasının vefat etmiş olduğunu, kendisinden başka bir akrabası olmadığından mirasının da ona kaldığını anlatmış. Önce şaka yapıyor sanmışlar. Amerika’da uzak bir akrabaları olduğunun farkında bile değillermiş. Adil Yünce ciddi ciddi detaylar da vererek anneannesinin kardeşi, yani büyük dayısı Salih Bey’in kırk yıl evvel Amerika’ya yerleştiğini, orada evlenip bir aile kurduğunu fakat ailece geçirdikleri bir trafik kazasında yalnızca kendisinin sağ kaldığını, sonra alkolik olduğunu anlatınca inanmışlar. Bu bilgileri daha önce neden vermediğini sormuşlarsa da Adil Bey geçiştirmiş. Zaten Adil Bey’e, ağırbaşlı ve otoriter biri olduğundan, itiraz etmek pek mümkün olmazmış. Onlara miras olarak yirmi kilogram ağırlığında külçe altın bırakmış. Bir o kadar altını da üç ayrı hayır kurumuna bölüştürmüş. Ona “Neden altın?” diye sorduklarında, mirasın altın olarak aktarıldığını söylemiş.

O an “Ya kendisi?” diye sordu bunları sessizce dinleyen Yılmaz.

“Kendisine bir gram bir şey almadığını, sadece annemle büyük bir dünya turuna çıkacaklarını söyledi. Öyle de yaptılar,” dedi anne Yünce.

Elimizde kesin bir delil olmamakla birlikte, bu mirasın Adil Yünce’nin bulduğu hazineden kaynaklı olduğuna Yılmaz’la beraber hemfikirdik. Amerika’da vefat ettiği söylenen akrabanın bilgilerini alıp Dış İşleri Bakanlığı üzerinden konuyu araştırmak üzere kalkmak için izin istedik.

“Babam vatanına yıllarca hizmet etmiş, onurlu biridir,” deme ihtiyacı hissetti anne Yünce. “Umarım akraba mirası doğrudur,” diye ekledi buna inancını yitirmiş de olsa.

“Hizmet,” dedim. Kafamda bir ışık yandı. “Hizmet Armağanı!”

Salondaki kütüphaneye doğru döndüm. En üst raftaki plaketlere göz gezdirdim. Biri hariç hepsi ya kristal ya da metal kullanılarak yapılmıştı. Aralarından sadece biri ahşaptı.Üzerinde bir tank kabartması, altında ise “Hizmet Armağanı” yazısı vardı.

Anne Yünce de benimle aynı anda duruma uyanmış olacak, “Yoksa bunda da mı harita var?” diye sordu, bu cümleyi içinden mi dışından mı etmiş olduğunu bilemeyecek kadar kendinden geçmiş halde.

“Göreceğiz,” dedim.

Kabartma ahşaba güzelce çivilenmişti, el kol kuvveti ile yerinden kıpırdayacağı yoktu. Baba Yünce’nin alet çantasından getirdiği çekiçle iki darbede açılıverdi. İçinden iki kağıt düştü.

Birinde yine bir harita vardı, ancak öncekinden daha yeni görünüyordu. Üzerindeki Türkçe birtakım yönlendirmeler net olarak tek bir gömüyü işaret ediyordu. Üstelik sağ altta bir adres de yer alıyordu.

“Marmara Ereğlisi,” dedim.

“Babamın eski yazlık evinin adresi,” dedi anne Yünce, “anne ve babamın peşi sıra vefatları sonrası satmıştık.”

Yerine yeni bir bina dikmek için temel kazılırken gömüye ulaşılmadığını umarak katlanmış ikinci kağıdı açtım.

Adil Yünce’nin el yazısıyla yazılmış kısa bir mektuptu bu.

“Arkadaşım Levent Kaner’in ölümünden ben sorumlu değilim. Birlikte bulduğumuz hazineyi beş farklı yerden çıkarır çıkarmaz bana silah çekip açık kuyulardan birine girmemi istedi. Niyeti beni öldürüp tüm hazineye tek başına sahip olmaktı. Allah’ın sopası yok! Dengesini kaybedip bana gir dediği kuyuya kendi düştü. Kafasını da bir kayaya çarpıp orada can verdi. Ben de üzerine toprak atıp bu sırrı ömür boyu saklamaya yemin ettim. Ailemi haram paraya bulaştırmadım hiç. Bu hazine benim ve Levent’in alın teriydi. O kimsesiz olduğundan hazine bana ve aileme kaldı. Yine de devletime ettiğim hizmet ve bağlılık yemini ile hazinenin büyük bölümüne dokunmama kararı aldım. Bu anıda saklı bulacağınız haritayla o büyük hazineye ulaşabilirsiniz. Hazine devletime aittir. Adil Yünce.”

Dede Yünce’nin eski yazlık evini elimizle koymuş gibi bulduk. Neyse ki yerine yeni bir ev yapılmamıştı. İki gün içinde gerekli izinler alınıp ilgili yer kazıldı. Gömüden yaklaşık yüz kilo altın ve en az bir o kadar kıymeti bulunan çeşitli tarihi eserler çıktı. Bunlara halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenen değerli taşlarla bezeli takılar, kandiller, yazı takımları, padişah sorguçları ve benzeri imparatorluk hazineleri de dahildir.

Tabii tüm bu yaşananların sonucundan, devlet hazinesinin yanında en çok Topkapı Sarayı’nın nemalanması bir hayli ilginç oldu.

İlk benden duysun diye telefon edip olayları anlatırken, “Senden korkulur İrfan Pat,” dedi Yasemin manidar bir ses tonuyla.

“Sen olmasan bulamazdık,” dedim.

Yünce ailesinin lehine sonuçlanmamış olsa da, bu olayı derinlemesine aydınlatmış olmanın haklı gururu ve huzurunu taşıyorum. Sanırım yaptığım işi seviyorum!

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar