Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Felaket Senaryoları: Bir zamanlar İstanbul’da

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

İbrahim Kaymak
İbrahim Kaymak
1977 yılında Sivas'ta doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat bölümü mezunu. Uzun yıllar özel sektörde Dış Ticaret alanında çalıştı. Lgbtinewsturkey oluşumunun kurucu üyelerinden ve İngilizce çevirileri ile projeye destek verdi. Üniversite yıllarından itibaren şiir, öykü yazımı ve kara kalem çizim konularına ilgi duydu. Ankara'da yayınlanan Mahalle Baskısı dergisinde Vedat Yaşar mahlası ile şiir, öykü, masal ve deneme türlerinde yazıları yayınlandı.

Erguvanların boğazın iki yanında açtığı zamanlardı. Sabah uyandığında perdenin aralığından güneş ışıkları yatağının üzerine kadar geliyordu. Derin bir nefes alarak gülümsedi. Her sabah yaptığı gibi kendine oluşturduğu çalma listesini telefonundan açıp dinlemeye başladı.  Yatağında uzanırken pencerenin önündeki rengarenk menekşeleri ve güneşin perde arasından süzülen ışıklarını seyretti bir müddet. Yatağının karşısında yer alan ahşap kütüphanesini izledi uykulu gözlerle, kütüphanenin üzerindeki cam balerin kız minyatürüne gülümseyerek baktı. Louis Armstrong’un What a Wonderful World şarkısı çalıyordu. Beyaz kılıflı yorganını kendine doğru çekti ve yatağında gerindi.  Kemik çerçeveli gözlüklerini, sağ komodininin üzerinden aldı.  Mavi gözlerinin içi gülüyordu. Çok güzel bir gün olacak bugün diye geçirdi içinden. Yataktan kalktı ve her sabah yaptığı gibi yarım saat kadar egzersiz yaptı. Kaslarını ve bedenini esnetti tümüyle. Ardından banyoya gidip duş aldı. Duştan çıktıktan sonra mutfağa geçip kendisine taze portakal suyu hazırladı. İçine bir kaşık bal koydu. Bir yandan portakal suyunu içerken sabah gazetenin gelip gelmediğine bakmak için kapıyı açtı. Gazetesi gelmişti. Kapının önünde gazetenin manşetine bakarken karşı kapının açıldığını fark etti. Yeni taşınan karşı komşusu kapıda belirdi. Büyük bir içtenlikle gülümseyerek “Günaydın,” dedi.  Gazetesini almak üzere olan Ali de gülümseyerek “Günaydın,” dedi kendisine.  Arkasından da “İyi günler” diyerek kapıyı kapattı. Gazetenin manşetindeki kötü haberler bile moralini bozamazdı bugün artık. Kapıyı kapattı. Salonda ahşap üzeri yeşil kadife döşenmiş koltuk takımından, pencerenin önüne yerleştirdiği ve bir şeyler okumak istediğinde oturduğu tekli koltuğa oturdu. Portakal suyunu içerken  gazetesine göz attı. Tam köşe yazarlarından birinin Türkiye’nin sosyo-ekonomik durumu üzerine gündemi değerlendirdiği bir yazıyı okurken telefonu çaldı. Arayan Özlem’di, üniversiteden arkadaşı.

“Alo canım, günaydın.”

“Günaydın,” dedi Sevan, yine yüksek bir enerjiyle.

“Bugün Tarabya sahilde kahvaltı yapalım mı, ne dersin? Hem erguvanları da seyrederiz,” dedi Özlem.

“Bugünün güzel geçeceğini biliyordum. Her zamanki kafede, bir saate orada olurum ben,” dedi Sevan.

“Anlaştık tatlım, görüşmek üzere.”

Gazetesini eline aldı tekrar, başladığı yazıyı bitirdi. Gazetesini koltuğun yanındaki ahşap, üzeri aydınlatma olan abajurun sehpa kısmına bıraktı. Ayağa kalktı ve yatak odasına gitti. Odadan sabah açtığı çalma listesinin devam ettiğini hafiften de olsa duyuyordu. Yatak odasına girdiği sırada en sevdiği şarkılardan biri olan Summer Time şarkısı çalmaya başladı. Ella ve Louis birlikte söylüyorlardı. Şarkıya eşlik ederken ahşap giysi dolabının iyice eskimiş kapılarını açtı. Üst kısımda şapkaları vardı.  Açık mavi olan, eski spor şapkasını çok severdi. Bugün onu takmaya karar verdi. Altına kotunu geçirdi. Üzerine yavruağzı gömleğini giydi. Baharın geldiğini bildiği için koyu yeşil spor ceketini üzerine attı. Aynada kendisine baktı. El kremini sürdü. Güneş gözlüğünü taktı ve evden çıktı.  Giriş katında oturduğu apartmandan dışarı çıktığında karşı komşusu Ali’nin penceresi önünde siklamen çiçeğini gördü. Aynı çiçeklerden kendisinde de vardı.

