Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

DUL AYŞE

Diğer Yazılar

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

Kadın, Emniyet’in taş merdivenlerini ağır ağır tırmanıyordu. Kuruyan gözyaşları, kirli yanaklarında yol yol iz bırakmış, çıplak ayakları soğuktan mosmor olmuştu. Cılız bedeni, dalından düşmeye yeltenen bir yaprak gibi titriyordu. Rüzgârda hoyratça havalanıp merhametsizce yüzüne çarpan saçları, darmadağındı. Vücudunun her zerresinde hissettiği ıstırap dayanılacak gibi değildi. Son basamağa gelmeden durdu, başını kucağında taşıdığı yüküne çevirdi. Yüreğinin yangını tüm benliğini sarıp sarmaladı, kül etti. Son bir gayretle yükünü daha sıkı kavradı. Hedefine varmasına sadece birkaç adım kalmıştı. Dayanmalıydı… Emniyet’in kapısında dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu yere çöküverdi.

“Dikkat edin! Elinde bıçak var…”

“Teslim ol!”

“At o bıçağı!”

“Yakalayın…”

Emniyet binası bir anda savaş alanına döndü. Kapının önünde üstü başı kan içinde, eli bıçaklı, kucağındaki çocuğu sımsıkı tutan bir kadın vardı. Tehlikeli olamayacak kadar masum bakışları boşluğun derinliklerinde kayboluyordu. Polis memurlarının, kadının elindeki bıçağı alıp onu çöktüğü zeminden kaldırmaları ve içeriye taşımaları sadece birkaç dakika sürmüştü. Zanlıyı çarçabuk etkisiz hale getirmeyi başarmışlardı fakat kucağındaki çocuğu almaya güçleri yetmemişti.

“Ayhan!”

“Buyurun Feride Komiserim…”

“N’oluyor burada?”

“Kapıda arkadaşlar yakalamış Komiserim. Elinde bıçak varmış.”

“Ya bu çocuk?”

“Vermiyor Komiserim. Ne yapsak alamadık elinden. Emniyet’i ayağa kaldırdı çığlıklarıyla.”

“Duydum… “

“Ne yapacağız şimdi Komiserim? Zor kullanmak da istemiyoruz. Çocuğu korkutmayalım, diyoruz. Daha kadının derdinin ne olduğunu bile anlayamadık. Üstüne başına baksanıza, kan içinde. Elinden aldığımız bıçak da öyle. Birini mi öldürdü? Biri mi saldırdı? Üzerindeki kan başkasına mı ait, kendisine mi, hiçbir şey bilmiyoruz. Sorgu odasına götüremiyoruz ki soralım.”

“Tamam Ayhan, sorgunun acelesi yok. Bırak burada otursun biraz. Sen bir bardak su getir. Gerisini Selim ve ben hallederiz.”

“Emredersiniz Komiserim.”

Kadın, Cinayet Büro Komiseri Feride’nin yönlendirmesiyle koridorun köşesindeki sandalyeye oturdu.  Az önce attığı çığlıklar onun boğazından çıkmamış, bu koridoru az önce kendisi çınlatmamış gibi öylece boşluğa bakıyordu. Verdiği tek tepki, kucağındaki çocuğu daha sıkı göğsüne bastırmaktı. Feride, kadının önünde diz çöktü. Yardımcısı Selim’e,  bir adım ötede durması için bakışlarıyla sessiz bir komut verdi.

“Korkma… Sana ve çocuğuna bir zarar gelmeyecek. Ben Komiser Feride… Sen de bana adını söylemek ister misin?”

Kadın sorulan soruyu yanıtlamak yerine, bakışlarıyla boşluğu dövmeye devam etti.

“Bu çocuk senin mi?”

Yine yanıt yoktu.

“Uyuyor mu? Hasta mı yoksa?”

O ana kadar tepkisiz ve dalgın bakan kadın başını göğe kaldırdı ve gözlerini sımsıkı yumdu. Yanaklarından süzülen yaşlar, kucağındaki yavrunun, göğsüne gömdüğü başına damladı. Çocuğun gözyaşıyla ıslanan başı kımıldamadı.

 Yüzünü acıyla Feride’ye çevirdi kadın. Feride bir çocuğa, bir kadına baktı. Elini yavaşça kaldırdı ve dikkatli hareketlerle çocuğa uzandı. Kadın, tereddütle yana çevirdi kucağındaki yükünü. “Korkma… Korkma,” dedi Feride. Kadının kanlı elleri bir nebze gevşedi. Feride’ye güvenip güvenmeyeceğine karar vermeye çalışıyor gibiydi.

“Çocuğuna hiçbir şey yapmayacağım. Hadi, ver onu bana.”

Ürkek bakışları Feride’nin üzerinde gezindi. Az evvel gevşettiği kollarını tamamen açtı ve çocuğu Feride’ye uzattı. Nihayet cılız sesi duyuldu. Çatlamış dudaklarının arasından, belli belirsiz bir cümle çıktı. “Sana emanettir…”

Feride, ağır hareketlerle çocuğu annesinin kucağından aldı. İçi cız etti. Gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Kucağındaki minik bedeni kıymetli bir hazine gibi Selim’e uzattı. “Çabuk,” dedi, “Adli Tıbba götür çocuğu.”

Selim, ellerinin arasındaki yavruya dehşetle baktı, olduğu yere çakılıp kalmıştı. O ana kadar Emniyet’teki hiç kimsenin farkına varamadığı gerçek, tokat gibi çarptı yüzüne. Komiserinin sesiyle kendine geldi. “Selim! Duymuyor musun beni? Çocuğu derhal Adli Tıbba götür!”

 “Komiserim,” dedi Selim. Yüzü allak bullak olmuş, sesi çatlak “Bu çocuk yaşamıyor,” diyebildi.

***

Feride oturduğu sandalyeden kalktı. Gözlerini onlarca sorunun cevapsız, asılı kaldığı sorgu odasının tavanına dikti. Umutsuz bir nefes alıştan sonra iki gün önce kucağında çocuğu, elinde kanlı bir bıçakla Emniyet’in kapısına dayanan kadını, soğuk ve gri odada bırakıp çıktı. Kapının önünde dikildi bir süre.

Oğlunu Feride’ye emanet ettikten sonra tek kelime etmemişti kadın. Ne olmuştu, neden buradaydı, ellerindeki kan kimin kanıydı, en önemlisi de kimdi bu kadın? Bir sürü soru daha ilk günden sessizliğin denizinde yok olup gitmişti.  

Onca sorunun içinde en kolay çözüleni kadının kimliği oldu. Nüfustaki parmak izinden tespit edildiği üzere adı Ayşe Kaleli’ydi. İkametgâh adresi henüz belirlenmişti ki Emniyet’e gelen bir cinayet ihbarı, kanlı bıçağın kurbanını da ortaya çıkardı. Ayşe Kaleli’nin bir yıl önce evlendiği kocası Kerim Kaleli’nin cesedi, evinin kömürlüğünde sekiz yerinden bıçaklanmış olarak bulunmuştu.

Soruşturma başlatılmış, Kerim ve Ayşe Kaleli’yi tanıyan herkes sorgulanmıştı. Komşulardan bazıları pek severlerdi Ayşe’yi, sessizdi, sakindi, aza kanaat eder, isyan etmezdi. Bazılarına göreyse Ayşe’nin gözü göz değildi. Oynaktı sanki biraz, biraz da asiydi sanki. Günahı boynunaydı ya, Kerim’le evlenmeden evvel kaç gece evinden adamların çıktığını, iki gözüyle görmüştü Bekçi Haydar. Kim bilir, belki o adamlardan biriyle beraber kesmişti Kerim’i. Kerim’le evlenmeden önce oturduğu evdeki karşı komşusu Melahat’in kocası da iyi bilmezdi Ayşe’yi. Kaç kere pencerenin perdesini mahsus aralık bırakıp üstünü başını değiştirmişti. Yok yok, katiyen, göz ucuyla bile bakmamıştı komşusu Ayşe’ye ama başka erkek olsa kim bilir neler ederdi?

İğrenir gibi bakmıştı Melahat kocasına. “Bir diyeceğin var mı?” sorusuna, “Ayşe benim bildiğim en namuslu kadındı. Benim bey yanlış görmüş olmalı,” demişti.

Bazılarına göre melekti Ayşe Kaleli, çoğuna göreyse şeytan. Şeytan mı melek mi olduğunu bilen bilirdi de cani miydi, değil miydi kimse bilememişti.

Kerim Kaleli’yse mahallede sevilen, sayılan, bir dediği iki edilmeyen, görmüş geçirmiş bir ağabeyleriydi. Gönlü boldu, eli açıktı, yardımseverdi.

“Var mıydı bir düşmanı, Kerim’e kin güden birisi?”

“Yok,” demişti çalıştığı zerzevatçının pos bıyıklı, babacan sahibi. “Küfrü, siniri çoktu Kerim’in ama valla hep dilindeydi, öyle düşman bellenecek adam değildi.”

Ayşe’yle isteyerek, belki de severek evlenmişti. Görünürde gül gibi geçinip gidiyorlardı ya, Ayşe neden öldürmüştü ki Kerim’i, akıl sır erdirememişti. Belki de öldüren Ayşe değildi. Kocasının cesedini görüverince, zaten yarım olan aklı uçup gitmişti.

“Kavga gürültü olur muydu, Ayşe’yle Kerim arasında?” diye sormuştu Komiser Feride.

“Haşa,” demişti mahallenin bakkalı Remzi. “El üstünde tutardı Kerim Ayşe’yi. Ama Ayşe, nasıl desem şimdi komiser kızım, edep nedir bilmezdi. Öyle midir, bilmem de yediyse bir iki fiske, emin ol, kesinkes Ayşe bunu hak etmişti.”

Çocuk Kerim’den değildi. Ayşe’nin ilk evliliğindendi. “Neden boşanmıştı ilk kocasından?” Önünü arkasını bilen yoktu, onlar sadece Ayşe’nin dediğini bilirdi. “Kanserden öldü kocam,” demişti Ayşe, onlar da bunu bilmiş, bunu bellemişlerdi.

“Üvey oğluyla nasıl geçinirdi?” diye sordu Komiser Selim.

“Pek severdi Kerim üvey oğlunu,” diye cevapladı Bakkal Remzi. “Kimselere ezdirmezdi. Yalnız, yaramazdı çocuk biraz, biraz da nasıl derler, uzundu sanki eli.”

“Alt etmişsin sen onu,” dedi, bakkalın yanındaki evde oturan Hamiyet Hanım, Bakkal Remzi’nin suratına tükürür gibi. “Ne bildin dört yaşında çocuğun uzun elini?”

“Bir kere kocaman bir torba şeker almıştı benden. ‘Babama söyleme bakkal amca,’ demişti. İyi ki de söylemişim, para çalmış meğer annesinin cüzdanından, vallahi ben uydurmadım, Kerim söyledi.”

“Bizim Bakkal Remzi iyidir hoştur da…” dedi Hamiyet Hanım, “…pek bilmez ne dediğini. Nedenini ben bilmem ama pek de sevmez Ayşe’yi.”

Mahallede Ayşe’yi en iyi Hamiyet bilirdi. Namusuna da dürüstlüğüne de kefildi. Oğlu da aynı Ayşe gibiydi, yüreği de kendi de tertemizdi. Kerim’le Ayşe daha yeni evliydi. Arada ses yükselir, birkaç tokat inerdi tanışana kadar, bu normaldi.

“Şahit oldun mu Kerim’in Ayşe’yi dövdüğüne?” diye sordu Komiser Feride. Hamiyet de diğerleri gibi başını önüne eğip “Olur öyle şeyler evlilikte hanım kızım, sen bekarsın galiba, bilmezsin,” dedi. O öyle dedi, bu böyle dedi ya, Kerim’in katili gerçekten Ayşe miydi buna hiç kimse cevap veremedi

Yeniden soruldu Ayşe Kaleli’ye, “Kocanı kim öldürdü? Sen mi öldürdün? Neden öldürdün?” Yeniden boşluğu delmekten başka bir şey yapmadı kadının bakışları. Ne bir ses ne bir seda çıktı boğazından ne de bir damla gözyaşı aktı gözünden, pişmanlığa dair. Aslında gözleriyle itiraf etmişti cinayetini. Tek kelime etmese de belliydi, o itirafını kulakları deşen bir suskunluğun ardına gizlemişti.

Fakat ne olmuştu? Bu masum bakışlı kadını bir anda adi bir katile çeviren sebep neydi? Bunu duymak istiyordu Feride. Ne yazık ki Ayşe Kaleli konuşmuyordu ve sırlarıyla aynı koğuşu paylaşmayı baştan kabul etmiş gibiydi. Biraz daha bekledi sorgu odasının kapısının önünde Feride. Yüreği içeri girmek, o sandalyede yaşama küsmüş gibi duran kadının, göründüğü kadar masum mu yoksa masumiyetin ardına gizlenmiş bir şeytan mı olduğunu öğrenmek istiyordu. Feride’nin gerçeği öğrenmesi Ayşe’nin suçunu yok etmeyecekti elbette ama belki de cezasını hafifletecek bir sebebi öğrenebilecekti. Neden bu kadının cezasını hafifletecek sebepler aradığını ise kendi de bilmiyordu.

“Komiserim!” Tuttuğu kapı kolunu açamadan bıraktı Feride. “Adli Tıp raporu geldi Komiserim,” diyen Selim’e döndü.  “Şey… Çocuğun raporu…”

Selim’in dillendirmekten imtina ettiği çocuk ne sebepten ölmüştü, bunu henüz bilmiyordu Feride. Korktuğu cümlelerin yazılı olmamasını umarak Selim’in uzattığı dosyayı eline aldı. Okumasına fırsat vermedi Selim, sanki duyup da rahatlamasını istiyormuşçasına, “Cinsel istismara uğramamış Komiserim,” dedi. Sanki cinsel istismara uğramamış olması, küçük bir çocuğun öldüğü gerçeğini değiştirecekmiş gibi. “Şey…” dedi ardı sıra, kendi de anlamıştı sözlerinin Feride’yi teselli etmediğini, “…fakat düzenli olarak şiddete maruz kalmış.”

“Dayaktan mı ölmüş yani?” derken, dehşetle gözleri açıldı Feride’nin.

Selim başını hızla, “Hayır,” anlamında salladı. “Ölüm sebebi böbrek yetmezliği Komiserim.” Sesinde yine o teselli tınısı vardı. Oysa dört yaşında bir çocuğun Adli Tıp raporunda yazan hiçbir cümle Feride’yi teselli edecek güce sahip değildi.

“Yapacak fazla bir şey kalmadı Selim,” dedi Feride ümitsizce, elindeki Adli Tıp dosyasını, kapağını kaldırmadan Selim’e geri uzatırken. “Bütün deliller ortada. Kadını savcılığa sevk etmek zorundayız. Bıçaktaki kan adama ait. Kadının parmak izleri de üzerinde. İtiraf etmesine gerek yok aslında ama…”

“Ama siz sebebini öğrenmeden rahat edemiyorsunuz.”

“Evet, edemiyorum.”

“Bizim işimiz cinayetlerin sebeplerini öğrenmek değil Komiserim. Bizim işimiz katilleri yakalamak.”

“Biliyorum Selim, biliyorum. Ama kendime hâkim olamıyorum. Aklıma türlü türlü senaryolar geliyor. Hangisi gerçek, bunu bilmek istiyorum. Bir anlatsa, neden yaptı bunu, neden?”

“Sebebi ne olursa olsun, o kadın bir katil Komiserim. Bu değişmeyecek bir gerçek. Bundan ötesini öğrenmek size ne kazandırır ki?”

“Haklısın, gerçeğin ne bana ne de bu kadına bir faydası olacak. Fakat atamıyorum içimdeki bu tuhaf hissi. Neden, bilmiyorum ama onca azılı katille bu kadını aynı kefeye koymaya gönlüm bir türlü razı gelmiyor.”

Verecek cevabı yoktu Selim’in. Feride de bir cevap beklemiyordu zaten. “Girelim,” dedi, kapısının her boşluğundan buram buram sır sızan sorgu odasını işaret ederek.

Kadın, hâlâ bıraktığı yerde, bıraktığı şekilde oturuyordu. Tek fark vardı, ağlıyordu. Sessizce, hareketsiz, gözyaşlarını zapt etmeye yeltenmeden, tam bir teslimiyetle ağlıyordu. Selim, belindeki kelepçeyi çıkardı. Narin bileklerini sorgusuz sualsiz uzattı kadın.

