Amcasını öldürme fikri ilk kez geçen cumartesi gecesi düşmüştü aklına Haldun’un. Belki çok daha önceden de vardı kafasında belli belirsiz bir düşünce ama ilk kez o gece bir şeyler somutlaşmış, Perihan’la partiden dönerken yaptıkları tartışma gerçekleri kavramasını sağlamıştı. Hayatının en yalın gerçeği beş parasız oluşuydu. Babasından kalan üç beş kuruşluk servet uzun zaman önce suyunu çekmişti. Amcası ise artık ona borç vermeye yanaşmıyordu. Zaten her zaman cimrinin biriydi bunak ihtiyar. Paradan bahsedildi mi duyarsızlaşır, eline çek defterini almak yerine “Ben gençken,” diye başlayan nutuklar çekmeyi tercih ederdi.
Her şeye dayanabilirdi ama Perihan’sız yaşamaya dayanamazdı. Kız sonunda resti çekmişti işte. Açıkça “Paran yoksa ben de yokum,” dememişti ama söylediklerinden başka bir anlam çıkarmak enayilik olurdu. Onunla barışmasının tek bir yolu vardı, bir an önce amcasının mirasına konmak. Herifin bir ayağı çukurdaydı zaten. Üç yıl önceki kazadan sonra tekerlekli iskemleye mahkûm olmuştu. Bildiği kadarıyla bir sürü de hastalığı vardı. Öldüğünde bütün parasının sadece kendisine kalacağını bilmek rahatlatıcı olsa da amcasına hiç güvenmiyordu. Herif, pekâlâ bütün malını mülkünü abuk sabuk bir yere bağışlayabilirdi. Yaşlı zenginlerin parasına konmak için aportta bekleyen bir sürü vakıf, dernek olduğunu duymuştu. Bunların adamlarının yalnız yaşayan zenginlere yanaşıp dostça davrandıklarını, kendileri ölüp gittikten sonra paralarının hayırlı işlerde kullanılacağına onları inandırdıklarını gazetelerde okumuştu. Belki de böyle bir örgüt amcasına çoktan dadanmıştı bile. O zaman, hayattaki tek -üstelik de zengin- akrabası ölüp gittiğinde dımdızlak ortada kalabilirdi. Buna meydan vermemek için elini çabuk tutması gerektiğini epeydir farkındaydı. Cumartesi gecesi Perihan’ın ayrılmaları gerektiğini ima etmesinden sonra kendince bir aydınlanma yaşadığını hissetmişti. Sanki gözlerinin önünden bir perde kalkmış, kafasının içini dolduran sis dağılmıştı. İhtiyarı, iş işten geçmeden tahtalı köye yollaması gerekiyordu.
Amcası Feridun Uysal ünlü bir polisiye roman yazarıydı. Bugüne kadar yayınlanan her kitabı olay olmuştu. Şehrin ünlü bir tiyatrosunda Yanlış İpucu adlı oyunu iki yıldan beri kapalı gişe sahnelenmekteydi. Üç yıl önce, bir uçak kazasında yaralanmış, havayolu şirketinden rekor düzeyde tazminat almıştı. O günden beri şehrin dışındaki ormanlık arazide inşa edilmiş, küçük bir malikane sayılabilecek evinde, yardımcısı Hamza’yla birlikte oturuyordu. Adam, eski bir hükümlüydü. İri yarı, koca kafalı, gözü kara, yanağındaki uzun falçata iziyle ürkütücü biriydi. Feridun’un her dediğini yapacak kadar ona bağlıydı.
Amcasının bu sadık hizmetkârı evdeyken Haldun’un planını uygulamasının imkânı yoktu. O yüzden bugünü özellikle seçmişti.
Hamza, şartlı tahliye edildiği için karakol ziyaretlerini asla aksatmazdı. Her salı sabahı evden çıkar, imza için karakola gider, işi bittikten sonra alışveriş yapıp en geç altıda geri dönerdi. Ancak bugün eve dönmeyecek, karakoldan sonra uzun bir yolculuğa çıkacaktı. Ablasının ani vefatı dolayısıyla memleketi Trabzon’a gitmesi icap etmişti. Yani, en az üç gün evde olmayacaktı.
Bu değerli bilgiyi dün telefonda konuşurlarken amcası ağzından kaçırmıştı. Haldun da bundan daha iyi bir fırsat bulamayacağını düşünmüş ve planını uygulamak için harekete geçmişti.
Kırmızı Jaguar’ını amcasının evinden bir kilometre uzaklıktaki otoparkta bıraktı. Eve yürüyerek gitti. Civarda amcasınınkine benzeyen birkaç malikane bozuntusu daha vardı ama birbirlerinden uzak olmaları ve çevrelerini kuşatan yüksek ağaçlar sayesinde hiçbiri diğerini görmüyordu. Buna rağmen dikkatli davrandı. Burada olduğunu kimse bilmemeliydi.
Geniş bahçe kapısının ardındaki çakıl taşlarıyla kaplı yolu sakin bir tavırla yürüdü ki Hamza’nın evde olmadığını bildiği için gerçekten sakindi. Kapının zilini çalmadan önce saatine baktı, ona geliyordu. Yeterince zamanı olduğunu düşünüp gülümsedi.
Kapı hemen açılmadı. Bu normaldi. Amcası önce kimin geldiğini anlamak amacıyla özel odadaki güvenlik kamerasından yansıyan görüntüsüne bakacaktı haliyle. Bunu bildiğinden kameraya gülücükler göndererek el salladı. Yaşlı adamın tekerlekli sandalyeyle kapıya gelmesi de en az iki dakika sürerdi.
Sabırla bekledi. Acele etmeye hiç niyeti yoktu. Sonunda kapı açıldı ve amcasının ekşi suratı göründü.
Feridun, yeğeninin beklenmedik ziyaretinden hoşnut kalmadı. Memnuniyetsizliğini de açıkça belirtti.
“Bir daha gelmeden önce haber ver. Hamza bugün evde değil. Bunu bildiğin halde neden geldiğini anlamadım. Daha dün telefonda konuştuk. Hiç buraya geleceğinden bahsetmedin. Bak, yine para isteyeceksen cevabım şimdiden hayır. Son yazdığım çekin üzerinden iki ay bile geçmedi. Bu kadar parayı nereye harcıyorsun aklım almıyor. Ben senin yaşındayken çalışıp ev geçindirir, hem de para biriktirirdim.”
Geniş salonun bahçeye bakan pencerelerinin önündeki kanepeye yayılan Haldun, “Aman be amca,” dedi. “Tonlarca paran var. Bir kuruş da harcamazsın. Ne yapacaksın, öteki tarafa mı götüreceksin?”
Feridun’un sinirden yüzü alev alev oldu. “Terbiyesizleşme. Tonlarca param olduğunu nereden çıkardın?”
“Kitapların yok satıyor. Geçen gün kitapçıda gördüm. Son romanın iki yılda altıncı baskısını yapmış.”
Feridun, tavana bakarak ellerini dua eder gibi havaya kaldırdı. “Hey Allah’ım. Bu ülkede roman yazarak para kazanıldığını zanneden bir avanak da bu!” Yeğenine döndü. “Türkiye’de yazdığın kitap satılır ama sen para kazanamazsın evlat. Burası Amerika değil.”
“Maksim Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynayan oyunun var ayrıca.”
“Evladım sen beni Agatha Christie ile karıştırdın sanırım. Fare Kapanı mı bu? Para filan kazandığım yok o oyundan. Sırf prestij için sahnelenmesine izin veriyorum. Onun sayesinde reklamım oluyor.”
“Ya uçak şirketinden gelen paralar? Onlar da mı dişinin kovuğuna sığmıyor?”
Feridun acı acı gülümsedi. “Hepsini tedaviye harcadım. Şu sandalyenin bana maliyetini biliyor musun sen? Buna verdiğim parayla kendime bir yat alabilirdim.”
“Ne diyorsun?”
“Tabii ya, ne zannettin? Hayat şartları o kadar ağır ki ne yapacağımı şaşırdım.”
Haldun öfkelendiğini belli etmeden “Zavallı amcacığım,” dedi. “Senin durumun benden kötüymüş.”