Mutlu olmak için bir neden daha diye geçirdi içinden. Ali ne kadar da kendisine benziyordu. Yani daha genç hallerime diye gülümsedi kendi kendine. Yaşlı olduğunu düşünmüyordu. Her ne kadar elli yaşına gelmiş olsa da atletik yapısı, yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi nedeniyle, olduğundan daha genç görünüyordu. Peki kimdi bu Ali acaba? Daha birkaç hafta olmuştu apartmana taşınalı, ilk karşılaştıklarında sevmişti Ali’yi.  Bir kurye Ali evde yokken gelmiş ve kendi kapısını çalmıştı. Bir alışveriş sitesinden gelen paketi Ali evde olmadığı için kendisi almıştı. Akşam da kapıyı çalmış, paketi teslimi etmişti. Ali otuz yaşlarında esmer, yakışıklı bir gençti. Ondan önce sadece bir kez, taşındığı sırada, kendisine yardım eden genç bir kadın ile eşyalarını taşıdığı gün görmüştü pencereden. Ali paketi teslim ettiğinde kendisine çok teşekkür etmiş, içeride bir şeyler içmek için eve davet dahi etmişti. Ancak Sevan kabalık olmaması adına teklifi kibarca geri çevirmişti.  

Bunları düşünürken sokağın ilerisindeki taksi durağına kadar yürüdü. Sırada bekleyen ilk taksiye bindi. Taksici “Selamünaleyküm Sevan Bey,” diye karşıladı. Sevan da “Aleykümselam,” dedi, ismini hatırlamadığı ama simasını hatırladığı taksi şoförüne. Tarabya’ya gitmek istediğini söyledi. Taksici kafasını önüne sallayarak “Tabii efendim,” diye yanıt verdi. Sevan çantasını açtı içinden okumakta olduğu Şerif Mardin’in Türk Modernleşmesi kitabını çıkardı. Okumaya başladı. Neyse ki trafik fazla değildi. Şişli’den Tarabya’ya yarım saatte geldiler. Taksi tam olarak buluşacakları kafenin önünde durdu. Ücretini ödedi ve taksiden indi. Kafeye girdi. Özlem daha gelmemişti. Deniz kenarındaki, karşı yakayı gören bir masaya oturdu. Ağaçların yeşili arasında morumsu pembe bir güle benzettiği erguvanları izledi bir müddet hayranlıkla. Sonra yanına gençten bir garson geldi, sipariş almak için. Sevan iki kişilik kahvaltı ve filtre kahve siparişi etti. Ancak siparişlerin arkadaşı geldiğinde servis edilmesini rica etti. Beklerken de kendisine az şekerli bir Türk kahvesi söyledi. Birkaç dakika sonra yanında küçük bir lokum olan, beyaz seramik üzerine çiçek desenleri işlenmiş, güzel bir kahve takımı ile kahvesi geldi. Kahvesinden bir yudum aldı. Akıp giden boğazı seyre daldı. Maviliğinde ve akışında dolaştırdı bakışlarını, arkasından yine karşı yakadaki erguvanlara baktı. Ne kadar güzel bir gün, diye geçirdi içinden. Kahvesini bitirmeye yakın Özlem girdi içeri. Beyazlamış saçları, gülümseyen yüzü ile masaya geldi. Her zamanki gibi neşeliydi. Sevan ayağa kalktı. Birbirlerine sarılıp, öpüştüler.

“Çok beklettim mi?” dedi Özlem.

“Yok canım yeni gelmiştim.”

“Ne kadar güzel erguvanlar, değil mi?”

“Evet, her zamanki gibi. Doğanın kendi yarattığı bu morumsu pembe renge aşığım, biliyorsun. Hele de boğazın bu noktasından görüntüsüne. Sen nasılsın görüşmeyeli?”

“İyiyim, biraz yorgunum sadece. Sınır Tanımayan Doktorlar’ la ilgili bir projede yeni bir danışmanlık işi aldım. Onunla boğuşuyorum bir yandan. Ama iyiyim.”

“Doğa’cığım nasıl?”

“İyi, iyi. Şimdilerde satranca takıldı. Babası ile deli gibi satranç oynuyorlar. Ben de biraz kafa dinliyorum, laf aramızda.”

Kafenin kıdemli, saçları beyazlamış, hoş ve temiz giyimli garsonu yanlarına yaklaştığında, hemen arkasından elindeki tepsiyle genç garsonların biri de masanın yanına geldi. Kahvaltılıkları masanın üzerine yerleştirdi. Son olarak filtre kahveyi masanın üzerine bıraktı ve son bir istekleri olup olmadığını sordu.

Özlem, “Ellerinize sağlık, çok teşekkür ederiz,” diye yanıtladı.

Garsonların masadan uzaklaşması ile Özlem çantasından Sait Faik’in şiir kitabı olan Sevişme Vakti’ni çıkardı ve Sevan’a okumaya başladı. Sevan’ın mavi gözlerindeki ışık ve ince dudaklarındaki tebessüm gizleyemediği bir hâl almış, mutlulukla gülümsüyordu. Bu onların yıllardır yaptığı bir ritüeldi, ama Sevan bu şiiri Özlem’den her dinleyişinde mutlu oluyordu. Gözleri yeniden akıp giden boğaza, karşısında hâlâ ormanlık kalmış Çengelköy sırtlarında açan erguvanlara kaydı. Özlem şiiri okurken zaman zaman bazı dizelerde eşlik etti.

“Anlatsam şu kiraz mevsiminin

Para kazanma mevsimi değil

Sevişme vakti olduğunu”  

………….

“Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı

Boyacı çocuğunun oğlu bir şiir okusa

Karacaoğlan’dan

Orhan Veli’den

Yunus’tan Yunus’tan…”

Şiirin son dizelerini birbirlerinin gözlerine bakarak bitirdiler ve gülümsediler. Sonra kitabı masanın yanına koyup, kahvaltılarını yapmaya başladılar. Bu sırada Özlem çalıştığı projeden bahsetti. Mültecilerin kamplarda ne kadar kötü koşullarda kaldıklarını, Avrupa Birliği’nin desteklediği bu projeden dolayı binlerce insana sağlık hizmeti sağlayabileceklerini, bu nedenle kendisinin de çok heyecanlı olduğunu anlattı kahvaltı boyunca. Sevan kamplarla ve mültecilerle ilgili Özlem’in gözlemlerini dinlerken, zaman zaman sorular sordu ve konuşmaya katıldı. Sevan da başka bir sivil toplum kuruluşunda Avrupa Birliği projeleri eğitmenliği yaptığı için konuya hakimdi. Konuşmaları böylece uzadı gitti. Son olarak sistemin yarattığı yersiz yurtsuz bu insanların yoksulluğunun bu politikalarla devam etmesi durumunda çok daha kötüleşeceğini, siyasilerin kendi çıkarları için uyguladıkları neo-liberal politikaların artması durumunda, bir sosyal patlama ihtimalinin dahi olduğu noktasında hemfikir olduklarında kahvaltılarını bitirmişlerdi. Bir ara Özlem’in telefonu çaldı. Arayan kocası Ercan’dı. Özlem’ e akşamüzeri karşıya geçmeleri gerektiğini hatırlatarak çok gecikmemesini rica etti. Sevan’a selamlarını iletti ve kapattı telefonu.

“Akşam Bahar ve Özkan’a gideceğiz, sen de geleceksin değil mi?”

“Yok, ben biraz kendi halime kalmak istediğimi söyledim Bahar’a.”

“Tamam kuzum, sen bilirsin”

“O zaman son bir Türk kahvesi keyfi yapalım, ne dersin?”

“Olur, yapalım.”

Kahvelerini içip, hesabı ödediler. Sonrasında Özlem, kafenin önünden arabasına binmeden önce sarılıp, öpüştüler. Özlem arabasına bindi ve Cihangir tarafında olan evine gitmek üzere yola çıktı. Sevan da sahil kenarından yavaş yavaş Ortaköy’e kadar yürüdü. Omzuna çapraz astığı deri çantası, kafasında açık mavi şapkası ve üzerindeki eski yeşil ceketi ile yürümeye başladığında biraz üşüse de yol boyunca belli bir tempoda yürüdüğü için ısındı. Ortaköy’de bir çiçekçiye daldı, rengarenk menekşeleri gördü. Hemen karşısında küçük bir saksıda turuncu çiçek açmış olanı aldı ve ücretini ödeyip çiçekçiden çıktı. Köşeden bir taksi çevirdi ve Osmanbey’e çıkmak istediğini söyledi. Taksici “Elbette,” diyerek arabayı çalıştırdı ve yola çıktı. Bu sırada Sevan hınzırca gülümsüyor ve elindeki turuncu menekşeye bakıyordu. Yol boyunca geçtikleri caddeleri, insanları, ağaçları izleyerek Beşiktaş’a kadar geldi. Beşiktaş’ta biraz trafik vardı. Bugün yine maç var sanırım, diye geçirdi içinden, tam Kazan birahanesinin önündeki kalabalığı gördüğünde. “Kiminle yapıyor acaba Beşiktaş maçı?” diye taksiciye sordu.

“Bursa ile yapıyoruz abi,” diye cevap verdi taksici.

Geçen haftaki yenilgiyi hatırladı, “Umarım kazanırız bu sefer,” dedi Sevan.

“Bursa zorlu rakip abi, belli de olmaz, Ertuğrul Sağlam var şimdi başında,” diye yanıtladı yeniden taksici.

Bir müddet bekledikten sonra “Abi ben seni Fulya’dan çıkarayım. Malum maç var. Stadın orası çok kalabalıktır şimdi. Oradan bir saatte çıkamayız,” dedi ve sağa sinyal verip Beşiktaş Çarşı’nın içinden yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Biraz futbol muhabbeti daha yaptılar. Taksicinin söylediği gibi yarım saat sonra Osman Bey metro durağına gelmişlerdi. Taksiden elinde menekşe ile indiğinde sert bakışlı, iki adamla karşı karşıya geldi. Adamlar iri yarı, bıyıklı, sakallı tiplerdi. Birini anımsar gibi oldu, ama çıkaramadı. Evinin olduğu Şair Nigar sokak, caddeyi kesen uzunca bir sokaktı. Köşedeki fırına kadar yürüdü, fırından ekmek aldı. Bu sırada o iki adamın fırının önünden geçip gittiklerini fark etti. İçine bir sıkıntı doğdu, ama üzerinde durmadı. Ekmeğini bir kâğıda sarıp kendisine uzatan fırıncıya teşekkür etti ve yeniden sokağa çıktı. Sokağa çıktığında yağmurun hafiften çiselediğini fark etti. Ceketinin yakalarını kaldırdı ve yürümeye devam etti. Bir yandan da içinden Sezen Aksu’nun Son Sardunyalar şarkısını söylüyordu. Oturduğu binanın önüne geldiğinde Ali’nin penceresinin önünde duran sklemen çiçeğinin yanına elindeki turuncu çiçekli menekşeyi koydu. Cebinden anahtarını çıkardı ve binanın kapısını açtı. Birkaç adım atıp dairesinin kapısının önüne geldiğinde, arkadan iki karartının üzerine geldiğini fark etti. Arkasını döndüğünde biraz önce karşılaştığı iki adam, kendisine küfür ederek üzerine atladı. Bir tanesi tam ense köküne indirdi tokadı. Onun acısı ile bağırmaya başladığında, diğeri midesine indirdi yumruğu. Acı içinde kıvranarak yere yığıldı. “Yardım edin!” diye bağırmaya çalışıyordu ki, ikisi birden yere düşen Sevan’ı tekmelemeye başladı. Tanımadığı bu insanlardan neden ana, avrat küfür yediğini bilmiyor ve olanı biteni anlayamıyordu. Sevan’ın çığlıklarını duyan Ali, kapının deliğinden olan biteni izlemeye koyuldu. Birisi esmer sakallı, diğeri kumral bıyıkları olan bu iki adamın Sevan’ın kafasına attıkları tekmeler nedeniyle, Sevan zaman zaman kafasını duvara çarpıyor ve elleri ile kafasını korumaya çalışıyordu. O kafasını korumaya çalıştıkça, adamlar daha sert indiriyorlardı tekmeleri.

Ali’nin eli birkaç defa kapının koluna gitse de kapı deliğinden korkuyla olanı biteni izlemek dışında bir şey yapmıyordu. Birkaç dakika daha izledi.  Sonunda adamlar Sevan’dan bir hareket gelmediğini görüp arkalarını döndüler ve hızlıca binadan dışarı çıktılar.

Ali kapı deliğinden, yerde kanlar içinde cansız yatmakta olan Sevan’a son bir kez daha baktı ve kapıdan uzaklaştı.

En Son Yazılar