Savcılığa giden yolun henüz üç adımını arşınlayabilmişken, “Dur,” dedi Feride. “Oğlunu sormayacak mısın?”

Durdu kadın. Başını Feride’ye çevirdi. Acıyla kıvrıldı dudakları. Uzun uzun Feride’nin gözlerine baktı. Yine cevap vermeyecek sandı Feride. Öyle olmadı bu sefer. Çenesi vakur bir tavırla, hafif havaya kalktı. Uzun zamandır konuşmamaktan çatallaşmış sesiyle, “Sana emanettir,” dedi. Hiç tanımadığı bir kadının kollarına, canından kopan canı, can havliyle bırakırken söylediği sözü tekrar etmişti. Belli ki Feride’ye güvenmişti. Oğlu için gereken neyse yapacağına inanmıştı. Döndü… Selim’e baktı. “Hazırım, gidelim,” demekti bu bakış.

Kaderine iki adım daha atan kadına, yeniden “Dur,” demek istedi Feride. Durdurabilseydi, “Neden öldürdün?” demeyecekti. “Konuşmadın,” diyecekti, “Mahkemede de konuşmayacaksın, biliyorum,” diyecekti. Hak etmiş miydi ölümü Kerim Kaleli, onu bilmek yetecekti Feride’ye. “Dur,” demedi, “Hak etmiş miydi?” demedi, koridorun derinliklerinde kaybolup giden kadına uzun uzun baktı sadece. Bir suçluyu daha adalete teslim etmiş olmanın verdiği ferahlıkla, başını çevirip yoluna gitmeliydi Feride. Çeviremedi başını… Gidemedi…  Sırlarını sırtlanıp çekip giden Ayşe’nin ayak izlerinin buhar olup uçtuğu boş koridora bakmaya devam etti.

***

Sabah olmak üzereydi. Elindeki işi yetiştiremezse, bu gece aç yatacaklardı. Soluk ışıkta, soğuk odada, sedire kıvrılmış uyuyan oğluna baktı. Büyüyordu… Acılarla, açlıkla sınanarak büyüyordu. Yaklaştı oğluna, küçük bir öpücük kondurdu minik alnına. Uyanmaya yeltendi çocuk. İzin vermedi. Mis kokan göğsüne dayadı yavrusunun başını. Uykunun sıcak ve güvenli kollarına yeniden bıraktı kendini çocuk. Derin bir iç çekti Ayşe. Umutsuz, ümitsiz ve endişeli bir halde saldı nefesini. Aklından çıkmayan o soru, saklandığı yerden çıkmış ve acımadan dikilmişti yine karşısına. “Ayşe kadın! Ayşe kadın!” diyordu ses.  “Oturma öyle Ayşe kadın, bir şeyler yap! Oğlunu bu yoksulluğun koynunda daha ne kadar uyutabilirsin?”

Bir şerefsizin, güneşten de sıcak sözlerine kanıp teslim olduğu günün üzerinden dört yıl geçmişti. “Korkma,” demişti; korkmamıştı. “Güven bana,” demişti; güvenmişti. Karnında filizlenen canın haberini verene kadar güvenmeye devam etmişti. Sevinecek sanmıştı. Kucağına alıp sımsıkı sarılacak, öpücüklere boğup ağlayacak sanmıştı. Ne sarılmıştı ne de ağlamıştı… Bir gece ansızın ortadan kaybolduğu ana kadar Ayşe’nin gözlerine bakmamıştı. “Bu dertten kurtul,” yazıyordu ardında bıraktığı mektupta. Mektubun yanına saçılmış üç beş kuruş paraysa, belli ki bu dertten kurtulmanın bedeliydi.

Yalnızlık zordu… Kucağında çocuğuyla yalnızlık daha zordu. Baykuş bakışlardan kaçmaksa en zoru… Oysa o kadınlığını unutalı uzun zaman olmuştu. Namusuyla yaşamaya çalışmaktan başka bir derdi yoktu. Neylesin ki adı, “Dul Ayşe” olmuştu bir kere.

“Başında bir erkek olmalı,” demişti Hamiyet abla. “Böyle güzel kadını boş bırakmaz erkek kısmı. Gel inat etme, ‘He,’ de, şu Kerim’e.”

Sokağın başındaki zerzevatçıda çalışıyordu Kerim. Yaşı geçkindi ama dinçti. Tuttuğunu koparır, aç açıkta koymazdı Ayşe’yi. “Ya oğlum?” demişti Ayşe, oğlu Hasan’ı göstererek. “Aman,” demişti Hamiyet, “bir lokma çocuk, ne yükü olacak Kerim’e. Yuvarlanır gider aranızda.”

Çok düşünmüştü Ayşe. Ne yapmalı ne etmeli uzun süre karar veremedi. Hamiyet, gün aşırı gelip ince ince çeliyordu aklını ya, bu işin başını sonunu iyice tartmadan, nasıl “He,” diyecekti Kerim’e? Nasıl bir adamdı hiç bilmiyordu ki… “Dert ettiğin şeye bak,” demişti Hamiyet, “Sen hele bi’ at imzayı, gir koynuna, zamanla tanırsın elbet.”

Dul Ayşe olmak zordu. Daha üç gün önce Bakkal Remzi veresiye defterini sallaya sallaya, “Gel inat etme, gir koynuma, bütün borçlarını bir kalemde sileyim,” demişti. Demişti demeye ya, evde bekleyen karısıyla, üç çocuğunu ne edecekti, ondan hiç bahsetmemişti. Tek derdi Bakkal Remzi olsaydı, bu kadar korkmazdı. Asıl dert, Bekçi Haydar’dı. Her gece kapısına dayanıp sinsi sinsi tıklatırdı. Ödü kopardı Ayşe’nin bir gece sadece tıklatmakla kalmayacak diye. Ya karşı komşusu Melahat’ın hayırsız kocası Seyfi’yi ne yapacaktı? Pencere önünde sigarasını tüttürürken, Ayşe’nin penceresine gözünü dikip az mı bıyık bükmüş, dudak yalamıştı. Nereye kadar kaçabilecekti bu adamlardan? Koşsa konu komşuya, yardım dilense, kim inanırdı ona? “Dişi köpek kuyruk sallamazsa, erkek köpek de…” Namuslunun, namussuzun elinde harcandığı bir dünyada, kendini nasıl ispatlayacaktı? Amca, dayı, abi dedikleri adamlara mı inanacaklardı, Dul Ayşe’ye mi?

Oğlu büyüyordu. Yarın öbür gün okula başlayacaktı. Sormayacak mıydı müdür, “Nerede Hanım bu çocuğun kimliği?” diye. Herkesler kocasının kanserden öldüğünü sanıyordu. Nasıl diyecekti ki “O insafsız hiçbir zaman benim kocam olmadı.”

Boşa koydu dolmadı, doluya koydu almadı, sonunda Hamiyet’in ısrarlarına dayanamayıp “Tamam,” dedi Kerim’e.

***

“Gebertirim seni ulan piç! Hırsız mı olcan sen benim başıma?”

“Valla billa baba!.. Valla billa olmıycam hırsız. Vurma n’olur…”

“Sana bi’ daha yaramazlık yaparsan, gebertirim seni, demedim mi ulan ben? Hıı, demedim mi? Cevap versene!”

“Dedin baba…”

“’Baba,’ deme bana ulan piç kurusu! Baban değilim ben senin!”

Piç kurusu ne demekti, bilmiyordu Hasan. Bilmiyordu ya, şuncacık yaşında bu kelimeyi belki yüzlerce defa duymuş, hiç de iyi bir söz olmadığını çoktan anlamıştı. Bir sevgi hareketi gelmiyordu genelde bu sözün ardından. Ya itiliyordu öte tarafa doğru ya da bir tokat geliyordu ardı sıra. İnsan neden piç kurusu olur ki? Bunu hak etmek için çok mu günahkâr olmak gerekir?

“Babaymış… Baban olmamı istiyorsan önce adam olacaksın, sözümden çıkmayacaksın, gözüme gireceksin. Ama nerde sende o kafa? Salak oğlu salak!”

Kömürlüğün kuytu köşesine sinmiş, yaşlı gözlerini Kerim’e dikmişti Hasan. Yanağına yediği şamarın acısı değil de onu kurtarmaya çalışırken tokat yiyen annesinin acısı yakıyordu içini. Bir suçu yoktu ki annesinin. Suçlu varsa o da kendisiydi. Keşke Kerim’in annesine mutfak masrafı için verdiği paradan aşırıp şeker almasaydı. Ne yapsın, dayanamamıştı. Arkadaşı Mehmet geçenlerde bütün parasıyla şeker almış, hepsini Hasan’la paylaşmıştı. Öyle sevinmişti ki Hasan, sanki dünyalar onun olmuştu. O da aynısını yapmak istemişti. Şekerlerini arkadaşıyla bölüşüp ona dünyaları vermek… Hırsız olmayacaktı o, okuyup adam olacaktı. Kerim’in gözüne girecek, ona “Baba,” demeye hak kazanacaktı.

“Ne bakıyorsun öyle bön bön! Cevap versene! Adam olacak mısın artık?”

Ses etmedi Hasan. Yüzü kadar yüreği de kapkara adama cevap vermedi. Sessizce gözyaşlarını silmekle yetindi. Ama adama bu da yetmedi. Üzerine yürüyüp bir tokat daha attı Hasan’a. Tam bir yenisini atmaya yelteniyordu ki arkadan gelen sesle durdu.

“Allah, Peygamber aşkı için Kerim, kıyma evladıma. Vurma artık.”

Ayşe, yüzünde Kerim’in öfkesinin izi, gözlerinde evladının acısıyla kömürlüğe doğru koşuyordu. “Vallahi bir daha yapmayacak. Söz bak sana. Bir daha senin sözünden bir adım dışarı çıkmayacak. N’olursun, dövme artık.”

Kerim, kaldırdığı elini indirdi. Nihayet insafa geldiğinden, Ayşe’nin yakarışlarını duyduğundan değildi bu geri dönüş. “Adam olmayacak senin bu oğlun,” diye çemkirdi. “Hep senin yüzünden,” dedi, bu sefer yumruğunu Ayşe’ye doğrultarak. Vurmamıştı ama vurmaktan beter acıtmıştı Kerim’im sözleri.

“Bu kadar yüz verirsen, hırlı da olur bu piç, hırsız da olur. Gün gelir tepemize de sıçar, başımızı da ezer, bilmiş ol.”

“Yok yok, sen bu seferlik affet, bak gör, tam istediğin gibi olacak babası.”

“Baba, deyip durma be kadın! El alemden peydahladığını, bana mı yamayacaksın?”

“Saklamadım ki ben oğlumu senden, kandırmadım ki seni. Bir oğlum olduğunu bile bile aldın beni.”

“’Bir oğlum var,’ dedin sen bana, “Bir piçim var,’ demedin.”

“Ne fark eder ki Kerim. Bak o seni babalığa kabul etmeye dünden razı, sen de onu oğulluğa kabul etsen ne olur sanki. Ne günahı var bu biçarenin.”

“Ne biçaresi be? Öyle melül melül baktığına kanma sen bunun. O ne sinsi piç o… Ama dur sen duuur…  Ne yapıcam, edicem, onu yola getiricem, göreceksin sen de. Bu geceyi kömürlükte geçirsin de ondan sonra akıllanmasın da görelim.”

“Yapma Bey! Allah’ının aşkı için yapma,” diyerek Hasan’a doğru hamle etti Ayşe. Gücü yetmedi Kerim’in güçlü kollarını aşmaya, kendini kömürlüğün dışında buluverdi. “Etme, eyleme Kerim. Ne yapar bu soğukta orada çocuk? İnsafa gel. Bırak, alayım çocuğu eve.”

“Senin kulakların laftan sözden anlamıyor mu kadın? Eve alacakmış… Şımartıyorsun, deyince gözlerini belertiyorsun bi’ de. Şımartıyorsun işte. Ahan da ispatı. Adam edicez, diyorum, kıçında değil senin. Adamakıllı almış seni avucunun içine bu çocuk.”

“Yapma Kerim, Allah’ın adını verdim bak. N’olursun yapma.”

“Haydi, boş boş konuşup durma!  Attırma tepemi! Düş önüme!”

Ayşe’nin yakarışları sokağın başındaki ilk evden bile duyuluyordu da nedense Ayşe sadece yanı başındaki Kerim’e duyuramıyordu sesini. Kerim bir eliyle onu öteye iterken, diğeriyle kömürlüğün kapısını kilitliyordu.

Yıkık dökük belediye binasının, rutubet kokan odasında, nikah defterine imza atalı bir yıl olmuştu. Dul Ayşe’likten Ayşe hanımlığa terfi etmesi on dakika sürmemişti. Ne bir gelinlik vardı üzerinde ne de elinde bir çiçek… “Olsun,” demişti… Ona bir gelinliği çok gören kader, belki bundan sonra yüzüne gülecekti. Ne çaredir ki kader, Ayşe’yi daha doğduğu gün düşman bellemişti. O, kâbus gibi bir hayattan, kâbustan da beter bir hayata adım atarken, kaderin tek yaptığı sinsice gülmekti.

Kerim’in Hasan’a olan garezi daha ilk günden başlamıştı. Ayşe’yi kendine karı etmişti etmesine ya, Hasan’ı bir türlü evlat belleyememişti. Oysa ki küçücük çocuktu Hasan. Varlığı da yokluğu da birdi. Fakat onun değildi ve kimin olduğu düşüncesi bir yılan gibi sarıyordu Kerim’in beynini. Ortada kanserden ölen bir koca olmadığını, Hasan’ı nüfusuna geçirmek zorunda kaldığı gün anlamıştı. “Beni ve çocuğumu yüz üstü bırakıp kaçtı gitti,” dese de Ayşe, o kurt, Kerim’in içine düşmüştü bir kere. İçindeki hayvan, Kerim’in insanlığını sinsice kemirdikçe, Hasan’ın o evde azıcık yer kaplayan bedeni, adeta bir dev olmuş, Kerim’in üzerine oturmuştu. İşte o ilk günden sonra Hasan’ın yediği dayakların haddi hesabı kalmamıştı.

***

“Başka yolu yok mudur Doktor Bey?”

“Yok kardeşim, yok dedik ya! Böbrekleri bitmiş çocuğun. Bakımsız da… Bir an evvel böbrek nakli yapılmazsa çok yaşamaz, diyeyim ben sana.”

“Allah korusun,” dedi Ayşe, doktorun sözünü tamamlamasına izin vermeden.

“Korusun elbet, korusun da” dedi doktor, “sen de biraz bakacaksın oğluna. Yavrucak gelişip büyüyememiş ki böbrekleri nasıl güçlensin? Lami cimi yok, o nakil mecbur yapılacak. O zamana kadar da her hafta diyalize getireceksin oğlunu.”

Kerim inanmıyordu ya, hastaydı oğlu, biliyordu Ayşe. Bilmez miydi, anlamaz mıydı bir anne evladının acısını. Bakkalın yanındaki evde oturan Hamiyet abla bile annesinin dizinin dibine büzüşmüş çocuğu işaret ederek, “Ayşe, büyüyeceği yerde, küçülüyor bu çocuk,” demişti. Kerim’den korkusuna Hamiyet’e ses edememişti Ayşe fakat o da görüyordu, biliyordu elbet, bu çocukta bir haller olduğunu. Sonunda dayanamayıp Kerim’in öfkesini yok saydı, Hasan’ı sırtına attığı gibi hastanede aldı soluğu. Aldı almasına ya şu doktorun dediklerine aklı ermiyordu bir türlü.

Neydi ki bu diyaliz dedikleri. İyi gelecek miydi oğluna? Ya parası… Kerim’in eline sıkıştırdığı üç kuruşla nasıl üstesinden gelecekti, diyaliz midir, nedir, o şeyin. Ya nakil dedikleri neydi? Ne yapacaklar, nasıl edeceklerdi de Hasan’ın çürüyen böbreklerine can vereceklerdi. Çaresizlik hem aklını hem fikrini alıp götürmüştü Ayşe’nin. Boş boş bakakaldı doktorun yüzüne. “Sen şimdi git evine, kocana anlat bunları bir bir,” dedi doktor. “İyi dedin, hoş dedin de Doktor Bey,” dedi Ayşe, devamını getirmedi. Ne diyecekti ki? “Evdeki canavara ben bunu nasıl söylerim Doktor Bey?” dese, dinler miydi doktor, deva olur muydu dertlerine? Olmazdı… Olamazdı… Koskoca mahalle yankılanıyordu Ayşe’nin sesiyle. Biri bile deva olmuyorken derdine, şu doktor mu çekip alacaktı, Ayşe’yle biçare oğlunu Kerim’in elinden.