Buraya gelirken içinde birazcık da olsa ölümcül eyleminden vazgeçebileceğine dair var olan his, şu dakika itibarıyla tamamen ortadan kalkmıştı. Lüks içinde yaşayan amcasının kendisini aptal yerine koyması, içindeki nefreti iyice büyütmüş, planını bir an önce uygulaması için onu adeta teşvik etmişti.
“Seni bahçede dolaştırayım amcacım. Hava çok güzel. Neden güneşlenmiyorsun biraz?”
Yaşlı adam suratını iyice ekşitti. “İstemem. Sen de uslu duracaksan dur yoksa hemen çek git. Zaten bir sürü işim var.”
Haldun sırıttı. “Çok kalacak değilim. Merak etme. Sadece seninle konuşmak istediğim bir konu var.”
“Umarım konuşacağın konu benden borç para istemenle ilgili değildir.”
“Hayır değil.”
Haldun salonun terasa açılan sürgülü cam kapısını biraz araladı. “Ama hava çok sıcak. Böyle güneşli bir günde evde oturulur mu?”
“Nerede istersem orada otururum. Kimseyi alakadar etmez. Kapat şu kapıyı da ne konuşacaksan konuş.”
Haldun bahçedeki yüzme havuzunu gösterdi. “Ne güzel havuzun var, beni bir kere bile yüzmeye çağırmadın.”
“Yazları şehirde kalmıyorsun ki. Tatil yerlerinde sürtüp duruyorsun.”
“Olsun. İnsan yine de yeğenini davet eder.”
“Sana bir şey diyeyim mi? O küçük havuzu ben de hiç kullanmadım.”
“Aa, neden? Halbuki sana iyi gelebilirdi. Tedavine yardımcı olurdu. Doktorların sana yüzmeni önermediler mi?” Amcasının cevabını beklemeden sözlerine devam etti. “A, sahi. Havuzda işlenen bir cinayetle ilgili romanın yok muydu senin amcacığım?”
Feridun huysuzca cevap verdi. “Vardı? Ne olacak? Okuyasın mı geldi birden?”
“Ben o kitabı okudum bile. Havuzdaki Ceset. Ne diyordu senin komiser romanın sonunda? Kusursuz cinayet yoktur. Öyle mi? Kusursuz cinayet yok mudur?”
Yaşlı adam tedirgin olmuştu. “Ne demek istiyorsun. Şu kapıyı da kapat artık.”
Haldun sırıtarak mırıldandı. “Sana kusursuz cinayetin nasıl işleneceğini göstereceğim amcacığım.”
Bundan sonra her şey çok hızlı oldu. Haldun, cebinden çıkardığı şırıngayı hızla amcasının boynuna saplayıverdi. Feridun için o kadar beklenmedik bir hareketti ki bu, ne olduğunu anlamadı bile. Kafası öne düştü. Bayılmıştı.
Elinde şırıngayla amcasına bakan Haldun, “Acaba fazla doz mu verdim?” diye düşündü.
Arkadaşının veteriner kliniğinde kedilere verilen doz da bu kadardı. Onları öldürmüyor sadece bayıltıyordu. Google’dan öğrendikleri doğruysa, bir dakika içinde amcası hayaller aleminde uçuşa geçmeliydi. Ama Haldun, şu anda amcasının en ufak bir yaşam belirtisi göstermediğini düşünerek fena halde sarsıldı. Onun bu şekilde ölmemesi gerekirdi. Bunun cinayet olduğunu anlamaları uzun sürmezdi.
Amcasının bileğini tuttu. Nabzı atmıyor gibiydi. Ufak da olsa içinde bir panik havası dolanmaya başladı. Kulağını yaşlı adamın ağzına yaklaştırıp bekledi. Nefes alıp verdiğini anlayınca rahatladı. Henüz ölmemişti. İşler yolundaydı.
Tekerlekli sandalyeyi iterek koridora çıktı. En sondaki kapıyı açıp içeri girdi. Burası evin güvenlik odasıydı. Dışardaki ve içerdeki kameralardan gelen görüntüler buradaki ekrandan izlenebiliyordu. Ayrıca küçük siyah bir kutuya yirmi dört saat kayıt yapılmaktaydı. Evin tüm alarm sistemi de buradan kontrol ediliyordu. Biliyordu, çünkü bir yıl önce amcası, bu odanın bütün özelliklerini kendisine ballandıra ballandıra anlatmıştı. Adamın asıl niyeti, yeğeninin evin içinde ufak tefek hırsızlıklar yapmasını engellemekti. Bunda başarılı da olmuştu. Her odada kamera olduğunu gören Haldun, daha önce birkaç kez başarıyla sonuçlandırdığı küçük çaplı hırsızlık girişimlerine son vermek zorunda kalmıştı. Şimdi burada olmasının sebebiyse başkaydı. Görüntü kaydının yapıldığı küçük kutuyu sökecek, daha sonra da imha edecekti.
Az sonra cebine koyduğu kutu ve amcasıyla birlikte odadan çıktı. Tekrar salona geçti, oradan da terasa çıktı. Yüzme havuzunun yanına geldiklerinde Feridun ilk şoku atlatmış kendine gelmişti ama bu sefer de ketamin etkisini göstermeye başlamıştı. Adamın ağzı sarhoşlarınki gibi bir sağa sola kayıyor, konuşmaya çalışıyor ama dili dolandığından beceremiyordu. Halüsinasyon görmeye başlamıştı. İçinde bulunduğu durumu anlamak için büyük çaba harcıyordu.
Haldun, havuzun dibindeki kuru yapraklara ve çamurlu su birikintisine baktı. Yüzünü buruşturdu. “Canım havuzu kullanmadığın belli. İçini hiç temizletmemişsin. Son geldiğimde de aynı vaziyetteydi.”
Feridun konuşmaya çalıştı ama başaramadı. Başı dönüyordu. Bir kez daha bayıldı.
Gözlerini açtığında tekerlekli sandalyesine bağlanmış bir halde havuzun ortasında olduğunu ve henüz ayakkabılarına değen çamurlu suyun yavaş yavaş da olsa yükseldiğini dehşetle fark etti. Bağlandığı ip gevşekti ama onu çözecek mecali yoktu.
“İşte sana mükemmel cinayet amcacığım,” dedi Haldun. Ardından bir kahkaha attı.
Feridun kafasını kaldırınca havuz kenarındaki yeğenini gördü. Hâlâ ilacın etkisinde olduğundan güçlükle konuşabildi. “Ne yapıyorsun sen? Delirdin mi? Çıkar çabuk beni buradan!”
“Buna hiç niyetim yok,” dedi Haldun, eserini zevkle seyreden bir sanatçı edasıyla.
“Beni öldürecek misin?” diye bağırdı Feridun.
Haldun sırıtarak ellerini iki yana açtı. “Ne yapayım, bana başka çare bırakmadın.”
“Beni senin öldürdüğünü anlayacaklar geri zekalı. Çabuk çıkar beni.”
Feridun suyun içinde debelendi ama ilacın etkisi hâlâ devam ediyordu.
Haldun sırıttı. “İntihar ettiğini zannedecekler. Ünlü yazar, malikanesinde tıpkı romanlarındaki gibi öldü.”
Feridun güçlükle bağırdı. “İpler ne olacak geri zekalı?”
“Hangi ipler?”
“Beni bağladığın ipler. Onları görünce intihar etmediğimi anlayacaklar.”
Haldun kahkaha attı. “Seni havuzda bulduğu zaman Hamza’nın o ipleri ortadan kaldıracağından eminim. Polisin ilk olarak kendisini suçlayacağını tahmin edemeyecek kadar aptal değil. Olur da ipleri yok etmezse kendi bilir.”
Saatine baktı, on iki olmuştu bile. Zaman hızla geçmişti. Su, bu hızla akmaya devam ederse en geç üç saat sonra havuzdaki çamurun seviyesi amcasının boyunu geçmiş olacaktı. Okuldayken matematik hocasının sorduğu havuz problemleri geldi aklına. Hiçbir zaman çözmeyi beceremezdi bu soruları. Hepsi de fazlasıyla karmaşık olurdu. Ama bu sefer kolaydı karşısındaki problem. Beş kapaktan su akıyor ve havuz istikrarlı bir biçimde doluyordu. Suyun ne zaman kenarlara kadar yükseleceğini hesaplamak zor değildi.
