Ben bu mahalleyi adım adım bilirim. Çocukluğum burada geçti, gençliğim de. Gerçi o zamanlar buralar sakindi, daha yeşil ve daha temizdi. Havası ciğere çekilir, suyu içilir cinsten bir yerdi yani. Herkes birbirini tanırdı. Şimdi her yer insan ve ev doldu. Yine de severim bu mahalleyi. İnsanları çok zengin olmasa da kibardır, saygılıdır, yardımseverdir. Benim fakirhane Salkım Sokak otuz üç numaradadır. Mahallenin doğu yakasında kalır. Kime sorsanız gösterirler. Hâlâ bir nebze de olsa eski İstanbul’u andırır.
Mahallenin en yaşlılarından biri benim. Sağ olsun gençler lafımı dinlerler, hürmet de gösterirler. Ben de elimden geldiğince onlara yol yordam öğretirim. “Hoca” koydular adımı. Bu nam etrafa yayılınca, bilmeyenler gerçekten hocalığım var sandılar, akıl danışmak için kapımı aşındırdılar.
Geçenlerde çarşıda gezerken bizim Murtaza koşup yanıma geldi. Bir telaşlı, bir nefes nefese ki hâlini görmelisiniz, koşturmaktan dili dışına düşmüş, konuşamıyor. Tanıdık bir esnaftan su istedim, içti de azıcık kendine geldi.
“Hayrola nedir telaşın?” diye sordum.
“Ağabey mahallede bir tuhaflık var. Bizim Ziya’yı bilirsin. Bir haftadır ortada yok. Tamam haytadır, daha önce de böyle ortadan kaybolmuşluğu vardır dedik, aldırmadık yokluğuna. Ama iki gün önce de Fehmi abi… Onu da gören duyan yok.”
“Bak bu ilginç işte. Fehmi bu mahallenin demirbaşı gibidir. Kahvedekilere sordun mu?”
“Sormam mı? Hatta ilk onlar ayıktırdılar beni.”
Fehmi’yi yıllardır tanırım, yaşı neredeyse benim kadar var. Uysal mizaçlıdır, etliye sütlüye pek karışmaz. Günün büyük kısmını kahvehanede geçirir. Masalardan birine yanaşır tüm gün geleni gideni izler. Arada uyuklar. Kimse ona karışmaz, kalk git diyen de olmaz.
“Yok yok,” dedim. “Var bir terslik bu işte. Evine bir bakalım, yaşlılıktan öldü kaldı belki.”
Murtaza kafasını iki yana salladı. “Baktık Hoca’m, evinde yok. Hatta bir tas yemeği öyle oracıkta kalıvermiş, sineklenmiş,”dedi.
“Allah Allah, nerede yahu bu ihtiyar?” diye mırıldandım kendi kendime. Murtaza’nın kendine geldiğinden emin olduktan sonra “Kalk bir dolaşalım mahalleyi, sorup soruşturalım iyice,” dedim.
O gün Murtaza ile üç saat dolaştık. Tanıdıklara, mahalle esnafına uğradık. Biz dolaştıkça işler daha da dolaştı. Ziya ve Fehmi dışında kayıplar da vardı: Haydar, Aynur, Pamuk.
Haydar toy daha. Kavgası dövüşü eksik olmaz. Hırçın huyludur. Duyduğum kadarıyla birkaç saldırı olayına karışmışlığı da var. Yol kesmeler, haraç toplamalar, eğlencesine insanları korkutmalar falan. Ama Pamuk ve Aynur tıpkı Fehmi abi gibi kendi hâlinde yaşayıp giderler. Aynur’un bebeleri var üstelik. Ağzı süt kokan garipleri bırakıp nereye gider? O bebeler ne yer, ne içer? Bir ana bunu yapar mı?