Yine de dinledi doktoru, gitti evine Ayşe. Her şeyi de bir bir anlattı. Anlattı anlatmasına ya, anlayan nerede? Ne dediyse inandıramadı Kerim’i. “Domuz gibi piç kurusu,” diye bağırdı Kerim. Ayşe’nin eteğinin arkasına saklanan Hasan’ı bir çırpıda çekip aldı güvenli sularından, savurdu yan tarafa. Sessizce kapandı Hasan olduğu yere. “Bakma sen ona, naz yapıyor. Bi’ boku yok! Seni de gömer, beni de piç kurusu…” dedi Kerim, evladına koşan Ayşe’ye.

“Vallahi hastaymış Kerim, al bak, raporlar burada.”

Bakmadı Kerim… “İnanma sen o doktorlara,” dedi, raporu divanın üzerine doğru fırlatırken. “Para tuzağı hep bunlar. Yağmur demiyor, çamur demiyor, hep sokakta it oğlu it. Üşütmüştür… İki tuğla koy yanlarına, bi’ şeyciği kalmaz.” Önünü, ardını dinlemeye de tenezzül etmedi zaten, basıp gitti işinin başına.

“Etme eyleme Kerim, diyaliz dedi doktor, nakil dedi, ölür dedi…” diye ardından çığıran Ayşe’nin döktüğü diller, boş duvara çarpıp geri döndü. Hasan, ne doktor gördü o andan sonra ne diyaliz ne böbrek.

***

Günler günleri kovalıyor, Hasan’ın minik bedeni damla damla eriyor, oğlu yavaş yavaş ölüyordu. Acılarıyla toprağa diktiği, gözyaşıyla yeşerttiği fidanı soluyor, kuruyordu. Ne cezaları tükeniyordu Kerim’in ne dayağı ne hakaretleri. Acımıyordu… Belli ki hiç acımayacaktı…

“Allah’tan kork Kerim! Bir suçu yok, neden kapatacaksın yine kömürlüğe?”

“Bir suçu yok ha… Sor bakalım, sor… Babamdan yadigâr köstekli saatin zincirini koparmış mı koparmamış mı?”

Kerim’in elinde sallanan köstekli saate baktı Ayşe. Bir çırpıda alıverdi elinden. “Ben tamir ederim saatini, meraklanma sen,” dedi. Belki razı eder umuduyla, omuzunu sıvazlıyordu Kerim’in. “Bırak ulan!” diye bağırdı Kerim. Geri aldı baba yadigârı saati, Ayşe’nin elinden.

“Küçük daha, aklı ermemiştir. Ben bi’ güzel tembihlerim, ellemez bir daha senin eşyalarını. Allah aşkına affet.”

Ayşe, Kerim’e döktüğü dillerin işe yaramadığını öğreneli çok uzun zaman olmuştu. Ne köstekli saatti Kerim’in derdi ne de o saatin kimden yadigâr olduğu. Onun tek derdi Hasan’ın varlığıydı. Günbegün eriyip biten Hasan’ın bedeni küçüldükçe, Kerim’in hıncı katbekat büyüyordu. Her gece bir bahaneyle kapatır olmuştu artık Hasan’ı o köhne kömürlüğe.

Yine karşı koyamadı Ayşe. Yine güç yettiremedi, Kerim’in güçlü kollarına. Kömürlüğün tahta kapısının kapanmasını önlemeye, yine yetmedi feryadı. Bileğinden tutmuş, eve doğru sürükleyen Kerim’in elinden kurtardı kendini. Koşarak kömürlüğün önüne geri geldi. Bu sefer öldürse de ayrılmayacaktı kapının önünden. Ayaklarına bir ton beton atılmış gibi çakılıp kaldı olduğu yere.

“Kırdırma kafanı, düş önüme,” diye bağırdı Kerim.

“Kır!” diye bağırdı Ayşe.

“Bana bak kadın, elimde kalırsın, öldürürüm seni,” dedi Kerim,

“Öldür!” diye bağırdı Ayşe. Sonunda Kerim’in inadından üstün gelmişti inadı.

“Ne halin varsa gör ulan,” diye bağırıp bastı gitti Kerim.

Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyordu Ayşe. Belki birkaç dakika belki de yıllar… İçeriden gelen her inleme sesi, asırlardır acı çekiyormuşçasına tüketiyordu Ayşe’yi. Artık oluru kalmamıştı. İster dövsün ister sövsün, isterse yerin yedi kat dibine gömsün, Kerim’i dinlemeyecek, oğlunu çıkaracaktı bu zindandan. Kapıyı yumruklamaya başladı. Bir omuz attı, bir omuz daha… Hain kapı, bir santim dahi oynamadı yerinden. Tekmeledi… Bana mısın demedi kapı. Bu böyle olmayacaktı, bir şeyler yapmalı, bu kapıyı açmalıydı. Sindi kapının önüne. Kulağını dayadı. “Anne,” dediğini duyar gibi oldu Hasan’ın, “çok acıyor anne…”

“Dayan Hasanım, dayan,” diye bağırdı, “biraz daha dayan.” Çömeldiği kapının önünden bir hamlede doğruldu. Mutfağa girdi can havliyle. Çekmeceyi açtı. Bıçak çarptı gözüne. İçini bir umut kapladı. Kaptığı gibi bıçağı, kömürlüğün önünde aldı soluğu tekrar.

Öyle yaptı olmadı, böyle yaptı olmadı. Vazgeçmedi, kilidi oymaya devam etti. Derken, bir anda açılıverdi, kapkaranlık kömürlüğün, kapkara kapısı. Koştu içeri, bir çırpıda kucakladı oğlunu. Kuş kadar hafifti oğlunun bedeni. Ter içindeki alnı, alev gibi yanıyordu. Gözlerini çevreleyen mor halkalar daha da belirginleşmişti. “Çok acıyor anne,” dedi Hasan. Sesi, fısıltıdan bile az çıkmıştı. “Anne, acımasın artık.”

“Geçecek, bitecek aslan oğlum. Annen şimdi doktora yetiştirecek seni.”

Son bir gayretle daha sıkı kavradı oğlunu. Kömürlüğün kapısına doğru bir adım attı. “Çok acıyor anne,” dedi Hasan, çatlak dudaklarının arasından. “Oy, annesinin aslanı,” derken Ayşe, ıslak alnına bir öpücük kondurdu oğlunun. “Dayan… Şu köşeden bir taksiye atlayacağız şimdi. Beş dakkada hastanedeyiz. Doktor amcan takıverecek o diyalizi yanlarına. Bir bakacaksın ne ağrı kalmış ne acı.”

Bir sessizlik çöktü Hasan’ın üstüne, bir sıkıntı Ayşe’nin göğsüne. Ağır ağır gevşedi Hasan’ın kolları. Acıyla bakan gözleri söndü. Boş bir çuval gibi süzüldü Ayşe’nin kollarından. Olduğu yere çöküverdi Ayşe. Dakikalarca oğlunu seyretti. Gitmişti… Annesini bu kötülüklerle dolu dünyada bir başına bırakıp gitmişti. Kulakları deşen bir çığlıkla sarsıldı kömürlük. Göğsüne gömdü yavrusunu, sımsıkı kapadı gözlerini. Hayır, ağlamadı. Ağlamazsa belki oğlu vazgeçer, gitmezdi.

“Bu kapı açılmayacak, demedim mi ben sana?” diye gürleyen Kerim’in sesiyle açtı gözlerini. Ağır ağır o yana çevirdi. İçini saran acı bir anda yüreğini kinle doldurdu. Kristal bir vazoymuşçasına itinayla yere yatırdı oğlunu.

“Uyandır şu piçi, sonra da düş önüme,” diye bağırdı Kerim. Göz ucuyla, kımıldamadan yatan Hasan’a baktı. “Duymuyor musun beni be kadın?” diye kükredi tekrar.

Duymuyordu Ayşe… Kulaklarında Kerim’in sadece bir sözü çınlıyordu. “Domuz gibi piç kurusu, naz yapıyor…”

“N’oluyosun be kadın? Kafayı mı yedin? Ne bakıyorsun bana öyle delirmiş gibi?”

Delirmek buysa, delirmişti Ayşe. Ölmek buysa, ölmüştü… Bundan gayrısı gözünde yoktu artık. Ayak ucunda duran bıçağa uzandı.

“Hasan! Ulan Hasan! Kalk bak, sonunda delirttin ananı, piç kurusu.”

Ses çıkmıyordu Hasan’dan. “Kalksana ulan,” diye gürledi Kerim. “Kalkamaz,” dedi Ayşe tükürür gibi.

Hırsla elini havaya kaldırdı Kerim. Aklı sıra Ayşe’yi korkutacak, sindirecekti. Korkmadı Ayşe, sinmedi, yürümeye devam etti. O anda fark etti Kerim, Ayşe’nin elinde parlayan metali. “Ne o? Beni mi öldüreceksin, kahpe?” dedi.

Ne kadar belli etmese de Kerim, içindeki korkunun kokusu dolmuştu Ayşe’nin burun deliklerine. Hırsı bir kat daha büyüdü, bir kat daha çoğaldı kini. “Oğlum gitti Kerim!” diye bağırdı.

Yer, Kerim’in ayaklarının altından kayar gibi oldu. “Dur be karı,” dedi Kerim, sinmiş sesiyle. “Sen de hemen öldürdün çocuğu. Yoktur bir şeyi. Hele sen bi’ çekil kenara, bir de ben bakayım. Göreceksin, numara yapıyor yine.”

“Dokunma oğluma!” diye yeniden bağırdı Ayşe, Hasan’a hamle etmeye yeltenen Kerim’e. Geri adım attı Kerim. Ama sinmedi… Nasılsa Ayşe’yi alt edecekti. Birazdan sinsice sözlerle kandırıp alıverecekti bıçağı elinden. Ondan sonra gösterecekti Ayşe’ye de piçine de dünyanın kaç bucak olduğunu. Sinsilikten, kaypaklığa evrilmiş bir ses tonuyla, “Tamam karı, tamam…” dedi. “Boşu boşuna perişan etme kendini. Ölmemiştir, bak gör. Gel hadi, alalım çocuğumuzu, doktora götürelim.”

“O senin çocuğun değil,” diye tısladı Ayşe. Kerim’in bile hesaplayamadığı bir hızla koştu o yana doğru. Koştu, koştu, koştu ve var gücüyle sapladı bıçağı, Kerim’in kara göğsüne. Yetmedi… Geçmedi acısı… Bir çatırtıyla geri çekti bıçağı. Bir daha sapladı. Yetmedi… Dinmedi ıstırabı. Yeniden çekti kanlı bıçağı. Yeniden sapladı. Yeniden… Yeniden… Yeniden… Yeniden ve yeniden. Yerle bir oldu Kerim’in dağ gibi cüssesi. Eğildi Ayşe, Kerim’in yanına çömeldi. Ölmemişti belliydi… Ama ölecekti, o da belliydi. Ağır ağır kulağına eğildi. “Evladımın olmadığı dünyada seni sağ bırakır mıyım, şerefsiz!” diye fısıldadı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar