Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye | BANU VE ORKUN; BEYAZ KRİZANTEM: ÖLÜM

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Orçun Yenilmez
Orçun Yenilmez
Orçun; kendi kabuğuna sığmayan bir ilaç mümessili, geniş hayal dünyasinda çoğu zaman farklı bir boyutta yaşar. Herkesin baktığı açıdan değil de kendi persfektifinden görmeyi sever hayatı. Amatörce yaşamayı sevdiğinden olsa gerek fotoğrafçılıkta da amatör kalmayi yeğlemiş; sadece, gönül verdiği polisiyeye profesyonel izler bırakmayı hedeflemiştir.

Banu, Bursa:

Banu yattığı yerde acılar içinde kıvranıyordu ve tişörtün üzerindeki kan kuruyarak kumaşı kaskatı hale getirmişti. Hareket etmeye çalıştığında iniltiyle karışık tısladı. Nerede olduğunu, dışarıda havanın aydınlık olup olmadığını bilmiyordu. Sol omzunda hissettiği yangı neredeyse acısını ikiye katladığından, başını çevirip yarasına bakmaya korkuyordu.

Hafızasındaki sis yavaş yavaş dağılırken başına gelenleri parça parça hatırlamaya başladı. Kaldırım kenarında yürürken bir araç yanına gelip yavaşlamıştı. O an, bir minibüsün durduğunu fark edemeyecek kadar öfkeliydi çünkü Gürbüz’ü ve kaçırılan Kaan’ı düşünüyordu.

Kaldırımda yürürken minibüsün kapıları açıldığını geç fark etmiş, adamlara karşı koyması için iş işten çoktan geçmişti.

Adamlardan biri ağzına sıkıca baskı uygularken, arkasında kalan diğer adam Banu’nun vücudunu sararak kollarıyla onu mengene gibi sıkıştırmıştı. Yaşadığı şokun etkisiyle karşı koyma şansı kalmadan aracın arka koltuğunda, burnuna dayanmış namlunun ucunda bulmuştu kendisini.

Olayları düşünürken, silahı tutan adamın o iğrenç yüzünü hatırladı. Hiçbir yerden tanıdık gelmiyordu. Daha önce onu hiç görmemişti ve şimdi ise hafızasında o adama ait tek şey, midesini bulandıran sapsarı dişleriyle pis pis sırıtmasıydı.

Adamların kim olduğunu ve tam olarak ne istediklerini merak ediyordu ama Banu’nun şu an asıl endişe duyması gereken konu başkaydı. İçinde bulunduğu durumdan kurtulabilecek miydi?

Adını bilmediği, silah tutan o sevimsiz psikopat, silahın kabzasıyla araçta Banu’nun yüzüne sert bir darbe vurarak bayıltmıştı. Banu kendine geldiğinde, başında bekleyen üç adamı görmüştü. Ancak onların yardımıyla araçtan inmeyi başarabilmişti.  Psikopat önden giderken, her iki yanında da adamlar duruyordu. Önce birine omuz, diğerinin kasıklarına tekme atıp kaçma girişiminde bulununca, psikopatın sıktığı kurşunla omzundan yaralanmıştı.

Ondan sonra yarı baygın halde geçen sürenin ardından ayıldığında, sağ bileğinden su borularına kelepçeli halde buldu kendini. Ayağa kalkıp mücadele edecek gücü yoktu. Eski, harabe bir odaya benziyordu tutulduğu yer; sıvaları dökülmüş, küf ve rutubet kokan bir yerdi.

Etrafta hiç ses yoktu. Pencerenin önündeki kalın perdeler çekili ve panjurlar da kapalı olduğundan, içerisi karanlıktı. Nerede olduğuna dair fikir yürütemiyordu. Kaçmaya çalışırken görebildiği sadece her tarafı tel örgülerle çevrilmiş, bomboş, toprak bir araziydi. Belki de bu yüzden adamlar gözlerini kapatma gereği duymamıştı. Kaçacak yeri yoktu! Ne insan, ne ev, ne de başka bir canlıdan eser vardı.

Boynunu çeviren Banu güçlükle yarasına baktı, defalarca ölümcül mermi izleri görmüştü ama bu sefer kendi bedenine isabet eden kurşun hem canını acıtıyor, hem de midesini bulandırıyordu. Alnının boncuk boncuk terlediğini hisseden Banu’nun elleri titriyordu, istemsiz gelişen bu reflekse karşı koyamıyordu. Yarası tahmin ettiğinden daha derin olmalıydı. O kurşunu yediği anda sinek ısırığı gibi, anlık bir acı hissetmişti. İlk defa vuruluyordu, eğer ölmez de hayatta kalırsa artık o da meslek hayatında kurşun yiyen, ender polislerden biri olarak anılacaktı.

Gözleri kapanmaya başladı, etrafı buğulu görüyordu. Ellerindeki titreme yavaş yavaş tüm vücuduna yayılırken üşüdüğünü hissediyordu.

Susuzluktan kuruyan dudakları aralandı, kendi kendine sona yaklaştığını düşünmeye başladı, “Her şey buraya kadarmış…”

 

Orkun:

Heyecandan yerinde duramayan Orkun, aracı kullanan memura sert çıkıştı, “Hadisene birader, bas şu ayağının altındaki pedala!”

Bursa sokaklarında araç kullanan taksi şoförü cevap vermek yerine başını sallamakla yetindi ve hızını biraz daha arttırdı. Orkun telefonu çıkarıp Olcay’ı aradı. Ekiplerle birlikte olay yerinde olduğunu öğrenince rahatlama hissetse de, o da bir an önce orada olup bizzat gözlem yapmak istiyordu.

 

Çok geçmeden Jandarma Asayişe ait araçlar ve hummalı çalışma içinde olan ekipler göründü, yabancı olan taksiyi durduran görevlilere kartını gösteren Orkun yolu açmalarını istedi. Meraklı köy halkını olay yerinden uzak tutmaya çalışan Jandarma erleri ile birkaç kişi arasında itiş kakış yaşanıyordu.

Şehir merkezinden oldukça uzak olan Danışment köy olarak geçse de, şehirdeki yerler gibi buralar da betona boğulmuştu. Olay yeri Danışment Köyünün yaklaşık üç kilometre kadar uzağındaydı ve burada köydeki hayata nazaran çok az hane yaşamını sürdürmekteydi. Yıllar içinde, bozulan ekonomi ve değişen şartlar insanları buradan ayrılmaya zorlamıştı.

Batan güneş her yeri turuncuya boyarken Orkun’u gören Başkomiser Olcay yanına geldi, “Her yeri kontrol ettik ama Banu burada değil,” dedi.

“Nasıl olur? Gürbüz’ün evini iyice aradınız mı?”

“Ev dediğin zaten iki göz oda, kerpiçten yapılma. Yarısı yıkılmış.”

“Adres yanlış olmalı, belki de ben yanlış yer tespit ettim. Buralarda bir yerlerde olmalı.”

Olcay, Orkun’u sakinleştirmek için adını üç kez tekrarladı fakat Orkun konuşmasını sürdürünce bağırmak zorunda kaldı, “Eğer yardım etmek yerine zırlayacaksan, bari bırak biz işimizi yapalım. Köylülerin evi dahil, her yere baktık. Banu burada değil. Köylüler ne yabancı birilerini ne de Kaan’ı kaçıranların aracına benzer bir araç görmüşler. Herkesi tek tek sorguluyoruz. Şimdi, ya sakin kal ve yardımcı ol ya da geç bir kenarda işimizi bitirmemizi bekle.”

Orkun derin bir nefes aldı, “Banu’nun ve Kaan’ın kaçırılmasıyla alakalı olarak Gürbüz ne diyor?”

“İki olayla da ilgisi olmadığını söylüyor.”

“Öyle söyleyecek tabi. Adamlarını takibe alalım.”

“Merak etme, çevresindeki bilinen herkes göz hapsinde. Gürbüz de şu an nezarethanede. Bir halt yiyemez.”

“Bir fikrim var, Gürbüz’ü serbest bırakıp peşine takılayım. Mutlaka hata yapacaktır.”

“Orkun bence sen tanıdık birinin evine git dinlen, tanıdığın yoksa bana git, eşim seninle ilgilenecektir.”

“Komiserim…”

Orkun’un sözünü kesen Olcay, “Bak,” dedi, “Elimizde Gürbüz’ün aleyhine kullanabileceğimiz kanıt yok, bu durumda adamı fazla tutamayız. Ola ki bir ipucu bulursak sıkıştırır, ağzından laf alırız. Eğer senin dediğini şu an yapmaya kalkarsak, adamı gözümüzden kaçırma riskimiz var. Biraz sabret, bizi Banu’ya ulaştıracak bir iz bulamazsak senin yöntemini deneyeceğiz.”

Danışment köyünden eli boş dönen Başkomiser Olcay ve ekibi çaresiz görünüyordu. Düşüncelerinin arasında boğulan deneyimli Başkomiserin sıkkın canı yüzüne yansıyordu. Orkun’un araştırmaları neticesinde Banu’yu Gürbüz’ün eski evinde bulacaklarından oldukça emindi fakat yıkılmış kerpiç evi gördüğünde tüm umutları sönüp gitmişti.

Kendi kendine ne yapması, nereye bakması gerektiğini düşünüyordu. Haber gelince bilgilendireceğini söyleyerek, eve gitmesi konusunda Orkun’u güç bela ikna etmişti. Şu an, gözaltına alınan Gürbüz’ü sıkıştırmaktan başka çareleri yoktu.

 

Banu:

Kendine geldiğinde etrafına bakındı, kaderine terk edilmiş durumdaydı. İdrarını altına kaçırmıştı ve temmuz ayının ortasında olmalarına rağmen üşüyordu. Demire kelepçeli olan bileğini mümkün olduğunca oynatmamaya çalışan Banu, derisinin soyulduğunu ve yandığını hissediyordu. Dizilerde, filmlerde ve okuduğu kitaplarda karşılaştığı sahnelerin bu sefer başrol karakteriydi. Başına böyle bir olayın geleceğini yıllarca düşünse tahmin edemezdi.

İçerilerde bir kapının açıldığını duydu, iki ya da üç kişinin adım sesleri yankılanıyordu. Telefon melodisi çalmaya başlayınca yürümeyi durdurdular. İçlerinden birisi konuşmaya başladı, “Merak etme, o işi halledeceğim. İçin rahat olsun. Bana hemen ölmek için yalvaracak ama ona kolay ölüm yok. Diğer tarafa yalnız gitmeyecek, o çok sevdiği adamı da beraberinde götürecek.”

Sesin sahibi, arabaya bindiğinde silahı tutan o pis suratlı adamın ta kendisiydi. Onu, insanı iğreti eden sesindeki tınıdan tanıdı. Konuşma sona erip tekrar adım sesleri yankılanmaya başladığında, Banu’nun hızlanan kan akışı ve yükselen adrenalini sayesinde algıları biraz açılmıştı, çevresine odaklanmaya çalıştı. Bir yandan da omzundaki yaranın verdiği acı dayanılmazdı.

Bağlı olduğu odanın -bomboş, sıvaları dökülmüş, virane ve kutu gibi küçücük yere oda diyordu- kapısı gıcırdayarak açıldı. Aynı adam sinsice gülerek yaklaştı Banu’nun yanına. Yanı başına geldiğinde çömelip saçlarını kavradı ve başını yukarı kaldırınca Banu acıyla inledi.

Konuşan adamın nefesinde çay ve sigara kokusu yoğun şekilde hissediliyordu, “Koskoca kadın oldun, utanmıyor musun altına işemeye?” Abartılı bir kahkaha atarken arkasında dikilen adamlara baktı, “Bundan sonra başkomiserin altına bez bağlayın.”

Adam Banu’nun gözlerinin içine nefretle bakıyordu, şüphe yok ki bu herif ne polislerden ne de ölümden korkuyordu. Başına gelecekleri bile bile belanın içine balıklama atlamıştı, üstelik kimliğini cinayet masasının komiserinden saklama gereği bile duymadan.

Boğazından güçlü bir ses çıkaran adam Banu’nun yüzüne tükürdü ve ayağa kalktı. Tükürdüğü yetmezmiş gibi Banu’nun karnına güçlü bir tekme indirdi. Gülüşüne bakılırsa oldukça eğleniyor gibi bir hali vardı.

Banu, aldığı darbe yüzünden nefesi kesilmiş, acı içinde kıvranıyordu. Öğürdü, midesi boş olduğundan kusmamayı başardı. Şu anda kusmaması önemli miydi? İncinen gururunu bile bu aşamada önemsemiyordu. Tek istediği kurtulmaktı fakat bu isteğinin gerçekleşme ihtimali o kadar azdı ki. Az önce adamın konuşmasından küçük bir kesit hatırladı, “Bana hemen ölmek için yalvaracak ama ona kolay ölüm yok. Diğer tarafa yalnız gitmeyecek, o çok sevdiği adamı da beraberinde götürecek.”  

O ölmek için yalvaracak olan kişi ta kendisiydi, ya diğer sevdiği kişi? Kimi kastediyordu? Ölene kadar adamlar tarafından işkence görmeye ve acı çekmeye devam edecekti. Buna dayanabilirdi, fakat sevdiği birisinin hayatının son buluşunu izlemeye asla…

Onların haince planladıkları şey buydu. Aklından sevdiği isimler hızla akıp geçerken, adamların kimi öldürmeyi planladıklarını kestirmek güçtü. Her şey olup biterken çaresiz kalmak, hiçbir şey yapamamak Banu’yu daha çok kahrediyordu. Gözyaşları yanağından akmaya başladı. Güçlükle bacaklarını karnına doğru çekti. Canı yanıyor, üşüyor ve en kötüsü yaralı kalbinden oluk oluk kan akıyordu. Ölmeyi göze alabilirdi fakat sevdiği birinin öldürülüşüne şahit olmak, buna dayanamazdı.

 

Orkun:

Zaman geçmek bilmiyordu. Gece yarısı olmuş, akrep ve yelkovan adeta oldukları yerde donup kalmıştı. Ne Başkomiser Olcay’ın evinde -eşine ve çocuklarına rahatsızlık vermemek için- ne de Fatma ile Kaan çiftinde kalmak istemişti. Onun yerine şehir merkezinde iki geceliğine bir pansiyon kiraladı. Banu’yu bulup bulamayacaklarını, Bursa’da ne kadar kalması gerektiğini bilmiyordu. Öncelikle, Banu’nun kaçırılmasıyla ilgili bir şeyler yapmalıydı. İlk yirmi dört saat çok önemliydi, bu yüzden onu bulmaları gerekiyordu.

Canı ne yemek yemek istiyordu ne de bir şey içmek. Gözü sürekli telefonuna takılıyor, çalmasını bekliyordu. Küçük odada gürültüyle çalışan klimanın kuruttuğu ortamın havasını dağıtmak için camı açınca, bunaltıcı sıcaklık içeri hücum etti.

Beklemediği zil sesiyle irkildi, odanın sabit hattı çalıyordu. Bir anlık şaşkınlığından sıyrılıp telefonun ahizesine davrandı, “Alo?”

Orkun’un kalbi neredeyse duracaktı, nefes almayı bile kesmişti.

“Efendim, rahatsız ediyorum, adınıza bir zarf bırakıldı.”

Orkun kısa bir süre duraksadı, “Zarf mı?”

“Evet, efendim.”

Telefonu kapatıp ışık hızıyla odadan çıktı, az önce durmak üzere olan kalbi bu sefer kaburgalarını parçalayacakmış gibi çarpıyordu. Basamaklardan inerken ayakları birbirine dolaşır gibi olunca, son üç basamaktan atlamak zorunda kaldı.

Orkun’un bu telaşlı halini gören resepsiyon görevlisi bankoya doğru yaklaşmasını garip bir ifadeyle izledi.

Soluk soluğa kalan Orkun güçlükle konuştu, “Zarf nerede?”

Beyaz tenli, zayıf, mavi gözlü görevlinin yaka kartında Temel yazıyordu. Konuşmadan önündeki zarfı komiser yardımcısına uzattı.

Orkun hırçın bir kedi gibi zarfı kapıp parçalamak istedi fakat bunun yerine önünde nadide bir eser varmış gibi nazik hareket etti. Zarfın üzerinde parmak izleri, onları Banu’ya götürecek deliller olabilirdi. Pantolonlarının arka cebinde eldiven taşımayı alışkınlık haline getiren Orkun hemen çıkarıp eline giydi. Zarfın ağzı yapıştırılmamıştı, aralayıp baktı. İçinde dalından koparılmış bir çiçek vardı. Ömrü boyunca çiçeklerin türüyle, adlarıyla, hiçbir özelliğiyle ilgilenmemişti, hiçbirine ilgi de duymamıştı. Zarfın ağzını karşısında duran adama doğru çevirip sordu, “Ne çiçeği bu?”

“Sarı glayör efendim.”

“Kim bıraktı bu zarfı?”

“Sokakta yaşayan evsiz bir adam var, o getirip sizin isminizi verdi…”

Temel’in sözünü kesen Orkun, “Adam ne tarafa gitti?”

“Sağ tarafa dönünce ileride bankamatikler var, orada takılır çoğunlukla.”

Elindeki zarfı sıkıca tutan Orkun kapıya doğru hışımla fırladı. Gecenin karanlığında otomatik para çekme makinelerinin yansıyan ışıklarını görebiliyordu. O yöne doğru zarfı getiren adamı bulma umuduyla koşmaya başladı. Yaklaşmaya başladığında adamı gördü; oturmuş, elindeki -köpek öldüren olarak bilinen- ucuz şarabı içmekteydi. Adamın karşısına dikildi, kirli sakalları kir ve yağ içindeydi. Leş gibi alkol, sigara ve sidik kokuyordu. Gözaltları düzgün beslenememekten dolayı çökmüş, alkol yüzünden de yanaklarındaki kılcal damarlar, kıpkırmızı haritayı andıran şekillerde ortaya çıkmıştı. Orkun’un tepesinde dikilmesine aldırış etmeden konuştu, “Aaaabey bi cigaya veğcen mi?”

Orkun sigara yerine ellilik banknot çıkardı.

Şarapçı, parayı görüp alkol ve sigara alacağının hayalini kurunca adeta içkinin etkisinden kurtulmuş ve gözleri parlamıştı. Sözcükleri yayarak konuşmaya başladı, “Biiilmiiiyom kii. Bi adam geldiydi, zağfı uzatıp aha ileğidekii pansiyona götüğ, sana söyleyeceğim isme veğsinleee dedi. Oooo kadağ. Bunun için de senin gibi bağaa elli milyon veğceğini söyledii.”

Adam 2004 yılında kalmıştı anlaşılan, Türk Lirasından altı sıfır atılmış olmasına rağmen ısrarla eski para birimini kullananlardandı.

“Parayı kim verdi sana?”

Şarapçı keyfi kaçtığı için sıkılmışa benziyordu fakat vaat edilen para uğruna dişini sıkmaya devam etti, “Tanııımıyom ki. Zayıf, şapgalı bi adam.”

“Sana başka bir şey söylemedi mi?”

“Haaayığ, işi biiitiiiğip gapıdan çıhtım paansiyoonun az ileeeyisinde beeekliyoodu. Taaam mı diye soğdu, kafa sallayıveyince veğdi pağayı gitti.”

Adamdan daha fazla bilgi alamayacağını anlayan Orkun etrafına bakındı. Gözü ışıl ışıl parlayan bankamatiklere takıldı, “Bu adam geldiğinde sen yine burada mı oturuyordun?”

Adam artık bıkkınlıkla cevap verdi, “Eeevet! Pağayı veğmeyecesen ğaaahaat bığak ağtık.”

Anlattıklarıyla ayyaş yine bir şekilde yardımcı olmuştu, parayı uzatan Orkun pansiyona yürümeye başladı. Telefonunu cebinden çıkarıp Olcay’ı aradı.

Olcay cevap verir vermez anlatmaya başladı, “Kaldığım pansiyona isimsiz bir zarf geldi…”

Orkun’un sözünü kesen Olcay, “İçinde de sarı glayör var,” diyerek komiser yardımcısının cümlesini tamamladı.

Ne diyeceğini bilemeyen Orkun, yürürken bir anda adım atmayı bıraktı, “Sen nereden biliyorsun amirim?”

Olcay derin bir iç çekişten sonra, “Bana da aynı şekilde zarf içinde çiçek bırakılmış. Bırakan kişi belli değil. Üniversite öğrencilerinden biri bırakmış. Bizim çocuklar genci ayaküstü sorguya çekmişler. Kim verdi, neden verdi gibilerinden. Kadının biri karım olduğunu iddia edip sürpriz yapmak istediğini söyleyince çocuk da başına geleceklerden habersiz, yardımcı olmak istemiş. Nizamiyede beni sormuş, sonrası malum. Tutup kolundan yanıma getirdiler. Yaklaşık iki saat sorguya çektim. Altına yapmadığı kaldı, zarfı bırakan kadını tanımıyor.”

Orkun heyecanlandı, “Daha hızlı sonuca ulaşabiliriz. O zarf bana da benzer yolla ulaştı. Zarfı bırakan kişi ise sokaklarda yaşayan evsiz bir adam. Atladıkları ufak ayrıntı ise, bu evsiz adamla temas kurulan nokta. Tam da para çekme makinelerin önünde, cihazların güvenlik kameralarından şüpheli şahsın kimliğini teşhis edebiliriz.”

 

Banu:

Neredeyse tüm gücünü kaybetmiş olan Banu titremelerine engel olamıyordu. Sadece görüntüler değil, duyduğu sesler de boğuktu.

Başında dikilen karartının sahibi bir şeyler söylese de anlamıyordu. Bağlı olan bileğindeki kelepçenin çözüldüğünü çok sonra fark edebildi. Tüm duyuları işlevini yitirdiğinden, kendisine yapılanları farklı bir boyuttan, flu şekilde izliyormuş gibi hissediyordu.

İşkenceye uğrayan birçok ceset görmüştü, tarumar olmuş bedenler. Ama tek yapabildiği, o insanların çektiği acıları sadece zihninde canlandırabilmek olmuştu. Şimdi ise, o insanların ölmeden önce neler yaşadıklarını artık çok iyi biliyordu. Suçluların peşinde koşan, teşkilatın Erkek Fatma’sı, çözmek için canhıraş uğraştığı o davalardaki kurbanlar ile aynı kaderi paylaşıyordu. Bu iş bittiğinde de başına neler geleceğini çok iyi biliyordu. O yüzden kaçınılmaz sonun, daha fazla acı çekmemek için bir an önce gelmesini istiyordu.

Bir yudum su için yalvarmaya bile razıydı fakat ağzını açıp ‘Su’ diyecek enerjisi dahi yoktu. Bu adamların yaptığı sadece Banu’nun gururunu kırmak değildi, cesaretini, korkusuzluğunu da yerle yeksan etmeyi başarmışlardı.

Banu gelen yabancı birinin daha siluetini gördü. Bir şeylerle uğraşıyorlardı ama neydi? Yaralı omzunun olduğu yerde sıcaklık, dayanılmaz acı hissettiğinde inlemekten başka tepki veremiyordu. Ağzındaki kanın metalik tadını alabiliyordu. Kelepçenin çözüldüğünü, adamlar onu omuzlarından tutup kaldırdıklarında anladı, karga tulumba taşınırken hissettiği acıya tepki bile veremiyordu.

Aralanan gözleriyle gittikleri yöne doğru baktı, bağlı olduğu o yerden kurtulmuştu ama karanlık hâlâ hüküm sürmekteydi. Gece olmuştu. Temiz hava kanlı suratını yalarken adeta cildi yanıyordu. Bir yandan da iyi gelmişti. Yanında duran iki adamın kokusunu alabiliyordu. Birinden ekşimsi ter diğerinden de ucuz parfüm kokusu alabiliyordu. Saatlerdir hiçbir şey yemediği için birbirine karışan bu kokular midesini iyice alt üst etti, tahammül etmek zordu.

Sol tarafındaki ter kokan kişi konuşunca sesi onu ele verdi, en başından beri kendisine işkence yapan o şerefsizdi. “Arabaya bindirelim, hediye paketi yapmayı çok isterdim bu kadını. Herkes yerini aldı mı?”

“Aldı abi. Sıkıntı yok.”

“Adamlardan biri yakalanacak olursa?”

“Merak etme, doğrudan biz devreye girmedik, aracı bir isim daha var ve adamlar onu tanıyor. Olur da polis içlerinden birini yakalarsa, önce aracıya ulaşır.”

“İyi, bu iş bitince arayıcıyı da temizleyin.”

“Emrin olur abi.”

Duydukları yüzünden Banu’nun tüyleri diken diken oldu. Kendisini yem olarak kullanacak olan adamların vahşice planlarının sonu gelmiyordu. Artık kurtarılmak istemiyordu çünkü sevdikleri de tuzağa çekilmek için uğraşılıyordu.

Külüstür olduğu içindeki parçalanmış kumaş zemininden ve gıcırdayan metal seslerinden belli olan minibüsün bagaj kısmına Banu’yu atan adamlar, ön tarafa oturdu. Ter kokan psikopata ‘Kokarca’ lakabını taktı içinden. Kokarca konuşmayı sürdürdü, “Çiçeği aldın mı?”

Banu konuşamasa da kafasının içinde kendi kendine sorular dönmeye başladı, “Ne çiçeğinden bahsediyorlardı?”

“Hazır abi, ama niye çiçek bırakıyoruz?”

“Aldığımız emir böyle. Bir anlamı varmış.”

“Ne anlamı ya? Burada katliam yapacağız, uğraştığımız işlere bak. Katliama romantizm katıyoruz.”

Kokarca yanındaki adamı azarlayınca Banu onun patronun sağ kolu olduğunu düşündü. Diğer kuçu kuçunun sorduğu soru aslında bir yandan mantıklıydı, ‘Niye çiçek bırakıyoruz?’  Yaptıkları bu eylemin içinde ne gibi bir mesaj yatıyordu?

Susmuşlardı, sarsıntılı süren yolculukta aracın metal gıcırtısından başka ses yoktu. Banu’nun düşündüğü tek konu çiçek olmuştu. Zihninin derinliklerinde yanan bir ışık adeta her şeyi aydınlatmıştı. Gürbüz!

Daha çocukken, Fatma ile oturup tezgâhta çiçek satan bıçkın genci izlediklerini hatırladı. O dönem adını bilmediklerinden, en yakın arkadaşı ile aralarında ondan Çiçekçi olarak bahsederlerdi. Bu katliamlarda ancak ona özgü bir tarz olabilirdi, Gürbüz’e. Fatma’yı, ona kıyamayacak kadar çok seviyordu psikopat herif. Onun gibilerin sığ düşüncesi ve klişe söylemlerinden, ‘Ya benimsin ya toprağın’ sözünü eyleme döküyordu adeta.

Bu manyağın Fatma’ya olan saplantısı yüzünden suçu olmayan kişilere de zarar vereceğini düşününce, küçücük bir yaş süzüldü gözlerinden.

Varmak üzere olduklarını önde oturan adamların konuşmalarından anladı Banu. Muhtemelen çiçeği çıkarmış, sahibine gösteriyordu pis köpek, “Neden özellikle bu çiçeği bırakmamızı istediler?”

“Sarı glayör kıskançlığı simgelediği için, birilerine mesaj vermek istiyor. Sadece bir kişiye beyaz krizantem verilecek. İnsanlar bu çiçeği kasımpatı olarak da biliyor ve her yerde sadakati temsil ettiği yazılı. Farklı renkleri de var. Yunancada ‘Altın Çiçek’ diye bilinir, ama bizim vereceğimiz asıl mesaj daha başka, çok az sayıda insanın bildiği bir anlamı var.  Beyaz krizantem bazı ülkelerde “Ölüm Çiçeği” olarak bilinir ve biz de bu çiçeği, tüm ölümlerden haberi olacak olan kişiye vereceğiz.”

“Hayatımda ilk defa böylesine romantik bir cinayet işleyeceğim.”

 

Orkun:

Savcılıktan izin alan Olcay kamera kayıtlarını kısa sürede elde etmeyi başarmıştı. Başkomiser bilgisayar başındaki teknisyenin arkasında dikilirken Orkun bir sandalye çekmiş, adamın yanında oturuyordu. Kameralara yakalanan kişiyi görmeyi beklerken sabırsızlıkla ayağını hızlı hızlı sallıyordu. İki adam da sessizlik içinde aradıklarını bulmayı umarken kalplerinin içinden kopan çığlıkları bastırmaya çalışıyorlardı. Hiçbir yerde Banu’ya ait bir iz bulamıyorlardı. Gürbüz yaptıklarını inkâr ediyor, olaylarla kendisinin hiçbir şekilde bağı olmadığını söylüyordu. Ellerinde de onunla ilişkilendirebilecek bir delil olmadığından ancak bir süre daha gözaltında tutabilirlerdi.

Fakat bu sefer farklı bir yol seçip Orkun’un dediğini yapacaklardı, peşine adam takıp her adımını izleyeceklerdi. Bunu daha önceden yapmalılardı çünkü bu adamlar her kimse, onların yapması gereken işi yapmış, gizlice takip edip Orkun’un kaldığı pansiyonu bile öğrenmişlerdi. Şu ana kadar arkalarında hiç iz bırakmamayı başarmışlardı, ta ki para çekme makinelerinin güvenlik kameralarına yakalanana kadar.

Olcay’ın telefonu çalmaya başlayınca Orkun’da dikkat kesilip Başkomisere baktı. Olcay, Fatma’nın aradığını söyleyip cevapladı.

“Evet, Fatma Hanım?”

“Nerede buldunuz?”

“Ne tür?”

“Üzerinde parmak izi olabilir. Olduğu yerde kalsın, daha fazla dokunmayın, Orkun’la birlikte geliyoruz.”

Olcay telefonu kapattığında bu sefer çalma sırası Orkun’un cihazındaydı. Telefonlardan biri susuyor diğeri çalıyordu.

Ekrana bakan Orkun’un kaşları çatıldı, “Vedat,” diye tısladı dişlerinin arasından, “Umarım gelmemiştir.”

“Vedat kim?”

“İzmir Olay Yeri İnceleme ekibinden.”

Olcay adamın neden burada olduğunu düşünüp Banu’yla ilgisi olup olmadığını soracaktı ki, Orkun devam etti.

“Banu’yla eski sevgililer ve Vedat hâlâ onu seviyor, hiç vazgeçmedi.” Çalmaya devam eden telefonu cevapladı. Alnı kırışan Orkun gideceği yerin konumunu atacağını söyleyip görüşmeyi sonlandırdı ve ardından Olcay’a baktı.

Başkomiser bilgisayar başındaki teknisyenini izlerken az önce telefonda Fatma ile konuştuklarını aktardı, “Fatma Hanım’a da çiçek bırakmışlar. Yalnız ona bırakılan bizimkilerden farklı, beyaz kasımpatı.”

Onlar aralarında konuşurken teknisyen bir şey yakalamıştı, şapkalı bir adam. Yüzü net şekilde görülmüyordu. Siyah, eskimiş, bol bir kargo pantolon ve yine siyah, uzunca bir tişört vardı üzerinde. Orkun’un beklediği gibi olmamıştı. Adam kameraların farkındaydı ve onlarla oyun oynuyordu resmen. Bilinçli hareket ettiği, yüzünü göstermeden şapkasıyla kameralara selam vermesinden belliydi. Şarap içen adamla kısa bir konuşmadan sonra pansiyona doğru yürümüşler, sonra kimsesiz adam mabedine geri dönerken şüpheli kişi gözden kaybolmuştu.

Orkun sinirlenip masaya yumruk atarken Olcay serinkanlılığını korumaya gayret etti, “Burada yapacak bir işimiz kalmadı.” Teknisyene döndü, “Çevredeki güvenlik kameralarını araştırın, MOBESE kameralarını da inceleyin. Belki adamın gittiği yeri öğrenebiliriz, tabii şansımız yaver giderse…”

Emirleri alan teknisyen başını sallarken Olcay, Orkun’la beraber odadan çıktı. Vakit kaybetmeden yola koyulduklarında saat neredeyse sabahın üçü olmak üzereydi. Yaz ayının berrak, pürüzsüz gecesine çöken puslu hava dağılmak bilmiyordu.

Orkun’un hafızasında sürekli Banu ile aralarında geçen tatlı atışmalar canlanıyordu. Bir an önce onu kaçıran adamların elinden kurtarmak istiyordu. Saatler süren araştırmaların neticesinde sonuç alamamanın vermiş olduğu huzursuzluk yüzünden gergindi. Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Sabrı taşmak üzereydi ve burnunun direği sızlasa da gözünden o yaşın akmasına izin vermedi, veremezdi çünkü Banu’yu sadece onlarla savaşarak kurtarabilirdi. Ağlamanın, zayıf düşmenin vakti değildi. Banu için gerekirse tüm kuralları bir kenara atarak kurtaracaktı onu.

Arabadan indiklerinde emin adımlarla ilerleyen Olcay’ı sessizlik içinde takip eden Orkun’un gözleri bir yandan etrafı tarıyordu. Bir aracın uzaktan gelen kapı sesiyle durdu, tekrar çevresini kontrol etti. Birinin karartısını karşısında görünce teyakkuza geçip elini silahına attı ancak o kişi yaklaşıp ışığın altında yüzü belirince Vedat’ı tanıyabildi. Ağlamaktan gözleri kızarmış ve gözaltları şişmiş haldeydi. Vedat’a bakınca içinde nedenini bilmediği bir rahatlama hissetti. Belki de tanıdığı birinin yanında olması çok daha iyiydi.

Orkun elini Vedat’ın omzuna atıp kafasıyla gelmesini işaret etti. Olcay önde ikisi arkada binanın girişine vardılar. Üç adam da derin sessizliğin içine gömülmüş haldeydi.

Fatma onları kapıda karşıladı, onu selamlayarak içeri girerlerken kadının üzerindeki keder ve çaresizlik belirgin bir şekilde yüzüne yansıyordu. Salonda Kaan koltuğun üzerinde yarım uzanır şekildeydi, Olcay ve diğerlerini görünce toparlanmaya çalıştı. Olcay eliyle rahatına bak der gibi işaret ettiği sırada gözü sehpanın üzerindeki zarf ve çiçeğe takıldı.

Büyük bir titizlikle delil poşetine alıp koyarken arkada, kapı eşiğinde dikilen Fatma’ya omzunun üzerinden bir bakış attı, “Saat kaç gibi bıraktılar bu zarfı?”

“Saat on bir sularında. Apartmana nasıl girdiklerini bilmiyorum çünkü apartmanın kapısı mutlaka kapalı olur.” Fatma’nın zarfı bulmasından sonra neredeyse üç saat geçmişti.

Birbirine bakan Orkun, Olcay ve Vedat konuşmadan akıllarından geçeni anlamış gibi kafa salladılar.

Sokak kapısına doğru hareketlenen Orkun, Olcay’a baktı, “Ben en üst katta oturanlardan soru sormaya başlıyorum. Mutlaka birileri bir şey görmüş olmalı.”

Vedat, “Seninle geleyim,” dedi.

“Tamam,” diyen Olcay, iki adam merdivenlerden yukarı çıkarken Fatma’nın karşı komşusunun ziline bastı. Kısa bir bekleyişin ardından, uyku mahmurluğu içinde, altmışlı yaşların ortalarında yüzünü ekşiterek -aynı zamanda şaşkın ifadeyle- bir adam çıktı.

İnsanların kaşları biraz çatılsa da Kaan ve Fatma’nın yaşadıklarından sonra kimse homurdanmamış, aksine herkes elinden geleni yapıp yardım etmeye çalışmıştı.

Komşular, sorulan tüm soruları cevaplarken çalınması gereken kapı kalmamıştı. Şimdi öğrendiklerini birbiri ile paylaşma zamanıydı.

İlk olarak Olcay edindiği bilgiyi aktarmaya başladı, “Alt kattaki yönetici Rıza Bey’in oğlu Sadık, saat on bir gibi eve gelmiş, yani Fatma’nın zarfı bulduğu sıralar. İçeri girerken apartman kapısının önünde duran taş dikkatini çekmiş. Babası hassas bir yönetici olduğu için dış kapının, yabancıların ve seyyar satıcıların elini kolunu sallayarak girmemesi için sürekli kapalı kalması konusunda ısrarcı davranırmış. Oğlu da bunu bildiğinden taşı görünce ayağı ile dışarı itip kapıyı kapatmış.”

Orkun gözlerini hızlı şekilde kırpıştırdı, “Kimse bu konudan bahsetmedi. Yabancı birini gören olmamış. O taşı yabancı biri koymuş olabilir. Bunu öğrenmek için insanların kapılarını tekrar çalmamız gerekiyor o zaman.”

Üç kişi, katları tekrar gezmeye başladılar. Daha önce uyandırdıkları apartman sakinlerinin kapıları açması bu sefer daha kısa sürdü.

Kapının önüne taş koyan kişiyi bulamamışlardı ama Sadık’ın haricinde taşı gören biri daha çıkmıştı. Alışveriş poşetlerini arabadan alıp taşıyan, Fatma’nın iki üst dairesindeki yedi numarada oturan Saniye adındaki kadın anlattı, “Ben geldiğimde poşetleri almadan önce anahtarları çıkardım. Apartman kapısının önüne geldiğimde bir baktım kapı açık, önünde taş var. Ne yalan söyleyeyim, kimin koyduğuyla ilgilenmedim ve o an işime geldi, sevinmedim değil. Nasıl olsa diğer poşetleri almak için tekrar aşağı inecektim o yüzden taşa dokunmadım. İşim bittiğinde kapıyı kapatırım dedim. Saat on bire geliyordu o sırada. Eve çıktığımda telefon çaldı, iki bilemediniz üç dakika kadar konuşup tekrar indiğimde bu sefer taş dışarı itilmişti. Diğer poşetleri de alıp anahtarla kilidi açtım fakat kapıyı itemedim. O sırada apartman kapısının önünde dikilen biri vardı, o yardım etti.” Saniye hanımın son sözüyle üç adam da dikkat kesildi. “Teşekkür edip ben de eve çıktım. Hepsi bu.”

Orkun kadına bir adım daha yaklaştı, “Bu kişi apartmandan mı çıkıyordu?”

Saniye Hanım, “Arabadan paketleri alıp arkamı döndüğümde adam apartman kapısının önündeydi, kapı da zaten arkamızdan hep yavaş kapanır ama adam kapının önünden geçiyor gibiydi,” dedi.

Orkun sorularını sürdürdü, “Adamda dikkatinizi çeken bir şey var mıydı? Yüzünü gördünüz mü?”

Saniye Hanım başka bir ayrıntı olup olmadığını düşünmeye başladı. O düşünürken Orkun hatırlamasına yardım etmek amacıyla nefes almadan konuşmayı sürdürdü, “Yara izi, ben, bileklik, saat buna benzer takı veya giysisinde ayırt edici bir ayrıntı, tik?”

Tam o sözün üzerine Saniye Hanım heyecan içinde atıldı, “Tam tik sayılır mı bilemem. Şapka takıyordu, yüzünü de göremedim tam olarak. Benden on santim kadar daha uzundu sanki. Ter kokuyordu, onu net hatırlıyorum. İçeri girerken teşekkür etmek için hafif başımı çevirip baktığımda, pantolonu düşüyormuş gibi belinden tutup yukarı doğru çekiştirdi. Babam çok yapardı o hareketi, rahmetli.”

Bu ayrıntı çok fazla işe yarar gözükmüyordu.

“Bunu ilk kapınızı çaldığımızda neden anlatmadınız?” diye çıkıştı o ana kadar sessiz kalan Vedat.

“Gereksiz bir ayrıntı diye düşündüm.”

“Bırakın gerekli olup olmadığına biz karar verelim!”

Orkun, Vedat’ın kolunu sıkarak susmasını istedi.

Ardından Olcay’a bakan Orkun, “Siz de benim düşündüğümü mü düşünüyorsunuz?”

“Adamlar kapıyı açık buldukları anda işlerini halletmişler. Sadık’a değil Saniye Hanım’a denk gelmişler. Çiçeği bırakan kişi kesinlikle o adam.” Olcay başını kaşıdı, “Planları ne, ne yapmak istiyorlar öğrenmemiz gerek. Tek kişi hareket etmedikleri ortada…”

Orkun heyecanlandı, “Adamın yanında başka biri var mıydı?”

“Hayır, tek kişiydi.”

“Daha sonra adamın ne tarafa gittiğini gördünüz mü? İyi düşünün.”

Kadın yüzünü buruşturdu, “Maalesef…” Bunun üzerine daha fazla zorlamanın gereği olmadığını düşünen Olcay kadına kartını uzattı ve teşekkür etti.

Saniye Hanım ile Sadık’ın eve giriş anları aynı zaman dilimine denk geliyordu fakat bu ikili birbirleri ile hiç karşılaşmamışlardı. Arada kısa bir boşluk vardı ve her ne yaşandıysa o kısa sürede yaşanmıştı.

Orkun, Olcay’a baktı, “Çevrede güvenlik kameraları var mı, öğrenmeliyiz. Saniye Hanım’ın belirttiği o şapkalı adamla kaldığım pansiyonun oradaki evsiz adama zarfı veren aynı şahıs olabilir.” Bir elini alnına dayayıp yere bakarak durdu. Derin bir nefes alırken güvenlik kamerasında izlediği görüntüyü hatırlamaya çalıştı. Saniyelik, kısacık bir an yansımıştı kareye. Şapkalı adam yürümeye başladığında kameraya selam verdikten sonra aynı Saniye Hanım’ın bahsettiği gibi pantolonun kemer kısmına götürüyordu elini. Neredeyse içinden, kendi duyacağı bir ses tonuyla konuştu, “Evet, o adamın tiki var. Kamera kayıtlarını izlerken dikkat etmemiştim fakat şimdi…”

Vedat huzursuz şekilde olduğu yerde kımıldadı, “O adamı bulmalıyız.”

“Bulacağız. Bu iş canımı inanılmaz derecede sıkmaya başladı,” dedi Başkomiser Olcay.

Tekrar Fatma’nın oturduğu daireye döndüklerinde, kadın merak içinde kapının önünde onları beklemekteydi.

Düşünceli olan Olcay çenesini sıvazlayarak ona baktı, “Siz zarfın bırakıldığını nasıl anladınız?”

“Aşağıdan zile basıldı.”

“Aşağıdan basıldığını nereden biliyorsunuz?”

“Kapıdan basıldığında başka aşağıdan basıldığında ise başka tonda zil çalar, bu sayede. Zil aşağıdan basılmasına rağmen kapının arkasında durup bekledim. Gözetleme deliğinden apartmanın ışığının yansıdığını görünce delikten baktım, kimse yoktu. Biraz daha bekledim. Apartman ışığı sönünce kapıyı açtım ve zarf hemen kapımın önündeydi.”

Olcay ve yanındakiler tahmin yürütürlerken içeriden telefon melodisi duyuldu. Fatma heyecanla içeri koştu ve geri geldiğinde telefon elinde cıyaklamaya devam ediyordu. Arayan numara gizliydi, açıp açmama konusunda kararsızlık yaşadığından Olcay ve Orkun’a ne yapacağını soran bir bakış attı.

Olcay açmasını işaret edince, Fatma tedirgin ve neredeyse kısık bir tonda cevapladı. Ruhsal ve fiziksel açıdan çökmüş olan Fatma, yaşadıklarından ötürü iki gün içinde yürüyen cesede dönüşmüştü. Telefon kulağında öylece kalınca, Orkun ne olduğunu sordu.

“Adamın biri aşağıda bize sürprizi olduğunu söyleyip kapattı.”

Önden ilk koşan Vedat oldu ardından ise Orkun. Olcay dikkatli olmaları konusunda onları uyardı yetişmeye çalışırken. Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak indi her biri. Apartman kapısını çekip açan Vedat bağırdı, “Banu orada, yerde yatıyor!”

Banu’nun yanına ilk ulaşan Vedat oldu, onu kanlar içinde öylece yerde yatarken gördüğünde soluğu kesildi. Eğilip nabzını kontrol etti, nabzı çok zayıftı. Vedat ambulansı aramaları için arkasındaki iki adama bağırırken çocuklar gibi ağlamaya başladı.

Olcay silahını çekti ve etrafı kontrol etmeye başladı, gecenin karanlığında her yer sakin görünüyordu.

Orkun acili arayıp ambulans istedikten sonra Vedat gibi Banu’nun yanıbaşına eğildi, sesinin titremesine engel olamadı, “Geçti, hepsi geçti. Benden öyle kolay kurtulabileceğinizi mi sanıyordunuz Amirim? Daha benden çekeceğiniz var…” Konuşurken gözyaşlarının akmasına o da Vedat gibi engel olamıyordu.

Onları biraz rahatlatmaya çalıştı Başkomiser Olcay, “Destek ekibi yolda, burada tehlike görünmüyor,” dedi her iki adamı da sakinleştirmek istercesine.

Orkun ise onu duymamışçasına, “Omuzundan kötü yaralanmış. Bir an önce hastaneye götürmeliyiz,” dedi. Vedat’ın da Orkun’dan kalır yanı yoktu. İki adam da şuurunu kaybetmişçesine yerde kanlar içinde yatan kadına yardım etmeye çalışıyordu.

Yüzü ve üstü kan revan içinde kalan Banu’ya bakan Olcay, “Sağlık ekipleri gelene kadar yerinden kıpırdatmayın,” dedi.

Park halindeki araçlardan birinin içinde hareket eden karaltıyı geç fark eden Olcay silahını kaldırdı. Ortaya çıkan adamlar da silahlıydı. Hava, gecenin koyu karanlığından daha kurtulamamıştı. Karanlıktan faydalanan adamlar orta alanda kalan Banu ve arkadaşlarına doğru attıkları sis bombasıyla çevreyi görmelerini engellediler. Her şey bir anda çok hızlı gelişmişti.

Dumanların içinde boğuşan Olcay ve arkadaşlarının tek amacı Banu’yu korumak ve onu hayatta tutmaktı.