“Sana keyifli yüzmeler dilerim amcacığım. Cenaze töreninde görüşürüz.”
Feridun arkasından bağırdı. “Dur, sefil yaratık. Nereye gidiyorsun? Beni böyle bırakamazsın. Dur diyorum sana!..”
Eve girdiğinde amcası hâlâ bağırmaya devam ediyordu. Salonun kapısını kapatınca ses duyulmaz oldu. Koridora çıkarken gözü sehpanın üzerindeki antika gümüş kupaya takıldı. Amcasının, Napolyon’a ait olduğu söylenen bu kupayı Londra’daki bir müzayededen oldukça yüksek bir fiyata satın aldığını biliyordu. Bir an eli kupaya doğru uzandı. Sonra durdu ve vazgeçti. Nasıl olsa bu ev ve içindeki her şey artık onundu. Acele etmesi gereksizdi.
Her tarafı dikkatle kontrol etti. Bugün buraya geldiğini gösteren en ufak bir belirti olmamalıydı. Parmak izlerini silmesine gerek yoktu. En son üç hafta önce ziyaret etmişti amcasını. Evin birçok yerinde parmak izleri olması normaldi.
Ufak da olsa bir pişmanlık ya da üzüntü yoktu içinde. Tam tersine kendisini rahatlamış, hafiflemiş hissediyordu. Bir saat sonra arabasını sahil yolunda sürerken, direksiyona vurduğu parmaklarıyla tempo tutmakta, radyoda çalan Beyoğlu’nda Gezersin şarkısına keyifle eşlik etmekteydi.
Deniz kıyısındaki Kafe Kupa’nın küçük otoparkına arabasını bırakıp masalardan birine oturdu. Bir süre burada oyalanacaktı. Hiç ümit etmiyordu ama polis, amcasının öldüğü sırada nerede olduğunu kendisinden kanıtlamasını isteyebilirdi. O yüzden kafedeki tanıklara ihtiyacı vardı. Buraya sık sık geldiği için garsonların çoğu onu tanıyordu. Sahibiyle de ahbap olmuştu. Adam da Haldun gibi at yarışına meraklıydı. Her gelişinde beş on dakika onunla sohbet eder, bazen masasında uzun uzun oturduğu da olurdu.
Kafe, bu saatlerde hep olduğu gibi kalabalıktı. Garsonlar kan ter içinde masaların arasında gidip geliyorlardı. Sipariş vermek için acele etmedi. Nasıl olsa burada epeyce kalacaktı.
Kafenin patronu da garsonlarla birlikte oradan oraya koşturup duruyordu. Halinden memnun olmadığı asık suratından belliydi. Haldun, onun bu haline güldü elinde olmadan. Sonra saatine baktı. Üç buçuk olmuştu. Yüzündeki gülümseme daha da genişledi.
Kafe sahibi nefes nefese masasına yanaşıp menüyü önüne bıraktı. “Hoş geldiniz, Haldun Bey.”
Keyifle arkasına yaslanan Haldun, “Bugün at yarışları yok galiba,” dedi imalı bir sesle.
“Maalesef, Haldun Bey,” diye cevap verdi adam soluklanmak için durarak. “Bugün fevkalade bir kalabalık var ve ben bittim.”
“Niye şikâyet ediyorsunuz ki? Şu şehirde sizden daha iyi kahve yapan bir yer yok. Bunu da sadece ben değil herkes biliyor. Ne güzel.”
“Şikâyet etmiyorum. Neden edeyim? Ama arka tarafta kıyamet kopuyor. Sular kesik, hiçbir şeyi yıkayamıyoruz. Son dakikada mı haber verilir böyle şeyler? Daha önceden duyursalar tedbirimizi alırdık hiç olmazsa.”
Haldun’un yüzündeki gülümseme hafifçe donuklaştı. “Sular mı kesik?”
“Evet. Üçten beri sular akmıyor.”
“Nerde akmıyor, burada mı?”
“Şehrin bu yakasında. En fazla üç saat sürecekmiş ama tam da bizim en yoğun olduğumuz zamana rastladı. Ne yapacağız bilmiyorum.”
Haldun’un boğazına yumruk gibi bir şey oturdu. “Saat kaçta kesildi sular?”
“Az önce. Yeni duyurdular, yarım saat sonra da kestiler. Gerçi biraz su depoladık ama burası böyle olunca hepsi bitti.”
Haldun’un kulakları uğuldamaya, başı dönmeye, kalbi hızlı hızlı atmaya, elleri titremeye başlamıştı. “Panik atak geçiriyorum,” diye düşündü. “Sakinleşmem lazım.”
Kafe sahibi “İyi misiniz Haldun Bey?” diye sordu.
Haldun ayağa kalktı. Normale dönmüştü. “İyiyim, iyiyim,” dedi. “Size kolay gelsin, şimdi aklıma geldi. Alışveriş merkezine gitmem lazım. Sonra görüşürüz.”
Kafe sahibinin şaşkın bakışlarına aldırmadan hızla otoparka yürüdü, arabasına bindi. Derin bir nefes alıp direksiyonun üzerine kapandı.
Demek, kendisi evden ayrıldıktan bir süre sonra sular kesilmişti. O halde amcası hâlâ sağdı!..
Ne yapmalıydı? Suların tekrar gelmesini mi beklemeliydi? Nasıl olsa amcası bağlıydı ve havuzdan birinin yardımı olmadan çıkması imkansızdı. Ama bu düşünce içini ferahlatmadı. Amcasının kendi başına havuzdan çıkma ihtimalini hesaba katmamazlık edemezdi. İlacın etkisi geçtikten sonra bu pekâlâ mümkündü. Sürüne sürüne havuzun merdivenlerine gelmiş, oradan da yukarıya tırmanmış olabilirdi. Kötürüm biri için çok zordu. Ama can havliyle yapılmayacak bir şey de değildi.
Haldun, hiçbir iyimser beklentiye bel bağlayacak kadar şanslı biri olmadığını biliyordu. Kontak anahtarını çevirip motoru çalıştırdı.
Bu kez arabasını bahçe kapısına yakın bir yere, yolun kenarındaki çalılıkların arkasına park etti. Çakıl kaplı yolu koşarak geçti. Sol taraftaki ıhlamur ağacının yanından evin arka tarafına dolandı. Arka bahçe, tuğlalardan örülmüş yüksek bir duvarla çevriliydi. Mecburen buraya tırmanacaktı. İlk sıçramada duvarın üst kısmına tutunmayı başardı. Kendini güçlükle yukarıya çekti, oradan da bahçeye atladı. Tahmin ettiğinden daha kolay olmuştu. Üstünü başını düzeltip havuza doğru yürüdü. Kenarına gelince durup aşağıya baktı.
İşte bunu hiç beklemiyordu. Havuzun büyük bir kısmı dolmuştu. Sevincinden ne yapacağını bilemedi. Havuz problemlerini çözmedeki beceriksizliği burada da kendini göstermiş, havuzun ne zaman dolacağını yanlış hesaplamıştı. Düşündüğünden daha erken dolan havuza hayran hayran baktı. Zavallı amcasının cesedi şimdi üzeri kuru yapraklarla kaplı suyun altında yatıyordu. Başarmıştı.
Yine de emin olmak istedi. Nedense içine bir kuşku girmişti. Uzun bir sırık aradı havuza sokmak için ama bulamadı. Havuzun suyunu boşaltmaya karar verdi. Kapakları açtıktan sonra su boşalmaya başladı. Kuru yapraklarla kaplı yüzey yavaş yavaş dibe doğru indi.
Haldun nefesini tutmuş bekliyor, su azaldıkça kalbinin gümbürtüsü arttıkça artıyordu. Sonunda bütün kuru yapraklar ve çamur dibe çöktü. İskemle havuzun ortasındaydı. Ama amcasının cesedi yoktu!
Havuza şaşkınlıkla baktı bir süre. Çıtırtıya benzer bir ses duyunca irkildi. Ne olduğunu anlamak için arkasına dönmeye çalıştı ama başaramadı. Kafasında bir ağırlık hissetti. Sonra gözleri karardı. Bayılmıştı.
Ayıldığında aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Hareket etmek istedi ama başaramadı. Bunun sebebi el ve ayaklarındaki iplerdi. Bir sandalyeye sıkıca bağlanmıştı. Zihninin bulanıklığına rağmen bu kadarı bile paniklemesi için yeterliydi. Havuzun tam ortasında oturduğunu anlaması ise onu dehşete düşürdü. Pantolonunun paçalarını ıslatan çamurlu suya ve çürük yapraklara tiksinerek baktı.
İyice kendine geldiğinde havuzun kenarında birisinin dikildiğini fark etti. Bir kutup avcısı gibi kürküne sarınmış adamın yüzünü görünce haykırdı. “Amca!..”
Feridun bir kahkaha savurdu. “Ne oldu küçük bey? Çok mu şaşırdınız?”
“Ama sen… Sen…”
“Ne kadar kalın kafalıymışsın,” dedi amcası. “Kürekle bile kafanı kırmak mümkün değil.”
“Ama sen yürüyorsun…”
“Ah benim dangalak yeğenim. Tabii ki yürüyorum.”
“Sakatlığın numara mıydı? Bunca yıl beni kandırdın mı?”
Feridun eliyle bunun önemsiz olduğunu belirten bir hareket yaptı. “Sen çok umurumdaydın da… Sigorta şirketinden tazminat almak kolay mı zannediyorsun?”
“Sigortayı mı dolandırdın? Ama anlamıyorum… Sen ünlü bir yazarsın. Zaten paran çok… Neden yaptın ki bunu?”
“Ünlü yazar olunca zengin olmuyorsun evladım. Bu işin kaymağını yiyen bir iki yazar var. Diğerleri, yani benim gibiler, ağızlarıyla kuş tutsalar onlar kadar kazanamıyor. Hem senin o tazminatın ne kadar olduğundan haberin var mı? Oturup elli polisiye roman yazsam o kadar para kazanamam.”
“Tamam amcacım. Sana söz, kimseye söylemem bunu. Beni neden bağladın buraya?”
“O kadar yılansın ki, bir de soruyorsun. Seni neden bağlamışım? Neden bağladım acaba? Beni havuzda boğmaya kalkıştın hayırsız köpek. Sırf mirasıma bir an önce konmak için beni öldürmeye çalıştın.”
“Yemin ederim kötü niyetim yoktu. Şaka yapmak istedim sadece.”
“Sus, rezil. Allah’tan sen de sigorta müfettişleri kadar salaksın. Yürüyebildiğimi anlayamadın. Sen gittikten sonra sular kesildi ama ben zaten kendime gelince iplerimi çözmüş ve havuzdan çıkmıştım. Geri döneceğini hiç tahmin etmiyordum. Belli ki eceline susamışsın.” Feridun’un yüzünde delice bir gülümseme belirdi. “Şimdi sana mükemmel cinayet nasıl işlenirmiş göstereceğim.”
“Aman amca. Ben ettim sen etme. Bir aptallık yaptım, pişmanım vallahi. Buraya seni kurtarmak için döndüm.”
“Külahıma anlat sen onu. Beni öldürmeye kalkıştın ama beceremedin. Şimdi sıra bende. Sular birazdan akmaya başlayacak, ben de bana yaptıklarının aynısını sana yapacağım. Sen geberene kadar da burada bekleyeceğim. Havuzdaki çamurlu suyu hiç boşaltmayacağım. Ebediyen orada kalacak ve çürüyeceksin. Elveda benim dangalak yeğenim.”
Güneş battığında Feridun hâlâ havuzun kenarındaydı. Hava serinlemişti. Titredi, kürküne biraz daha sarındı ve artık eve girme vaktinin geldiğini düşündü. Akşamın alaca karanlığında çamurlu suya son bir kez bakıp içini çekti. Sonra zevkle sırıtarak kendi kendine mırıldandı.
“Havuzun bu kadar çabuk dolacağı kimin aklına gelirdi?”