Benim gibi, öncesinde cılız, kuvvetsiz olan ama vücudu kimyasal maddelerle güçlendirilmiş ve özel kuvvetler polisi yapılmış bir kadının, aşkla meşkle ne işi olabilirdi ki? Sonunun hüzünlü biteceği daha ilk notasındaki hüzzam makamından anlaşılan bir şarkıydı benimkisi. Aşk hikâyem de Sultanat şehrim gibi varoş, Sultanat şehrim gibi az gelişmiş, Sultanat şehrim gibi Ortadoğu’nun kadın ve erkek eşitsizliği balçığına saplanmış bir hikâyeydi. Beton sevicilerle viyadük tapıcıların, rezidansları kıble edinenlerle otobanlara secde edenlerin, inşaattan elde ettikleri rantlarla çelik jantları ayna gibi parlatılmış son model arabalarla gezenlerin şehriydi burası.
Bu şehirde, insan aklı, zekâsı ve ruhunun hiçbir önemi yoktu. Genç nesillerin geleceğini çarçur ederek insanların kanını içmekten daha büyük günah işleyen bu gözü doymaz vampirlerin hiç dolmayan cepleri vardı. Akılları fikirleri, varsa yoksa insanların kazandıkları veya kazanacakları üç kuruş parada yani hiç çalışmadan kolay yoldan zengin olabilmenin yollarını aramadaydı. Para hırsı insanların gözlerini o kadar bürümüştü ki yıllardır bütün şehirde vasatın hükmü sürüyordu. Bir yerlerden bir kanal bulup kolay yoldan para kazananlar partisine sızıp yükselebilen gösteriş meraklıları, pahalı arabaları-saatleri-telefonları ve giysileriyle övünürken, piramidin en alt basamaklarında yer alanlar onları gıptayla, hırsla ve kıskançlıkla seyrediyorlar, onlar gibi olabilmek için başvurmadık yol bırakmıyorlardı. Çünkü artık çalışıp bir yerlere gelmek değil çalıp çırpıp bir yerlere gelmek modaydı.
***
Ben, Sultanat Şehri ÖZel Kuvvetler-SSOK süper kadın polisi Ozan Ilgın, yollarıma gül dökeceğini iddia eden bir adamdan yani Serkan Tabanakuvvet’ten, onun evli olması gibi çok basit bir nedenle yollarımı ayırmıştım. Bundan sonra anneannem Cilmaya ve güzel mavi gözlü köpeğim Çakır ile kız kıza mutlu mesut bir hayat sürmeye odaklanmıştım. Yüreğimi buz gibi soğutmak için yanardağından dökülen lavların buz denizinde donması gibi bir doğa olayına ihtiyacım vardı. Muhtaç olduğum mabet Bakkal Necati Amca’nın buzdolabındaydı.
“Yine 6’lı malt kutu mu abla?” diye soran Bakkal Necati Amca’nın çırağını yere bakan ama yürek yakan gözlerle cevapladım.
“Altılı yetmez oğlum, sen bana oradan Black Label ver 70’lik.”
“Hayırdır abla? Hayatına hançerle bir son vermek ister gibi bakıyorsun.”
“Hançere gerek yok, gözleri vardı.”
“Sanki kendini ta kalbinden vurmak ister gibi konuşuyorsun.”
“Kurşuna gerek yok, sözleri vardı.”
***
Sultanat Şehri Özel Kuvvetler-SSOK’taki Amirim Kozak Hayri beni yanına çağırdı:
“Banu Satenses’in foyasını meydana çıkardığın için Vali-başkan sana minnettar. Seni Belediye Bilişim-Bel-Bil Kulesi’ndeki ofisine çağırıyor.”
Vali-başkan İkram Papazoğlu bilseydi ki ben, Banu Satenses’in foyasını, o, yüzündeki boyaları bir havluyla silip beni öpmeye başladığı an ortaya çıkarmıştım, nasıl da şaşırırdı? Ama güzeldi. Ama serindi. Ama derindi. Ama dokunuşları ve her şeyi yepisyeniydi. Ne yapabilirdim?
Banu Satenses namı diğer Serkan Tabanakuvvet, çocukluğumuzdan beri bana âşık olduğunu itiraf etmiş, kadın kılığında dans eden ve şarkıcılık yapan biseksüel bir erkekti. Onun hayatını kurtarmak için beraberce ormandaki bir kulübeye kaçmıştık. Bu gözlerden uzak yerde, Serkan’ın bana olan ilgisi, bende de kıvılcımlar çaktırmıştı. Sonunda “Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa?” diyerek orman yangınına dönüşen bu kıvılcım, Serkan’ın evli ve üç çocuk babası olduğunu öğrendiğim an köz haline geldi ve kör bir bıçak gibi kalbime saplanıverdi.
Hiçbir erkekle bir hafta boyunca bir yerde mahsur kalmamıştım. Hiçbir erkek gittiğinde ben bu kadar mahsun olmamıştım. Hiçbir erkekle bu kadar mahsurlu bir ilişkiye girmemiştim. Seyir halindeki bir uçaktan paraşütsüz atlamışız gibi heyecan yaratan bir ilişki yaşamak sadece ikimize mahsustu. Kendimi olayın akışına kaptırdığımda, yakamı da yasak bir aşkın ellerine kaptırdığımı bilemezdim. Onun evli olduğunu öğrenince son dakikada altın golü kalesine doksandan yemiş bir milli takım kalecisi gibi süklüm püklüm evime döndüm.
“Aşk bu, acıtır elbet gülüm…” dedi Cilmaya beni gördüğünde. “Ama insan bir daha asla âşık olmayacağım diye yemin edemez. Etse de bir daha âşık olduğunda bu yemininden dönmek için çok geç olduğunu fark edemez. Gel, gönlünde açmadan solan gülü bir defterin arasına koyalım. Orada layıkıyla kurusun. Ama ağlama artık, bırak gözyaşların yanaklarında kurusun. Gel beraber şu şaraptan içelim çünkü hiçbir aşk acısı yoktur ki bir şişe harikulade kırmızı şarap tarafından unutturulmasın!”
***
Mahşerin Dört Atlısı’nda Vicente Blasco Ibáñez der ki, “Zenginlik, geçmişin lekelerini zamandan daha çabuk temizler.” Demek ki, insanların geçmişlerinde yaşadıkları karanlık ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan karanlık işleri, ceplerindeki altın renkli limitsiz kredi kartı çipleri ve banka kasalarındaki külçe altınlarının parıltısıyla aydınlatmaları mümkündür. Kişi, pazardan alınmış yakası paçası eğri ceketini bir kere sırtından atıp on beş bin dolarlık lacivert Gucci takım elbisesini giydi mi, etrafını aydınlatmaması mümkün değildir zaten. Elbette bunu becerebilmek için sabah dokuz-akşam beş çalışmak yetmez. Bunu becerebilmek için, dokuz-beş değil ama sabahın yedisinden gecenin on birine kadar kölelik düzeninde çalışıp asgari ücretin birazcık üzerine talim eden ve yine de en son Ayfon modelinden almak isteyen insanların hırslarına yenik düşmelerine ihtiyaç vardır. Çünkü artık hırsızlıktaki maharet, insanların sürmeyi gözünden onlar fark etmeden çalmak değil, insanlar daha sürmeyi gözlerine sürmeden onu ellerinden alabilmektir.
Albert Einstein, “İktidara aç olan ve siyasi çıkar peşinde koşan politikacılara daha ne kadar tahammül edeceğiz?” demişti. Bizim Sultanat Eyalet-Şehrimizde bu sorunun cevabı ‘sonsuza kadar’dı. Çünkü bir topluluk bir kez iktidara olan açlığını doyurunca başka açlıkları ortaya çıktı. İktidarı elinden tutan vasatın banka hesaplarına, torununun torununun torununun bile harcayabileceğinden çok para yağmaya başladı. Şehirde hüküm süren bu vasat, akıl-zekâ ve ruh güzelliğinden nasiplenememiş ama şehirdeki gayri safi milli hasıladan nasibinden fazlasını almış kişiydi. Bu yüzden akıl güzelliğindeki eksikliğini en son arabalar ve telefon modelleri kullanmakla, zekâ güzelliğindeki eksikliğini çıplaklığıyla ön plana çıkmış bir pop şarkıcısının baş rol oynadığı bir filme yapımcı olmakla ve ruh güzelliğindeki eksiğini şarkıcı için şehrin en lüks otelinde tuttuğu suit odaya bin beş yüz tane kırmızı gül göndermekle gidermeye çalışıyordu. Bilmediği şey şuydu: Adettendi, güller çift sayıda gönderilmezdi. Bin beş yüz tane gül alacak parası vardı ama bir gül daha alacak görgüsü yoktu.
***
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle kadın muhtarları Belediye Bilişim-Bel-Bil Kulesi’ne toplayan Vali-başkan İkram Papazoğlu doktorlarla ilgili konuşurken şöyle dedi: “Özel sektör bizden daha çok maaş veriyormuş, oraya gidiyorlar. Açık konuşuyorum, varsın gidiyorlarsa gitsinler! Biz de üniversiteye yeni bitiren doktorlarımızı istihdam ederiz. Buralar boş kalmaz merak etmeyin!”
Fakat bu açıklamasından altı gün sonra yani 14 Mart Tıp Bayramı geldiğinde umduğundan fazla tepki toplayan Papazoğlu çark etti. “Rabbim tüm hekimlerimizden ve sağlık çalışanlarımızdan razı olsun. Yokluklarını göstermesin.”
Politikacıların bayraktar olmaları gerekiyordu; direğe asılı bir bayrak gibi rüzgâr hangi yöne eserse o yönde dalgalanmaları değil. Ama bir kere seçimlerdeki bayrak yarışını kazananlar, eyalet-şehrin bütün nimetlerinden faydalanıp bütün iplerini ellerinde tutup bütün kurumlarına hükmedebiliyorken yasaları da yönetmelikleri de işlerine geldiği gibi yorumluyor ve artık rüzgârın değil paranın estiği yöne doğru pozisyon alıyorlardı.
31 Mart Ethan Flag isimli Savdi Akrep asıllı Sult iş adamı, Marmare Nostrum Üniversitesi’nde düzenlenen Sultanat’ın Güvenliği ve Diğer Ülkelere Nal Toplatan Organizasyon-NATOO konferansında konuştu. Aynı zamanda Target İlaç Deposu kurucusu olan Flag, BENCE de BEMECE isimli kamyon fabrikasını satın alıp %49,9’unu Qatarlılara satmıştı. Sultanat Şehri’ne ait Pank ve Talet fabrikasının 25 yıllığına işletmesi için sözleşme bile yapmıştı. Devlet ihalelerinden kayıt kürek olmaksızın kürekle para kazandıktan sonra şu -kendisi için- talihsiz açıklamalarda bulundu:
“Biz yani SEVAP Partisi, Kapitalist Birleşik Devletleri-KABD’nin desteğiyle iktidara geldik. Taç giyen baş akıllanır. Van minute olayında resti çektik. Batının pranga sistemine kafa tutmaya başladık. Aslında Sultanat, NATOO ve Batı ile sürekli savaş halindedir. NATOO bizim içimizde geçmişte kalan bir kanserdir. Muriye Devlet Başkanı çok adam kesti, biz adam kesen birçok ülkeyle kardeşiz.”
Aynı gün Piizişleri Bakanı Solomon Sert LGBTİ derneklerini hedef aldı. “Cinsiyetsizlik kavramını ortaya koymak gibi işler sivil toplum adı altında gerçekleşmektedir. Bunların kökü dışarıdadır. Bizim böyle zararlı alışkanlıklarımız yok. Adam Evropa’dan, KABD’den, Sultanat’taki LGBTİ derneğine yardım ediyor. Erkekle erkeğin, kadınla kadını evlenmesini teşvik etmeye çalışıyor.”
1 Nisan’da Ethan Flag, “Biz KABD desteğiyle iktidara geldik,” cümlesi üzerine Sade Vatandaş Partisi-SEVAP yönetimi yani İkram Papazoğlu tarafından kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk edildi. Flag, konferansta o sözleri söylemediğini iddia etti fakat nafileydi. Disiplin kurulunda partiden atıldığını öğrenince kendi istifa etti.
***
17 Megabit Şadiye’nin kumarhane gemisi bendeniz tarafından patlatılıp Mer Noire denizinin dibini boyladığından beri şehirdeki illegal kumar işleri başıboş kalmıştı. Doğada boşluk olmadığı gibi legal ve illegal işlerde de boşluk olamazdı. Bir kişi bir sektörden el çektiğinde ya da çektirildiğinde bu boşluk namaz saflarını sıklaştıran cemaat misali birileri tarafından mutlaka doldurulurdu. Fakat saflar sıklaştırılırken, bazı safların kullanılabilirliğinden faydalanmak ve insanların kandırılabilir çoğunluğunu kendi çıkarları için dolandırmak açıkgözlerin boyunlarının borcuydu.
İşsizlik, parasızlık, ümitsizlik ve çaresizlikten başlarını telefon ekranlarına gömmüş gençler, kumar ve bahis işleri dertlerine deva olacak sanıyorlardı. Ama bir kere bu işlere bulaşan kişi, torununu bile borçlandırabilecek kadar dibe batacağını kestiremiyordu.
Kayıplara karışmış mafya babası Nuri Körleğene’nin Sicilibozukya’dan kopup gelmiş kuzeni tam da eyalet-şehirde bu kumar işlerinde açık doğduğu zaman ortaya çıkmıştı. Uçan Kaçan Rüçhan isimli bu kadın, Sicilibozukya’dan Sultanat Eyalet-Şehri’ne hızlı bir giriş yapmıştı. Ama hızlı giriş, gelişme ve sonuç benim işimdi. Bakalım bu işin sonunda son gülen nasıl gülecekti?
***
8 Nisan’da Cumhuriyetçi Vatandaş Partisi-CEVAP lideri Klaus Klaudiusson tivit attı:
“Mecliste beslemelerle çetelere hazineden ek para aktarmak için el kaldırdılar. Bir kere bile aç kalan çocuklar için toplandıklarını görmedim. Sonra çıkıp sahura gittiler. Allah’tan korksunlar!”
Arpabuğday Bakanı Klaudiusson’a cevap verdi. “Aç açıkta kimsemiz yok. Herkesin karnı tok. Gıda siyasete malzeme edilebilecek bir konu asla değildir.”
Bunu söyleyen, en başından beri dini siyasete malzeme eden bir partinin bakanıydı. Demek ki siyasete alet edilebilecek şeyler sıralamasında gıda en alt sıralardaydı!
***
Dijital dizi ve film platformu Hopflix’in aylık ücretine aşırı zam yapmasıyla birlikte Uçan Kaçan Rüçhan’ın bahis siteleri saltanatı başladı. Buradaki dizi ve filmlere bağımlılık geliştirmiş gençler bu dizileri ücretsiz sitelerden izlemek için hddizifalanfilan.com bedavadiziizlefalanfilan.com gibi sitelere hücum ettiler. Bu sitelerde dizi veya filmlerden önce çıkan reklamlar sadece ama sadece illegal bahis yani ‘bet’ sitelerinin reklamlarıydı. Açık saçık giyinmiş genç ve güzel kadınların şuh bir şekilde “bet’e gel bet’e gel” çağrısı biz kadınlara saçma gelebilirdi. Ama aileyi korumak adına tüm +18 içerikli internet sitelerini yasaklamış bu eyalet-şehirde, herhangi bir dizi veya filmi izlemek için o siteyi tıklamış genç erkek beyni, hiç durmadan kendisini eğlenceye ve para kazanmaya çağıran bu reklamları görmezden gelemiyordu. Gecenin şehvetiyle bir kere Sultanat kimlik numarası ve kredi kartı bilgilerini siteye girdiğinde elini kaptırıyor, kolunu da kaptırması an meselesi oluyordu.
İlk katılımda herkese 5000 lira veren bir bahis sitesi gençlerin ağzında sakız olmaya başlayalı iki hafta kadar olmuştu. Önce liseden liseye sonra mahalleden mahalleye yayılan bu herkese 5000 lira veren site, şehirdeki kurumlarda da yayılarak gelip bizim özel kuvvetlerin kapısına dayandı. İçimizden bir fırlama, deliler tepeye denince hemen koşacak denli aklı evvel bir iki kişiyi peşine takmış, her gece bahis oynadığı ve kazandığını baldıra ballandıra anlatarak taraftar topluyordu. Anlattıklarında ilginç bir nokta vardı. Bahis sitesi insanlara yem olarak verdiği bu ilk 5000 lirayı online göndermek yerine bir zarf içinde nakit olarak yolluyordu.
***
25 Nisan’da Metin World-Skyhill isimli bir gazeteci İkram Papazoğlu’nu hedef alan bir tivit attı:
“Adaletin içine ettin, ülkeyi mahvettin, gençlerin hayallerini çaldın, her suça bulaştın, her günahı işledin, karşılığında saray ve servet edindin. Tevazu yok, erdem yok, kibirlisin, zalimsin. Bugünün aksine yargılanacağın mahkemenin bağımsız ve adil olmasını dilerim.”
***
Sonunda şehirde Uçan Kaçan Rüçhan’a borç etmemiş bir uçanla bir kaçan kaldı. Anlaşıldı ki varoş mahalle insanlarını borçlandırıp parsel parsel evlerini ellerinden alıyor, özellikle değersiz gibi görünen gecekondulara el koyarak insanları mahallelerden atıyordu. Çadır veya teneke evlerde kaderlerine terk edilen insanların borç kapamak için üç kuruşa sattıkları gecekondularının tapuları bir gecede el değiştiriyordu. Sonrasında oraya yapılacak rezidans projesi ve kıyısındaki AVM için milyon dolarlık inşaat ihaleleri havalarda uçuşuyordu. Hiçbir vergiye tabi olmayan, paraları nalıncı keseri gibi hep kendine yontan bu yanardöner kumarhanelerin kazananı sadece tek kişiydi: Uçan Kaçan Rüçhan!
Bu iş kolu, inşaatçısından tabelacısına, yazılımcısından bankacısına, icra memurundan yıkım şirketine kadar herkes için kazan kazan-win-win değil win-win-win-win-win -win seklindeydi. O-bet, şu-bet, bu-bet sitelerini tıkladıkça tıklayan kumarbazlara ise “Yerin dibine bat-bat-bat-bat-bat!” deniyordu. Üstelik denizin en derin yerinde bile ayağını yere vurup yükselmeye başlayabileceğin bir taban varken, bu dipte o da yoktu. Tabansızlar, fakirin bir lokmasına ve bir hırkasına göz dikmişlerdi. Güya her şeyi gören ve yöneten tavandakilerse bu tabansızlarla iş birliği yaptıkları için en ufak bir olayda tabanları yağlayıp kaçmaya hazır, şeref yoksunu kişilerdi.
***
Güvercin ana, iki oğlu, gelinleri ve dört torunuyla kocasından kalma eski bir müstakil bir evde yaşardı. Ev, mahallemizde, rezidansların bittiği ve bizim Sultanat Otomatik Konut İdaresi-SOKİ binaları başlamadan hemen önce, artık yıkılmaya yüz tutmuş iki katlı evlerin olduğu sokaktaydı. Hatta bu sokakta onlardan başka oturan da kalmamıştı. Güvercin ana, mahallenin gençlerinden biriyle bana bir zarf gönderdi. Zarfın içindekilerle beraber olay biraz aydınlığa kavuştu.
Bahisçilere ilk katılım için 5000 lira gönderirlerken bir de kurutma kağıdına basılmış 5 dolar gönderiyorlardı. Tabii, bana gelen zarfın içindeki 5000 liranın yerinde yeller esiyordu ama sağından solundan yırtılarak kopartılmış 5 dolar ve bir not kâğıdı hâlâ zarfın içindeydi:
BEŞ DOLAR NEYE YETER DEME! SEN BİR KERE PARA YEMEYİ ÖĞREN!
DAHA ÇOK DOLARLAR GİRECEK CEBİNE.
***
Amirim Hayri Kozak zarfın içindeki kurutma kağıdını SSOK laboratuvarlarında incelettikten sonra çılgına dönmüştü:
“LSD yani liserjik asit dietilamid en etkili halüsinojen maddelerden yahu! İnsanın boyut ve zaman algısını değiştirir bu zıkkım! Tabiri caizse bunu içen uçar Ozan! Bahisçilerin neden iflah olmadıkları ortaya çıktı şimdi. Dolar şeklindeki kurutma kağıtlarını bölüp bölüp yutuyorlar. Para yiyorlar yani! Başka zaman olsa komik derdim buna ama değil! Dolarlara emdirilmiş LSD ile kafalarını uçurduktan sonra kendilerinden istenileni yapmaları, evlerini arabalarını satmaları işten bile değil. Adamlar kendilerine illegal bir zombi ordusu kuruyorlarmış meğer!”
Ben sakin kalmaya çalışıyordum ama özellikle benim varoş mahalleme kadar el uzatan bu namertlere meydanı bırakmamam gerektiğini de biliyordum. Bel altı dövüşen yasadışı oluşumla yine bel altı dövüşen bir süper polisin savaşması elzemdi.
Gençlerin sadece cebindeki paraları değil, hayatlarını ve geleceklerini çalan hırsızlar, yazar-çizer Memed Erdener’e göre hırsızlığın temel üç kurumundan birisi olan tapınaklarda, insanların beyinlerini inançları üzerinden yıkıyorlardı. İkinci kurum yani yasama organındakiler olayı tamamen yanlış anlamışlardı, nalıncı keseri gibi her şeyi kendine yontan yasalar yapmakla meşgullerdi. Bir eyalet-şehirde birbirinden ayrı durması gereken üç kuvvet olan yasama, yürütme ve yargıyı bir bünyede toplamış olan kişi de kendi çıkarlarına göre yürütme yapıyordu. Artık neyi nerden yürütüyordu, orası tartışılırdı. Üçüncü kurum ise satıh ve sınırda şehri korumakla görevliyken kolay yoldan para kazananlar partisinin borazanı haline gelen kolluk kuvvetleriydi.
***
Zarfı yolladıktan üç gün sonra Güvercin Ana beni eve çağırdı. Anlaşılan başı iyice dertteydi. Mahallemizin bir yaşlı ferdinin derdine çare olamayacaksam süper kadın polis olmamın ne kıymeti vardı?
Eve girdiğimde Güvercin Ana’yı, başında yaşmak, elinde tespih, namazlığının üzerine bağdaş kurmuş, için için ağlarken buldum. Mahallede sorup soruşturunca öğrenmiştim ki, iki oğlunu da kumar borcuna kaptırmıştı. Bir nakliye kamyonları vardı, satılıp gitmişti. Gelinleriyle torunları evlerini terk etmişlerdi.
“Çayı yeni demledim evladım. Bir bardak koyayım da için ısınsın.” Bir başına kalakalmış Güvercin Ana’nın elleri titreyerek mutfaktan getirdiği ince belli bardaktaki tavşan kanı çayı nasıl geri çevirebilirdim ki?
Ben çayı iki yudumda içip bitirince gülerek “Ağzını mı tenekelettirdin evladım?” diyen Güvercin Ana ikinci bardak çayı koymak için mutfağa seke seke gidince arkasından öylece bakmışım. Mutfaktan çıktığında bin bir gece masallarından fırlamış peri kızları gibiydi. Bir oraya bir buraya sallanan pembe ipek şalvarlı kalçalarıyla senkronize bir halde salınan lüle lüle karamel rengi saçları beline kadar iniyordu. Müzik eşliğinde elindeki ipek mendili yüzüne örte örte dans etmeye başladı. Yerdeki halı ayağımın altından kaydı. Ya da ben halının üzerinden kaydım. Birdenbire önümdeki duvar alçaldı ve yok oldu. Halıyla berber göğe yükselirken Güvercin Ana’nın görüntüsü bir gözümün önünde lamba cini gibi buharlaştı. Diğer gözümse bana getirilen çay bardağına takılı kalmıştı. Beynim sondan bir önceki sinapsıyla deliğe düşerken takip ettiğim şeyin beyaz bir tavşan değil, çaya attığım şekere emdirilmiş kokusuz, renksiz bir sıvı olduğunu anca idrak ettim.
Son mantıklı sinapsım, bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu düşünürken, deminden beri açık olduğunu nasıl da fark edemediğim ve artık üzerine beraber bindiğimiz uçan halıyla Sultanat Şehri üzerinde süzülmekte olan TV’ye gözüm kaydı. Ben kendimden geçer, beynim de tuzağa düşürüldüğümü kavrarken, TV’de Elon Maskot isimli KABD’li iş adamının Twitter’ı 44 milyar dolara satın aldığı haberi veriliyordu.
DEVAM EDECEK…