Pamuk kız desen tek derdi bir lokma ekmek. Önceleri varlıklıymış. Bir eli yağda, bir eli baldaymış. Derler ki zengin bir ailenin çocuğuyla arkadaşmış. O ailenin evlat gibi sevdiği, hanesini açtığı bu kızcağız ne oldu, nasıl olduysa bir anda kendini bu yoksul mahallede, sefil hayatın içinde bulmuş. Pek kimselere karışmaz, konuşmaz. Kalabalıktan korkar, insan içine çıkmaz. Ne isterler ki bu garibandan?
Kimse ne bir şey görmüştü ne duymuştu. Bu durum en az mahallelinin sırra kadem basması kadar tuhaftı. Kasabın önünde Ziya’nın kankası Kadri ile karşılaştık. O da Ziya’yı arıyordu.
“Hoca’m Ziya ile planlarımız vardı. Birlikte işe girecek ekmeğimizi kazanacaktık.”
Bunu duyan Murtaza şaşkınlığını gizleyemedi. “Yalan konuşma lan, kim alır sizi işe?” diyerek gülünce Kadri’nin dudakları titredi, sıktığı tüm dişleri ortaya çıktı. Ben olmasam kavga çıkarırdı ama saygısından yerinden kımıldamadı. Sadece bana açıklama yapmak için Murtaza’ya arkasını döndü.
“Ziya ayarlamıştı. Fabrikaya girecektik. Bekçiye ihtiyaç varmış. Helalinden ekmeğimizi kazanacaktık Hoca’m. Ziya bu fırsatı tepmez.”
“Haklısın evladım, tepmez. Biz de bakınıyoruz. Bir haber alırsak sana da haber ederiz. Allah’a emanet ol!”
Kadri’den ayrılınca Murtaza’ya nasihat ettim biraz: “Bak bu dediğimi unutma, insanoğlu şekilcidir Murtaza, dış görünüşe gereğinden fazla değer verir. Çirkinsen, hele Ziya gibi zamanında birileri façanı bozmuşsa kimse seni kapısına yanaştırmaz. Bir lokma ekmeği esirger. Ziya iri yarı tipinden, yüzündeki o koca izden dolayı ürkütücü görünür ama kalbi pırlanta gibidir. Biraz sevgi gördüğünde canını iste canını verir, öyle bir çocuktur. Onu hırçınlaştıran açlık, sevgisizlik ve amaçsızlık be evladım. Amaçsızlık ve sevgisizlik herkesi hırçınlaştırır, yabanileştirir.”
Konuşmaya dalmış yürürken kahvehanenin önünden ikinci kez geçtiğimizi fark ettim. Kahvehane her zamankinden doluydu. “Dur ve içeriye bir bak Murtaza,” dedim. “Sen ömründe burayı hiç böyle görmüş müydün? İnsanlar işsiz, insanlar aç. Toplumdaki öfke de bu yüzden her geçen gün daha fazla büyümekte. Hepimiz bu öfkeden nasibimizi alıyoruz.”
Ben ne anlatırsam anlatayım Murtaza yine aynı Murtaza’ydı. “Yalan Hoca’m, yalan. Kimse işe almaz onları,” dedi. Kıt aklı iki sokak geriden takip ediyordu bizi. Daha fazla yormadım kendimi, evime döneceğimi söyleyip ayrıldım ondan.
Salkım Sokak otuz üç numaranın ışıkları sönmüştü. Evin hanımı erken uyur, pek sohbet etmez benimle. Ama bilirim sever beni. Yemeğimi, ihtiyaçlarımı ihmal etmez. İki yaşlı geçinip gidiyoruz yıllardır. Benim için ayrılan yemek buz gibi olmuştu. Belli ki eve geç döndüğüm için ceza almıştım. Kapının önündeki yayları bozuk sedire kıvrılıverdim.
Lüks apartmanların birer ikişer yükseldiği batı tarafın süslü, havalı sakinleri bize bulaşmaz biz de onlara pek yanaşmayız. Doğu yakanın gariban sakinleri olarak da birbirimizi kollarız. O haftanın sonunda doğu yakada kayıp sayısı sekiz olmuştu. Bizim tayfa artık kayıpların iyiden iyiye farkındaydı.
Pazar gecesi, insanları tedirgin etmek istemediğimizden sokaklar sakinleşinceye kadar bekledik, sonra kahvehanenin önünde toplandık. Herkes gözümün içine bakıyor, nefes sesleri dışında hiçbirinden çıt çıkmıyordu. En sonunda mahallenin en iri yarı ve en aceleci delikanlısı Sarı Bekir sessizliğime dayanamadı, “Bu işi çözmek gerek,” diye homurdandı. Ondan cesaret alanların homurtuları peş peşe geldi. Ne yapmalı, kime haber vermeli soruları havada uçuşmaya başladı. Zayıflıktan tüm kemikleri sayılan, minicik boyuna tezat iri gözleri yüzünden mahallelinin Boncuk adını taktığı ve gerçek adını kimsenin hatırlamadığı delikanlı da sesini duyurmaya çalışıyordu: “Ne oluyorsa geceleri oluyor. Sokaklara nöbetçi mi diksek?” Kimse onu duymuyor, duysa da kale almadığından söylediğini önemsemiyordu. Sarı Bekir, “En iyisi aramızda sıraya koyalım, mahallede nöbet tutalım,” deyince herkes onu alkışladı. Boncuk’un boynu büküldü, “İlk nöbeti ben tutarım,” dediğini yine kimseye duyuramadı.
Bir süre daha sessizce onları dinledim. Son karar mercii olduğuma inanan bakışlar yeniden bana çevrildiğinde, “Boncuk haklı, ne oluyorsa geceleri oluyor. Mahallede her yer dükkân. Çoğu, gece ondan önce kapanmıyor. Kahvehane derseniz kapanması on ikiyi buluyor. Herkes on ikiye kadar uykusunu alsın. Ya da…” dedim Boncuk’a bakıp göz kırptım. “Sıraya dizelim, her gece ikişer kişiden oluşan üç ekip mahallede dolaşsın. Ben Boncuk’la ekip olurum.”
Bizim tıfıl bu sözüme çok sevindi, gururlandı. Hem onun fikrine uymuş hem de seçimimi ondan yana yapmıştım.
Sonraki iki gece sokaklar her zamanki gibiydi. Nöbette bir vukuata rastlanmadı, yeni kayıp vakaları yaşanmadı. Ancak mahalleye dönen de olmadı. Aynur’un işe yaramaz kocası anasız kalan bebeleri umursamayınca yavrucuklara mahalleli sahip çıktı.
Çarşamba gecesi nöbet sırası bende değildi. Bizim evin hanımı kemik suyuna çorba yapmış, bir kâse de benim önüme koyarken “Evlatlarım da gelip gitmez oldu. Birbirimize kaldık iyice. Kocadık da… Hangimiz daha önce canını teslim eder acaba?” dedi. Gözleri dolmuştu. Teselli etmek için biraz yanına sokulayım dedim, oralı olmadı. Alışkınım huyuna; dokunmak, dokunulmak ona göre değildir. O, yatar yatmaz uykuya daldı ama beni uyku tutmadı. Gençler ne yapıyor diye bir bakayım dedim.
Mahallenin doğu yakasındaki üç sokakta üç ayrı ekip devriye atıyordu. Bir süre gizliden takibe aldım çocukları. Tam da tembihlediğim üzere ekipler işi sıkı tutuyordu. Beni fark eden Sarı Bekir “Hoca’m neden uyumadınız? Bugün sizin gününüz değildi,” dedi.
“Olsun, uyku tutmuyor, laflarız biraz.”
Sarı Bekir’e eşlik eden Kadri’ye dönüp “Fabrika işi ne oldu?” diye sordum.
“Adamlar Ziya’yı tanıyor, beni bilmiyorlar Hoca’m. Ziya olmadan gitsem kovalarlar beni.”
“Hayırlısı olsun,” dedim. Ülkenin ekonomisinden, mülteci sorunundan başlayıp barınma sorununa kadar epey konudan konuştuk. “Haydi, biz unumuzu eledik, eleğimizi astık da yeni gelen nesiller için endişeliyim. Doğanın dengesi fazlaca bozuldu,” deyip sustum. Gençler başını sallayıp beni onaylıyorlardı ama anladıklarından emin değildim. Bir süre sessizce dolaştık. Salkım Sokak ile Nergis Sokak’ın kesiştiği köşeye yaklaşmıştık. Müteahhitlerin kapışmacasına direnen son bahçeli ev bu köşedeydi. Orayı da kaybedersek bütün doğu yakayı kaybedecekmişiz, bir hastalık gibi bünyemize yayılacak çok katlı binaların arasında yok olup gidecekmişiz gibi hepimizin gözü o bahçeli evdeydi. Evin sahibi Almanya’da yaşıyor, baba ocağını son nefesine kadar koruyacağına yeminler ediyordu. O evin önünde oturmuş soluklanan ikinci ekiple selamlaştık. Dönüş yolunu yarılamıştık ki ikinci ekipten sesler yükseldi. Hem de öyle böyle sesler değil, sokakta yankılanan inlemeler.
Sarı Bekir ve Kadri hemen atıldılar. Malum yaşlılık onlar kadar hızlı koşamıyordum, arayı açtılar. Koşacak dermanım kalmamıştı, hızlı adımlarla yürümeye başladım. Sonra sesler birden kesildi. Büyük bir aracın motor sesi bana yaklaştı, kısa süre sonra farları gözümü aldı. Bir ağacın ardına saklandım. Araç yanımdan geçip gittikten sonra Sarı Bekir de sindiği köşeden önüme çıkıverdi.
“Hoca’m aldılar… Hepsini aldılar. Kadri, Ateş, Efe… Üçünü de, ben zor kaçtım ellerinden,” dedi nefes nefese.
Ne olup bittiğini anlayamadım. Her şey birkaç saniye içinde yaşanmıştı. “Kim?” diye sorabildim sadece. Sorduğum anda kafamda bir ses kamyonetin bu işle ilgisi olduğunu haykırıyordu.
“Birkaç adam vardı, sayamadım kaç kişiydiler. Bizimkileri karga tulumba topladılar ve kamyonete attılar.”
Biz konuşurken üçüncü ekiptekiler yanımıza gelmişti. Onların sesleri uyanık birkaç arkadaşın daha toplanmasına neden oldu. Her kafadan bir ses çıkıyordu yine.
“Polise bildirsek? Bir iki tanıdık polis var,” dedi Murtaza. Yıllar önce bir ekip arabası mahallemizin ufaklıklarından birini ezdi de ceza almadılar bile. O günden beri polis dendi mi bizim mahallelinin tüyleri diken diken olur. Çöp toplayıcıları, kargocular, bir de polislere gıcıklanan tayfadan hemen itirazlar geldi.
“Hoca’m ne istiyorlar bizden? Birilerinden yardım istemek şart.”
“Güzel kızım isteyelim istemesine de derdimizi kime anlatabiliriz? Kim anlar bizim gibi garibanların dilinden?”
“Haklısın Hoca’m, insanlar bizi ne zaman umursadılar ki şimdi umursasınlar?”
“Yine de öyle deme evladım, gariban olabiliriz de kimsesiz değiliz. Yukarıda Allah var, o en iyisini bilir.”
“Anlayamadığım ve anlaşılamadığım bir evrende yaşamaya daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum Hoca’m. İnsanlık nereye gidiyor böyle? Eskiden birbirimize güvenirdik. Dostluk vardı, sevgi ve saygı vardı. Şimdi vahşi bir hayatın içindeyiz. Yaşamaktan zevk almıyorum artık. Keşke Kadri yerine beni alsalardı. Tüm dünya üzerime üzerime geliyor,” dedi Filozof. Herkes başını sallayıp ona hak verdi.
Filozof’un sebep olduğu duygusallığı bozan Rıfkı’nın “Bu kaçırma olayını yıllar önce başkalarından duymuştum. Böyle bizim gibi sahipsizleri toplayıp deneylerde kullanan birileri varmış,” sözü üzerine mahallenin en zarif mizaçlısı Peri’den küçük bir çığlık koptu. “Nasıl yani? Fareler gibi mi?”
“Evet,” dedi Rıfkı. “Tıpkı farelere ve maymunlara yaptıkları gibi. İşleri bitince de öldürüyorlar.”
Peri korkudan titremeye, inlemeye başlamıştı. Bir baş işaretiyle onu uzaklaştırmalarını söyledim bizimkilere. Kimse kusura bakmasın, cinsiyetçilik yapıyorsun demesin ama maalesef bazı kadınlar böyle olaylarda, ölümlerde, hatta düğünlerde fazlasıyla yaygaracı olabiliyorlar. O an ihtiyacımız olan şey yaygara değil, bu kaçırılma olayının sebebini ve yapanın kim olduğunu bulmaktı.
“Dağılalım çocuklar. Herkes yuvasına dönsün. Sokaklar tekin değil, birinizi daha kaybetmek istemiyorum,” dedim.
“Arkadaşlarımız için bir şey yapmayacak mıyız Hoca? Sen kocamış olabilirsin, bizim kanımız deli akıyor daha. Dağıtırız bu mahalleyi de tüm şehri de.”
Sırtını kamburlaştırmış bana diklenen Ateş’in ağabeyiydi. Şimdi orta yaşlarına gelmiş, bebeliğini bildiğim bu kabadayının her zaman çabuk öfkelenen ve düşünmeden hareket eden bir mizacı olmuştur. Normal şartlarda güler geçerim ama o anda gülüp geçmek olmazdı. Mahalleli dağılmaya, başına buyruk davranmaya başlarsa onları yeniden hizaya sokmak epey zaman alırdı. Suratının ortasına çaktım bir iki tane.
“Kendine gel bebe! Otur oturduğun yerde, bir yolunu bulacağız elbette. Ama sağa sola saldırarak olmaz bu işler. Varsa aklını kullanacaksın, yoksa susup oturacak, aklı olanın yolundan gideceksin. Haddini bil köpek!”
Genelde mülayim yüzümü görmeye alışkın mahalleli buz kesti. Kolay kolay nezaketten ödün vermezdim. Kuyruğuma basan olursa da… Neyse. Ateş’in ağabeyi süt dökmüş kediye döndü. Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp evinin yolunu tuttu. O sinince diğerleri de sessizce dağıldılar.
Birkaç gün mahallede tam bir cenaze havası hâkimdi. Herkes birbirini yokluyor, özellikle geceleri teyakkuza geçiliyordu. Mahalleye yabancı köpek bile sokmaz olmuştuk. Gençler devriyeyi artırmış mahalleyi korurken ben de arka mahalleleri dolaşmaya karar verdim. Eski ahbaplarla hasbihal edip durumlarını sordum. Herkeste tedirginlik hâkimdi. Kırlangıç Sokak etraftaki en muhkem sokaktı. Sözleştiğimiz üzere akşam saatlerinde bu sokağın en hatırı sayılan büyüğü Koca Dursun’la buluştuk.
“Bizde sizdekinden fazla kayıp var. Yetkililere ulaşmaya çalıştık ama elimiz boş kaldı. İnsanlara, hele de yetkililere sesimizi duyurmak zor, sen de biliyorsun.”
“Haklısın,” dedim. “İnsanların çoğu artık bizi sokak serserisi olarak görüyor. Güç elinde değilse ezilmeye mahkûm oluyorsun. Sanki aramızda hiç iyi yok da hepimiz kötülük saçmaya meyilliyiz sanıyorlar.”
“Toplum iyice kutuplaştı. Bizim çocuklar çok korkuyor Hoca,” dedi yaşlılıktan iyice sertleşmiş tırnaklarıyla başını kaşıyarak. “Bazı duyumlar aldık. Şahitler var,” diye ekledi. Anlattıklarını ağzım açık dinledim. Arkası kapalı bir araç sokak sokak dolaşıp bazen zorla bazen çeşitli vasıtalarla kandırarak önüne geleni topluyordu. Toplananların götürüldüğü yer bizim semte yakındı. Tel örgülerle çevrili bu alanda ne yapıldığı ise hâlâ meçhuldü. Koca Dursun mekânı bir süredir gözlediklerini içeri girmenin bir yolunu bulduklarını anlatmıştı. Hatta aracın hangi günlerde geldiğini bile tespit etmişlerdi.
“Çok organize bir iş bu. Sağlam bir yerlerden destek almasalar asla bu kadarına cesaret edemezler. ‘Haksız güç zalim, güçsüz hak çaresizdir.’ der Pascal. Buradaki zalimlik elbet bir gün karşılığını bulur. Belki bu dünyada belki diğerinde…” dedim.
Söylediklerim karşısında bir süre susan Koca Dursun, “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette,” diye karşılık verdi. Hasan Hüseyin Korkmazgil’i tanımadığına, bu sözleri sadece kulağına çalınan şarkıdan arakladığına emin olduğum Koca Dursun’un kendi mahallesiyle ilgili bir planı vardı.
İlk iş bizim mahalledekileri toplayıp planı anlattım. Aynı planı, aynı gece bizim mahallede de uygulamaya karar verdik. Rıfkı, Boncuk ve Sarı Bekir operasyonda yer almak için gönüllü oldular. Filozof ısrarla yem olarak kendini öne sürdü ama kabul etmedim. “Kimse karşı çıkmasın yem ben olacağım. Sizin kadar iyi takip yapamam. Duvarlardan atlamak, hızlı koşmak gerekirse siz benden daha iyisini yaparsınız.”
“Hoca’m sen bizim büyüğümüzsün, mahallenin ileri gelen aklı sensin. Seni nasıl riske atarız?” Filozof’un bu sözleri üzerine gözlerim doldu. Yaşlandıkça daha sulu göz olursun, derlerdi de inanmazdım.
“Canım önce Allah’a sonra size emanet işte.”
Planı devreye sokacağımız günün sabahında zaman geçmek bilmedi. Ne olur ne olmaz, gitmek var belki dönmek yok diye düşünüp bizim hanımla onu korkutmadan vedalaşmaya çalıştım. Bir yanım çilekeş kadını çocuklarının yaptığı gibi yapayalnız bırakma ihtimalinden çekiniyor, gitmek istemiyordu. Diğer yanım ise mahallenin büyüğü olarak hepsini korumanın benim görevim olduğunu fısıldıyordu. Akşam olduğunda dönüp son kez evime baktım.
Gençler önceden belirlediğimiz noktalarda pusuya yatmış malum aracın görünmesini bekliyorlardı. Ben araç yolu üzerinde volta atıyordum. Aracın homurtusu duyulup farları yolu aydınlatınca yolun ortasında durdum. Beni fark eden sürücü de aracı durdurdu. Araçtan inen iri yarı iki adama direnir gibi yaptım ama aslında direnmedim. Beni kasaya bırakıp kapıyı üzerime kapatana kadar içeriye sızan ışıkta yardımıyla bir şeyler görebilmeyi ummuştum ancak araç boştu. Karanlıkta ses duyabilmek için kulaklarımı dört açtım. Kısa süre sonra araç diğer mahallenin pususuna düştü. İçeriye konan Koca Dursun’u daha fazla hırpalamışlardı.
“Sen de gençlere kıyamamışsın. Yaralı mısın?” diye sordum. Değildi ama nefesi daralmış, hırıltılı çıkıyordu. Araç dört kez sağa, ardından iki kez sola, sonra yeniden sağa döndü. Bunu saymamın anlamsız olduğunu bilmeme rağmen bu dönüşlere dikkat kesilmek beni zinde tutmuştu. Aracın asfalt yoldan ayrıldığını hissettiren sarsıntılar nedeniyle midem bulanıyordu. Bizimkilerin aracı takip ettiklerinden emindim. Durduğu anda hepsi birden saldırıya geçecek bizi kurtaracaklardı. Bizden öncekileri de kurtaracaktık.
Plan bir noktaya kadar tıkır tıkır işledi. Araç durunca adamlar, kapıyı açtılar. Aynı anda önceden mekâna yerleştirdiğimiz arkadaşlar saklandıkları yerden ileriye fırladılar. Aracı takip edenler de kısa sürede onlara yetiştiler. Çevrelerinin sarıldığını fark eden adamlar önce bir şaşkınlık yaşadı, biri silahına atıldı. Ancak ateşleyemeden Rıfkı adamı yere indirdi. Diğer çocuklar da öbürlerini etkisiz hâle getirmişlerdi. Filozof tesisin ana kapısını açmaya çalışırken sessizlik dikkatimi çekti. Kapıyı açmak zor oldu. En zoru da içeride bizi neyin beklediğini bilmemekti.
“Bu sessizlik hayra alamet değil.”
“Haklısın Hoca’m. Yanlış yere mi geldik acaba?” dedi Boncuk. Tesisin karanlık koridorlarında dolaşırken doğru yerde olduğumuzu anlamıştım. Her yerde kafesler vardı ancak içleri boştu. Tesisin arka kapısından çıktığımız anda acı gerçekle burun buruna geldik. Toprak yığınları ve ağır bir koku… Kimi yeni kazılmış kimi toprakla yeni örtülmüş çukurlar… Hepsi ölmüştü. Henüz gömülmemiş cansız bedenler üst üste yığılmıştı. Kadri’nin boynu kırılmış, vücudu yere biçimsiz bir şekilde uzanmıştı. Onun altındaki bedenlerin arasında Aynur’u gördüm. Ağzından gelen köpüklerden yeni öldüğünü anladım. Dünyanın en vahşi hayvanı tarafından katledilmiş onlarca can…
Arkadaşlarımızı kurtaracağımızı umarken arkamızda silah sesleri yankılandı. Ne olup bittiğini anlayamadan adamlar bahçeye daldılar. Hızla yakınımdaki bir varilin arkasına sindim. Atılan ilk kurşunu Koca Dursun yedi. Saniyeler içinde Filozof da yere devrildi. Rıfkı kaçmaya çalışırken bacağından vuruldu. Boncuk hemen yanı başıma kanlar içinde yıkıldı. Diğerlerinin çığlıkları geceyi yırtıyordu. Semtimin evlatları gözümün önünde birer ikişer ölürken ben de kendi ölümümü bekledim, olmadı. Canımı nasıl kurtardım bilmiyorum, ancak ellerinden kaçmayı başardım.
Mahalle kahvehanesine güneş yavaş yavaş yükselirken ulaştım. Çıraktan su istedim. Kahvehane sahibi elindeki gazeteyi bir kenara bırakıp başımı okşadı. “Sokak köpeklerine ötenaziyi öngören yasa teklifi kabul edilmiş. Şimdi önüne gelen hayvanları katletme hakkını kendinde bulacak dostum,” dedi. “Başladılar bile. Ne yaşadığımızı bir biz biliriz,” diyemedim. Desem de anlamayacaktı zaten. İnsanın iyisi de var kötüsü de, biliyorum ancak kendini en üstün tür sayan insanoğlu bu dünyanın kanserli hücresinden başka bir şey değil aslında.