Bir el silah sesi duyuldu. Merminin vızıltısıyla paniğe kapılan Orkun, Banu’nun üzerine kapaklandı. Kurşun Vedat’ın hemen yanından geçmişti.

Olcay kör bir şekilde kendi ekseni etrafında dönüyordu, “Dikkatli olun!” Elini Banu’nun üzerinde yatmakta olan Orkun’un omzuna attı. “Birbirinize yakın durun!”

Daha sonra sesini alçalttı Olcay, “Banu’yu kucağına alabilir misin?”

Orkun iniltiyle cevapladı, “Evet.”

“O zaman onu kucakla ve çömelerek yürümeye çalışın. Vedat sen de! Hedef küçültün, onlar da bizim gibi kör durumda. Ateş hattından uzaklaşmamız gerek.”

Bir silah sesi daha yankılandı gecenin içinde. Orkun tüm gücünü kullanarak Banu’yu yattığı yerden kaldırdığında Banu’nun kolu aşağı düştü, hareket etmiyordu. Var gücüyle yürümeye başladı, bacaklarındaki kasların yandığını hissediyordu. Vedat hemen yanındaydı ancak Olcay’ı göremiyordu, saldıran adamları da.

Kısa bir süre içinde silahlar ölüm saçarcasına ateş etmeye başladı. Kimin ateş ettiği belli olmadığı gibi Olcay’ın karşılık verip vermediğini de belli değildi. Bir muammanın içindeydiler sanki. Kucağında taşıdığı Banu ve yanında Vedat ile apartman kapısına gelen Orkun girişten dışarıya baktı, sis dağılmaya başlamıştı. Kurtulmuşlardı ama Olcay yanlarında değildi.

Çatışma durmuş silahlar susmuştu, Orkun ve Vedat birbirine baktı. Vedat’ın gözleri hemen Banu’ya kaydı. Düşen elini tutup dudaklarına götürürken yaşaması için yalvarmaya başladı.

Orkun kararsızdı, kucağında can vermek üzere olan amiri, bir yandan da bilinmezliğin içinde mahsur kalan Başkomiser Olcay vardı.

Orkun gücünü topladı, “Banu’yu alıp yukarı çıkar, Olcay’ı kontrol etmem gerekiyor.” Silahlar susmuştu ama bu sefer araçların motor gürültüsü kirletmeye başladı sessizliği. Adamlar kaçıyordu.

 

Çatışmadan önce, Banu:

Minibüsün durduğunu kesilen sarsıntıdan anlayan Banu olduğu yerde kıvranmaya çalışsa da parmağını oynatacak gücü yoktu. Vücudu, yüzeye temas ettiği her noktasına iğne batarcasına canı yanıyordu. Bir an önce bu işkencenin bitmesini, ölmeyi istiyordu çünkü arkadaşlarının başına gelecekleri görmemeyi yeğliyordu.

Kapı açıldığında kokarca kılıklı adam ayak bileklerinden tutup Banu’yu çekerek yere fırlattı. Yaralı omzunun üstüne düşen Banu’nun acısı ikiye katlandı, nefesi kesildi. Bağıramıyordu. Gözleri buğulandı ve yaşlar yavaşça akmaya başladı. Beklemediği anda adamın attığı tekmeyle bayılacak gibi oldu, tüm görüntü bir anlığına karardı. Tek yapabildiği bacaklarını karnına doğru çekmek oldu. Küçülüp kaybolmak, kimsenin onu bulamayacağı, zarar veremeyeceği bir yerde saklanmak istiyordu. Çocukken babasından korktuğu zamanlarda da böyle davranırdı. Yaramazlığın elbette bir cezası vardı, bu cezayı çektiğinde babası yine şefkatli kolları arasına alır sevgisini gösterirdi. Artık babası yoktu, bu adamlar da babası gibi cezası bittikten sonra ona şefkat göstermeyecekti.

Kokarca konuştu, “Herkes yerinde mi?”

“Evet, işaretimizi bekliyorlar.”

“Şu sürtüğü ortaya doğru çek, ben kadını arıyorum.”

Adam, Banu’yu tekrar bacaklarından tutup çekmeye başladığında son kalan gücüyle inildeyebildi ancak.

Kokarca telefonla birine haber verdi. “Aşağıda size bir sürprizim var,” dedikten sonra yanındaki adama döndü, “Arabaya bin, şimdi inerler. Ben haber verince önce şaşırtacağız sonra saldıracağız. Hepsinin ölmesinde bir sakınca yok.”

Banu adamların arabaya binmelerini ve aracın geri vitese takıp hızla uzaklaşmasını izledi fakat hiçbir şeyi net göremiyordu. Bayılmak üzereydi. Tüm yaşananlar bir rüya gibi geliyordu. Başını çevirip yukarı doğru bakınca nerede olduğunu o anda idrak edebildi, Fatma’nın evinin bulunduğu sokaktaydı.

Fatmaların yaşadığı apartmanın girişi arkasında kalıyordu, hareket edecek gücü yoktu. Ölüme yaklaştığını hisseden Banu’nun gözyaşları daha yoğun akmaya başladı. Sokağın ortasında tek başınaydı, yalnızlığını ortaya seren tek ışık, sokak lambalarıydı.

Kısa süren sessizliği bağırışlar takip etti. Seslerin sahiplerini tanıyordu; Orkun, Olcay ve Vedat… O da buradaydı. Hiçbir şey söylemeden, mazeret bile göstermeden terk edip gittiği eski sevgilisi.

Orkun ve Vedat görüş alanına girdiklerinde, gördüğünün gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu kavrayamadı. Vedat ağlıyordu, başını ellerinin arasına aldığında ona kaçmasını söylemek istedi fakat ağzını açsa da, sözcükler dudaklarının arasında sanki mühürlenmişti. Olcay’ı göremiyordu ama varlığını hissediyordu. Derken Orkun da yanına çöktü, bir şeyler söylüyordu ancak konuşmalar oldukça derinden geliyordu.

Gözleri kapanırken etrafı beyaz bir bulut dalgası sarmaya başladı. Artık yaşamdan koptuğunu, ölüm vaktinin geldiğini düşünüyordu.

Orkun ve Vedat’ın aralarında ne konuştuklarını anlayamıyordu. Boğuk, anlamsız konuşmalar. Bir silah sesi, derinlerden… Gerçek mi, yoksa rüya mı? Havalandığını hissetti. Ruhu gökyüzüne doğru yolculuğa çıkmıştı sanki.

Bedeninden sonra ruhu da artık tamamen hissizleşmeye başlıyordu. Sesler gittikçe derinleşiyordu.

Son hatırladığı, kokarcanın adamları ile konuşmalarıydı. Sevdiklerine haykırmak istedi, “Hepinizi öldürecekler!”

 

On Gün Sonra, İzmir:

Orkun ve Cengiz, Bursa’da şehit düşen Başkomiser Olcay’ın cenazesinden döndükten sonra soluğu Banu’nun yanında aldılar. O gece Bursa’da yaşananlar sırasında silah seslerinden korkan komşular neler olduğuna bakmaya bile cesaret edememişti.

Adamlardan geriye hiçbir iz yoktu. Gürbüz kayıplara karışmıştı. Cengiz ve ekibinin ağzını bıçak açmazken Orkun bir ipucu bulabilmek için, yaralı bir kurt gibi her yere saldırmaya devam ediyordu.

Biraz hava almak ve kalabalıktan uzaklaşmak için Asayiş Şube’nin dışına attı kendisini. Yürürken yanından geçen insanları süzerken ana caddeye çıktığının farkında değildi. Düşünceleri, yolda son sürat akan araç trafiği gibi hızla geçmekteydi.

Nerede hata yapmıştı? Araştırma yaparken hangi ayrıntıyı atlamıştı, ya da neyi göremiyordu? Sorular, başarısızlığının sebebi, Başkomiser Olcay’ın ölümüne, Banu’yu da neredeyse kaybedecek olmasına sebep olan hatasını bulmak için kendi kendine sorduğu sorular… Ama cevapları yoktu.

