“Oğlum, hani nerede kaldı şu köy?”
Otomobilin sürücü koltuğunda sıkıntıyla kıpırdanıyorum. “Şey, buralarda bir yerde olması lâzım, sayın savcım. Haritaya göre, tali yola saptıktan on beş-yirmi dakika sonra varmamız gerekiyordu ama…”
“Ne on beşi, ne yirmisi lan? Neredeyse bir saat oldu be ana yoldan ayrılalı…”
Kaymak gibi siyah asfaltla gönülsüzce vedalaşıp yokuş yukarı toprak yola vurdurduğumuzdan beri, ne altımızdaki külüstürün homurtusu kesiliyor, ne de arka koltuğa kaykılarak oturmuş savcının yakınmaları. Vites küçültüp, tüm gücümle gaza yükleniyorum. Kuyruğumuzda beyaz bir toz bulutu bırakarak, heybetli yeşil karaltının sinesine doğru, sarsıla sarsıla tırmanıyoruz.
İçerideki sinir bozucu sessizliği kırmak için, radyonun kanal arama düğmesine basıyorum. Birkaç saniye sonra, yanık bir bozlağın cızırtılı sesi doluyor arabaya.
Ölüm, ardıma düşüp de yorulma,
Var git ölüm, bir zaman da yine gel…
Dikiz aynasından arka koltuğa göz atıyorum, bizim savcı türkünün havasına girip, sakinleşmiş gibi görünüyor. Ama birkaç dakika geçince yanıldığımı anlıyorum.
“Yavaş sürsene lan oğlum biraz. Neredeyse aşağıya uçuracaksın bizi…” Yanımdaki koltukta oturan yolcuya dönüyor sonra, “Başkomiserim görüyorsun değil mi? Bu gençler ne zaman adam olacaklar acaba?”
Amirim, “Merak buyurmayın savcım,” diye yanıtlıyor başını çevirmeden, “Pişerler zamanla…”
Beriki arkasına yaslanıyor, geri adım atmaya hiç niyeti yok. “Biz bunların yaşındayken, milletin asayişi, emniyeti bizden sorulurdu be. Nerede bunlarda o şuur?…”
Dişlerimi sıkıp, bütün sinirimi gaz pedalından çıkarıyorum; hurda küheylan, nasırına basılmış gibi bir kez daha haykırarak öne doğru atılıyor.
Gerilen sinirlerimle birlikte, başımızın üzerindeki sakin, mavi gökyüzü de gitgide asabileşiyor. Tepelerin arkasından kopup gelen kurşunî bir bulut kümesi, bahar güneşinin ılık turuncusuyla aramıza tozlu, kirli bir perde çekmeye çalışıyor.
Akıbet alırsın, komazsın beni,
Var git ölüm, bir zaman da yine gel…
Kucağımdaki haritaya gömülüp saç kılı kalınlığındaki dağ yolunun çizgisini takip etmekten gözlerim sulanmaya başlıyor. Bir yandan da, her iki yanımızda bir belirip bir kaybolan uçurumlardan sakınmak için direksiyon simidiyle cebelleşiyorum. Şakaklarımda billur gibi biriken ter damlaları, favorilerimi ıslatıyor. Yeni aldığım mavi keten gömleğimin kol altlarındaki koyu lekeler, gittikçe büyüyor -sapada kaybolmuş bir dağ köyünü aramaya pek alışkın değilim ne de olsa. Zaten şu Allah’ın cezası Akçalar’ı geçen sene köylükten çıkarıp vilayetin dış mahallesi yapmasalardı, ne işimiz olurdu ki bizim bu unutulmuş yerde…
Anayı, babayı hep aldın, yeter
Var git ölüm, bir zaman da yine gel…
Önümüze çıkan son yükseltiyi de aşınca, uzaklarda, göğü bir mızrak misali yırtan uzun, beyaz çıkıntıyı hayal meyal seçiyorum. Birkaç dakika sonra, dev bir elin saçtığı bir avuç çakıl taşı gibi gelişigüzel serpiştirilmiş evlerin arasındayız. Kıvır kıvır uzanan dar yolu izleyerek, çift gözlü bir şadırvanın -sözüm ona- süslediği küçük bir meydana ulaşıyoruz. Orta yere park etmiş ekip otosunun kırmızı-mavi ışıkları, kare planlı taş caminin beyaz duvarında titreşiyor. Meydana bakan kahvehanenin önüne atılı tahta sandalyelerde iki üniformalı polis. Bacak bacak üstüne atmış, etraflarını saran köylülerle laflıyorlar. Geldiğimizi fark edince, sigaralarını masadaki kül tablasında alelacele ezip ayağa fırlıyorlar. Tek sıra halinde diziliyor hepsi. Bizimkilerin, amirlerinin karşısında hazırolda beklemelerine alışkınım ama yaşlı-başlı adamların, acemi askerler gibi esas duruşta dikildiklerini görünce gülesim geliyor.
“Hoş gelmişsiniz… Hoş gelmişsiniz…”
Tokalaşma merasimi, abartısız, tam on dakika sürüyor. Sonra yaşlıca bir adam çıkıyor öne. Ceketinin önünü ilikliyor. “Kıymetli amirim, kıymetli savcım,” diye söze başlıyor, “Köyümüze hoş gelmişsiniz, sefalar getirmişsiniz. Müsaadenizle kendimi tanıtayım. Efendim, ben Hacı Osman Çakır. Akçalarımızın yirmi beş yıllık muhtarıyım.” Aynı saygılı tavırla yanı başında bekleyen adamları işaret ediyor. “Bunlar da ihtiyar heyetimizin âzâlarıdır.” Kimi kara kasketli, kimi yeşil takkeli. Kiminin sırtında keçe yelek, kiminin altında bombol bir şalvar var. Hepsinin de elleri önlerinde kavuşmuş. Aynı anda, yüz bininci kez selâm veriyorlar, “Hoş gelmişsiniz…”
“Uzun yoldan geldiniz. Emir buyurursanız, evvela birer kâse yayık ayranı ikram edelim size?”
Başkomiserim ile savcı bir an göz göze geliyorlar. “Sağ olasın muhtar. Önce bir işimizi yapalım hele de,” diye kestirip atıyor bizim başkomiser.
Öğretmenlerini itaatle takip eden tembihli anaokulu çocukları gibi, tek sıra halinde düşüyoruz muhtarın peşine. Pis bir çamurun içinde, bata çıka yürüyoruz. Etrafımda uçuşan sineklerin vızıltısı kulaklarımı tırmalıyor. Ne yana dönsem, burnumda ekşi tezek kokusu. Kusmamak için zor tutuyorum kendimi.
Köyün az dışındaki söğütlüğe girip, barakadan hallice bir evin önünde duruyoruz. Islak odun yığınlarıyla küspe tepeciklerinin arasında kaybolmuş neredeyse. Simli sıvasının altından kerpiç tuğlalar sırıtıyor. Damın kenarından taşan saçaklar, ihtiyar bir adamın seyrek ve yağlı saç telleri gibi aşağıya sarkmış. Her şeyiyle, sıradan bir köy evi. Sıradan olmayan tek şey, koca koca kalaslar çakılarak dışarıdan kapatılmış pencereleri…
Evin kapısında bekleyen kırk yaşlarındaki üniformalı polis saygıyla karşılıyor bizi. Başkomiser ve savcı önden, ben arkadan, taş eşiğin üzerinden dikkatle aşıp içeri giriyoruz. Evin içi savaş alanı gibi. Tüm eşyalar etrafa saçılmış. Yorganlar, battaniyeler, entariler, fistanlar, kaba taş zemindeki eski kilimin üzerine dağılmış haldeler. Kenarları lime lime olmuş. Isırılmış gibi. İsten kararmış, kireç badanalı duvarda tırnak izleri. Havadaki kusmuk ve idrar kokusu, dayanılır gibi değil. Belli ki uzun ve acılı bir ölüme tanık olmuş, bu tek göz oda.
Gözlerim karanlığa alışınca, somyadaki karaltıyı fark ediyorum. Kalasların aralarından sızan cılız gün ışığının daha da solgunlaştırdığı, o bembeyaz yüzü görüyorum. Balmumundan bir heykele benziyor bu haliyle. Yaklaşıyorum. Eskiden yaşıyor olduğuna dair tek belirti, yarı açık gözkapaklarının arasından görünen buz mavisi gözler. Yüzüne eğiliyorum. O parlak gözlere takılıp kalıyorum. Sanki bir ölünün gözleri değil bunlar. Canlı gibi. Bana bakıyor gibi… Beni görüyor gibi…
O an, tuhaf bir duygu kaplıyor içimi. Sırtım ürperiyor. Burnuma dolan kekremsi ceset kokusu, genzimi yakıyor. Midemden ağzıma acı bir tat yükseliyor. Öğürerek evden dışarı atıyorum kendimi. Çıkarken ayağım eşiğe takılıyor, tökezliyorum. Tam yüzüstü yere kapaklanacakken, kapıdaki polis kolumdan yakalıyor beni. Gözlerindeki sırıtkan ifadeyi görmezden geliyorum.
Evin arkasındaki bostana doğru telaşla yürüyüp, sinirden, saçımla başımla oynamaya başlıyorum. Ellerim hâlâ titriyor. Ayaklarımın dibinden bir çekirge zıplıyor. Uzaklarda, bet sesli bir horoz ötüyor. Bir sigara yakıyorum. Bir-iki nefes çekince, biraz sakinleşiyorum. Kendi kendime söyleniyorum. “Geri zekâlı mısın oğlum sen? Sanki ilk kez ceset görüyormuşsun gibi… Rezil ettin be kendini…”
Birkaç dakika sonra, kapının önünde toplanıyoruz. Üniformalı polislerin en kıdemlisi, defterine aldığı notları aktarıyor başkomiserime. “Maktulün adı Naciye Temel, amirim. Altmış dört yaşında. Birkaç yıldır bu köyde yaşıyormuş. Dikkat buyurduysanız, kapı ve pencereler dışarıya doğru açılıyor. Birileri dışarıdan kalaslar çakarak, hepsini kapatmış. Kadın günlerce evde hapis kalmış. Mutfak ve tuvalet zaten evin yanındaki şu bitişik bölümde. Muhtemelen açlık ve susuzluktan ölmüş kadın. Herhangi bir darp izine rastlamadık.”
“Cesedi kim buldu?”
Biraz ötede, elleri önlerinde sessizce bekleşen köylülerden biri atılıyor, “Ben buldum, amirim. Adım İhsan. Komşu köydenim. Naciye Teyze’ye her hafta sıkma tereyağı getiririm. Bugün de sabah namazından sonra geldim. Bir de baktım ki, evde bir acayiplik var. Vardım, muhtara haber ettim hemen.”
Sözü muhtar alıyor, “İhsan bizi vaziyetten haberdar edince birlikte eve geldik, amirim. Önce birkaç defa seslendik Naciye Hanım’a. Cevap gelmedi. Biz de kapıdaki kalasları keserle söküp, içeri girdik. Baktık ki, maalesef vefat etmiş. Sonra da 155’e telefon açtık.”
Toplanan kalabalığa dönüp, “Aranızda olayı gören, bilen var mı arkadaşlar,” diye soruyor başkomiserim, “Koca koca kalaslar çakılmış evin pencerelerine. Çekiç seslerini duymadınız mı hiç?”
Herkesin başı önde. Yanıt veren yok.
“Kadıncağız kaç gündür evinden çıkmamış, merak da mı etmediniz? Nerede bu, öldü mü kaldı mı diye?”
Sessizlik.
Amirim bıkkınlıkla iç geçiriyor, “Kendisinin bir hasmı, düşmanı var mıydı peki?”
Ahalinin üstüne çöken suskunluk, yoğun ve yapışkan bir sis bulutu gibi.
“Kan davası? Arazi konusu? Alacak, verecek meselesi? Ya da herhangi başka bir şey?”
Yine yanıt yok.
***
Yarım saat sonra, hepimiz köy meydanındaki kahvehanede oturup köpüklü ayranlarımızı yudumlarken, olayın ayrıntılarını anlamaya çalışıyoruz. Böyle kırsal bir bölgede, şehirdeki teknolojik olanakların çoğundan yoksunuz ne yazık ki. Etrafta ne tek bir güvenlik kamerası var, ne de MOBESE kaydı. Olay yeri inceleme ekibi ile ambulans henüz yolda. Kriminal inceleme tamamlandığında, belki bir ipucu elde edebileceğiz. Ama şimdilik, elimizde tek şey var; kendi evine diri diri gömülmüş, zavallı yaşlı bir kadın…
Köydeki herkes aynı şeyi söylüyor, “Böylesi bir caniliği köyden kim yapar, amirim? Muhakkak dışarıdan gelen bir delinin, bir meczubun işidir bu…”
Öğle yemeği için muhtarın evine davet edildiğimizde, ne yazık ki cinayet soruşturmasında henüz hiç bir ilerleme sağlayamamış durumdayız. Değirmen taşı büyüklüğündeki bakır siniye dizilmiş tavuklu güveçle, ciğerli iç pilavı mideye indiriyorum. Üzerine de safranlı zerdeyi kaşıklayınca, vücuduma bir ağırlık çöküyor. Sofranın başındaki köylüler, sahici görünen bir ilgiyle, savcının farla tavşan avı anılarını dinliyorlar. Diz üstü oturmaktan bacaklarım fena karıncalanmış, amirimden izin isteyerek kalkıyorum. Avludan dışarı çıkıp köyün içlerine doğru yürürken, bir sigara yakıyorum.
Pişmiş tuğla ya da kerpiçten örülü, sıvaları dökülmüş, tek katlı evlerin arasından geçiyorum. İskarpinimin tabanı iki parmak kalınlaşmış, ayağımı zor kaldırıyorum. Köydeki balçık bilek hizasında belki ama fukaralık, insanın boyunu aşıyor.
Etrafta kimseler yok. Ne kocaman birer at nalı ya da nazar boncuğu asılı kapıların taşlıklarında oturup kınalı elleriyle örgü ören, toprak yüzlü kadınlar… Ne budaklı meşeden kesilmiş bastonlarına dayanarak, ağır ağır camiye doğru adımlayan dedeler… Ne oradan oraya koşturan siğilli oğlanlar… Yalnızca, sağda solda eşelenen birkaç cılız tavuk ile önündeki bodur otları kıtır kıtır kemiren, uyuz bir katır. Hepsi o kadar. Herkes evine kapanmış, perdelerini sıkı sıkıya çekmiş. Anadolu’daki çoğu köyde olduğu gibi, burada da mutaassıp ev halkının yabancı erkeklere görünmemesi âdetten olmalı. Soruşturmanın selâmeti için tüm kapıları çalıp, kadınların ve hatta çocukların ifadelerini almamız iyi olurdu aslında. Ama köylüler bize geldiğimiz andan beri öyle saygılı, öyle nazik davrandılar ki, ailelerini rahatsız edip evlerinin mahremiyetini bozmaktan çekiniyorum. Başım önde, hızlı adımlarla yürüyüp gidiyorum.
Elle tutulur hiçbir ipucuna ulaşamamış olmaktan dolayı, canım hayli sıkkın. Böyle kendi halinde, kalender bir köyde, bu kadar hunharca bir cinayeti kim, neden işler?
Düşündükçe, köylülerin yorumlarına ben de hak vermeye başlıyorum. Katilin psikopat bir cani olması fikri daha akla yakın geliyor. “Civardaki ilçelerin emniyet ve jandarma teşkilatlarıyla konuşmalı,” diye düşünüyorum, bölgelerinde şüpheli bir şahıs olup olmadığını araştırmakta fayda var. Eli çekiçli bir deli, aramamız gereken…
Bu arada, evlerin olduğu bölgeden bir hayli uzaklaşıp, köyün mezarlığına ulaştığımı fark ediyorum. Akçalar’ın sırtını dayadığı tepenin ardına düşüyor mezarlık. Dört tarafı ulu kavaklarla, servilerle çevrili. Sigaramdan son bir nefes çekip, gözlerimi kapatıyorum. Lodosla titreşen yaprakların çıtırtısıyla, cırcırböceklerinin coşkulu şarkısını dinliyorum bir süre. Toprak ve ıhlamur kokan nemli havayı derin derin içime çekiyorum. Köy ne kadar bomboz ve kasvetliyse, köyün mezarlığı da tersine, o kadar yeşil ve huzurlu. Diriler ülkesi ile ölüler diyarının bu çelişkili hali, tuhafıma gidiyor…
Mezarlarının başucunda sessizce nöbet bekleyen taşların üzerlerindeki yazıları okumaya başlıyorum. Durali kızı Semanur Yaldız. Ruhuna Fatiha. “Yazık,” diyorum, “On altısında ölmüş. Daha gencecikmiş.” Muammer kızı Kübra Kılıç. Bu kızcağız da, henüz on dört yaşındayken göçüp gitmiş. Boğazım düğümleniyor. Hacı Osman kızı, Elmas Çakır. Daha on yedisindeymiş. Bir diğeri, onun yanındaki derken, şaşkınlığım gitgide artıyor. Son zamanlarda neredeyse bir düzine genç kızın, daha on sekizini bile göremeden ölüp gitmiş olduğunu görüyorum. Böyle küçük bir köyde, bu kadar çok gencin hayatını kaybetmesi normal mi yani?
Bir fikir edinebilmek için, tüm mezarlığı baştan sona gezip, diğer mezar taşlarındaki tarihleri de okuyorum tek tek. Hayır. Durum hiç de doğal görünmüyor. Önceki yıllarda vefat edenler, çoğunlukla yaşlılar. Erken yaşta ölüm yok denecek kadar az. Son bir kaç senede olağanüstü bir şeyler olduğu kesin. Köye dönünce muhtara sorup, kızların başlarına geleni öğrenmeye karar veriyorum.
Tam o sırada, mezarlığın diğer ucundan gelen bir tıkırtıyla irkiliyorum. Mezar taşlarının arasına gizlenerek, sessizce o tarafa doğru yöneliyorum. Birkaç adım sonra, ağaçların arasında görüyorum onu… Büyükçe bir kayanın üzerine bağdaş kurup oturmuş. Çok zayıf. Pis siyah sakalı, neredeyse bütün yüzünü kaplıyor. Üzerindeki örgülü hırkanın her tarafı delik deşik. Poturunun rengi atmış, paçaları çamur içinde. Ayakları çıplak. Başını hafifçe yana eğmiş. Elindeki tahta saplı bir çekiçle, oturduğu kayanın ön yüzündeki bir noktaya devamlı vurmakla meşgul. Donuk gözleri hayali hedefine kilitlenmiş, ha bire taşı dövüp duruyor. Bir yandan da dudaklarını kıpırdatıyor. Kendince bir şeyler mırıldanıyor sanki.
Bir an bütün vücudum kaskatı kesiliyor. Nefesimi tutuyorum. Tabancamı çekip, haykırarak öne atlıyorum. Ellerini kaldırmasını, hemen yere yatmasını, teslim olmasını söylüyorum. Başını çevirip, yüzüne doğrulttuğum çelik namluya bakıyor. Yaşadığı dehşeti, o an gözlerinde görüyorum. Sonra birdenbire, oturduğu kayadan aşağı sıçrıyor, ormana doğru tavşan gibi kaçmaya başlıyor. Duraksıyorum. Ne yapacağım ben şimdi?
Köy mezarlığının huzurlu sessizliği, karşıki tepeden yankılanan şiddetli bir patlama sesi ile bozuluyor. Bir anda, her şey donup kalıyor sanki. Yel esmez, yapraklar çıtırdamaz, cırcırböcekleri ötmez oluyor. Dünya duruyor…
Zaman yeniden akmaya başladığında, bir kez daha görüyorum onu. Yirmi-otuz adım ötemde, ayakta öylece dikiliyor. Arkası dönük. Tabancam hâlâ elimde, yaklaşıyorum. Başını omuzlarının arasına gömmüş, ellerini dizlerinin arasına saklamış. Vücudu korkuyla iki büklüm olmuş. Titriyor.
Derin bir nefes alıyorum. Şükürler olsun. Eğer kaçmaya devam etseydi, ikinci mermiyi, az önce yaptığım gibi havaya değil, sıska bacaklarına sıkmak zorunda kalacaktım. Boynundan tutup, sertçe aşağıya bastırıyorum. Hiç direnmiyor. Soğuk toprağın üzerine yüzükoyun yıkılıyor. Ahırdan çıkmış gibi kokuyor. Ellerine kelepçeleri geçiriyorum. Bilekleri incecik. “Niye kaçtın lan,” diye bağırıyorum, “Niye durmadın?”
Cevap vermiyor.
***
Yakaladığımız adamı ekip otosuna bindirip, dönüş yoluna koyuluyoruz. Sabah ıstırapla çıktığım dik yokuşu, piknikten eve dönüyormuşçasına, sabırsız bir keyifle iniyorum bu kez. Arka koltuktaki savcının ağzını bıçak açmıyor. Ara sıra dikiz aynasından göz göze geliyoruz, yüzümdeki gururlu ifadeyi belli etmemeye çalışıyorum. O ise, hiç oralı değilmiş gibi davranıyor -yan camlardan dışarıyı seyrediyor sözde.
Saatler sonra, güneş batı ufkuna yaslanırken, Emniyet Müdürlüğü’nün otoparkından içeri giriyoruz. Sabahki dostane havanın aksine, şimdi sinsi bir yağmur atıştırıyor bizim şehre.
Köylülerin ifadesine göre, şüphelinin adı Ömer’miş. “Deli Ömer” derlermiş. Komşu köylerden birinde, öksüz ve yetim büyümüş. Bir süre sonra köylüler onu itip kakmaya başlayınca, ormana kaçmış. Yıllardır dağlarda tek başına yaşıyormuş. Köylüye yanaşmaz, kimseye görünmezmiş. Ancak, hep yakınlarda olduğunu herkes bilirmiş. Çoğu zaman onun kendilerini yukarıdan bir yerden gözetlediği duygusuna kapılırlarmış. Bazen kümeslerden bir-iki tavuk kaybolduğunda, ya da öğlen yaylakta uyuklayan çobanların ağaca asılı esvapları sırra kadem bastığında, Ömer’den kuşkulanırlarmış. Lâkin peşine düşmeye çekinirlermiş. Çünkü ne yapacağı belli olmazmış. Ne de olsa deliymiş…
Gece boyunca ifadesini almaya çalışıyoruz Ömer’in. Daha çok, bir monolog halinde geçiyor sorgu süreci. Biz sordukça, o susuyor. Kestane rengi gözlerini sorgu odasındaki plastik masanın üzerine dikiyor. Hiçbir sorumuza cevap vermiyor. Ortamdaki tek ses, alçak gri tavanda sürekli dızlayan solgun floresanın gürültüsü. Söylediklerimizi anlaması bir tarafa, bizi duyduğundan bile emin değiliz. Başka bir âlemde geziniyor sanki. Eğer Naciye Teyze’yi o öldürdüyse, cinayetin nedenini ve olayın ayrıntılarını belki de sonsuza dek öğrenemeyeceğiz.
Saatler sonra, pes ediyoruz. Odadan çıkınca başkomiserim sıkıntıyla söyleniyor, “Böyle giderse, iki günlük gözaltı süresince hiçbir ilerleme kaydedemeyiz. Salıvermemiz gerekecek.”
“Nasıl salarız, amirim? Görüyorsunuz işte, adam düpedüz manyak. Ya katil oysa?” Sesimin bu kadar yüksek çıkmasına ben de şaşırıyorum.
“Ne yapalım lan? Ne parmak izi var ortada, ne bir şey. Elimizde hiç delil yok. Eğer itiraf ettiremezsek, daha fazla burada tutamayız adamı.”
Ömer’in yeniden Akçalar’a dönmesinin düşüncesi bile beni dehşete düşürmeye yetiyor. Orada yaşayan o gariban insanların güvenliğini nasıl sağlayacağız? Bir cinayet daha işlerse, bunun hesabını kim verecek?
Başka bir yerden tutturmayı deniyorum, “Köydeki kızların ölümünü muhtarla konuştum, amirim. Kimi ateşli hastalık geçirmiş, kimi uçurumdan aşağı yuvarlanmış, kimi mantardan zehirlenmiş. Jandarma’dan doğrulattık. Hepsi de doğal nedenlerle ölmüş gibi görünüyor. Ama yine de…”
“Yine de ne?”
“Yine de benim içim pek rahat değil, amirim. Ya zavallı kızların ölümünde de bu delinin parmağı varsa? Biliyorsunuz, bir kez öldüren, bir daha öldürür.” Sondaki klişe cümleyi, izlediğim polisiye filmlerin birinden alıntılıyorum.
Başkomiserim sarkık kırçıllı bıyıklarının uçlarını ısırmaya başlıyor yine. Seviniyorum. Seçenekleri kafasında tarttığının işareti bu. “İyi tamam,” diyor, “Savcıyla konuşup, ek gözaltı süresi alayım bari…”
***
Saat gece yarısını geçiyor. Bütün çabamıza rağmen Deli Ömer’in ağzından tek sözcük dahi alamıyoruz. Çaresiz, kendisini bodrum kattaki özel nezarethaneye gönderiyoruz. Hepimiz yorgun düşüp, Cinayet Büro’nun suni deri kaplı, sert koltuklarında sızıp kalıyoruz.
Sabaha karşı, sırtımda bir üşümeyle uyanıyorum. Bitkinim. Kırış kırış olmuş mavi gömleğime sinen ekşi tezek kokusuna içimden sövüyorum. Sessizce kalkıp, pencereyi aralıyorum. İçeriye taze, serin bahar havası doluyor. Kimseyi uyandırmamaya çalışarak, sorgu odasının bitişiğindeki kontrol bölmesine giriyorum. Niyetim, geceki sorgunun görüntü kayıtlarına bir göz atmak. Sorduğumuz sorular karşısında verdiği, ancak o sırada yorgunluktan fark etmediğimiz olağan dışı bir tepki, farklı bir beden hareketi, ufacık bir mimik… Belki yepyeni bir ipucuna kapı aralar, diye ümit ediyorum.
Bütün bandı ileri-geri sardırarak, baştan sona dikkatle izliyorum. Yok. Hiçbir şey yok. Tam vazgeçip cihazın durdurma düğmesine basacakken, şaşkınlıkla donakalıyorum. “Bu herif ne yapıyor böyle yahu?”
Ekrandaki görüntüde, biz dışarı çıkınca odada yalnız kalan Ömer’in tuhaf hareketler yapmaya başladığı görülüyor. Köyün mezarlığında onunla ilk karşılaştığım zamankine benzer şekilde, ellerini yumruk yapıp, ritmik aralıklarla masaya vuruyor. Aynı anda da bir şeyler mırıldanıyor.
Ne dediğini duyabilmek için, bir ümitle, ses düğmesini sonuna kadar açıyorum. Kim bilir, belki de işlediği cinayetleri itiraf ediyor… Belki de, “Katil benim, hepsini ben öldürdüm,” diyor…
Ama yanılıyorum. İtiraf değil bu. Salyalı dudaklarından, çocuksu bir tekerlemenin dizeleri dökülüyor sadece…
Elemtere fiş,
Kem gözlere şiş.
Kenâfir göz Naciye,
Köye geldi geçende.
Nazar etti kızlara,
Hepsi girdi mezara.
Analar hep ağladı,
Yürekleri dağladı.
Bitmedi köyün derdi,
Âzâlar karar verdi.
Muhtar vurdu çiviyi,
Gömdüler Naciye’yi.
Şer yenemedi hayrı,
Kızlar kurtuldu gayrı.
Elemtere fiş,
Kem gözlere şiş…