Telsizden gelen anonsun ardından, Zübeyde’nin yanından ayrılıp olay yerine geldim. Royal Otel’in önünde, anayol çıkışının üzerindeydik. Ekipler, yolun sağ şeridini trafiğe kapatmışlardı. Arabayı otelin otoparkına koyduktan sonra, yerde metrelerce devam eden kan izlerini takip ederek cinayet mahalline ulaştım. Cengiz yine benden önce gelmiş, cesedi incelemeye başlamıştı.
“Hoş geldin amirim.”
“Hoş bulduk. Durum nedir?”
“Yaya geçidinin orada, hareket halindeki araçtan atmışlar kadını. Yuvarlanarak buraya kadar gelmiş. Ayrıca göğsüne delici bir alet saplanmış. Muhtemelen yere düşmeden önce zaten ölmüştü.”
Yuvarlandığı mesafeyi göz kararı ölçmeye çalıştım; yaklaşık iki yüz metre kadardı. “Bayağı hızlı gidiyorlarmış demek ki,” dedim. Ardından eldivenleri takıp, maktulün başına geçtim. Kısa, siyah bir elbise giymişti. Yüzünün bir kısmı parçalanmasına rağmen, yaptığı ağır makyaj hemen fark ediliyordu. Sağ kolunu kaldırdığımda, bileğinin iç kısmındaki dövmeyi gördüm. İtalik harflerle “FIRAT” yazıyordu. Cengiz’i çağırıp gösterdim.
“Kadının kimliği belli mi?”
“Henüz değil amirim. Araştırıyorlar.”
“Belirledikten sonra Fırat’ı da araştıralım. Belli ki oldukça yakınlar. Aracın plakası belli mi?”
“Maalesef. Kapatmışlar plakayı.”
Olay yeri ekiplerine gerekli talimatları verip, Cengiz’le birlikte oradan ayrıldık. Yol boyunca, birkaç kısa diyalogdan başka bir şey konuşmadık. Evine yaklaştığımızda, benim de aklımda olan soruyu dile getirdi.
“Amirim, yarın Aykut işe geri dönüyor, biliyorsunuz. Endişeleniyorum açıkçası. Sanki bildiğimiz Aykut o hastaneden çıkamadı, yerine başka biri geldi. Soru sormadıkça konuşmuyor, ağlamıyor, gülmüyor, sinirlenmiyor, hiçbir yaşam belirtisi göstermiyor. Ne olacak böyle?”
“Kolay değil Cengiz. Hayalini kurduğu her şeyi bir günde kaybetti. Üç ay sonra evleneceklerdi. Bir yandan da Nazlı’yı koruyamamanın suçluluğunu hissediyor. Eminim ki, ölen kişinin kendisi olmasını tercih ederdi. Toparlanması zaman alacak ama asla yalnız olmayacak.”
“Tabii ki,” diyerek yükseldi Cengiz. “Tabii ki yalnız olmayacak. Biz buradayız. Yarın sabah almaya gidelim mi onu?”
“Çok iyi fikir,” dedim. “Sabah görüşürüz.”
***
Güneşe rağmen, oldukça soğuk bir sabahtı. Arabanın kaloriferlerini açmış, Aykut’u bekliyorduk. Birkaç dakika sonra kapıda göründü. Özenle giyinmiş, tıraşını olmuştu. Eskisinden daha dinç görünüyordu. Sıcak bir tebessümle, “Hoş geldin Aykut,” dedim.
“Hoş bulduk Başkomiserim. Zahmet ettiniz, kendim gelirdim ben.”
“Ne zahmeti lan, olur mu öyle şey,” dedi Cengiz gülerek. “Nasılsın kardeşim?”
“Bildiğin gibi abi. Saat ona geliyor, geç kalmayalım.”
On beş dakika sonra merkezdeydik. Maktulün kimliği tespit edilmişti. Dosyayı alıp toplantı odasına geçtik.
“Firuze Makûs, otuz üç yaşında. Azerbaycan vatandaşıymış. Bekâr, herhangi bir akrabasına falan da ulaşamamışlar. Stadyumun orada, bir kafede garson olarak çalışıyormuş.”
“O zaman nereden başlayacağımız belli,” diyerek ceketimi giydim. “Gidip konuşalım kafedekilerle. Yolda anlatırız Aykut’a diğer detayları.”
Kafenin bulunduğu yer, stadyumun arka tarafında kalıyordu. Tek katlı, ufak bir yerdi. İçerisi yoğun sigara kokusu, bahis tartışmaları ve okey taşlarının sesiyle daha çok kıraathaneyi andırıyordu. Cam kenarındaki masalardan birine oturduk. Oturur oturmaz, on altı-on yedi yaşlarındaki bir genç yanımıza dikildi.
“Hoş geldiniz abi, ne alırsınız?”
“Biz polisiz kardeşim. Sahibi kim buranın, onu çağır bize.”
Genç, aceleyle mutfağa yöneldi. İki dakika sonra orta yaşlarda, temiz suratlı bir adamla geri döndü.
“Buyurun komiserim, ben Tuncer. Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kapalı alanda sigara içmek yasak değil mi birader?” dedi Cengiz. Tuncer, ne yapacağını bilemez hâlde bir şeyler söylemeye çalışırken araya girdim. “Her neyse, onun için gelmedik. Firuze Makûs burada çalışıyormuş.”
“Evet. Bugün gelmedi ama.”
“Firuze dün gece ölü bulundu,” dedi Aykut. Yan masanın başından bizi dinleyen genç, elindeki bardağı yere düşürdü. Tuncer’in de yüzü bembeyaz olmuştu. “Bugün gelmeyince aramadın mı Firuze’yi?” diye sordu Cengiz. Şoku atlatamamış olan adam cevap vermeyince, soruyu tekrarladı.
“A… Ar.. Aradım komiserim. Açmayınca, herhalde Fırat’la ilgili bir sıkıntı var diye düşündüm.”
“Fırat kim?” diye sordum heyecanla.
“Çocuğu.”
Bu kez şaşırma sırası bizdeydi. Dosyada Firuze’nin hiç evlenmediği yazıyordu. Çocuğa dair bir bilgi de yoktu. “Firuze evli miydi?” dedim. Tuncer, bize doğru yaklaşıp, fısıldadı.
“Değildi. Azerbaycan’da bir adamla nikâhsız birlikteliği varmış. Adam ölünce, çocukla birlikte Türkiye’ye gelmiş iş bulmak için. Biz de o sıra eleman arıyorduk mutfağa. Anlattı derdini, acıdım, işe aldım. Ama çok iyi biriydi. Eşimle de tanıştırmıştım, yemeğe gelirlerdi bize ara sıra.”
“Ee nerede şimdi çocuk?”
“Bilmiyorum ki komiserim. Evdedir herhalde.”
Tuncer’den adresi alıp yola çıktık. Evleri iki sokak arkada, eski bir apartmanın bodrum katıydı. Kapıyı çalıp biraz bekledik. Daireden ses gelmiyordu. Cengiz’e kapıyı kırmasını söyledikten sonra, her ihtimale karşı silahımı çıkartıp mermiyi namluya sürdüm. Hafif bir omuz darbesi kapının yerinden çıkmasına yetti. İçeriye girip odalara baktık. Kimse yoktu.
“Ev darmadağın amirim,” dedi Aykut. Salon, cam kırıkları ve fırlatılmış eşyalarla doluydu. Aynı şekilde yatak odasında da boğuşma izleri vardı. Daireden çıkıp, apartman yöneticisini bulduk.
“Dün gece bodrum katta kavga sesleri duydun mu amca?”
“Yok valla, bir ses duymadım.”
“Nasıl duymadın ya? Ortalık birbirine girmiş.”
“Kulaklarım ağır işitiyor benim. Hanım da erken uyur. Ama kameramız var, buyurun bakalım.”
Yaşlı adam önde, biz arkada içeri girdik. Kamera, direkt olarak televizyona bağlıydı. Aykut, dün geceki kayıtları açtı. Firuze ve oğlu, üç kişi tarafından kaçırılmıştı. Görüntüleri izlerken, yaşlı adam ekrana iyice yaklaştı. “Ne oldu amca?” diye sordum.
“Oktay… Bu benim oğlan,” dedi. Sözlerini bitirdiği anda, kapı zilini duyduk. Herkese sessiz olmasını işaret ettim. Yaşlı adam kapı deliğinden bakıp, başını ‘evet’ anlamında salladı. Kapıyı açtığımda, karşısında bizi gören adam kaçmaya başladı. Daha bir kat inebilmişti ki, Aykut’un çelmesiyle yere yapıştı.
***
Merkezin önü, hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Bir grup kadın, ellerinde pankartlarla slogan atıyordu. Ne olduğunu anlamak için, eylemcilerin önüne dizilmiş Çevik Kuvvetten birine sordum:
“Ne oluyor burada?”
“Dün bir kadın öldürülmüştü ya amirim. Onun için eylem yapıyorlarmış. Birazdan müdahale edeceğiz.”
“Dur bakalım, ben bir konuşayım. Kim var bunların başında?”
Kalabalık grubun önünde, elinde megafonla, otuzlu yaşlarında bir kadın duruyordu. Cengiz ve Aykut’la beraber kadının yanına gittik.
“Merhaba. Ben Başkomiser Orhan. Ne olduğunu anlatabilir misiniz?”
“Merhaba, Avukat Helin Diren. Kadın Dayanışması Platformu’nun başkanıyım. Ne olduğunu siz de biliyorsunuz. Öldürülen onlarca kadın için buradayız.”
“Eylem yapmak için izniniz olmadığını söylediler,” dedim. Cengiz de gülerek atıldı, “Bir avukat olarak, yasadışı eylem yapmanız çok ironik değil mi?”
Helin Diren, soğukkanlı bir şekilde yanıtladı. “Sizin de, bir polis olarak kadınları koruyamamanız çok ironik.”
Cengiz’in yüzü düşmüştü. Gerginlik yaşanmaması için araya girdim:
“Bakın, eğer dağılmazsanız Çevik Kuvvet müdahale edecek. Sizden ricam; hızlı bir şekilde bildirinizi okuyup, alanı boşaltmanız.”
“Peki, zaten burada yatıya kalacak değiliz,” dedi avukat hanım. Ardından, grubunun yanına döndü. Biz de, eylemcilerin arasından sıyrılarak, sorguya başlamak için merkeze girdik.
***
“Anlat bakalım Oktay!” diyerek masaya vurdum. Bizimle göz teması kurmaktan kaçınarak yere bakıyordu. Cengiz, Oktay’ın kafasını tutup kaldırdı.
“Duymuyor musun lan yavşak? Başkomiserim bir şey söyledi.”
“Sessiz kalma hakkımı kullanıyorum.”
Aykut, aniden oturduğu yerden fırlayıp, adama sert bir yumruk attı. Ardından yerden kaldırıp tekrar vurdu. “Sikerim lan senin hakkını, ne hakkı? Niye öldürdünüz kadını?”
Cengiz’le birlikte, Aykut’u zorlukla geri çektik. “Sen bir hava al Aykut. Gerisini biz hallederiz,” dedim.
Aykut çıktıktan sonra, Oktay’ı yeniden sandalyeye oturtup sordum:
“Kamera kaydı elimizde. Parmak izin de çıkacak evden, kaçışın yok. Tüm iş üzerine kalacak. Şimdi son defa soruyorum, cevap vermezsen az önceki arkadaşla baş başa bırakırım seni. Kadını niye öldürdünüz?”
“Ben öldürmedim. Kubilay yaptı.”
“Kubilay kim, oğlum? Doğru düzgün, en baştan anlat.”
Titreyerek anlatmaya başladı. “Kubilay’la mahalleden tanışıyorduk. Yıllardır, zor durumdaki kadınları ağına düşürüp fuhuş yaptırıyordu. Firuze de bizim apartmana taşınalı birkaç ay olmuştu. Baktım kimsesi yok, Kubilay’a önerdim. Önce ben, evine misafirliğe gelmiş gibi çaldım kapısını. Arkamdan da Kubilay geldi. Kadın güçlü çıktı, bayağı bir uğraştılar. Sonra bayıltıp götürdüler. Ben de paramı alıp, yanlarından ayrıldım.”
“Çocuğu niye kaçırdılar?”
“Firuze’yi çocuğuna zarar vermekle tehdit edeceklerdi.”
“Ara şu Kubilay’ı,” deyip cep telefonunu geri verdim Oktay’a. “Müşteri bulduğunu söyle. Valiliğin oradaki Nizamettin Yolu üzerinde buluşmaya çağır. Sakın bir şey belli etme.”
***
Nizamettin Mahallesi’nin girişinde, dolmuş duraklarının arkasında beklemeye başladık. Hava kararıyordu. Soğuk, rüzgârla birlikte iyiden iyiye artmış, caddede birkaç seyyar satıcı dışında kimse kalmamıştı.
Birdenbire Zübeyde geldi aklıma. Gün içinde ne çok hatırlatıyordu kendini. Yıllardır biriktirdiğim yalnızlığı bir anda harcamak içimi ürpertiyordu. Hayatına giren herkes, öyle ya da böyle sevmişti onu. Benim içinse sevilmek yeni bir icattı.
Yarım saat sonra, kırmızı bir Volkswagen yanımızda durdu. Kubilay ve kamera kayıtlarında gördüğümüz diğer adam arabadan indiler.
“Selamun Aleyküm. Kubilay ben.”
“Aleyküm Selam,” dedik hep bir ağızdan. Lafı uzatmadan konuya girdim. “Fazla vaktimiz yok Kubilay Bey. Ayarlayalım hemen.”
“Tabii tabii, tutmayalım sizi. Üç kişisiniz değil mi?”
“Evet.”
“Görüşme nerede olacak?”
“Sorgu odasında,” dedi Cengiz. Ardından Kubilay’ın burnuna kafayı geçirdi. Eş zamanlı olarak, Aykut’la silahlarımızı çekip öteki adama doğrultmuştuk. Karşı caddeden bizi gözetleyen polis ekibi de saniyeler içinde yanımızdaydı.
Merkeze döndüğümüzde hemen sorguya başladık. Aykut, sigarasını yakıp ilk soruyu sordu. “Ne zamandır yapıyorsun bu işi?”
“Dört.”
“Dört ne, amına koyayım? Dört ay mı, dört gün mü, dört saat mi? Adam gibi cevap ver lan,” diyerek çıkıştı Cengiz.
“Dört yıldır.”
“Kadını niye öldürdün? Sen yapmışsın, arkadaşın ele verdi.”
“Öldürmek gibi bir niyetim yoktu. Daha önce kimseyi öldürmedim. Evinden alıp, bizim mekâna götürdüm. Kapattım odaya, elbise verdim, makyajını yapmasını söyledim. Müşteri gelecekti. On beş, yirmi dakika sonra kapıyı bir açtım, elinde şişle üzerime saldırdı. Şişi nereden buldu, onu da bilmiyorum. Boğuştuk. Sonra… Sonra baktım kanlar içinde kalmış. Panikledim…”
Çoktan üçüncü dalı yakmıştı Aykut. “Sonra da gittin, mal gibi anayol çıkışına attın kadını.”
“Çocuk nerede?” dedim masadaki dosyaları toparlarken.
“Yengeme bıraktım.”
***
Dava kapanmıştı. Ertesi gün merkeze geldiğimizde, tanıdık bir yüzle karşılaştık. Helin Diren, cinayet büronun önünde bizi bekliyordu.
“Merhaba,” dedi. “Yakalamışsınız katili. Hem de bir günde. Tebrik ederim.”
“Teşekkür ederiz.”
Daha sonra, Cengiz’e dönüp gülümsedi. “Dün biraz sert tepki verdim. Kusura bakmayın.”
Cengiz de gülerek karşılık verdi. “Yok, olur mu öyle şey… Ben de hak ettim zaten onu. Siz de kusura bakmayın lütfen.”
Gün boyu başka bir olay olmayınca, saat altı gibi merkezden çıktık. Zübeyde’yle kahve içtikten sonra eve geldim. Masanın üzerinde biriken dergilerden birini alıp, üçlü koltuğa uzandım. Bir süre sonra lavaboya gitmek için kalktığımda telefonum çalmaya başladı.
“Efendim Cengiz?”
“Amirim, Aykut’tan haberiniz var mı?”
“Hayır. Bir şey mi oldu?”
“Bu akşam bira içmeye bana gelecekti. Saat kaç oldu, hâlâ yok. Telefonu da kapalı…”
“İyi de, Aykut telefonunu hiçbir zaman kapatmaz ki,” dedim endişeyle. “Beş dakikaya evin önüne çık, gidip bakalım.”
***
Zile bastık. Birkaç dakika bekledikten sonra kapı açıldı. Koşarak merdivenleri çıktık. Dairenin kapısı açıktı. Nabzım hızlanmış, soluğum dengesizleşmişti. İçeri girdik. Aykut, önünde bir sürü içki şişesiyle, ağlayarak yerde oturuyordu.
“Yapamadım amirim. Amına koyduğumun yerinde, adam gibi ölemedim bile…”
Kafamı kaldırdığımda, tavandaki demir avizeye düğümlenmiş halatı gördüm. Aykut, intihar edecekti…
“Oğlum benim,” deyip sarıldım ona. Elimden başka bir şey gelmiyordu.