“Dört Eylül Anaokulu yanında, üzüm bağında çamura gömülü erkek cesedi. Tekrar ediyorum, Dört Eylül Anaokulu…”
On bir senedir merdiven altında gizlenen polis telsizi, o gece tıpkı çocukluk yıllarımdaki gibi mutfak masası üzerinde cızırdıyordu. İlçe emniyet müdürünün ısrarcı aramalarından sonra ortaya çıkmıştı. Yeşil ışıklı ekranı daha dün silinmiş gibi parlıyordu.
Telsize bir şeyler söyledikten sonra silahını beline geçirdi babam. Evden çıkmadan önce kapının önünde duraksadı. Bir eli kapıda, gözlerini bana dikti. “Bu iş bitene kadar ortalıkta dolaşmayacaksın,” dedi.
“Tamam,” dedim. “Evden çıkmam.”
“Üstünün çamurunu da temizle.”
Meslekten ihraç edildiğinden beri ilk kez belinde bir silahla dışarıya çıktığını görüyordum. Tabancasına el koyulduğu günün akşamı birkaç saatliğine bir dağ köyüne gitmiş, eve yepyeni bir silahla dönmüştü. Silahının ruhsatlı olup olmadığını bile bilmiyordum.
Babamı operasyona gider gibi tam teçhizatlı görünce içimde tanıdık bir rüzgâr esti. Ensemdeki tüylerin diken diken olduğunu hissettim. Bahçe kapısı açılıyordu. Balkona koşturdum.
“Baba!” diye seslendim aşağıya sarkarak. Kafasını kaldırdı. Söyleyecek bir şeyim yoktu aslında. Balkonun soğuğunda öylece kalakaldım. Aklımı okumuş gibi sert bir hareketle kafasını salladı babam. Arabaya binip, on bir senedir yanından geçmediği polis karakoluna doğru yola koyuldu.
Bozdağ tarafından şehrin üzerine sert bir rüzgâr iniyordu. Sırtımın teri saniyeler içinde kurudu. İçeriye girdim. Bağ arasında yatan cesedin katili sanki balkonda saklanıyormuş gibi bütün kilitlerini geçirdim kapının. Biraz soluklanmak için mutfak masasına oturdum. Başımın ağrısını da o an hissettim. Uyusam rahatlayacaktım, fakat geçirdiğim akşamdan sonra gözlerimi kapatmak bile gelmiyordu içimden. Yeniden ayaklanarak ecza dolabından bir ağrı kesici aldım. Boğazım hâlâ kesik kesik yanıyordu. Susuz yuttum ağrı kesiciyi.
Babamın yanında götürdüğünü sandığım telsiz o sırada yeniden cızırdadı.
Telsizdeki polis, “Anaokulu çevresini kordon altına aldık,” diyordu. “Manisa’dan olay yeri inceleme istedik. Onlar gelene kadar kimsenin girmesine müsaade etmiyoruz.”
Babam benim için evde bırakmıştı telsizini. Gelişmelerden haberdar olmamı istiyordu. Arkadaşlarımla birlikte olay yerinden, orada kayda değer bir olay olduğunu bile bilmeden kaçmıştık. Daha bir saat kadar önce anaokulu binasını çevreleyen, babamın işlettiği üzüm bağlarından birinde oturuyorduk. Diğerini daha o sabah sulamıştı babam. Bütün sıraları çamurla kaplıydı. Cesedi de muhtemelen bu yüzden görememiştik sıraların yanından geçerken.
Anaokulu çevresinde gecenin örtüsü kuvvetliydi. Haliyle polis o mesafeden kimliklerimizi tespit edememişti. Dört lise öğrencisi, üç farklı yöne dağılıp izimizi kaybettirmiştik. Koşarken bir ara içimden durmak gelmişti. Alt tarafı birer bira içiyorduk kendi bağımızda. “Yakalansak en kötü ne olur!” diye bağırmıştım o sırada hemen yanımda koşan Barış’a. Benden yana kısa bir bakış atıp koşmaya devam etmişti.
Tam kendimi adalete teslim etmeye karar verdiğim sırada gömülmüştü ayağım. Halbuki bağ sırasının ucunda suyun sığ olması gerekiyordu. Spor ayakkabılarımın çamurlu suyu bir sünger gibi çekmesinden korkuyordum. O yüzden sıranın ucunda uzanan kütüğü görünce bunu fırsat bilmiş, çamura saplanmadan paçayı kurtarmayı denemiştim. Ama kütük beklediğim kadar sert değildi. Daha ilk adımda ayağımın altında yumuşamış, ezilip yana kaymıştı. Ayağımın boşluğa düşmesiyle ben de dengemi kaybetmiştim. Bağ kollarından birine tutunmaya çalışırken yüz üstü yere kapaklanmıştım.
Çamurlu bağ suyunun içinde gözlerimi açtığımda kütük sandığım cesedin soğuk, karanlık suratı, orada ne halt yediğimi merak eder gibi bana bakıyordu. Sol dizim, adamın göbeğine yaslanmıştı. Düşerken büyükçe bir salkım koparmış, cesedin boynuna bir kolye gibi dizmiştim üzüm tanelerini. Ciğerlerim sıkışıyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Boğulmaktan korkuma, anlık bir refleksle ağzımı boydan boya açtım. Dilime pütür pütür bir şeylerin yürüdüğünü hissettim. Dirseklerime kadar çamura saplanarak kaygan zeminden destek aldım. Ayaklandım.
Bir an önce oradan uzaklaşmam gerekiyordu, ama kafamı bir türlü toparlayamıyordum.
Henüz ağzımdaki çamur tadı geçmeden, birkaç dakika evvel içtiğim soğuk bira midemden boğazıma doğru yükselmeye başladı. Mide asidimle ısınmış, zehir gibi keskinleşmişti. Boğazımı yakıyordu. Ağzıma dolan kusmuğumu yutarak, yaşlı gözlerle koşmaya başladım.
Polislere izimi kaybettirip eve vardığımda babam telefondaydı. İlçe emniyet müdürüyle konuşuyordu. Üstüme sıvanmış çamuru görünce duraksamış, eski amirinden aldığı cinayet haberiyle benim çamurlu kıyafetlerimin arasında haklı bir bağlantı kurmuştu. “Sizi birazdan arayayım,” diyerek telefonu kapatmış, tabancasını ve telsizini almak üzere üst kata çıkmıştı.
Yıllar sonra şimdi yeniden karakolda, eski bir cinayet vakasını çözmeye çalışıyordu.
Telefonumun sesiyle kendime geldim. Arayan babamdı.
“Üstünü başını temizledin mi” diye sordu.
“Yok,” dedim. “Fırsat olmadı.”
“Birazdan seni almaya gelecekler,” dedi. “Polislere tek kelime etme.”
“Tamam,” dedim telefon kapanırken. Apar topar kıyafetlerimi çamaşır makinesine atarak banyoya girdim.
Karakola vardığımızda babam kapıda bekliyordu. Deri ceketini sırtına geçirmiş, elinde bir sigarayla karakolun merdivenlerine oturmuştu. Halbuki polisliği bıraktığından bu yana sigara içtiğini görmemiştim.
Beni almaya gelen genç polis memuru babama yaklaştı. “Senin oğlan adam olmuş komiserim,” dedi babamın elini sıkarken. Cebinden bir çakmak çıkarıp uzattı.
“İçmiyorum,” dedi babam. “Arkadaşlar uzatınca ayıp olmasın diye aldım.” Elindeki sigarayı ceketinin göğüs cebine yerleştirdi. Diğer elini omzuma attı.
“Sağ ol, Veli,” dedi genç polise dönerek.
“Ne demek komiserim,” dedi Veli. “Biraz muhabbet edelim dedik ama Hilmi’nin ağzını bıçak açmıyor. Korkutmamışızdır inşallah.”
Ben gözlerimi kaçırırken babam kibar bir gülümsemeyle yetindi. Gecenin soğuğunda daha da beklemeden içeriye girdik. İlçe emniyet müdürünün kapısında durduk. Hakkı Sakızcı, yazıyordu kapıda.
“Hilmi,” dedi babam iki eliyle omuzlarımı kavrayarak. “İçeride Hakkı Müdür ne derse desin korkmak yok. Anlaştık mı?”
“Anlaştık,” dedim. Neler döndüğünü, bağ arasındaki cesedin kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Şüpheli durumunda olup olmadığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Babamın bildiklerini çekinmeden benimle paylaşacağına inanıyordum, fakat bir türlü soru sorma fırsatı bulamıyordum.
“Baba,” dedim kapıyı çalan elini yakalayarak. “Korkacak bir durum var mı?”
Elini indirmeden bakışlarını bana çevirdi. Derin bir nefes aldı. “Bakacağız,” diyerek kapının tokmağını çevirdi.
Hakkı Müdür cinayet haberini alınca apar topar karakola gelmişti. Ahşap masasının arkasında oturuyordu. “Hoş geldin, delikanlı,” dedi beni görünce. Suratını babamın amiri olduğu zamandan hatırlıyordum. Çehresi çok değişmese de göbeği vücudunun geri kalanını ikiye katlamıştı. Yakaladığı her suçluyu yemiş gibi bir hali vardı.
“Hoş bulduk,” dedim.
“Oturun,” dedi önündeki tekli koltukları işaret ederek. Söyleneni yaptık.
“Konuştuğumuz gibi, müdürüm,” dedi babam. “Hilmi’nin hiçbir şeyden haberi yok. Ama sizin vaziyetinizi de anlıyorum. O yüzden bu iş çözülene kadar Hilmi yanımdan ayrılmayacak. Hem soruşturmanın devamı hem de kendi can sağlığı için.”
Can sağlığı, lafını duyunca içim ürperdi. Belli etmemeye çalıştım.
“Sizinkisi de ne şans be oğlum,” dedi Hakkı Müdür. “Kaç sene oldu? On, on bir?”
“On bir.”
“On bir sene sonra bir vaka için senin yardımını istiyoruz, suç mahallinde karşımıza senin oğlan çıkıyor.”
“Öyle, müdürüm.”
“Sorguya almamız gerekecek Hilmi’yi, biliyorsun.”
“Biliyorum.”
Hakkı Müdür duraksadı. Bakışlarının üzerimde gezdiğini hissettim.
“Gediz vakasının oralara varacağını bilemezdik, Cemil,” dedi gözlerini tekrar babama çevirerek. “On bir sene öncesinin özrü bu belki, ama yine de bil istedim.”
“Olan oldu müdürüm,” dedi babam. Konuyu kapatmaya çalışır gibi umursamaz bir çabuklukla yanıt vermişti. “Dava kapandı. Şimdiki işimize bakalım.”
“Öyle öyle…şimdiki işimize bakalım elbet, ona lafım yok. Ama insan kanının karıştığı bir soruşturma bu. Böyle davalarda birlikte çalışmak başka türlü bir yoldaşlık gerektirir.”
Babam yanıt vermedi. Gözleri bulutlanmıştı. Derin bir nefes almakla yetindi.
“Oğlanın yanında geçmişi kurcalamak istemiyorum,” diye devam etti Hakkı Müdür. “Ama dava, geçmişin davası. Hele ki Hilmi yanında dolaşacaksa birtakım tatsızlıklarla yüzleşmesi kaçınılmaz.”
“Hilmi altından kalkar,” dedi babam. Açık açık benim hakkımda konuştukları halde dönüp yüzüme bakma gereği görmüyorlardı. Araya girip varlığımı belli etme isteğiyle dolup taştım bir an. Konuşmaya hazırlanır gibi derin bir nefes aldım.
Ortamı daha da germemek için kendimi tuttum.
Bahsi geçen Gediz davasını çok iyi hatırlıyordum. Ankara’dan Sarıgöl’e bu dava sebebiyle taşınmıştık. Babam o zamanlar Ankara’da gizli polis olarak görev yapıyordu. Taşınmamızdan hemen önce, Ankara’dan İzmir’e kadar birçok şehirde uyuşturucu ticaretini tekeline almış Gediz Çetesi adlı bir örgütle uğraşıyordu. Ara ara hiç tanışma fırsatı bulamadığımız ekip arkadaşlarıyla birlikte Ege’de bir yerlere operasyona gidiyor, birkaç gün sonra alelade bir balık avına çıkmış gibi bir sırt çantasıyla eve dönüyordu.
Bir gün yemek masasında Manisa’nın küçük bir ilçesinin, Sarıgöl’ün adı geçmişti. Apar topar eşyalarımızı hazırlamış, ismini ilk kez duyduğumuzun üçüncü günü Sarıgöl’deki yeni evimize yerleşmiştik. Mevsimlerden yazdı. Üzüm işçisi olarak çevre tarlalarda çalışmaya başlamıştı babam. Görevi gizli olduğu için açıktan karakoldaki işine devam edemiyordu. Evdeki çalışma odasında geçirdiği yoğun saatlerin üstüne bir de sabahın beşinde kalkıyor, bağların keyfine göre üzüm seçmeye, ip kesmeye ya da yaprak toplamaya gidiyordu. O zamanlar daha altı yaşında ya var ya yoktum. Olan bitenden bihaberdim. Polis bildiğim babamın neden tarlada çalıştığını kavrayamıyordum. O vakit kafamı karıştıran yeni hayatımızın bütün gerçeklerini ancak yıllar sonra bir yaz tatilinde, babam ve amcam balkona serili bir rakı sofrasında dertleşirken öğrenecektim.
Tam tamına sekiz ay Gediz Çetesi’nin içinde yaşamıştı babam. Tarlasında çalıştığı üzümcülerin biri aracılığıyla, çete için ufak tefek işler yaparak başlamıştı gizli görevine. Hakkı Müdür’ü geceleri evdeki sabit hattan bilgilendiriyordu. Bir sabah Çamur İbrahim’e Tariş torbasıyla kuru üzüm diye ot taşıyor, ertesi gün şarap işletmelerine Üzümcü Kamil’in sahte senetlerini dağıtıyordu. Sarıgöl’deki ilk yılımızın sonunda Gediz Çetesi için yapmadığı ayak işi kalmamıştı. Amcam yıllar sonra babama bütün bu ağırlığın altından nasıl kalktığını, vicdanını nasıl rahatlattığını sorduğunda, bu soru daha önce hiç aklına gelmemiş gibi duraksamıştı babam. Dürüst, samimi bir cevap vermeye uğraşırken önce içkisinin buzları erimiş, sonra elindeki ince rakı bardağı ısınmıştı. Soruyu bir cevaba bağlamadan, bir anda unutuvermişlerdi bu konuyu. Ankara’da geçen çocukluklarından bahsetmeye başlamışlardı.
Babam o gecenin devamında, bambaşka bir muhabbetin ortasında, “O işleri yapan adam ben değilim,” demişti nihayet. İlkten neden bahsettiğini anlamamıştık. “O yüzden vicdanım bu ağırlığı kaldırabiliyor,” diye devam etmişti sonra. “Bütün gibi görünsek de suçları işleyen adamla ben ayrı ayrı insanlarız. Ben bir tabancayım misal, o ise bir mermi. Zehirli bir mermi, ama tabancanın bir parçası değil. Eve girdiğim vakit nasıl silahımı boşaltıp temizliyorsam, o adamı da öyle içimden söküp atıyorum.”
Onca yıl sonra Hakkı Müdür tekrar şarjörü doldurmasını istiyordu babamdan.
Önüme bırakılan çay sayesinde düşüncelerimden sıyrıldığımda, “Olmaz öyle, Cemil,” diyordu Hakkı Müdür. “Soruşturmayı sana teslim edemem.”
“Bu davayı benden iyi bilen var mı, müdürüm?” diye sordu babam. “Altıgen Âdem’in katilini yakalamakla mı uğraşayım, kan görmemiş polislerin arkasını toplamakla mı?”
“İlk seferde ne olduysa da lafımı dinlemediğinden oldu. Seni buraya getirttiğime pişman etme beni.”
“Kusura bakmayın, müdürüm,” dedi babam. Koltuğuna yaslandı. Tam çayından ilk yudumunu alacakken, bardağını sehpaya bırakarak Hakkı Müdür’e bir sır verir gibi öne eğildi. “Bu iş taşra polisinin bileceği iş değil, Hakkı Müdürüm,” dedi. “Beni zamanında ta Ankaralardan buraya boşuna yollamadılar.”
“Taşra polisi dediğin memurlar en az sen ben kadar hayatlarını adıyorlar bu mesleğe.”
“Niyetim onları küçümsemek değil. Ama benim yaptığımı bir başkası yapabilir miydi?”
“Yaptım diye övündüğün şeyin ne olduğunu hatırlıyor musun sen, Cemil?” diye bağırdı Hakkı Müdür. Elindeki çay bardağını hırsla masasına çarptı. Sıcak çay, ince bardaktan zıplayarak masanın üstündeki dosyanın üzerinde yılan gibi süzüldü. “Seni çete hakkında bilgi alasın diye adamların içine yerleştirdik, görevinin gizliliği için yediğin her türlü boka göz yumduk! Sen ne yaptın? Adamları alacağımızın haftası, tek günde beş adam vurdun! Beş!”
“Bütün teşkilatın da işine geldi,” dedi babam. Hakkı Müdür’ün aksine son derece sakin çıkıyordu sesi. “Altıgen Âdem’i de vurmuş olsaydım bugün bu davayla uğraşıyor olmazdık.”
“Daha fazla yorma beni,” dedi Hakkı Müdür. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Anlık sinirini geçiştirmeye çalışıyor gibiydi. “Çayını bitirdiysen çık,” dedi. “Cengiz Komiser ile birlikte yürüteceksiniz soruşturmayı.”
Çayına dokunmadığı halde usulca kafasını salladı babam. Bakışlarını ilk kez bana çevirdi. Gözleriyle kalkmamı işaret etti. “Kesenize bereket, müdürüm,” diyerek ayaklandım. Babamla birlikte ifade vermek üzere nöbetçi polisleri bulmaya gittim.
Söyleyecek çok bir şeyim olmayınca ifadem beklediğimizden kısa sürdü. Aklıma yeni bir detay gelirse derhal polislere bildireceğimin sözünü vererek sorgu odasından ayrıldık. Soruşturmayı yürütecek olan Cengiz Komiser’in odasına geçtik.
Cengiz Komiser ile babam, en son birlikte çalıştıklarından beri doğru düzgün görüşme fırsatı bulamamışlardı. Haliyle Cengiz Komiser’in odasındaki ziyaretimiz uzadıkça uzuyordu. İlk başta muhabbeti takip etsem de sonradan oturduğum deri koltuğa gömülmüş, eski günlerin anılarına kulaklarımı kapatmıştım. Yumuşak minderlerin rahatlığıyla vücudum iyice gevşemişti. Göz kapaklarım gitgide ağırlaşıyor, gecenin izlerini hafızamdan siliyordu. Gözlerinin içine baktığım cesedin soğukluğunu bile ağır ağır kalbimden atmış, taze bir uykunun öncü uyuşukluğuna teslim olmuştum.
İçim geçmek üzereyken kapı çalındı. Genç bir polis memuru araladığı kapıdan kafasını uzattı. “Olay yerinden ön rapor geldi, komiserim,” dedi. Cengiz’in bir şey söylemesini beklemeden, elinde bir dosyayla komiserine doğru yürüdü. “Kesin sonuçlar için otopsiyi bekleyeceğiz, ama ölüm sebebi enseye tek bir kurşun gibi görünüyor.”
“Tamam, Halil,” dedi Cengiz Komiser. “Buradaki işimiz iki dakikaya biter. Hazırlanadurun, biz de bir ziyaret edelim olay yerini.”
Polis bizi bekletmeden odadan ayrıldı.
“Sağ ol, Cengiz,” dedi babam yeniden Cengiz Komiser’e dönerek. “Bizim için adli süreci esnetiyorsun, biliyorum.”
“Lafı bile olmaz, Cemil Abi,” dedi Cengiz. “Ama biliyorsun, elimden daha fazlası gelmez. Ben Hilmi’nin şans eseri orada olduğuna inanıyorum, ama asıl katili bir an önce bulamazsak iş benden çıkacak. Soruşturma Manisa Merkez’e düşecek. Ondan sonrasını anlatmama gerek yok herhalde.”
“Yok, Cengiz, gerek yok.”
Araya girip aklımdakileri sormama fırsat vermeden ikisi birden ayaklandılar. Cengiz Komiser’in odasında duyduklarımın ne kadarının gerçek ne kadarının rüya olduğunu düşünerek peşlerine takıldım.
On dakika kadar sonra anaokulunun önüne park ederek devriye aracından indik. Daha birkaç saat önce aynı yerde bulunmuş olmama rağmen anaokulunun önündeki sokak gözüme büsbütün yabancı göründü. Halbuki soğuk, aynı soğuktu. Duvarlar aynı yükseklikteydi, çevre evlerin bahçelerinde aynı ağaçlar yükseliyordu. Yine de sokağa uğursuz, ıslak bir sis çökmüş gibiydi. Alışık olduğum sislerin aksine bunu göremiyor, yalnızca nemini tenimde hissediyordum. Akşam ezanından bu yana esen rüzgâr bile sanki cesede olan saygısından sessizleşmişti.
Cengiz Komiser’in omzumu kavramasıyla irkildim.
“Durumlar nasıl, delikanlı?” diye sordu. Nasıl cevap vereceğimi düşünürken, “Korkman çok normal,” diye ekledi. “Kaç senelik koca koca polisler bile ceset gördükleri gününün akşamına uyuyamıyorlar.”
“O kesintisiz uyur,” diye araya girdi babam. Dudaklarının arasına bir sigara oturtmuştu.
Sigarayı gören Cengiz Komiser, cebinden bir çakmak çıkararak babama uzattı.
“Yakmıyorum,” dedi babam. Elleri cebinde, yıllardır gözü gibi baktığı bağına doğru yürüdü. Kordonu görmezden gelerek, cesedin bulunduğu yerdeki polis memurlarına yaklaştı.
Karanlıktaki polislerin birinden, “Kordonu görmüyor musun kardeşim?” diye bir ses yükseldi. Yaklaşan babama sesleniyordu.
“Cemil Abi bizimle, arkadaşlar,” diye yetişti arkadan Cengiz Komiser. “Soruşturmada bize yardımcı olacak.”
“Kusura bakmayın komiserim,” dedi aynı polis. “Hayatımda buranın insanı kadar suça, cesede, kazaya meraklısını görmedim. Nerede gazetelik bir olay var, mantar gibi orada bitiveriyorlar.” Eliyle anaokulunun duvarlarına yaslanmış bir grubu işaret etti. “Aha, bakın şuraya. Üç kez kovdum, en fazla şu duvarın dibine kadar gönderebildim.”
“Tamam, Bülent, dert değil,” dedi Cengiz Komiser. Nihayet babamla birlikte polislerin yanına varabilmişti. “Ne çıktı olay yerinden?”
“Suç aleti dışında her şey çıktı gibi, komiserim. Cesedin yanında ayak izleri bulduk. Bağ yeni sulanmış, her taraf çamur. Ayakkabının markasına kadar her şey ortada.”
Babamın arkasında durmaya dikkat ederek önce ayakkabılarıma, sonra polisin el feneriyle aydınlattığı ayak izlerine baktım. İzler tartışmasız o akşam giydiğim, şimdi evin deposunda gizlenen spor ayakkabılarıma aitti.
“Arkadaşlar dört kişi görmüşler anaokulu önünden kaçan,” diye devam etti polis. “Cesetten haberi olmadığı için devriye ekibi çok üstüne gitmemiş kaçanların. Mahallenin gençleri içki içiyor sanmışlar.”
“Kimlikleri belli mi?”
“Valla ne yalan söyleyeyim, komiserim, kafam biraz karışık o konuda. Veli Komiserim birini almaya gitti birkaç saat önce, ama söylemedi kim olduğunu.”
“Peki diğer üçü?” diye sordu Cengiz Komiser. Bakışlarını bana çevirmişti. Ben soruyu hangimize sorduğunu anlayamadan Bülent isimli polis imdadıma yetişti.
“Henüz bilmiyoruz,” dedi. “Yan bağda devriyenin tahmin ettiği gibi bir torba dolusu bira bulduk. Şişelerin sadece üçü açılmış. Cesedin yanındaki ayak izlerinin tek bir kişiye ait olduğunu da hesaba katarsak…”
“…iki farklı grup vardı, diyorsun,” diye araya girdi Cengiz Komiser.
Araba kullanacağı için Eren’in o akşam alkol almadığı aklıma geldi.
“Aynen, komiserim,” diye doğruladı Bülent. “Çevredekilere sorup soruşturuyoruz. Şu duvarın yanındaki gençlerle konuşmaya çıkıyordum ben de tam.”
“Dur sen, onlarla ben bir görüşeyim,” dedi Cengiz Komiser. “Bir şey bulursanız bekletmeden haber edin.” Eski bir dost gibi babamın koluna girerek bağın karanlığından çekti aldı hepimizi. Olay yerindeki memurlardan uzak, en yakın sokak lambasına doğru yürüdük.
“Ne diyorsun, Cemil Abi?” diye sordu. Toprak yola çıkınca adımlarını anaokulunun duvarına yaslanmış, çekirdek çitleyen gençlere çevirdi. “Kaç sene öncenin meselesi Altıgen Âdem’i kim, neden öldürür?”
“Bir şey söylemek zor,” dedi babam. Sönük sigarası hâlâ ağzındaydı. “Adamın lakabı boş yere Altıgen değil. Altı ayrı soruşturma yürütsek, altısından da Âdem’in ayağını kaydıracak sebep çıkarırız.”
“Nasıl yani?”
“En son gördüğümden beri ne boklar yedi bilmiyorum. Ama son on bir seneyi saymasak bile hakkında altı farklı suçtan şikâyet var Âdem’in. Lakabı da oradan geliyor.”
“Yani aradığımız katilin profilini bile çıkarmak mümkün değil…”
Aynen öyle, der gibi baktı babam. “Bu adamlar için hayat rakamlardan ibaret, Cengiz,” dedi. “Önce onu iyice kavramak lazım. İnsan hayatı, elle tutulur bir şey değil Altıgen Âdem gibi adamlar için. Ama iki üç kilo esrar ya da şu kadar para dedin mi, onu gözlerinin önüne getirebiliyorlar. Zaten hepi topu iki yüz elli bin liralık adamlar bunlar.”
Babam lafını bitirdiğinde, suratlarını mahalleden tanıdığım gençlerin yanına varmıştık.
“Hayırlı akşamlar, beyler,” diye selamladı Cengiz Komiser.
“Size de komiserim,” dedi adını hatırlayamadığım uzun, cılız bir çocuk. “Biz de tam sizin memur arkadaşlarla konuşmaya gelecektik. Sonra bizim Dımbıl Ali, ‘gerek yok, onlar bize sormaya gelirler,” deyince bekleyelim dedik.”
“İyi yapmışsınız. Devriye ekibi birkaç kişinin siteler tarafına kaçtığını söylüyor. Siz gördünüz mü bu elemanları?”
“Gördüm komiserim,” diye atıldı aralarından şişmanca olanı. Ağzındaki çekirdekleri tükürerek elini Cengiz Komiser’e uzattı. “Ali ben,” dedi. “Dımbıl Ali. Dayıbaşı Halil’in oğlu.” Tebrik bekler gibi bir süre bakışlarını üzerimizde gezdirdi. “Şimdi komiserim,” diye konuşmaya girişti sonra, “sizin memur arkadaşlar, ‘Hemşehrim!’ diye bağırıp projektörleri sıra arasına çakınca tavşan gibi fırladı dört kişi. Ben arkalarından motorla kovalayalım dedim ama bizi de kaçıyor sanıp vururlar diye kovalamadık. Sonra kaçtık sanıp bizden bulurlar diye evlere de dağılamadık. Yanlış anlaşılma olmasın yani, o sebepten bekliyoruz burada.”
“Hepsi aynı yöne mi kaçtı?”
“Aynen, komiserim. Siteler tarafına gittiler.”
“Aslında komiserim,” diye cılız bir ses duyuldu. Karanlıktan çıkınca tanıdım çocuğun suratını. İlkokulda aynı sınıfta okumuştuk. Adını bir türlü çıkaramıyordum. Biraz safça bir çocuktu. “Allah yanlış konuşturmasın ama ben beş kişi saydım.”
“Beş kişi saydın?”
“Evet. Biri diğerlerinden önce, daha polis abiler bağırmadan arka duvarın oradan çıktı. Beli bükük gibiydi biraz. O yüzden önce yatsıdan geliyor sandım, ama polisler duvardan bağ tarafına atlayınca belini doğrultup şu yana doğru koştu.” Eliyle anayolu işaret ediyordu. “Gözüme diğerlerinden büyük gözüktü bu adam, amirim. Ama bana ötekilerden daha yakın olduğu için göz halüsünasyonu da olmuş olabilir yani. Dedim ya, Allah yanlış konuşturmasın.”
“Ne diyorsun, Cemil Abi?” diyerek babama döndü Cengiz Komiser.
Babam cevap vermeye fırsat bulamadan, “Cemil Abi Komiserim,” diye şişman çocuk yeniden araya girdi. “Şeytan Şevki’nin dediğine bakmayın. Bu uğursuz, ‘Allah bir,’ dese, ‘İkiyiz,’ diye gökten vahiy iner.”
“Allah bir, komiserim,” diye mırıldandı Şevki kendi kendine. Bakışları yerdeydi. Sanki hiç ağzını açmamış gibi iki adım geriye, diğer çocukların gölgesine çekildi. Sırtını duvara yaslayıp pet bardaktaki kolasından bir yudum aldı. “Allah bir yani. Ona bir şey demedik ki.”
“Tamam, çocuklar,” dedi Cengiz Komiser. “Sağ olun. Bir yere ayrılmayın, arkadaşlar gelip ifadenizi alacaklar birazdan.”
Gençlerin yakınmasına kulak asmadan arabaya doğru ilerliyorduk ki, “Ölen Altıgen Âdem diyorlar,” diye arkamızdan seslendi şişman çocuk. “Doğru mu, komiserim?”
Cengiz Komiser olduğu yerde arkasına döndü. “Doğru,” dedi. “Tanır mıydınız?”
“Biz daha çocukken kaybolmuştu, ama namını biliyoruz.”
“Başka ne biliyorsunuz Âdem hakkında?”
“Hopladı Hüseyin’i bilir misiniz? Âdem’in amcası sayılır.”
“Evet.”
“Ben olsam oraya uğrardım. Adamın kafa biraz gidik, ama Âdem’i hatırlar belki.”
Hopladı Hüseyin’in kapısına vardığımızda kapı zilinin söküldüğünü gördüm. Hemen yanında, sanki çalınacak zil varmış gibi, ‘zile basma,’ yazıyordu. Tek katlı evin ışığı hâlâ yanıyordu. Babamla ben bir adım geride beklerken Cengiz Komiser kapıyı iki kere hafifçe yumrukladı. Âdem’in yengesi, Gülcan Teyze kapıya çıktı. Cuma pazarında birkaç kere poşetlerini taşımıştım. Tatlı, sevecen bir kadındı.
“Kim o?” dedi bizi gördüğü halde.
“Ben Cengiz,” diye cevap verdi Cengiz Komiser. Âdem’in öldüğünden haberleri yok gibi görünüyordu. Hopladı Hüseyin, Âdem’in öz amcası değildi. Kendisine durum ile ilgili bilgi verilmemiş olması normaldi.
“Âdem’e bir şey mi oldu?” diye sordu yaşlı kadın. Cengiz Komiser’in polis olduğunu bile bilmiyordu halbuki.
“Neden öyle düşünüyorsunuz?” diye sordu Cengiz Komiser.
“Bu saatte kapıyı çalandan hayırlı haber gelmez, oğlum,” dedi Gülcan Teyze. “Hem sende polis duruşu var. Âdem’i almaya az gitmedim karakollara. Polisi iyi tanırım.”
“İçeriye geçebilir miyiz, teyzeciğim?”
Kadın bir şey demeden kapıyı ardına dek açtı. Eliyle bizi içeriye buyur etti. “Yavaş girin,” dedi. “Hüseyin’i ürkütmeyin.” Kafamızın karıştığını suratımızdan okumuş olacak ki, “Hastalığı var,” diye ekledi. “Çabuk ürküyor. Fare tıkırdasa hoplayıveriyor.”
İçeriye girdiğimizde Hüseyin televizyonun karşısındaki koltuğa kurulmuş, şüpheli bakışlarla kapıyı gözlüyordu. “Âdem’in üzerinden yedikleriniz yetmedi mi?” diye çemkirdi biz daha oturmaya fırsat bulamadan.
“Ne yemişiz, Hüseyin Efendi?” diye araya girdi Cengiz Komiser.
“Sen değil,” diye cevap verdi. “Dönek komisere diyorum.” Gözlerinden akan nefret sesine de yansımıştı.
“Gizli görevdeyken birkaç kere denk gelmiştik,” dedi babam gözlerini Hüseyin’den ayırmadan. “O zamanlar da benden haz etmezdi.”
“Şerefsizin evladı,” diye söylendi yine Hüseyin. Bedeni orada olsa da kafası başka bir yerdeydi sanki. Bizimle konuşmaktan çok hafızasında yaşayan bir düşmanı muhatap alıyor gibiydi. “Yedi kilo altın için yetmiş kiloluk dağ gibi adamı harcadınız,” diye ekledi.
Cengiz Komiser, bir açıklama bekler gibi babama baktı. “O nereden çıktı?” diye sordu. Kime sorduğu belli değildi. Soba sıcağında kavrulan odanın ortasına atmıştı merakını.
“Bunadı, Komiser oğlum,” diye araya girdi Gülcan Teyze. “Siz onu boş verin, oturun.”
Gülcan Teyze’nin işaret ettiği yere oturmamla birlikte Hopladı Hüseyin’den bir çığlık yükseldi. “Oturmasınlar!” diye bağırdı. Divanın hemen yanındaki siyah, doksan beşten kalma ajandaya uzandı. “Benim evimde şeytana yer yok!” dedi ajandayı bana doğru fırlatırken.
“Hüseyin!” diye araya girdi Gülcan Teyze. “Bu saatte misafir kovdurmam evimden!”
Cengiz Komiser, “Tamam, teyzeciğim,” diye duruma müdahale etti. Elini omzuma koydu. Alçak tavanlı oturma odasında gözlerini gezdirirken deri kaplı ajandayı kucağımdan aldı. Sayfaları açılınca ajandanın adres defter olarak kullanıldığını fark ettim. Konuşmasının durumu daha berbat hale getireceğinden çekinir gibi sessizce defteri inceledi bir süre Cengiz Komiser. “Daha sakin bir zamanda geliriz,” dedi. “Şimdi sıkıntı çıkarmaya gerek yok.”
Gülcan Teyze ne diyeceğini bilemez bir halde Cengiz Komiser’e bakakaldı. İnce dudaklarının arasından, “Affet yaradan Allah’ım,” gibi birkaç kelime çıktı. Ege kasabalarının ihtiyar kadınları için nefes almaktan farksızdı bu mırıltılar. Ninem de her oturup kalktığında ufak bir dua mırıldanırdı. “Siz bilirsiniz, evladım,” dedi boynunu eğerek. “Sonra gelirsiniz.”
Girdiğimiz gibi apar topar çıktık evden. Tek kelime etmeden arabaya vardık. Hiç olmazsa arabaya bindikten sonra babam ve Cengiz Komiser’in soruşturmayı tartışmalarını, Hopladı Hüseyin’in tepkisini münakaşa etmelerini bekliyordum, ama bizim sokağa varana kadar sessizliklerini korudular. Evin önünde durduğumuzda, “Kıyafetleri sen mi toplayacaksın, çocukları mı göndereceksin?” diye sordu babam.
“Ne kıyafetleri?” diye araya girdim.
“Cesedi gördüğünde giydiklerin,” dedi babam. “Cengiz Komiser’in sağ olsun, şimdiye kadar sanık muamelesi yapmadı sana, ama Manisa’nın ekibi bir iki saate burada olur.”
“Yani anlayacağın, iş benden çıkıyor,” diye ekledi Cengiz Komiser. “Suçsuz olduğunu biliyorum, Hilmi,” dedi vücudunu bana dönerek. “Merkez’in seni aklayacağından da şüphem yok. Ama olay yerinden kaçtığını görenler var. Çamurdaki ayakkabı numarası da tutuyor. Şimdi biz bunları teslim alıp bütün bilgileri Merkez’in ekibine aktarmazsak, yok yere seni delil saklamaktan suçlu duruma düşürürüz. İşin en doğrusu, adalete sığınmak.”
Anladığımı belli eder bir halde kafamı salladım. “Beni alıkoyacaklar mı?” diye sordum.
“Bir müddet,” dedi Cengiz Komiser. “Korkacak bir şey yok. Sözüm söz.” Sonra babama döndü. “Şimdi toplayalım her şeyi,” dedi. “Ben bir gelişme olursa haber ederim.”
Gece boyunca uyumadık. Soruşturma eskinin mühim davalarından biriyle ilişkilendirildiği için İl Emniyet’ten bir ekip göndermişlerdi. Sabaha kalmadan eve gelip beni almalarını bekliyorduk.
Babam düşünceliydi. Mutfaktaki koltuğa oturmuş, dışarıdaki soğuğa rağmen pencereyi açmıştı. İzmir yolundaki arabaları izliyordu. Bana tavsiyeler vermesini, korkumu gidermeye uğraşmasını umuyordum, ama Cengiz Komiser’i benim çamurlu kıyafetlerimle yolcu ettiğinden beri tek kelime etmemişti. Ara ara kalkıp bir bardak soğuk su içiyor, sonra yine aynı yere oturup kendini gecenin karanlığına bırakıyordu.
Sabaha karşı evin önünde Cengiz Komiser’in arabası durdu. Yalnız gelmişti. Mutfak yeterince soğuk değilmiş gibi birlikte balkona çıktılar. Karşılıklı oturdular.
“Tek gelmişsin?” diyerek sessizliği bozdu babam.
“Ekip Alaşehir’i geçti,” dedi Cengiz. “Onlar gelene kadar katili bulduk bulduk. Bulamazsak ilk iş, Hilmi’yi almaya gelecekler.”
Babam, ağır ağır kafasını salladı. “Sağ ol, Cengiz,” dedi. “Seni de uğraştırdık.” Derin bir nefes alarak ayaklandı. Pencere kenarına koyduğu soğuk sudan bir yudum içti. “Kanıt olarak ne sunacaklar?” diye sordu. Sesi bir anda yumuşamış, sertliği kırılmıştı.
“Hopladı Hüseyin’in dedikleri var en başta,” dedi Cengiz Komiser.
“Yedi kilo altın için yetmiş kiloluk adamı harcadınız…’ dedi babam.
“İnsan kafadan sayı atacaksa yedi, sekiz kilo demez,” diye devam etti Cengiz Komiser. “Bir gram der, el kadar der. Aklıma takıldı, merkeze gidince biraz araştırdım. Altıgen Âdem’in çetesini ortadan kaldırdığında altının gramı otuz altı liraymış. Yedi kilosu iki yüz elli iki bin lira…Sonra senin Âdem gibi adamlarla ilgili söylediklerin aklıma geldi, Cemil Abi. İki yüz elli bin liralık adam bunlar, demiştin…Senin çizmelerdeki çamur lekeleri, okul duvarındaki el izin gibi daha somut kanıtlar da var ama devam etmemin bir anlamı var mı bilmiyorum…”
Babam pencere önündeki acı biber saksının arkasına uzandı. Orada gizlenen paketten tek bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına oturttu. Sigarayı yaktı. Derin bir nefes çekti.
“Bağ hastalanınca çürük salkımları kesmek gerekiyor,” dedi. “Birini kesiyorsun, ikisini kesiyorsun, sonra bir ton sağlam üzüm çıkarayım derken koca bağ kel kalıyor.” Cengiz Komiser’in sessiz kaldığını görünce, “Hastalık tutalı on bir sene oluyor,” diye devam etti. Dirseklerini balkonun ahşap korkuluklarına dayadı. “Görev, insanı bazen pislik dolu bir kuyunun içine sarkıtıyor, ama attıkları ip kopuyor bir yerde. On bir sene de geçse çıkamıyorsun kuyunun içinden.”
“Ben buraya katil tutuklamaya gelmedim, Cemil Abi,” dedi Cengiz Komiser. Saksının arkasındaki paketten bir sigara da o aldı. Babamın yanan sigarasıyla tutuşturdu kendi sigarasını. “Polis yakalarsa yirmi sene, suçlu suçunu itiraf ederse on sene…”
“O yüzden mi yalnız geldin?”
“Eski bir dostu ikna etmek için yalnız geldim. Çünkü biliyorum, elbette haklı bir sebebi vardı.”
“Vardı, vardı elbet…” dedi babam. “İşler nasıl buralara geldi, inan bilmiyorum Cengiz. Çökertmek için içine sızdığım çeteye ne ara kendimi kaptırdım, aklım almıyor.”
“Peki Altıgen Âdem? O nereden çıktı bu kadar sene sonra?”
Bilmem, der gibi kafasını salladı babam. “Bir gün olmadı daha görüneli. Çıktı geldi uğursuz herif bir yerlerden. Gediz’i ona teslim etmezsem acısını Hilmi’den çıkartacağını söyledi.” Sigarasından uzun bir nefes çekti. Parmak kadar sigaranın yarısı ışık vurmuş gölge gibi eridi. “Gömmesi bize nasip olmadı,” dedi. Nefesini pamuk gibi yoğun bir duman bulutuyla birlikte bıraktı.
“Hilmi’nin bağa gelmesini beklemiyordun,” diye tahmin yürüttü Cengiz Komiser.
Babam cevap vermek yerine önce gülümsedi. “Beklemiyordum,” dedi. Bana dönerek göz kırptı. Sokak lambasının ışığında, göz kırparken gözünden bir damla yaşın yuvarlandığını gördüm. “Ama kendi malı değil mi? Kendi bağına gitmeyecek de nereye gidecek içmeye?”
Balkonda kitap okurken daima çayını koyduğu metal komodinin üst çekmecesini açtı. Siyah, bin dokuz yüz doksan altı yılından kalma bir ajanda çıkardı. Sigarasını bitirirken Cengiz Komiser’e uzattı. “Al,” dedi. “Hopladı Hüseyin’den aldığınla birlikte Gediz Çetesi’nin anahtarıdır bu.” Bitirdiği sigarasını balkonun zeminine bıraktı. Çıplak ayağının topuğuyla söndürdü. “Merkez’in ekibini bekletmeyelim,” diyerek içeriye girdi.