Tabağında kalan son bezelye tanesi ile oynuyordu on dakikadır. Çatalı batırmadan, kenarıyla iterek küçük bir topu sahada sürer gibi tabağın içindeki bir kaleden diğerine sürükleyip duruyordu. Pirinç tanelerinden yapılma kale direkleri bile vardı. Futbolu sevmezdi. Aslında severdi ama onu oynatmazlardı mahallede yapılan maçlarda. O da buna bozulmuyor gibi davranmak için oyunu sevmediğini söylerdi. Aynı sebepten sevmediği başka oyunlar da vardı: Körebe, yakar top, mendil kapmaca… Okulda durum farklı olurdu. Sevmemek bahanesi sökmezdi öğretmenine. İnatçı bir kadındı öğretmeni, illa oyuna girmesi için tuttururdu. Tamam dese bu kez de sınıf arkadaşları kendi takımlarında istemezdi onu. Her oyun sonunda olan yine ona olurdu: Öğretmenin görmediği yerde suratına doğru sallanan parmakların muhatabı olurdu. Yandaki odada devrilen bir eşyanın sesi ile birlikte bezelye tanesini ağzına attı. Kendi tabağını lavabonun içine bıraktı. Diğer iki tabağı temizlerin yanına kaldırdı. Seslere bakılırsa yine yemek yemeyeceklerdi.
Şehrin kenar mahallelerinden birinde yaşıyorlardı. Uyuşturucu satıcılarının, kadın tacirlerinin, silah kaçakçılarının mesken tuttuğu, her an bir köşe başında birinin birine sustalı çektiği bir mahallede tek katlı, üç odalı bir evde… Kış olduğunda evde yaşayan herkes sobanın yandığı odada toplanır, yemeği orada yer, televizyon izler ve yine orada birlikte uyurdu. Yatak odalarından birinde soba kuruluydu ama böylesi daha ekonomik oluyordu. Sırf bu yüzden kış mevsimini sevmezdi. Ev, böyle elektrikli olduğunda kaçacak yeri olmazdı çünkü. Bir köşede saklanamadığı için babasının öfkesinden payını alırdı. Hatta çok ağlayıp sızlanırsa annesi bile ona öfke kusardı. Fiziksel olmazdı annesinin darbeleri ama babasının kemerinden daha çok canını yakardı. İçeriden bir çığlık yükseldiğinde o da tezgâhın önüne getirdiği sandalyede yükseliyordu. Lavabonun içine bıraktığı tabak, bardak ve çatal, kaşıktan oluşan kendi bulaşığını sessizce yıkadı. Yemek tenceresinin kapağını ve kendi elleriyle yaptığı masanın orta yerinde renk cümbüşü oluşturan salatanın üzerini kapattı. Şansına mevsim kış değildi de o da kendi sığınağına saklanabilecekti. Ortada görünmezse ona bulaşmaz, önünde sonunda birbirlerini hırpalamaktan yorgun düşüp uyurlardı.
Anne ve babasının odasının hemen karşısındaki odanın kapısını gıcırdatmadan açabilmek için oldukça yavaş hareket etti. On yıldır kazandığı deneyim neticesinde parmaklarının ucunda yürümekte uzmanlaşmıştı: doğuştan bir bacağı diğerinden dört santimetre kısaydı. Yan odadan hakaretler sıralanıyordu. Babaannesinin televizyonunu açıp, film izlemeyi düşündü önce, sonra ses olacağı için vazgeçti. İzlediği filmleri beğenmezdi annesi, kızardı. “Kanlı, vahşet dolu filmler izleme,” derdi. Oysa evlerinin dışında her an kan akabilirdi. Filmde gördüğü sahnelere gözlerini kapatan annesi; pazarda, hemen iki adım ötesinde biri birini bıçaklarken durup seyretmişti.
Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyordu. Yağmurun sesi belki diğer odadan gelen sesleri bastırır diye umut etti. Babaannesinin yatağına uzandı. Yastıkta kalan kokusunu ciğerlerine çekti. Babaannesini herkesten çok seviyordu. “Keşke hemen bugün gelse, o varken böyle olmuyor,” diye mırıldandı. Ancak ertesi gün geleceği için şükür de etti. Babaannesi bir süre onlarda bir süre amcasının evinde kalıyordu. Şimdi yine amcasının sırasıydı. Yaşlı kadın evdeyken babası yine öfkelenip bağırırdı ama annesi, uysal bir gelin gibi davranır cevap vermezdi o zaman. Öyle olunca da kavga bu kadar büyümezdi. Babası uzatacak olsa babaannesi hemen torununu kanatlarının altına alır ya odaya çekerek korur ya da babasının kulağını çekerdi birkaç sözle. Babası, babaannesine pek karşı çıkamazdı. Annesine saygısızlık ederse ağabeyinin onun canına okuyacağını bilirdi. Bir keresinde amcasının evlerine hışımla geldiğini ve babasını dövdüğünü unutamıyordu. Babasının suçu neydi bilmiyordu ama babası karşılık vermemiş, ağabeyine karşı kendini savunmamıştı bile. Babasının en büyük merakı kuşlardı. Güvercinler, keklikler… İnşaatlarda kazandığı üç kuruşu kuşlara yatırdığı için çıkardı evdeki kavgaların çoğu. Okul alışverişi için çarşıya çıktıkları bir gün babasının bulduğu paçalı bir güvercini alması yüzünden iki ay okula formasız gitmek zorunda kalmıştı. Babaannesi yine imdada yetişmiş, üç aylığını alır almaz onu forma almaya götürmüştü. Annesi de bu üç aylık yüzünden babaannesine çıtını çıkarmıyordu. Onun olmadığı zamanlarda kadının arkasından hiç çekinmeden atıp tutuyor ve ondan bahsederken “cadı” diyordu.
“Üç kuruş için bize eziyet ediyor cadı./ O cadı yüzünden bu küflü evde kalakaldık./ Boğazı hiç durmuyor cadının, isteği hiç bitmiyor./ Hizmetçisi oldum bir cadının…”
Annesi böyle konuştuğunda çok üzülürdü. Bir, iki kere itiraz etmeye, babaannesini savunmaya kalkmıştı da işte o zaman annesi yine zehir gibi sözler söylemişti: “Sen sus topal! Senin yüzünden bir daha çocuğum da olmayacak. Kendin sakat doğdun, beni de sakat bıraktın. Ömrümü bana zindan ettin! Keşke hiç doğmasaydın, o zaman bu bunak cadıya da babana da katlanmak zorunda kalmazdım,” demişti ağzından tükürükler saça saça. Bir anne çocuğunu sevmez miydi? Annesi hayatı sevmiyordu aslında. Hiç kimse için saçını süpürge ettiği de yoktu. Babaannesi diğer oğlunun evine gittiği zamanlarda derme çatma evleri pislikten kokardı. Çocuk aklıyla ortalığı toplamaya, temizlik yapmaya çalışırdı.
Babası da ne onu ne de annesini seviyordu. Babası Şaziye’yi seviyordu. Kaç kere babasını gizlice takip etmiş, Şaziye’nin evine girerken görmüştü. Mahallenin içinde elini kolunu sallayarak yürüyordu babası, sonra Şaziye’nin evinin arkasına dolanıyordu ve bahçe duvarından atlayarak eve giriyor, yine aynı yerden çıkıyordu. Kimsenin onu görmediğinden o kadar emindi ki, bir bacağı kısa oğlunun kedi gibi sessizce onu takip ettiğini fark edemiyordu. Mutlaka birine söylemeliydi bu gerçeği. İlkin bunu annesine söylemeyi düşündü ama söyleyemedi; daha büyük kavgalar çıkar diye, babası onu döver diye korktu. Babaannesine anlatmayı düşündü, kıyamadı babaannesine. Kalp krizi diye bir şey duymuştu, yaşlılarda çok olurmuş, babaannesinde de olursa diye korktu. Şaziye’yi de sevmiyordu. Çünkü babası evdeyken hiç gülmüyor ama Şaziye’nin evinden çıkarken hep gülümsüyordu. Artık gülemeyecekti babası Şaziye’ye. Yan odadan bir şangırtı daha koptu, onu da daldığı düşüncelerden kopardı. Babaannesi olsaydı bu kadar uzamazdı. Keşke sadece babaannesi ile yaşayabilseydi. Gözlerini kapattı. Yan odadan duyulan cümleler birer tokat gibi çarpıyordu yüzüne. Bu aralar annesi aynı şeyleri tekrar tekrar söyler olmuştu. Annesinin, “Yalnız bu şartla affederim seni. Dediğimi yaparsan, ne haliniz varsa görün, karışmam,” dediğini ve babasının bunu kabul ettiğini duyduktan sonra yastığı başına bastırdı ve saat daha dokuz bile olmamışken yorganı üzerine çekti.
Ertesi gün babaannesi onu uyandırdığında öğle olmak üzereydi. Yaşlı kadın gözyaşlarını tutamıyor, başına geçirdiği beyaz bürgünün ucuyla yanaklarını silip duruyordu.
“Hasan kalk yavrum. Şimdi gözlerini kapatmanı ve benimle birlikte evden çıkmanı istiyorum. Aç, diyene kadar açma gözlerini. Söz mü?”
İtaat ederek kapatmıştı gözlerini. Babaannesi gözlerini açmasını söylediğinde evlerinin bahçe kapısının önündelerdi. Mahalleli toplanmaya başlamıştı. Kimi ağlıyor, kimi dövünüyordu. Kalabalığın arasında amcasını gördüğüne sevindi Hasan. Amcası bu mahallede yaşayanlara hiç benzemezdi ve çok severdi onu, hep çikolata alırdı ama bu kez çikolata yoktu anlaşılan. Telefonda konuşup duruyordu amcası ve ayakkabıları kırmızı izler bırakıyordu o yürüdükçe. Hemen eğilip kendi ayaklarına baktı Hasan, terliklerine: temizdi. Polis arabasının sirenleri duyuldu önce, sonra kendisi göründü. Mahallenin dar ve tozlu sokaklarında toplanan kalabalığı yarmak için çalmışlardı sirenlerini. Mahalleli polisi sevmese de Hasan, polisleri, en çok da polis arabalarını severdi. Yana doğru kayarak açılan kapıları olan bütün arabaları severdi. Amcasının arabası da öyleydi. Evi büyüktü, kaloriferleri bile vardı; sıcacıktı. Komşulardan biri sandalye getirdi Hasan ve babaannesine. Babaannesi kaya gibi sağlam bir kadındı ve yine öyle davranıyordu. Yaşlı kadın Hasan’ın elini sımsıkı tutmuştu, ara ara dudaklarına doğru götürüp öpüyordu. Bir kadın polis yanlarında gelene kadar da bırakmadı.
“Adın Hasan’dı değil mi? Bana anlatır mısın dün gece neler oldu evinizde?”
Hasan bütün kavgayı anlattı baştan sona kadar. Ne duyduysa… Annesinin Şaziye’yi öğrendiğini anlattı. Aynı gün öğle saatlerinde, babası evde yokken Şaziye’nin evlerine geldiğini ve annesine her şeyi anlattığını da ekledi Hasan. Annesinin önce kapılarına gelen bu arsız kadının saçlarını yolduğunu, sonra onu evden kovduğunu da… Kadının evlerinden kaçarcasına çıktığını ve kendini evine zor attığını izlemişti Hasan. Çünkü bu kez de kadını takip etmişti sessizce. Babası eve geldiğinde annesi kavgayı başlatmıştı. Babasını eğer Şaziye’yi bırakmazsa amcasına her şeyi anlatmakla tehdit etmişti. Hasan, babasının amcasından korktuğunu da anlattı polise. Amcası eğer dededen kalan tarlayı, babaannesinden vekâlet alan kardeşinin sattığını öğrenirse, paraları paylaşmak isterse ne olurdu? Kesin amcası bu kez babasını vururdu. Hasan, kadın polise akşam boyu yaşanan her şeyi, yani anlatmak istediği her şeyi anlattı. Başka bir şey bilmediğini söyledi ve hıçkıra hıçkıra ağladı; sefaletle geçen çocukluğuna, sevilmeyişine ve yaşadıklarına ağladı.
Soruşturma haftalarca sürdü. Polis, Hasan’a aynı şeyleri defalarca anlattırdı. “Evin kapısı kapalı mıydı? Evde başka birisi var mıydı? Gece başka ses duymuş muydu? Neden o kadar derin uyumuştu? Hep mi böyle uyurdu?” Babaannesini, amcasını ve Şaziye’yi de sorgulamışlardı. Amcasının şahitleri vardı. Şaziye’nin belalı bir dostu daha olduğu ortaya çıkmıştı. Polis sabıkası kabarık bu adamdan şüpheleniyor ama kanıt bulamıyordu. Amcası diyordu ki;
“Cinayet aleti ortada yok. Biz geldiğimizde evin kapısının camı kırık, eşyalar karman çormandı. Odanın penceresi de açıktı. Kesin eve hırsız girdi. Çocuğa bir şey koklattılar belki. Bizimkiler karşı durunca da öldürdüler. Bizi yiyip bitirdikleri gibi, başkalarını da dolandırmadılarsa hırsızlık işidir bu.”
Yengesi itiraz ediyordu buna: “Hırsız dediğin evi temizler mi hiç? Neleri vardı ki zaten çalınacak? Polis, biri evdeki kapıları, pencereleri silmiş demiyor muydu?”
Babaannesi her seferinde kızıyordu amcasına, çocuğun yanında konuşma bunları diye. Oysa Hasan şiddete alışkındı, alışmak zorunda bırakılmıştı. Hasan bükünce boynunu yengesi, amcası, kuzenleri etrafında pervane oluyorlardı hemen. Onu mutlu etmeye uğraşıyorlardı. Sırf bu yüzden büküyordu Hasan boynunu. Aslında on yıllık ömründe ilk defa gerçekten mutluydu.
Amcası, “Anne, gel he de, satalım şu eski evi. Kurtulun o pis mahalleden. Bizimkini de satalım. İki katlı bir ev alalım. Yıllardır söylüyorum, evim diye tutturuyorsun. Altlı üstlü otururuz. O mahallede nasıl bırakayım artık sizi bir başınıza?” diyordu. Babaannesi gelin geldiği evden vazgeçmekte zorlanıyordu. Zaten bu yüzden yıllardır, onu el üstünde tutan büyük oğlunun yanında temelli kalamıyor, küçük oğlunun ve gelininin her türlü kahrını sineye çekerek evine dönüyordu. İkna olması için iki ay geçmesi gerekti. Ev satıldı mahalleden birine. Eşyaları toplama vakti geldiğinde Hasan tutturdu, “Ben de geleceğim sizinle,” diye. Zaten ev kan izlerinden temizlenmişti. Hasan evlerine yeniden girdiğinde tüm odaları dolaştı önce. Evin derlenip toplanmış olduğuna şaşırdı. Evleri hiçbir zaman bu kadar temiz olmamıştı. Evi alıcılara göstermek için temizlik yapıldığını açıkladı amcası. Eşyalar birer ikişer kolilere konmaya başladı. Büyük eşyaların kimi fakire fukaraya dağıtılacaktı, kimi eskiciye satılacaktı. Hasan, babası ve annesinin odalarının kapısında dikildi bir süre. Onları gördüğü son güne dair ne var ne yoksa bugün yok edecekti. Yeni hayatına başlayacak, kendinden nefret edenlerin dünyasından onu sevenlerin dünyasına yerleşecekti.
Yine parmak ucunda yürüyerek, işe dalmış büyüklere görünmeden, kedi gibi usulca çıktı evden. Evlerinin arkasındaki bahçeye geçti. Küçük küreği aldı kömürlüğün kapısına yasladığı yerden. Bahçe duvarının dibinden yürüyerek beşinci ağacı buldu. Göz ucuyla anne ve babasının yatak odasının penceresine baktı, meraklı komşuları uzak tutmak için çekilen perdeler sıkı sıkıya kapalıydı hala. Ağacın dibini kazdı, çıkardığı poşetleri hızla pantolonuna soktu, gömleğini üzerine çekti. Mahallede yürümeye başladı, birkaç sokak geçti. Kanlı kıyafetlerinin ve bezlerin olduğu poşeti, cebinde sakladığı başka bir poşete daha geçirerek çöpe attı. İzlediği filmlerde de öyle yapıyorlardı. Delilleri saklamalıydı. Zaten delilleri ortadan kaldırmak için gece boyunca uğraşıp durmamış mıydı? Anne ve babası öldükten sonra pencereden atlayarak dışarıya çıkmış, kıyafetlerini ve tarlanın satışından gelen parayı saklamıştı, üzerine bulaşan kanlardan arınmak için bahçedeki hortumu üzerine tutmuş, ayak izlerini yıkamış, biraz da yağmurdan faydalanmıştı. Evin giriş kapısındaki camı da özellikle dışarıdan kırmıştı. Polisler, filmlerde hep camın nereden kırıldığına bakıyordu çünkü. Bütün delilleri yok ettiğinden emin olduktan sonra, sabaha karşı acıkıp kalan salatayı yemiş ve uykuya dalmıştı.
Şaziye’nin sevgilisi evlerine baskın yaptığında saat gecenin onuydu. Babasının kapıyı açtığını, adamın babasını tehdit ettiğini duymuştu. Babası adama küfürler sayarken annesi ,“Susun Allah aşkına, mahalleye rezil edeceksiniz bizi,” diye yalvarmaya başlamıştı. Oysa tüm mahalle onların evlerinden gelen bağrış çağrışa, kırılan dökülenin çıkardığı seslere alışkındı. Odasının kapısını hafifçe aralayıp baktığında adamın bir bıçak çıkardığını gördü. İlk bıçak darbesini babasının göğsüne indirdi adam. Babası geri geri giderek odanın orta yerinde düştü. Adam, babasının boğazını keserken, “Irz düşmanı,” dedi. Hasan bunun ne demek olduğunu anlamamıştı. Annesi çığlık atarak kendini odaya kilitledi.
Nefesini tutmuş her şeyi kapı arasından izlerken adam onu fark etmişti. Kapıyı itmesiyle Hasan yere düştü. Şaziye’nin hapishaneden yeni çıkmış uzatmalı sevgilisi kapının eşiğinde durmuş şaşkınlıkla ona bakıyordu. ”Sen ha? Kendi babanı mı ispiyonladın çakal?” deyip bir kahkaha patlattı. Annesi odanın kapısını açmadı bile. Adamın sesini duymamış olması mümkün müydü? Hangi anne çocuğu ölümle burun burunayken saklanmaya devam ederdi? Adam sırıtarak “Arkamda şahit bırakmam olmaz, anlarsın ya, annen nereye gitti?” diye sordu. İşte o an Hasan’ın ikinci seçimini yaptığı andı. İlkini babasının yediği haltları Şaziye’nin evine giren adama anlatarak yapmıştı. Sonunun böyle olacağını düşünememişti ama bu ikinci seçimin sonu belliydi. Ondan vazgeçenlerden vazgeçmek zamanıydı. Güçlükle ayağa kalktı, topallayarak yürüdü ve karşı odayı işaret etti. Adamın kaşları çatıldı. Bir süre Hasan’ın topal bacağına baktı. Bıçağı tutan elini, bıçağı savurmak için geriye doğru çekti. Hasan gözlerini kapattı. Bekledi, bekledi… Kırılan kapının sesini ve annesinin çığlığını duyduğunda bile açmadı gözlerini. Ayak seslerinin yanı başına kadar gelişini dinledi, bekledi. Hak ettiği ölümü bekledi. Katilin nefesini suratında hissediyordu. “Aç gözlerini,” dedi nefesi kokan adam, Hasan gözlerini açtı. İlk gördüğü şey ucundan kan damlayan bıçak olduğunda adamın ayaklarının dibine istifra etti. Lapaya dönmüş pirinç ve bezelye taneleri ayakkabılarına bulaşmıştı adamın. Hasan yeşil sıvıya bakarken, “Keşke son yemeğim bezelye olmasaydı,” diye geçirdi içinden. Ne zaman bezelye yese midesi bulanırdı zaten.
“Sen bana bir iyilik yaptın, ben namusumu temizledim. Ben de sana bir iyilik yapacağım ve yaşamana izin vereceğim. Artık suç ortağıyız. Eğer birine benden bahsedersen, sevdiğin her kim varsa öldürürüm. Anladın mı beni Bezelye Çocuk?” dediğinde adam, Hasan sadece başını sallamakla yetindi. Bir daha asla bezelye yemeyecekti.
Ertesi gün evlerinin dışında oturup polise ifade verirken Şaziye’nin uzatmalı sevgilisi onu izliyordu. Hasan sözünü tuttu. Ne yaptığı anlaşılsa herkes ona da katil diyecekti ama o kendini, babaannesini katilden ve bu rezil mahalleden kurtaran kahraman olarak görüyordu. Herkesin acıyarak baktığı, kimsenin şüphe duymadığı çocuk, eğer ellerindeki vekâleti kullanıp evi satacak ve babaannesini evden tamamen gönderecek olmasalardı, anne ve babasına bunu asla yapmazdı.