Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

GENCOY SÜMER’İN HAVUZ PROBLEMİ HİKAYESİ ÜZERİNE BİR OKUMA DENEMESİ

Diğer Yazılar

Bülent Tunga Yılmaz
Bülent Tunga Yılmaz
1975 yılında Samsun’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi, sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı. Weitz Center for Sustainable Development’dan Yerel Kalkınma ve Kamu Yönetimi konusunda diploması bulunuyor. Çalışmaları ağırlıklı olarak AB-Türkiye İlişkileri, toplumsal araştırma, akademi-endüstri ilişkileri ve proje yönetimi alanında yoğunlaşan Yılmaz evli ve Kerem isminde bir çocuk babasıdır. Aİlesiyle birlikte Dubai’de ikamet etmektedir.

Havuz Problemi, Gencoy Sümer’in Dedektif Dergi’nin 53. sayısında yayınlanmış bir kısa hikayesi. Odağında mirasına konmak için amcasını öldürmeyi planlayan genç bir adamın ve romanları çok satan ünlü bir polisiye roman yazarı olan amcasının olduğu yapıt yapısı açısından düz; üslup açısından sade, kolay okunan ve rahat bir tarzda kaleme alınmış. Öte yandan bu özelliklerine karşın Sümer’in ustaca satır aralarına yerleştirdiği detaylarla dikkatli ve okuduğu metinde görünenin ötesinde anlamlar arayan okuyucular için zengin ve geniş bir bağlam sunuyor.

Ben bu yazıda Sümer’in Havuz Problemi başlıklı kısa hikayesine dair öznel bir okuma denemesi yapmayı ve bunu yaparken de metnin farklı bağlamlarla ilişkisini psikolojik, ekonomi-politik ve yer yer yüzeysel de olsa semiyolojik perspektifler üzerinden ortaya koymayı hedefliyorum.

Okuma denemesine başlamadan önce kısa bir teorik açıklama yapmak isterim. Her okuma aynı zamanda bir yorumlamadır ve okuyanın/yorumlayanın zihin dünyası, kişisel tarihi ve hatta okumayı ne zaman ve nerede yaptığına göre değişiklik gösterebilir. Öte yandan Umberto Eco, Yorum-Aşırı Yorum başlıklı yapıtında[1] bir metnin birçok anlamı taşıyabileceğini ama bu anlamların her birinin doğru olamayacağını; keza bu anlamların  metnin niyetinde bulunamayabileceğini ifade eder. Dolayısıyla da her yorum doğru veya en azından ‘kabul edilebilir’ olmayabilir. Mesela bu yazıdaki yorumlarımın tamamına Gencoy Sümer katılmayabilir; benim bu yazıda yaptığım yorumlardaki anlamları ifade etmek istemediğini söyleyebilir ki sonuna kadar da haklıdır. Öte yandan bir metin yayınlandıktan sonra artık yazarının kontrolünden çıkmıştır. Yazar her bir okuyucuya metinde ne demek istediğini anlatamayacağına göre (kendi metinleri hakkında yaptıkları konuşmalar veya yazdıkları okuyucuyu belirli bir yere kadar yönlendirse bile okuma eylemine giriştiği andan itibaren bu sözler okuyucunun bir kulağından girip öbür kulağından çıkar) artık metin okuyucunun insiyatifine ve merhametine kalmıştır.

Ben okuma eyleminin ve bir metin ile okuyucu olarak kurduğumuz ilişkinin –özellikle de söz konusu olan bir kurmaca yapıtsa; üzerinde akademik çalışma yapmadığımız ve dolayısıyla da belirli bir teorinin ve bilimsel/akademik bir çalışmanın gerektirdiği kurallar bütünün çerçevesi içine yerleştirme zorunluğu olmadığı durumlarda– alabildiğine öznel bir süreç olduğuna inanırım. Bu noktada okuyucunun metnin yaptığı çağrışımlar aracılığıyla hissettirdikleri ve düşündürdükleri doğrultusunda alabildiğine özgür olması gerektiğini düşünürüm. Bu olanağı  okuyucuya sunabilme potansiyeline sahip olmayı da bir metnin hem zenginliği hem de erdemi olarak kabul ederim. Dolayısıyla da üstat Sümer’den yaptığım ‘aşırı yorumlar’ içinde katılmadıkları, hatta rahatsız oldukları varsa şimdiden af diliyor; bunları bir okuyucusunun ‘okuyucu özgürlüğünün şımarlıklığına’ vermesini istiyorum. 

Bu girişin ardından asıl konumuza, yani Havuz Problemi’ne gelirsek…

Hikayenin ilk çekici unsuru bence iki ana karakterden biri olan amca Feridun Uysal’ın ünlü bir polisiye yazarı olması. Bir polisiye yazarının hikayesinde ana karakterden birini bir polisiye yazarı yapması ‘kendine referans’ durumuyla karşı karşıya mıyız sorusunu sormamıza yol açıyor. Kısaca sanatçının yapıtında kendine ve/veya yapıtlarına gönderme yapması olarak tanımlanabilecek olan bu kavram elbette Sümer’in doğrudan Feridun Uysal üzerinden kendini ve yapıtlarını anlattığı; okuyucunun onunla kendisi arasında doğrudan veya dolaylı bir ilişki kurmasını hedeflediği anlamına gelmiyor. Diğer yandan bir polisiye roman yazarının hikayenin merkezinde yer alması Sümer’e polisiye yazarlığına ve polisiye edebiyata bakışına dair bazı göndermeler/açıklamalar yapması için olanak sağlıyor. Örneğin Feridun Uysal yeğeni ile tartışırken onun “Kitapların yok satıyor. Geçen gün kitapçıda gördüm. Son romanın iki yılda altıncı baskısını yapmış,”sözleri üzerine şöyle diyor:

“Hey Allah’ım. Bu ülkede roman yazarak para kazanıldığını zanneden bir avanak da bu!(…)Türkiye’de yazdığın kitap satılır ama sen para kazanamazsın evlat. Burası Amerika değil.”

Konuyla ilgili olarak Feridun Uysal hikayenin sonuna doğru şunları söylüyor:

“Ünlü yazar olunca zengin olmuyorsun evladım. Bu işin kaymağını yiyen bir iki yazar var. Diğerleri, yani benim gibiler, ağızlarıyla kuş tutsalar onlar kadar kazanamıyor.”

Sümer, bu noktada Feridun Uysal’ın ağzından Türkiye’deki polisiye edebiyat yayıncılığının ve yazarlığının ekonomi-politikasına gönderme yapıyor. Sümer kendine referans olgusunu post-modern olarak nitelendirilebilecek bazı anlatılarda olduğu gibi kurmacanın üslupsal bir öğesi olarak değil kendisinin de içinde bulunduğu bir alanın ‘iktisadi gerçekliğine’ dair bir saptama yapmak amacıyla kullanıyor. Bana göre edebi anlatıya uygun olmayan bir şekilde; doğrudan bilgi vermek amacıyla yapıldığında metin içinde sırıtabilecek ve okuyucuyu rahatsız edebilecek olan bir yaklaşım Sümer’in ustaca, konunun kendi bağlamına uygun bir biçimde kullanmasıyla okuyucuyu ana konudan koparmadan polisiye edebiyatın ekonomi-politiği hakkında bilgi sahibi yapıyor.

Sümer metinde polisiye edebiyat tarihine de doğrudan gönderme yaparak hem okuyucusuna bazı hatırlatmalar yapıyor hem de konu hakkında çok da bilgili olmayan okuyucuda merak uyandırıyor. Bence bu göndermelerle aynı zamanda kendi metnini  de hissettirmeden sözünü ettiği edebiyat tarihinin bir parçası haline getiriyor.  Metindeki en belirgin gönderme olan, tiyatro tarihinin en uzun süre ve en fazla sahnelenen oyunu Agatha Christie’nin Fare Kapanı’nı (The Mousetrap) ve hikayenin bir başka öğesi olan sigorta dolandırıcılığı olgusunu bu bağlamda okumak/değerlendirmek mümkün. Türlü şekillerde polisiye, suç ve ‘noir’ edebiyatında ve filmlerde işlenmiş bir tema olan sigorta dolandırıcılığı Sümer’in yapıtında bir metinler-arasılık ortaya koymasa da genel anlamda bu temaya sahip yapıtlara uzaktan da olsa bir selam gönderiyor; konularından ve içeriklerinden bağımsız olarak Double Indemnity (1946), Sleuth (1972) veya The Postman Always Rings Twice (1946 ve 1981) gibi filmleri akla getiriyor.

Hikayenin arka planında Türkiye’de, ailenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel kökeninden bağımsız olarak miras-servet-finansal ilişkilerle şekillenen aile ve akrabalık ilişkileri yer alıyor. Bazı Yeşilçam filmlerine de konu olan zengin ama cimri ve kötü amca/hala/dayı ile onun tek varisi olan ve yaşamını bir mirasyedi olarak aylaklıkla geçirmeye çalışan yeğen arasındaki sorunlu ilişki klişesini bu hikayede de görüyoruz. Öte yandan her klişe bir gerçekten doğduğu prensibinden hareketle miras ve servet meselesi gerek gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde gerekse son dönemde çok yaygın olan ‘reality-show’ televizyon programlarında sık görülen bir akraba cinayet nedeni olarak göze çarpıyor. Çok baskın olmasa da metindeki bu vurgu hikayenin sosyo-ekonomik bağlamını oluşturuyor.

Hikayenin anlatı yapısının özelliklerine geldiğimizde ilk göze çarpan Sümer’in metninin  düz ve okuyucunun içine kolaylıkla girebileceği bir üsluba ve anlatı yapısına sahip olduğu.

Öte yandan her ne kadar metin postmodern edebiyatın oyun-kurmaca boyutları içinde değerlendirilebilecek kadar karmaşık ve oyunlarla örülü olmasa da onu postmodern anlatının sınırlarına yaklaştıran bir öğeyi barındırıyor içinde: Havuz ve cinayet.

Hikayede yeğen Haldun amcası Feridun Uysal’ı öldürmek için onu havuza atma fikrini amcasının Havuzdaki Ceset romanından aldığını ifade eder. Bir başka deyişle Havuz Problemi hikayesi Havuzdaki Cinayet başlıklı hayali bir romandan esinlenilerek işlenmeye çalışılan bir cinayeti konu almaktadır. Sümer’in bu noktada hikayesine doğrudan Havuzda Cinayet adını vermemesi yapıtı postmodern anlatının sınırlarında dolaştırıp sonrasında uzaklaştırırken aynı zamanda bir polisiye yazar olarak ustalığını da ortaya koyar: Yapıtının hikayesini çok boyutlu hale getirmek ve okuyucunun zihninde daha kolay bir çağrışım yapmasını sağlamak amacıyla havuz temasını koruyarak onunla ilgili bir başka olguyu, havuz problemini devreye sokar.

Havuz problemleri matematik derslerinin adeta günlük yaşamda deyim haline gelmiş en bilinen konularından biridir. Özünde analitik düşünmeyi geliştirmeyi; zihni analiz ve sentez yapmaya zorlamayı hedefleyen ve aslında basit formüller/düzeneklerle çözümü göründüğünden daha kolay olan havuz problemleri pek çok öğrencinin matematik derslerindeki korkulu rüyasıdır. Dolayısıyla daha hikayenin ismini görür görmez okuyucunun zihninde söz konusu hikayenin karmaşık bir yapıya/konuya sahip olduğu ve içinde zekice unsurlar barındırdığına dair düşünceler belirir; bir polisiye hikaye ile havuz problemleri arasında ne gibi bir ilişki olduğuna dair merak da okuyucunun hevesini attıran bir unsur haline gelir.

Sümer zeki ve ustaca bir seçimle hikayesini havuz problemlerinin yukarıda sözünü ettiğim özellikleri üzerine kuruyor. Yeğen Haldun’un pek de zeki biri olmadığını bu seçimiyle daha kolay anlatıyor okuyucuya; ama asıl olarak havuz problemleri bizi, yani okuyucuyu hikayenin sürprizli sonuna hazırlıyor ve hikayesini amiyane tabirle okuyucuyu ters köşe yaparak bitirmesini sağlıyor. Okulda başına bela olan havuz problemi -dolayısıyla havuz- gerçek hayatta da ona sorun çıkarıyor ama bir farkla; bu kez etkisi yaşamsal oluyor.

Yazımı bitirmeden hikayede dikkatimi çeken bir hususa daha değinmek istiyorum. Sümer, Haldun’un arabası olarak kırmızı bir Jaguar seçer. Kırmızı gösterişin, cafcafın rengi olarak Haldun gibi bir karakter için uygun seçim olarak gözüküyor; ama marka olarak Jaguar seçimi üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Sümer, Haldun için Mercedes, BMW veya daha bilinen, lüks bir spor araba seçmiyor da ona hikayede bir Jaguar kullandırıyor?

Jaguar dünya üzerinde lüks arabalar içinde özellikle zarafet, şıklık, güç ve hız ile özdeşleşen bir marka olarak bilinir. Benim de en sevdiğim otomobil markası olan Jaguar’ı kullanan birini gördüğümde onun sadece varsıl değil aynı zamanda ince zevkleri olan biri olduğunu düşünürüm. Elbette istisnalar olabilir ve Haldun örneğini de bu istisnalardan biri olarak değerlendirmek pekala mümkündür. Şahsen Haldun gibi birinin Jaguar kullanması beklemem. Öte yandan bu gibi tercihlerin olmadıkları biri gibi görünmek isteyen kişilerin kullandıkları bir yöntem olduğu düşünülebilir. Örneğin ince ve zarif olmayan birinin dışarıya öyle bir imaj vermek için Jaguar kullanması pekala mümkündür. Ben Haldun’un durumunun da böyle olduğunu düşünüyorum. Bu noktada Eco’nun sözünü ettiği aşırı-yorum yapma riskini alarak Sümer’in Haldun’un karakter özelliklerini okuyucuya hissettirmek amacıyla böyle bir ayrıntıyı hikayesine eklediğine inanıyorum. Bir de Sümer’in İngiltere’de yaşıyor olmasının bir İngiliz arabasını (gerçi Hint Tata grubu satın aldı ama Jaguar, Rolls-Royce ile birlikte İngiliz otomobil tarihinin ve belleğinin ve hatta mitolojisinin hala en önemli iki markasından biridir) seçmesinde bir etkisi var mıdır; düşünmeye değer.

Tüm karakterlerin kötü ve sahtekar olduğu hikaye bize genel olarak karamsar bir tablo sunar. Buna rağmen bence Sümer’in yapıtının zekice kurgusuyla birlikte en büyük erdemini oluşturan ve satır aralarından sezilen incelikli ironik üslubu bu karamsarlığı yumuşatıyor. Bu ironinin oluşmasında Sümer’in adeta gözümüzde canlandıracağımız kadar kanlı/canlı bir şekilde yaratmayı başardığı karakterlerin etkisinin de altını ayrıca çizmeliyiz.


[1] Çalışma Eco’nun 1990’da Cambridge Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Tanner Konferansları’nda verdiği seminerlere dayanır. Umberto Eco, ‘Yorum ve Aşırı Yorum’, çev. Kemal Atalay, Can Yayınları, 1996.

En Son Yazılar