Dalmış yürürken ayrıntıların arasında boğulmak üzereydi. Gürültüden uzaklaşmak için ara sokaklardan birine dalmakta buldu çareyi. Nereye gittiğini veya neden durmadan yürüdüğünü bilmiyordu. Sokakta taşlardan kale kurup maç yapan çocuklara doğru yürüdü. Ortalama on yaşlarındaki çocuklar aralarında kıyasıya mücadele ederken, iki kişi arasında geçen çekişmede biri diğerine faul yaptı. Topun başına geçen gencin saç kesimi, duruşu ve giyimi tam Ronaldo’ya benziyordu. Vuruşu yapmadan önce eğilip tozluklarını düzeltti ardından kaleye baktı. Orkun durmuş, işini ciddiyetle yapan genci hayranlıkla izliyordu. Topa hareketlenmeden önce şortunu düzeltti. O an durdu, damarlarındaki kan bir anda donmuştu adeta. Fısıltıyla tekrarladı, “Pantolonunu düzelten adam!”

Saniye Hanım’ın bahsettiği bu gereksiz ayrıntıyı yaşananlardan dolayı unutmuştu. Belki de gerçekten önemli değildi fakat bu bilgiyi araştırmak hiçbir şey kaybettirmezdi. Telefonunu çıkarıp hızla Fatma’yı aradı. Kadın cevap verdiğinde sesindeki heyecanı gizleyemedi, “Size bir şey soracağım.”

Fatma hattın diğer ucunda nefesini tutmuş dinliyordu.

“Gürbüz’ün işlerini yapacak bir yakını var mı?”

“Bilmiyorum.”

“O olay gecesi Saniye Hanım bahsetmişti, üstelik kamera kayıtlarını incelerken de onun söylediğini doğrulayan görüntü vardı elimizde. Pantolonunu sürekli düzelten biri, işin içinde hatta tam merkezinde o var!”

Şaşırma ve heyecanlanma sırası Fatma’daydı, “Pantolonunu düzelten biri mi?”

“Evet!”

Fatma kendisinden oldukça emin cevapladı, “Öyle biri var ama Gürbüz değil, onun kuzeni.”

Orkun bu gereksiz gördüğü bilginin üzerinde daha önce durmadığı için hayıflandı, “Bursa’ya geliyorum, ben gelene kadar bu konudan kimseye bahsetmeyin.”

 

Beş Gün Sonra, Bursa:

Orkun izini bulduğu Gürbüz’ün kuzeni Halis’i Bursa Asayiş Şube ekipleriyle birlikte günlerce takibe aldı. Artık dananın kuyruğunun kopacağından emindi.

Fatma, yıllar önce Gürbüz’ün okul çıkışlarına geldiğini ve kuzeninin de bazen yanında olduğunu anlattı. Sevimsiz, pasaklı biri olarak tarif ettiği adamın sık sık aynı hareketi yapması o zamanlar ilgisini çektiği için aklına kazınmıştı. Sıradan, basit, yapanın da dikkat etmediği sıkça tekrarlanan bir davranış onu ele vermişti.

Halis tek başınaydı ve tekin olmayan meskenlerde cirit atıyordu. Kalıbına bakıldığında, böylesine planlar yapıp cinayetlerden ustalıkla sıyrılabilecek birisi gibi görünmüyordu, lâkin Gürbüz kurnaz adamdı, onun akıl hocası olmalıydı.

Fatma’nın tam da tarifine uyuyordu, yıllar sonra adamın alışkanlıkları değişmemiş gibiydi. Giydiği mavi kot pantolon kir, aynı zamanda yağ içindeydi, yırtık siyah tişörtünün sırt kısmı terlemiş ve tuzdan beyazlamıştı. Külüstür, pas içinde Renault 12’nin yanına geldiğinde yine pantolonunu çekiştirdi ve sonra araca binip yola koyuldu. Orkun yanındaki ekiple beraber gizlice izlemeyi sürdürdü.

Ankara Yolu Caddesi üzerindeki Büyük Oto Sanayisine geldiler. Şüphelinin arkasından fark edilmemek için oldukça ağır ilerliyorlardı. Beyaz araç kepenkleri yarım açılmış olan bir yere girdi. Otomobil tamirhanesine benzeyen yerin kepenkleri araç içeri girdikten sonra tamamen kapandığında, Orkun yarısı silinmiş yazıyı okudu; “K AŞ  TO K PORT” Parçalar giderek yerine oturuyor, resim ortaya çıkmaya başlıyordu.

Dışarıdan bakıldığında işyeri kaderine terk edilmiş ve çalışmıyormuş gibi görünüyordu. Lâkin peşinde oldukları adamın dışarı çıkıp sigara içerken içeriyi işaret ederek telefonda oldukça ciddi konuşması bunun tam tersini gösteriyordu. Pantolonu çekme ritüelini yerine getirip işine geri döndü. İçeride hareketlilik olduğu aşikârdı ve güneş batmaya başladığında sanayinin içi gitgide sakinleşiyordu.

Orkun, bu yerin Gürbüz ile bağlantısını artık biliyordu. Sıra onu bulmaya gelmişti. Karşısında duran otomobil tamirhanesi görüntüsünün altında başka işler dönüyordu.

Gürbüz’ü araştırırken öğrenmişti. Gürbüz, ailesi öldükten sonra “AKTAŞ OTO KAPORTA” adında dükkânı olan amcasının yanına yerleşmişti. İşyeri artık resmî olarak faaliyet göstermiyordu. Burası artık, planlarını gerçekleştirirken çaldıkları arabaları ortadan kaldırmak için kullandıkları yerdi. Büyük ihtimalle Banu’yu da burada tutmuşlardı.

 

Hareket zamanı… Bursa:

Takip sonrası yapılan baskında Gürbüz’ün kuzeni Halis iki adamıyla birlikte yakalandı. Banu’ya ait kan izlerine rastlandı. Olcay’ın şehit düştüğünde kullanılan silah ve Banu’nun kaçırıldığı, sahibinin de çalıntı ihbarı yaptığı minibüs parçalanmış bir şekilde bulundu. Sahte kimlikler, plan sırasında kullanılan cep telefonları da ele geçirilmişti, üstelik cihazların içindeki tüm mesajlaşmalar duruyordu. Halis’ten sonra Gürbüz ise bir serada saklanırken yakalanmıştı. Serada yetiştirilmiş beyaz krizantem, sarı glayör ve her renkten güller vardı.

Mahkemeye sevk edilen şüpheliler, güçlü deliller neticesinde suçlu bulunup cezaevine gönderildiler.

 

Hüzünlü bir mutluluk… İzmir:

Banu’yu ayakta gören Orkun yanına gidip sarıldı. Amirinin omzunun yaralı olduğunu unutmuştu.

“Oha lan, çüş!”

“Pardon, amirim unuttum vallahi. Ne yapıyorsunuz?”

“Ne yapayım, aylak bakkal işi olmayınca taşaklarını tartarmış, ben de o misal takılıyorum.”

“Sizi ayakta görünce çok mutlu oldum…” Son cümlesini düşünmeden kuran Orkun sustu, Banu’nun çoktan yüzü düşmüştü bile.

Mutlu olmak… Bu sözün üstüne ikisi de tek kelime etmedi. Kaybettikleri bir hayatın ardından, insan ne kadar mutlu olabilirdi ki… Bunların sorumlularını yakalayıp içeri tıkmak bir nebze olsun yüreklerdeki acıya merhem olması gerekirdi ama olmadı. Lâkin hayat, öyle ya da böyle devam ediyordu. Hafızalara kazınan, ‘Sevdiğini kaybetme korkusu’ artık her birinin içine işlemişti.     

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU