Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Kadınım

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Mete Karagöl
Mete Karagöl
İstanbul Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi bölümünü 2019 yılında bitirdi; bir kütüphanecinin toplumu eğitmede ve yol göstermede önemli bir rolünün olduğunu düşünüyor, bu ülküyle çalışmaya devam ediyor. 2016 yılından bu yana düzenli bir şekilde öykü yazıyor; yazarak ve okuyarak gelişiyor. Sanatın sanatçı için olduğunu, sanatçının da toplumun içinden geldiğini savunuyor. Realizmin peşinde. İlk öykülerinin arasında polisiye olduğunu seçince, en gerçekçi edebiyat türünün polisiye olduğunu anladı. Alpaslan Kaya dünyasının yaratıcısı.

Bayram için gittikleri memleketlerinden bir akşamüstü dönen Neziha ve Ferdi Fındıklı çifti, birbirleriyle çekişerek apartmanın dar ve büyük merdivenlerini nefes nefese çıktılar. Ellerindeki valizlerin yanı sıra bir de et poşetleri vardı. Kapının önüne ilk çıkan, kaplumbağa ve tavşan öyküsündeki gibi şaşırtıcı bir sonuçla Neziha Hanım oldu. Kısa boylu, tombul kadın, “Satak da asansörlü ev alak diye gaç kez dedim sana,” diyordu, valiz ve iki poşeti ayağının dibine koyarken. Adam ise bir adım gerisindeydi. Aralarında bir adımlık mesafe vardı. “Ama dinletemedim. Zaten bir adam bir kadının lafını dinlemezse çok perişan olur. Neyse ki ıccık dinledin de şu eski evi alabildik.” Adam hiç oralı olmuyordu. Yıllardır kadının dırdırına bu şekilde katlanmıştı. Buna karşın kadın da haksız sayılmazdı. Yıllarca varlık görmüşlerdi, fakat kadının dırdırı sayesinde bu otuz yıllık binanın beşinci katındaki evi alabilmişlerdi. Asansör yoktu, izbesi ne kadar ilaçlanırsa ilaçlansın yine de kara böceklerin, farelerin istilasına uğruyordu. Adam poşetleri bıraktı ve deminden beri evin anahtarını arayan kadına, “Çenen dursun da elin iş yapsın Neziha,” dedi. “Çekil,” diye payladı. Cebinden evin anahtarını çıkarttı ve anahtar deliğine soktu. Tahta kapı bin bir gıcırtıyla aralandı.

“Kapıyı kilitlemeden mi çıkmış eşşoğlusu!” dedi adam.

Anahtarı delikten çıkarttı ve valizi ve poşetleri bir solukta eline aldı, içeri geçti. Valiz ve poşet ayırdımı yapmadan hepsini mutfağa koydu.

Adam ocaktaki cezveye, tezgâhın üstündeki tabak, çatal, bıçaklara bakıp hayıflandı.

“İyi ki bir haftalığına gittik. Şu sorumsuzluğa bak! Aynı amcası…”

Hiç sevmediği kardeşine, yeğenine örnek olduğu için bir ton saydı. Neziha Hanım’ın çığlığıyla sesini kesti, hiç beklemeden sesin geldiği yere, yatak odasına doğru koştu. Gördüğü manzara karşısında şaştı kaldı. Az önce şikâyet ettiği tek çocuğu, biricik oğlu yatağın üzerinde çırılçıplak yatıyordu. Yatağın üzeri kanlıydı. Ağlamak istedi, boğazına bir yumru oturdu. Hıçkıramadı, seslenemedi. Kanlanan gözlerinden, yaş ince ince aktı.

***

Dar merdivenleri çıkıp dairenin önüne geldiğinde nefesi kesilen Alpaslan bir süre tırabzandan tutunup nefesini düzene soktu. Sonra aklından bir hesap yaptı; ne kalmıştı emekliliğine, beş sene mi ne, geleli de bir sene olmuştu, acaba istese yorulmayacağı bir şehre tayini çıkar mıydı? Hiç sanmıyordu. Alpaslan, mesleğini sevse ve adalete bir katkısı olduğu için mutlu olsa da, bu en insanî yakınmalardan, düşüncelerden ve basit arzulardan hiç utanmıyor, sıkılmıyordu.

Kendini iyi hissedince sarı bandın altından geçip eve girdi. Olay yeri inceleme ekibinden polisler çalışıyordu, doğrudan cesedin bulunduğu yatak odasına hareket etti.

Bermutat Ateş Komiser vardı cesedin başında. Alpaslan’ın geldiğini fark etti. Maktulün başından kalkıp başkomisere rapor etti ahvali:

“Maktulümüz İsmet Fındıklı, başkomiserim. Yirmi iki yaşında, üniversite son sınıf öğrencisi. Kasığından aldığı bıçak darbesiyle öldüğünü düşünüyorum. Boşluğuna ve karaciğerinin üzerine de isabet etmiş bıçak, ama öldürücü darbe kasığına. Otopsiden sonra belli olur. Ekipler delil toplamaya devam ediyor. Kapıda ise herhangi bir zorlama yok. Yani katil her kimse, eve maktul ile gelmiş. Maktulün bu çıplak hali de göz önünde bulundurulursa katilin kadın olduğunu düşünüyorum.”

Alpaslan umutsuzca baktı meslektaşına.

“Cinayet silahı?” diye sordu.

“Henüz bulamadık. Ama yara izine bakarsak, standart büyüklükte bir ekmek doğrama bıçağı olabilir.”

Alpaslan bu yanıttan memnun olmadı. Daha doğrusu standart bıçak boyutunu kafasında canlandıramadı. Kendi evinde herhangi bir bıçakla ekmek keserdi. Bu bir meyve bıçağı da olabilirdi, büyük et bıçağı da. Onun için fark etmiyordu. Bıçak bıçaktı. Kesici, delici bir âlet.

Yatak odasının perdeleri çekilmişti; karşı apartmandan gören olmazdı, üstelik kadın tanıdık ise iş zora girerdi.

“Başkomiserim,” diye araya girdi Selda. “Maktulün annesi fenalaştı yine. Ambulans yaklaşmış. Babası da konuşamayacak durumda.”

“Tamam, kızım. Siz komşularla konuşun. Anne ve baba da sonraya kalır. Ambulans neden geç kalmış?”

Ateş utanarak, “Sizin gelmenize yakın çağırdık başkomiserim,” dedi. Eliyle de genç bir adamı gösterdi. “Arkadaş büroda yeni. Adı Umut. Çağır, dedik, ama unutmuş. Ben payladım.”

Alpaslan bu olayın üstünde fazla durmadı.

“Polisi kim aramış?”

“Karşı komşu,” diye cevapladı Ateş. “Onlar da yeni gelmiş zaten. Ses duymuşlar, çıkıp kapıya gelmişler, çalmışlar, kapıya vurmuşlar, açmaları için bayağı dil dökmüşler. En sonunda açtırmışlar.”

Cinayet büronun ellilik başkomiseri derin bir nefes aldı verdi. Yatak odasının kötü kokusundan, maktulle aynı odada daha fazla bulunmak istemediğinden ve içerideki polislere alan açmak için odadan ayrıldı. Evin holündeki bürosunun elemanlarıyla göz teması kurdu. Genç komiserler Ferdi ve Selda komşularla konuşmuşlardı. Apartmanda yapılacak iş kalmamıştı. Komiser yardımcısı Cemil ise yıllık izinde olduğu için hiç gelmemişti. Başkomiser lambası yanık, kapısı açık, içi boş bir odaya yöneldi; burası maktulün odasıydı. İçeride dağınık halde bulunan kitaplardan, defterlerden, açık haldeki yatağından gayrı kapakları kapalı elbise dolabı ve temiz bir halı bulunuyordu. Perdeleri çekili, penceresi örtülüydü. Duvarda Tarsus İdmanyurdu takımının çeşitli yıllardaki takım fotoğrafları, yıldı futbolcuların afişleri bulunuyordu. Neden sonra bilgisayar masasının boş olduğunu seçti. Hemen üç adım gerisindeki genç meslektaşına seslendi.

“Ferdi!”

Ferdi biraz daha yaklaştı.

“Bilgisayar yok muymuş? Masa boş.”

“Var başkomiserim,” deyip araya girdi olay yerinin yeni elemanı. “İçindeki dosyaları incelemek için aldık.”

Alpaslan vaziyeti tam idrak edemediği için toy polise sebebini sordu. Genç ise ekip amirleri Ateş’in delil oluşturabilecek bütün elektrikli özel eşyayı (cep telefonu, bilgisayar, tablet vs.) almalarını söylediğini iletti. Bunun üzerine odaya gelen Ateş ise prosedürlerine aykırı bir iş yapmadıklarını, gelişen dünyada artık telefon veya bilgisayarlara kaydedilen dosyaların önem arz ettiğini mesleğin özel ve akıcı diliyle anlattı. Yaşından ötürü teknolojilere meraklı olan Umut ise amirine ek olarak ABD ve pek çok Batı ülkesinde sadece bunlara bakılarak vaka çözüldüğünü anlattı. Alpaslan yapılan işten memnun olmuştu. Bir anda yirmi yıl öncesine gitti. Mail yazışmalarının yeni olduğu zamanlar. Kendisi asayiş şubedeydi o zamanlar. Bir Tahsin komiserleri vardı. Fırtına Tahsin’di adı. Cinayetçilerin, narkotikçilerin ve gaspçıların dünyaya ayak uydurması gereken polisler olduğunu anlattığı o ılık İstanbul günleri canlandı gözünde. Karısı öldürülmemiş, kendisi henüz başkomiser olmamıştı. Tahsin Komiser’in evinde rakı içiyorlardı. Amirinin, “Beş sene önce bana ‘Bilgisayar kullanacaksın ve raporları onda yazacaksın,’ deselerdi, güler geçer hasiktir çekerdim,” dediğini tebessümle hatırladı.

“Başkomiserim, gidiyor muyuz?” diye sordu Selda.

Alpaslan mutlu ve huzurlu günlerden uyandı, komiserini onayladı.

***

Ertesi gün olup da cinayet büro ekibi büroda mesaiye başlayınca, Alpaslan Kaya ofisinde topladı ekip arkadaşlarını.

“Anne ve babanın durumu nasıl? Kendilerinde mi?”

Selda Komiser yanıtladı.

“Ailenin akrabaları, aile dostları toplanmış başkomiserim. Aileyle birlikte bıraktığımız resmî ekipler ise anne ve babanın sağlığının dünden daha iyi olduğunu ve başsağlığına gelenlerle konuştuklarını az önce rapor etti.”

“Güzel,” dedi Alpaslan. “O zaman Ferdi’yle gidip konuşun bakalım.”

“Emredersiniz başkomiserim. Başka bir emriniz yoksa biz çıkalım.”

“Çıkın,” dedi Alpaslan Ferdi’ye bakmadan. Zira bu sırada masasındaki tutanakları eline almış, göz gezdirmeye başlamıştı.

İki genç komiser de çıktı.

Alpaslan tutanaklardan bir sonuç elde edemedi. Bir aile apartmanıydı, altı katlı, on iki daireli apartmanın neredeyse tamamı bayram için köylerine, ilçelerine; hülasa şehir dışına çıkmışlardı. Yalnız ikinci kattaki üç numaralı dairede ikamet eden iki erkek öğrenci bayram zamanı apartmandalardı. Alpaslan onların adını, soyadını bir not kâğıdına yazdı ve tutanakların bulunduğu dosyayı kapattı.

Masasından kalkıp biraz sonra başlayacak otopsiye katılmak üzere bürodan ayrıldı.

Adlî tıpta maktulün babasıyla karşılaştı. Adam oğlunun kesilmiş bedenini teslim almak için otopsi odasının önünde bekliyordu. Başkomiser, saygıyla adamın yanına oturdu. Adamın yanında, ayakta bulunan bir genç vardı. Alpaslan bu gençle göz göze geldi. Gözlerinde uykusuzluğu, kederi seçti. Bir dakika sessiz kaldıktan sonra adama kimliğini gösterdi.

“Ben cinayet büro amiri Alpaslan Kaya. Sizi ne kadar avutur bilmem ama en kısa zamanda katili yakalayıp adalete teslim edeceğiz. Size bir polis olarak değil, bir baba olarak söz veriyorum.”

Adam akı ala dönmüş gözleriyle Alpaslan’a baktı, sonra dizine elini koydu. Huşuyla başını eğdi.

“Kapıda zorlama yok. Her kimse eve İsmet ile birlikte girmiş. Oğlunuzun bir kız arkadaşı ya da böyle eve getirebileceği kadar samimi olduğu bir arkadaşı var mıydı?”

Adam ağlamaklı ve yorgun bir sesle başladı konuşmaya. “Oğlum, sessiz ve iyi niyetli bir çocuktu. Dışarı çıkmaz, kimseye karışmazdı. Kim neden böyle bir şey yapsın amirim? Sevgilisi var mıydı bilmem. Pek konuşmazdım bu konuyu. Önce okulunu bitirsin, ekmeğini eline alsın, gerisi kolay derdim.” Sözleri gözlerinden süzülen yaşı silmek için kesildi. Alpaslan gence baktı yeniden. Adam, “Yeğenim olur, bacımın oğlu,” dedi.

“Başın sağ olsun,” dedi Alpaslan.

“Sizler sağ olun.”

“Sen bilir misin İsmet’in arkadaşlarını falan?”

“İsmet ağbimle çok konuşmazdık amirim, öyle tanıdığım ettiğim biri yok, zaten ben Antalya’da yaşamıyorum. Tarsusluyuz da…”

“Akrabaların çoğu orada. Aslen oralıyız. Üç beş akrabamız var burada,” dedi adam.

Alpaslan da adamın dizine dokundu. “Ekip arkadaşlarım şu an evinizde. Sözüm söz. En kısa zamanda yakalayacağız. Telefonu, bilgisayarı inceleniyor.”

“Sağ olun,” dedi kısık bir ses tonuyla adam.

Bu arada otopsiden çıkan adlî tabip doğrudan Alpaslan’ın yanına geldi. Otopsinin bittiğini, birkaç saate teslim edileceğini söyledi adama. Bundan sonra Alpaslan’a henüz raporun hazırlanmadığını, konuşmak için odasına geçebileceklerini söyledi.

Başkomiser kalktı ve tabibin odasına yollandılar. Odaya girince doktor bir şeyler içip içemeyeceğini sordu. Alpaslan teşekkür etti.

“O hâlde,” diye başladı tabip. “Vücudunun pek çok yerinde darp izleri var. Bir süre boğuşmuş olabilir. Karın boşluğuna ve karın bölgesine aldığı bıçak darbeleri derin değil, Bunun öldürücü darbeler olduğu söylenemez. Ama kasıklarına aldığı iki darbe derin ve öldürücü nitelikte.”

“Bir intikam olabilir bu,” diye sesli düşündü Alpaslan.

“Olabilir,” diye destekledi tabip. “Şüpheli var mı elinizde?”

“Şu an yok.”

Alpaslan ayağa kalktı. Adlî tabibin elini sıktı.

“Raporu yazınca büroya gönderir misin?”

“Elbette.”

“Sağ ol, kolay gelsin.”

***

Alpaslan adlî tıptan çıktıktan sonra baroda kalan memur Zelal’a telefon edip not kâğıdına yazdığı iki öğrencinin adını verdi, araştırıp hemen dönmesini rica etti. Daha sonra acıktığını hissettiyse de vakit kaybetmemek için cenaze evine yollandı.

Biraz sonra telefon çaldı, arayan Ferdi’ydi, telefonu açıp hoparlöre aldı. “Efendim,” dedi, sıcağın da etkisiyle bezgin bir tonla.

Amirim selamlar. Burada işimiz kalmadı, izninizle büroya döneceğiz.

“Ben şimdi oraya geliyorum. Öğrenebildiniz mi bir şeyler? Sevgilisi var mıymış? Samimi olduğu birileri…”

Sevgilisi yokmuş. İçine kapanık biriymiş zaten. Bir iki arkadaşı varmış. Onların da adını aldık, ama soyadları, telefon numaraları yok.

“İyi tamam. Siz büroya geçin. Ateş’e sor bakalım, telefondan, bilgisayardan bir şey çıkmış mı? Eğer bu arkadaşlarının telefon numaraları kayıtlıysa adrese ulaşabilirsiniz ha!”

Tamam başkomiserim. Ben Ateş ile görüşüyorum.  Gelişme olunca ararım.

“Tamam.”

Telefon kapandı. Alpaslan yola odaklandı. Adlî tıp ile olay mahallinin arası yaklaşık yirmi dakikaydı, ancak trafik vardı, öğle güneşi ise tam tepedeydi, sıcak ve nem birleşmişti, neyse ki teşkilatın arabası klimalıydı, yoksa imkânı yok dayanamazdı. İstanbul’un kalabalığı bile Antalya’nın havasından bir nebze çekilirdi.

***

Alpaslan cenaze evindeki erkeklere selam verdi. Acılı anneye bir şey söyleyemedi; zaten kadın, kadınların bulunduğu yerdeydi. Kadınlar evde, erkekler apartmanın önündeki çadırdalardı. Alpaslan biraz oturdu, kendisine ikram edilen meşrubatı içti. Sonra izin isteyip kalktı. Öğrencilerin oturduğu eve çıkmadan önce Zelal aradı ve öğrenciler hakkında bilgi verdi: Biri Özkan İskele; yirmi yaşında, Akdeniz Üniversitesi Tarih bölümü ikinci sınıf öğrencisi. Diğeri Memduh Şahin; yirmi bir yaşında ve Özkan’la sınıf arkadaşı.

Alpaslan üç numaralı dairenin ziline bastı. Bir süre sonra tok bir ses, “Kim o?” dedi. Başkomiser kendini tanıttı, kapı aralandı.

Uzun boylu, zayıf, esmer bir adamdı kapının ardındaki. Sivilce izlerinden bozuk yüzünde tek tük sakal vardı.

“Müsaitseniz içeri girebilir miyim?” diye sordu Alpaslan.

Bu lafın üzerine kapıyı iyice araladı genç adam, içeri buyur etti. Alpaslan ayakkabısını çıkarttı ve öyle girdi içeriye. Oturma odası olarak kullanılan salona geçti, davetsizce oturdu bir koltuğa. Genç adam ise hemen karşısına oturdu.

“Özkan mıydı?” diye sordu başkomiser.

“Evet, benim. Mevzu neydi?”

“Memduh yok muydu?”

“Çalışıyor. Sabah çıktı.”

“Öyle mi?” diye istemsizce bir soru yöneltti. Cevap bir baş eğmesi olarak geldi. “Önceki gece apartmanda sizin ev ve İsmet’in evi açıkmış. Diğerleri tatildelermiş. Bunun için de sadece sizle görüşmüş arkadaşlarım.”

“Evet, dün gelen komiser hanıma her şeyi anlattık. Bize İsmet ile eve gelen birinin olup olmadığını sordu. Biz de bilmediğimizi söyledik.”

“Siz niçin gitmediniz memlekete?”

“Çalışıyorduk. Ben bir mağazada kasiyerlik yapıyorum. Bugün de izinliyim. Memduh da benzinliğin marketinde kasiyer olarak çalışıyor. O izin almadı. Çalışmaya devam ediyor. Ben çok yorulmuştum.”

Alpaslan zihnini yokladı, başka ne sorabilirdi.

“Çay içer misiniz? Ya da soğuk bir şeyler?”

“Yok teşekkür ederim. Kalkacağım hemen. Peki, İsmet’le aranız nasıldı?”

“Çok tanımıyorum ben. Memduh da bilmezdi. Rahmetli İstanbul’da okuyormuş.”

“Evet,” dedi Alpaslan. Başkomiser pantolonunu çekti ve ayağa kalktı. Genç adamın elini sıktı ve evden ayrıldı.

***

Yemeğini yedikten sonra büroya dönen Alpaslan yorgun ve sıcaktan bezgindi. Ofisinin kapısını açtı ve kendini sandalyeye bıraktı.

Biraz sonra Ferdi iki sodayla içeri girdi ve davet beklemeden boş sandalyelerden birine oturdu.

“Başkomiserim Ateş’le konuştum. Telefon ve bilgisayarın kilidi henüz kırılmamış. İçindeki dosyalara zarar gelmemesi için çalışıyorlarmış. Bugün akşam ya da yarın biter diyor. Siz bir şey buldunuz mu?”

“Yok,” dedi Alpaslan. Ferdi’nin getirip masanın üzerine koyduğu sodayı alırken “Dün sorgulanan öğrencilerle yeniden konuştum. Adamların sadece adlarını biliyorduk. Tüm apartman tatilde bir onlar kalmış. Gitmeden önce haklarında bilgi aldım. Konuştum, sıkıntı yok. Temiz çocuklar. En azından kafamız rahat.”

Ferdi, sodanın da etkisiyle içinde oluşan gaz kitlesini başkomiseri fark etmeden çıkarttı.

“Bana kalırsa bu iş telefon kilidi çözülünce…”

“Öyle,” dedi başkomiser, Ferdi sözünü tamamlamadan.

Bir süre sustular, sodanın dibini gördüler.

“Başkomiserim ne zamandır rakı içmiyoruz,” dedi Ferdi, pişkince bir gülümseme takınarak.

Alpaslan da ne zamandır içmiyordu. Rakının o tadını duyumsadı. İçinde dehşetli bir özlem uyandı, hemen olsaydı hemen içerdi. Gülümsedi, “Olur,” dedi.

Akşama kadar Ateş’ten bir ses çıkmayınca Alpaslan, Ferdi ve Selda’yla birlikte meyhanenin yolunu tuttu. Köfteler söylendi, rakılar dolduruldu, buzlar konuldu; iyiye, doğruya, güzele içildi ilk yudumlar. Alpaslan bir çatal aldı dilimlere ayırdığı köfteden. Müthiş bir tadı vardı. Birkaç dakika sonra cinayet üzerine konuştular. Selda kafasındaki teoriyi açıkladı: Sevgilisiyle eve geldi, kıza kötü davrandı, zorla birlikte olmak istedi. Ferdi gülümsedi, “Çok mu düşündün?” dedi. Selda bozuntuya vermedi, o da güldü. Alpaslan bir yorum yapmadı, yalnızca şarkıyı dinleyip rakısından bir yudum daha aldı: Şarkılar seni söyler!

Gecenin sonunda Alpaslan hesabı ödedi. Önce Selda’yı sonra da Ferdi’yi eve bıraktı. Evine geldiğinde saat on biri geçiyordu. Televizyonu açtı, bir haber kanalı buldu, televizyonun karşısındaki koltuğa soyunup don atlet kalarak uzandı. Orta sehpadaki düğün fotoğrafına baktı. Karısı ne güzelmiş. Kendisi ne gençmiş. Karısı ne erken ölmüş. Kendisi ne çok yalnız kalmış.

***

Gözlerini güçlükle araladığında çalmakta olan telefon sustu ve acı bir titreşimle sehpayı titretti. Alpaslan hemen doğruldu ve telefonu aldı. Ferdi üç kez, Ateş de bir kez aramıştı. Saate baktı, on bire geliyordu. Şişmiş gözleriyle perdesi açık pencereden dışarıya baktı ve ne kadar çok uyuduğunu düşündü. Tam Ferdi’yi arayacağı sırada kapısı çalındı. Aradı ve kapıyı açmak için yerinden kalktı.

Başkomiserim iyi misiniz?” diye açıldı telefon.

“İyiyim, uyuyakalmışım.”

Kötü bir şey oldu diye evinize gelmiştim ben de, aşağıdayım.

Alpaslan otomata bastı.

“Tamam, gel yukarı.”

İyiyseniz hazırlanıp inin başkomiserim. Gelişmeler var. Yolda anlatırım.

Apartmanın karşısındaki börekçiden iki poğaça, bir su aldı Alpaslan. Ferdi’nin geldiği arabaya bindi, iki polis asayişin yolunu tuttular.

Alpaslan bir yandan kahvaltısını ederken diğer yandan da Ferdi’yi dinliyordu.

Bilgisayarın şifresi nihayet kırılmıştı. Telefon için geri sayım devam ediyordu. Ancak daha önemlisi İsmet’i kız arkadaşı Serpil aramış olmasıydı. Ailesinin dahi bilmediği Serpil’in araması sürpriz olmuştu doğrusu. Üç gündür haber alamadığı sevgilisini merak etmiş ve İsmet yerine telefonu açan polis memurunu fark edene kadar kızmış, etmişti. Haberi duyunca hıçkırıklara boğulmuş, telefon numarasını polislere verip biraz kendine geldikten sonra aramaları için ricada bulunmuştu. Henüz kız aranmamıştı. Alpaslan bekleniyordu.

Büroya geldiklerinde Alpaslan kızın telefon numarasını istedi. Görüşme başlamadan kızla konuşan polis memuru, Ateş Komiser ve cinayet büronun polisleri hazır bulunuyorlardı.

“Kızın nerede oturduğunu biliyor muyuz?” diye sordu Alpaslan.

“Hayır başkomiserim,” diye yanıtladı polis memuru.

Alpaslan telefon numarasını çevirdi, telefon üçüncü çalmada açıldı.

Karşı taraftaki Serpil’in hâlâ ağladığı seçilebiliyordu. Burnunu çekti ve titrek bir sesle, “Alo?” diyebildi.

“Serpil Hanım, öncelikle başınız sağ olsun. Ben cinayet bürodan Başkomiser Alpaslan. Daha iyi misiniz?”

Kısa bir hıçkırık nöbeti, burun çekme sonrasında, “Nasıl iyi olabilirim ki? Bugün benim doğum günümdü ve sevgilimin tatlı sesinden iyi ki doğdun mesajı beklerken ölüm haberiyle karşılaşıyorum,” dedi. Tekrar ağlamanın o tatsız sesi duyuldu.

Alpaslan ne diyeceğini bilemedi.

“Gerçekten de kelimelerin anlamsız kaldığı bir durum. Ne desem içinizdeki acıyı hafifletmeyecek, biliyorum.” Sustu. Etrafındaki insanların sessizliğine baktı. Sorması gereken soruyu gözünün kapatıp sordu. “Serpil Hanım, Antalya’da mı yaşıyorsunuz?”

Hayır, Kocaeli’ndeyim. İsmet’le bir sitede tanıştık.

“Anladım. Peki hiç geldiniz mi buraya?”

Hayır. Ama ilk fırsatta gelip mezarına…” Yine bir ağlama sesi, hıçkırık…

“Ben sizi daha fazla üzmeyeyim. Son bir soru sorup kapatacağım. İsmet size bir misafirinden söz etti mi? Evinde kalması muhtemel.”

Evet. Murat diye bir arkadaşı bayramda gelecekti, hatta geldi diye biliyorum. Ama kaldı mı emin değilim.

“Kusura bakmayın, soru sormak zorundayım yine. En son ne zaman görüşmüştünüz İsmet’le ve bu Murat’ın ne zaman geldiğini söyledi?”

Üç gün oldu,” dedi Serpil. “O gün sabah söylemişti.

Alpaslan telefonla konuşurken bir not kâğıdı aldı kabından ve Murat’ın adını yazdı.

“Soyadını biliyor musunuz?” diye sordu.

Hayır. Ondan mı şüpheleniyorsunuz?

“Bunu söylemek için henüz erken. Ben sizi daha fazla konuşturup üzmeyeyim. İhtiyaç halinde yine iletişime geçebiliriz ve aklınıza bir şey gelirse lütfen arayın. Tekrar başınız sağ olsun.”

Sağ olun.

Alpaslan telefonu kapatınca dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırdı ve seven bir insan, sevgili bir insanını kaybettiğinde içinde beliren o tarifi imkânsız, keder ve isyan harmanı duyguyu bildiğinden kaybedene de, gidene de yüreğinden bir selam verdi. Serpil’i çok iyi anlıyordu.

Ferdi’ye döndü, “Annesinden aldığınız isimler arasında Murat var mıydı?” diye sordu.

Ateş’in telefonu çalınca dikkati dağıldı.

Efendim?” diye açtı genç komiser.

“Yok başkomiserim,” dedi Ferdi. “Sinan ve…” İkinci ismi anımsamaya çalıştı, hemen anımsayamadı. Zihninin ona oyun oynamasına sinirlendi.

“Yekta,” diye tamamladı Selda. “Ama onlarla iletişime geçemiyoruz. Telefon açılınca numaralarına ulaşacağımızı tahmin ediyoruz.”

“Açıldı Seldacığım,” diye araya girdi Ateş. Yüzünde galip insanlara özgü o ifade vardı. Sonra muhatabına dönüp “Raporlar da hazırsa, cinayet büroya getir,” dedi. Telefonu kapattı. “Telefon kilidi nihayet kırılmış başkomiserim.”

Alpaslan bu vakada ilk kez bir gelişme katetmenin sevinciyle meslektaşlarına baktı. Az önceki durgun, üzüntülü hali kendini korumakla birlikte sevinç de kendini belli etmişti.

“Bilgisayardan bir şey çıktı mı?” diye sordu Selda.

“Raporlar hazırlanıyor. Ama şunlar elimizde: Sosyal medya hesaplarında kayda değer bir şeye rastlanmadı. Facebook konuşmalarında da bu Murat ismini hatırlamıyorum başkomiserim. Yekta ve Sinan’ın hesaplarına erişim var, ancak net bir iletişim bilgisi yok. Belki IP ile ulaşabiliriz. Ama gerek kalmadı bence. Telefon numaraları vardır herhalde. ”

Biraz sonra Olay Yeri’nden bir polis memuru büroya geldi, telefon ve raporları ekip amiri Ateş’e teslim edip izin alarak gitti.

Ateş, Başkomiser Alpaslan’a yaklaştı ve bir sandalye çekip oturdu. Daha sonra çözülmüş telefonu açtı.

Hemen WhatsApp uygulamasına girdi, rehberden Murat ismini arattı ve Murat Ünlüer adlı kayıtlı kişiyi açtı. Konuşmaları üstünkörü okudu. Genç insanlara tabii bir lisanla yapılan konuşmalardı bunlar. Konuşma taraması sırasında Murat’ın Antalya’ya geldiği ortaya çıktı. En son iki gün önce konuşmuşlardı. Alpaslan, telefon numarasını bir kâğıda not etti. Murat’ın ardından Sinan ve Yekta’nın telefon numaraları çıkartıldı. Başkomiser, Murat’ın uygulamadaki fotoğrafının bir çıktısını istedi. Yüzü çok net değildi. Bunun üzerine Ateş, telefondaki bir başka uygulama olan Instagram’dan Murat’ı buldu ve oradan net bir fotoğraf seçti. Çıktısını almak üzere telefonu büronun yazıcısına yönlendirdi.

Telefonla şimdilik işleri bitmişti.

Bilgisayar raporu ve olay mahallinden alınan parmak izi ve diğer bulguların raporlarına sıra gelmişti. Evvela bilgisayar raporu açıldı. Ateş’in sözlü raporunu destekleyen ibareler mevcuttu, ancak detaylı incelemeler sonucunda internet tarayıcısında sıkça cinsel içerikli sitelerin ziyaret edildiği, hatta bazılarına ücretli üyelik yapıldığı yazılıydı. Ayrıca bilgisayarında da bu tarz videolardan bolca vardı. Alpaslan bunları okurken ekibin diğer erkek polisleri suça ortak olmuş gibi başlarını önlerine eğdiler. İçlerinden yalnızca bir polis memuru tebessüm etmişti. Kadın polislerde herhangi bir aksülamel seçilmiyordu. Alpaslan bilgisayar raporunu kapattı.

Murat’ın telefonu arandı. Telefon dördüncü çalmada meşgule alındı. Bir kez daha arandı, yine meşgule alındı.

“Genç adam,” dedi Ferdi. “Belki sevgilisiyle buluşmuştur.”

Alpaslan ters baktı.

“Ben de Sinan’ı arayacağım,” dedi Ferdi, kendine çekidüzen verip.

Telefonlar edildikten sonra Sinan ve Yekta’nın cenaze evinde olduğu ortaya çıktı. Alpaslan, Ferdi ve Selda’yı gidip konuşmaları için görevlendirdi. Murat’ın fotoğrafını da verdi ve Sinan ile Yekta’ya, baba ve anneye gösterilmesini, Murat’ı daha önce bilip bilmediklerinin sorulmasını istedi.

İki polisle birlikte büroda işi biten Olay Yeri’nin polisleri de izin alıp gittiler. Alpaslan ofisine geçti, raporları masasına bıraktı. Pencereye yöneldi, Murat’ı bir kez daha aradı. Telefon kapatılmıştı. Belki Ferdi’nin dediği gibi olmuştur, diye düşündü istemsizce. Hiç tanımadığı birini telefonu açmadı diye suçlamak doğru olmazdı.

Kapıya doğru yürüdü, pencereye doğru yürüdü… Dosyaların olduğu üst kısmı kapaksız olan dosya dolabına baktı ve üst üste koyulmuş romanlara dikkat kesildi. Hepsini okumuştu. Öğle arası gelmişti. Aç sayılmazdı. Kitaplardan gözünü aldı, masasının üstündeki bir başka kitaba baktı, yirmi sayfası kalmıştı. Bir sandalyeye oturdu ve kitabı eline aldı (Bu kitap internette yayın yapan bir polisiye dergisi, Dedektif’in ikinci yıl öykü seçkisiydi), okumaya başladı.

***

Ofisinin kapısı çalınca, daldığı düşlerden uyandı Alpaslan. Kapısı ikinci kez çalınmadan açıldı ve içeriye Komiser Ferdi girdi.

“Başkomiserim, konuştuk aileyle.”

Alpaslan bilmeden kaykıldığı sandalyesinde doğruldu ve oturması için Ferdi’ye işaret etti. Ferdi oturunca devam etti.

“Sinan ve Yekta’yla konuştuk önce. Bildiğimiz gibi İsmet içine kapanık bir çocukluk geçirmiş. Bu Sinan ve Yekta da hem mahalleden hem de liseden arkadaş zaten. Çok da samimi değillermiş, Antalya’da sadece bunlarla görüşürmüş. Onlar İsmet için ‘Sessiz biriydi,’ diyorlar. Sonra Murat’ı sordum. Tanımıyorlar. Fotoğrafını gösterdim, yine bilmiyorlar. Aileye sorduk, onlar da bilmiyor.”

Bu sırada odaya Selda girdi, elinde de bir dosya vardı. Alpaslan, mutsuzca iyice arkasına yaslanmış, ellerini ensesinde kavuşturmuş, bu şekilde Selda’nın elindeki dosyaya bakıyordu.

Selda dosyayı masaya bıraktı.

“Bu ne kızım?” diye sordu.

“Otopsi raporu başkomiserim.”

Alpaslan raporu aldı ve önceki gün tabiple olan konuşmasından farklı ne olduğunu merak ederek dosyayı açtı.

“Siz Murat’la konuşabildiniz mi?” diye sordu Ferdi.

Raporu incelerken, hiç kafasını kaldırmadan yanıtladı: “Telefonu kapalı.” Raporda ilginç bir bilgiye rastladı. İsmet’in üzerinde, ona ait olmayan bir kepek bulunmuştu. Bunun üzerine telefonunu kapıp tabibi aradı başkomiser ve işin aslını sordu.

Sadece bıçak izlerine odaklanmıştık, kepeğin varlığı bir an için aklımdan çıkmış,” diyordu telefondaki ses. İşini iyi yapabilmiş gibi üstüne, “Daha bulamadınız mı katili?” diye soruyordu.

Telefon kapanınca, Alpaslan cihazı elinden bırakmadan Murat’ı aradı bir kez daha. Fakat yine kapalıydı. Haklı olarak da şüphelenmeye başlamıştı.

“Şu çocuğun telefon numarasından adresini bulalım,” dedi, Selda’ya bakarak. “Kızım, sen bilgi işlemle konuşur musun?”

“Emredersiniz başkomiserim, sizce Murat mı?”

“Elimizde başka şüpheli yok.”

“Cinayet silahı da yok,” diye araya girdi Ferdi. Onda da gözle seçilir bir karamsarlık hâkimdi. “Başkomiserim açmazsa ne yapacağız?”

“Bulunduğu şehrin polisleriyle iletişime geçeceğiz ve sorgulayacağız ki bu sağlıklı olmaz, ya da geçici görevlendirme yazısı ile biz gidip alacağız. Eğer öyle olursa ikimiz gideriz.

Aradan bir saat bile geçmeden, Murat defalarca aranmıştı, ama telefonu kapalıydı. Neyse ki Murat’ın ev adresine ulaşılmıştı: İstanbul’un Pendik ilçesinde bir semtte oturuyordu. Alpaslan, direkt müdürün odasına çıktı ve Ferdi ile kendisine geçici görevlendirme yazısı istedi. Müdür olayın önemini idrak edip hemen imzaladı, Asayiş Müdürü’nün yaptığını İl Emniyet Müdürü ve vali yardımcısı da yapınca Alpaslan ve Ferdi’ye yol görünmüş oldu.

Saat beşti. Alpaslan bürodaki işleri Selda’ya emanet edip genç meslektaşı ile bürodan ayrıldı. Yola çıkmadan önce evlere dağıldılar, gidip duş aldılar, sonra bir şeyler atıştırdılar. İnsandılar, makine değil ya!

Saat yedi civarı Alpaslan, Ferdi’yi evinden aldı ve yola düştüler.

***

Yolda iki kez durup ihtiyaç molası vererek ve üç kez de sürücü değişikliği yaparak dokuz saatte İstanbul’a vardılar. İstanbul’a geldiklerinde saat yediydi. Murat’ın oturduğu evin önüne geldiler. Burası telefon numarasından bulunan adresti. Ya burada yaşamıyorsa diye düşündü Alpaslan. O zaman da Murat’ın yakınlarını bulup konuşmak, adrese ulaşmak yahut hiç uğraşmadan polis kimliğiyle nüfus dairesinden adresi bulmak icap ederdi. Alpaslan “Nasıl olursa olsun, bulalım soruşturalım,” diyordu içinden.

“Gel şurada kahvaltımızı edelim. Sonra çıkarız eve. Saat daha yedi.”

Sahiden de sokağın başında bir çorbacı vardı. Camında tost ve ıslak hamburger bulunur yazıyordu.

Karınlarını iyice doyurduktan sonra yeniden eve yollandılar. Saat sekizi geçmişti. Şimdi daha uygundu.

Apartman kapısının önüne geldiklerinde kapı kapalıydı. On numaralı dairenin ziline bastılar. Bu işlem üç dakika içinde beş kez daha devam etti, sonunda megafondan, sigara içmekten kalınlaşan bir kadın sesi, uykulu bir tonla, “Kim o?” diye sordu.

Alpaslan yaklaştı ve “Günaydın efendim. Ben cinayet büro başkomiseri Alpaslan Kaya. Kapıyı açar mısınız?”

Bir süre ses gelmedi, geçen bu zamanda iki polis de kapının açılacağını düşünüyordu.

Bu sefer erkek olduğu belli olan biri, “Kimsin?” diye sordu. Alpaslan kendisini tanıttı yine. Adam biraz sonra kapıyı açtı. Alpaslan ve Ferdi birbirlerine baktılar sonunda der gibi.

Asansörle üçüncü kata çıktılar. Dairenin kapısı sonuna kadar açıktı. Polisler yaklaştı. Nihayet bir adam belirdi kapıda. Üzerine aldığı yazlık ceketin önünü ilikliyordu. Saçı sakalı düzenliydi. Bakarken kin ve nefret kusuyordu âdeta. “Sabah sabah kapıma gelme cüretini kendinizde nasıl buluyorsunuz?” der gibi.

Alpaslan kimliğini gösterdi, adam baktı ve kafasını salladı. Ferdi’den yana hiç bakmaması genç komiseri sinirlendirdi.

Adamın tüm olumsuz özelliklerine rağmen, insanlığından olsa gerek, Alpaslan, “Günaydın,” dedi.

Adam ise bu selamı hak etmeyecek bir şekilde, “Buyurun memur bey, mevzu nedir?” diye sordu.

Alpaslan böyle sert bir karşılama beklemiyordu yolda gelirken. Oyunu böyle oynamak isteyen rakibine hemen ayak uydurup “Murat Ünlüer adı bir cinayet olayına karıştı. Kendisi evdeyse birkaç soru sormamız icap ediyor,” dedi. Yılların polisi olması ve her şeyden önce yılların yaşam mücadelecisi olarak ortama ve kişiye hemen alışıp davranışını ayarlıyordu Alpaslan.

Adam ise polisin bu davranış değişikliğini hiç önemsemeden ve hiç beklemeden yapıştırdı cevabı: “Burada yok!”

Ferdi işkillendi.

“O zaman içeri bakmamızda sakınca yoktur?”

Bir iki adım atacak oldu, adam önünde durdu. Alpaslan da komiserini elinin tersiyle geri çekti.

Adam, “Sabah sabah evime gelip giremezsiniz. Oğlum yok burada!” dedi. Ses tonu yükselmişti. Bundan sebep de şüpheleri artırıyordu. “Arama izniniz yok… Gelip kabadayı gibi karşıma çıkıyorsunuz! Derdiniz ne lan sizin? Kimden alıyorsunuz bu yüzü?”

“Hop, hop!” dedi Alpaslan. İki kaşı da çatılmıştı ve karşısında bir düşman varmışçasına ve her an kavga edecekmişçesine kabarmıştı içi. Öfkelenmişti. “Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun. Sabah dediğiniz saat mesai saatlerinin başladığı bir saate tekabül ediyor. Şimdi bize güçlük çıkartmayın! İşimizi yapalım.”

Adam ise hiç geri adım atacak gibi durmuyordu.

“Size ne yapmanız gerektiğini söyledim ben. Hadi alın voltanızı.”

Bunun üzerine iki polise de mukavemet etme şansı tanımadan kapıyı kapattı. Ferdi iyice celâllendi, Alpaslan genç meslektaşına göre daha kontrollüydü. Adam konuşma şansı vermeden bitirmişti diyaloğu.

Yarım dakika kapı önünde kalıp aşağıya indiler. İnene kadar küfür etti Ferdi. Apartman kapısını açmadan, “Kesin katil bu çocuk amirim,” dedi.

Alpaslan’da artık bir şüphe kalmamıştı. O da emindi.

“Sen burada bekle,” dedi. “Üçüncü katın merdiveninde otur. Çocuğu kaçırmaya çalışmasın. Ben izin alıp gelirim.”

Deminki hadiseden yana hâlâ hiddetli olan genç komiser, yaşına yakışır bir duygu patlamasıyla başkomiserinin emrine karşı çıktı:

“İzinle uğraşmayalım amirim. Ben çıkıp kırayım kapıyı.”

“Sakin ol, işi zorlaştırma!”

***

Ellilik başkomiser arabasını çalıştırdı, sokaktan çıktı, caddeye girdi, ışıklarda durdu. Çok geçmeden Ferdi aradı, bir şeylerin olacağını iyi tahmin eden Alpaslan, muzaffer bir başkomutan edasıyla telefonu açtı.

Beklenen olmuştu. Murat’ın babası o hatayı yapmıştı. Alpaslan gerisingeri döndü, arabayı yerine park etti ve yukarı çıktı. Evin kapısı bu sefer açıktı. Alpaslan ayakkabısını bile çıkartmadan eve girdi, zira bu sorun edilmiyordu. Bir suçlu gibi baba ve oğul yan yana oturuyorlardı. Ferdi ayakta, odanın kapısının yanındaydı. Alpaslan boş bir sandalyeyi çekti ve oturdu. Murat’ın annesi gözyaşları döküyor, sabahın bu saatinde uyanık olmaya alışık olmadığı için sesi şimdi daha huzursuz çıkıyordu; hıçkırıyordu ve hıçkırarak ağlayan her anne gibi yürekleri dağlıyordu. Alpaslan da huzursuz olmuştu. Anne sevgisinden mahrum kalmış ve böyle büyümüş biricik yavrusu, kızını anımsadı. Canıydı kızı. İstanbul’da yaşıyordu. Fırsat yaratıp onu görmeliydi.

Ferdi bulunduğu yerden konuşmaya başladı.

“Siz gittikten sonra ben de çıktım, katın başında, merdivene oturdum. Ya başkomiserim, içinize mi doğdu? Oturdum ya, hemen kapı çat! İçeriden de…”

“Sizi şikâyet edeceğim,” dedi adam. Mahcuptu fakat suçlu değildi sesi. “Siz benim kim ol…”

“Kimsin?” diye sordu Alpaslan.

“İlçe meclis üyesiyim.”

“Biz de bu devletin polisleriyiz.”

Adam, Ferdi’nin bu hazırcevabı karşısında sustu. Genç komiser devam etti: “Elinden geleni ardına koyma. Tamam mı?”

“Ferdii,” diye araya girdi Alpaslan. “Çocuğu ve babayı İlçe Emniyet Müdürlüğüne alıp sorgulayalım.”

Kadın kafasını avcunun içine aldı ve kadere ve kısmete için için sövdü saydı ve ağladı.

***

İlçe Emniyet Müdürlüğünün yardımlarıyla Alpaslan ile Ferdi, Murat’ı sorgulamaya başladı. Küçük bir birimin odasıydı, sorgu odası olarak kullanılan oda. İlçe emniyet müdürü, Alpaslan’ın mezun olduğu sene başlamıştı okula, ama haberleri vardı birbirlerinden; samimi olmasalar da selamlaşmaktan kaçınmazlardı. Şimdi bu odayı almıştı ondan. İçerideki memurları da çıkartmışlardı.

Evden çıkarken, buraya gelirken, yolda, sorgu odasına alırken ve şimdi otururken dikkatle Murat’ı süzmüştü Alpaslan. Ne kendisi ne de meslektaşı hiçbir soru sormamıştı.

Şimdi mesleğinin sonlarında bir polis tavrıyla, “Her şeyi biliyoruz,” dedi. Sahiden de tüm deliller Murat’ı gösterirken yaptıkları hata iyice kesinleştirmişti. “Sen de her şeyi anlatırsan mahkemede yararına olur.”

Murat durdu.

Ferdi, “Konuşmayacak mısın?” dedi.

Murat sustu.

Sorgu odasının kapısı çalındı, kapının açılmasına müsaade edildi; içeriye aile avukatı girdi. Murat ile yalnız kalmak istediğini söyledi.

Kısa bir süre sonra sorgu devam etti. Sorgu odasında hazır bulunan avukat Murat’a her şeyi anlatmasını söyledi.

“Hadi,” dedi Alpaslan. “Bitirelim şu işi Murat.”

“Söylemesi zor,” diye başladı. Nihayet konuşmuştu. “Beni anlamayacaksınız.”

“Sen anlat hele! Niye öldürdün?”

Murat ağlamaya başladı.

“O orospuçocuğu kadınıma sarkıntılık etti. Kadınımın görüntüsüne bakıp bakıp otuzbir çekti. Siz olsanız ne yapardınız?”

İki polis de şaşırdı. Fakat sebep ne olursa olsun, hiçbir gerekçe bir insanın başka bir insanı öldürmesini mantıklı kılamaz, insan nefsini rahatlatamazdı.

Katil ile empati yapmayı yıllar önce bırakan Alpaslan hemen toparlandı.

“Devam et.”

Ağlayarak sürdürdü konuşmasını.

“Hayatım… Kadınım… Çiçeğim… Canım…”

“Ne görüntüsü bunlar? İsmet’in eline nasıl geçmiş olabilir?”

Murat’ın ağlaması durdu ve gözünde sevinç belirdi.

“İzlemediniz değil mi?” diye sordu.

Alpaslan bir şeylerin olduğunu fark etti. Avukata baktı ve bir açıklama yapmaya yapmasını bekledi. Ferdi ise tüm bunlardan habersiz, “Ne izlemesi?” diye sordu.

Murat gülen gözleriyle teşekkür etti. Sonra devam etti. “Orospuçocuğu açıp izliyordu. İnadına.”

Alpaslan avukata dışarıyı gösterdi. Avukat kafasıyla onaylayınca dışarıya çıktılar. Başkomiser kapıyı kapatıp kısık sesle, “Ne görüntüsü bunlar?” diye sordu.

“Murat hasta, Alpaslan Bey, fark etmişsinizdir. Takıntılı. Psikolojide buna obsesif denir.” Alpaslan duraksadı. “Affedersiniz,” dedi ve elini ağzıyla kapatıp sürdürdü konuşmasını. “Bir porno yıldızına takıntılı. Babası tedavi ettirmek için uğraştı. Ama görüyorsunuz…”

Alpaslan tepkisiz kaldı.

Murat’ın takıntısına güvenip az ceza alacağını veya hiç ceza almayacağını düşünen avukat rahattı. Murat ise kocaman bir gururla suçunu itiraf etti: Arkadaşlık duygusu ile gidip öldürmüştü. Babasına da itiraf etmişti suçunu. Annesi bilmiyordu henüz. Babası siyasi kariyeri için saklamıştı doğrusu. Hâlâ soruyordu Murat: “Siz olsanız ne yapardınız?”

Öğleden sonra Murat ve babasını tevkif edip ilçe emniyetinin nezarethanesine kapattılar. Alpaslan müdüründen bir gün daha izin alıp İstanbul’da kalmayı başardı. Suçluları da yarın götüreceklerdi.

İzin almanın bahtiyarlığını yaşayan başkomiser doğruca kızına koştu. Gelmek istemeyen Ferdi’yi ikna etmesi zor olmadı. Kızının iş çıkışında Emirgân’da bir lokantaya gittiler. Kızı günden güne güzelleşiyordu. Bir sevgilisi var mıydı acaba? Alpaslan şimdi kızına bakıp bunları düşününce bir tuhaf oluyor.

Babasının bakışından rahatsızlık duyan Zeynep ise alaylı bir tavırla:

“Bu sefer nasıl bir olayın içindeydiniz başkomiserim?” diye sordu.

Ferdi gülümsedi. Başkomiserinin bu olayı nasıl anlatacağını merak ediyordu.

Yemekler yendi, hesap ödendi. Alpaslan bir zamanlar görev yaptığı Sarıyer Asayiş’in önünden geçip kızının evine, Çeliktepe’ye sürdü arabayı. Yorgunluk, uykusuzluk yoktu. Kızını görmenin bahtiyarlığı vardı sadece. Fakat sabah erken kalkıp yola çıkacaklardı. Ferdi çoktan horlamaya başlamıştı oturma odasının çekyatında.

***

Sabah olup da çıktıklarında ilçe emniyetinden Murat ve babasını alıp Antalya’nın yolunu tuttular. Hiç durmadan sekiz buçuk saat gittiler. Antalya’nın sıcak, nemli ve rüzgârlı havası karşıladı onları.

Mesai saati bitmeden dosyayı hazırlayıp zanlıları savcılığa sevk ettiler. Daha sonra asayişten çıkacağı sırada maktulün babası Alpaslan’ın önünü kesti ve elini öpmek istedi.

“Senden Allah razı olsun amirim,” dedi.

Alpaslan el öpmesine müsaade etmedi.

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU