Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Melek

Diğer Yazılar

YENİ EV

HAVUZ PROBLEMİ

Oldum olası butik işleri daha çok sevmişimdir. Sırf bu yüzden, eve daha yakın olan semt marketine girmem, mahalle bakkalına kadar yürürüm. Marketi avam bulduğumu düşündüğüm için bakkala böyle özel bir durum yüklemiş olabilirim. Mahallenin bakkalı da öyle ahım şahım, baş döndürücü bir yer değildir. Böyle düşüncelerle kafam karışmış, seçimimin doğru olduğu yönünde kendime yaptığım telkinlerle bakkalın kapısına kadar gelmiştim.

Dükkânın dışındaki kaldırımın üzerine serilmiş, giriş kapısının sağında ve solunda zerzevatlar, meyveler, sebzeler, bir sürü yeşillik yer alıyordu. Onların aralarında, onlara tamamen tezat bir de dondurma makinası duruyordu. Ne bulunduğu yerle, ne de anlattığım hikâyeyle ilgiliydi. Hayatın tazelikleri içinde, dondurulmuş bir geçmiş saklıyordu sanki. Açık kapıdan içeri usulca girdim. Tavan, öyle çok yüksek değildi. Bu nedenle içerideki tüm raflar insanın üzerine üzerine gelir gibi oluyordu ilk anda. Dışarıdaki genişlik algısını unuttuğunuz anda, o sıkışmışlık duygusu da silinip gidiyordu.

Bakkalın sahibi Sami ile selamlaştık. Süt ve çay almak için arka raflara doğru yürürken, içeriye küçük bir çocuğun girdiğini hayal meyal gördüm. Dikkatimi çekmesinin nedeni, küçük yaştaki çocuğun bir şalvar giymiş olmasındandı.

“Hay Allah,” dedim içimden, “Bu yaşta çocuğa şalvar giydirmek nedir?” Çok dikkat etmeden sütlerin bulunduğu reyona doğru yürüdüm.

Sessizce kutuların üzerindeki son kullanma tarihlerini bulup okumaya çalışırken, çocuğun şen kahkahalı, neşeli sesini duydum. Doğrusu merak ettim. Öyle davetkâr bir gülüştü ki, kim olsa merak ederdi. Çabucak süt ve çay seçimimi yapıp kasanın olduğu girişe yöneldim.

“Sami abi doğru diyorum, neden inanmıyorsun? Babam Allah’ın meleğini görmüş.” Çocuk inanılıp inanılmadığını kontrol etmek için Sami’nin gözlerinin içine bakıyordu.

“Nereden biliyorsun Yusuf, gelip sana mı anlattı?” Yusuf anladı ki Sami abi bir ispat istiyor.

“Sami abi, sabah babamı balkonda buldum. Yerde secde ediyordu. Daha doğrusu, secde ederken öylece uyuyakalmış. Gittim uyandırdım. Sordum, ‘Ne oldu baba,’ dedim. Gece balkonda otururken Allah’ın bir meleğinin yere yaklaştığını görmüş, o saatten beri de secde ediyormuş. Vallahi diyorum…”

Sami, Yusuf’un başını okşadı. İki yüz elli gram beyaz peynir ve bir ekmeği tül kadar ince bir poşetin içine koyup çocuğa verdi. Gülerek, “Babana söyle, Allah’ın meleklerinden bir yardım istesin de şu defterdeki hesabı biraz hafifletsin,” dedi. Sami de dini bütün bir adamdı fakat sakalı dışında dindarlığını dışa vuracak pek bir şey göstermezdi. Elbette kot pantolon giydiğini gördüğüm olmamıştı. Daima kumaş pantolon tercih eder ve evet, biraz da bol kıyafetler giyerdi. Bunlar bir dindarlık göstergesi ya da ritüeli sayılmaz sanırım.

Yusuf’un peşi sıra bakkaldan çıktım. Çocuğun, sırtındaki yakasız beyaz gömleği -ki buna mintan da deniyor olabilir- belindeki kuşağı, altındaki şalvarı ile küçük bir hoca efendiye benzediğini düşündüm. Mahallemizde böyle bir çocuk olduğu bugüne kadar hiç dikkatimi çekmemişti. Çocuğu izlerken sokakta bir polis arabasının olduğunu fark ettim. Bizim sokakta pek polis arabası olmazdı. Geldiğine göre bana gelmiş olabilirlerdi. Yani bir gazeteci olarak olsa olsa bana gelmişlerdir. Çocuğu unuttum ve tamamen polis arabasına odaklandım. Arabanın üzerindeki mavi ve kırmızı ışıklar yandığına göre, araç görevli gelmişti. Durduğu yer benim evimin önü değildi. Bir memur, aracın önünde durduğu apartmanın bina kapısını açıp dışarı çıktı. Elinde, şeffaf kapağından içindeki dosya kâğıtlarının gözüktüğü ince bir dosya tutuyordu. Ağır ağır merdivenleri inip arabaya doğru ilerlerken, polis memuru ile bir an göz göze geldik. Gözlerimizi birbirinden ayırmadan yavaşladık. Durduk ve ardından ikimizde de ışıyan kocaman bir gülümsemeyle birbirimize yöneldik. Ben elimde bir poşet, o elinde bir dosya ile birbirimizi kucakladık.

“Hayırdır Mehmet, neyin peşindesin gene?” dedim muzipçe. Hafifçe koluna dokundum, “Çok oldu be görüşmeyeli.”

“Vay benim haberci abim, vay! Yoksun ortalarda ne zamandır, özlettin yahu kendini. Vay, abim benim ya!”

“Hakikaten hayırdır? Olay mı var?” dedim gözlerimle apartmanı göstererek.

“Yahu sen ne biçim bir habercisin abi? Senin mahallede olay oluyor, senin haberin yok…”

“Vallahi haberim yok.” Bunu söylerken ondan haber sızdırmak için böyle bir şey söylemediğimi hissettirecek samimiyet ile konuşmaya çalışmıştım, “Ne olmuş ki?”

“Abi, dün gece bir ihbar alıp geldik ilk olarak. Bir kadın, şurada, marketin ilerisindeki parkın girişine yakın, yerde hareketsiz yatıyordu. Gece saat iki falandı. Tekinsiz bir durumdu. Kadın cinayeti sandık evvela ama pek öyle durmuyordu. Kadın daha çok bir yerden geliyormuş gibiydi. Başına sert bir darbe almış. Kesici aletle bir yaralama falan yoktu üzerinde. Kadının evi de şurasıymış.” Sakin sakin bunları anlatırken eliyle evi gösteriyordu.

“Vay be neler olmuş gece, işe bak… Dün akşam biraz fazla kaçırıp bilgisayarın başında sızmışım. Malum cuma akşamı maçtan geldim, biraz da evde devam ettim. Hakikaten hiçbir şey duymamışım. Kadın nerede şimdi? Durumu iyi mi? Kim yapmış? Haber var mı?”

Mehmet, arabanın direksiyonunda kendisini bekleyen diğer memura baktı, “Bir dakika daha ver,” dercesine bir bakış atıp tekrar bana döndü. “Abi, kadın şu arkadaki devlet hastanesine kaldırıldı. Şanslıymış, zamanında hastaneye yetiştirilmiş.  Dediğim gibi, kadın baygındı evvela. Doktorlar önce uyandırdı. Fazla bir şey demedi kadın. İki kelimeyi tekrarlayıp duruyordu; Melek Uçar… Başka da bir şey demedi, birkaç kez bu ismi tekrarladı. Sonra beyin kanaması riski ile kadını tekrar uyuttular. Biz de şüpheli olabilir, diye gelip Melek Uçar kimmiş, ailesine, komşularına sormak istedik. Ama tanıyan kimse yok. Faili meçhul biri darp etmiş sanırım.”

“Allah Allah, bizim buralarda darp olaylarına pek rastlanmaz. İlginç bir vaka, ben de ilgileneyim bari. Haber gazetecinin ayağına böyle gelir.” Gururla gülümsedim Mehmet’e.

“Abim şimdi gidelim biz. Emniyet’e uğrarsan görüşürüz. Kal sağlıcakla,” dedi. Tekrar gelip kucaklaştı, aracın kapısını hızla açıp kendisini koltuğa bıraktı. Yanındaki memur göz ucuyla bana bakıp, başıyla hafifçe selamladı. Arabayı, düz sokakta ok gibi ilerlemesine sebep olacak bir ivmeyle hareket ettirdi.

Ilık bir sonbahar sabahında, elimde bir poşet ile öylece sokakta kalmıştım. Fazla durmadım olduğum yerde. Önce bir-iki adım attım ama nedense yapmayı isteyeceğim şey için elimde tuttuğum poşet çok uygun olmayacakmış gibi geldi. Aklımdan markete gidip kameralara bakmak geçmişti. Hem böyle pijamalı, hem de elimde süt ve çay dolu bir paket ile gitmesem daha iyi olurdu. Hızla eve gidip yapmayı düşündüğüm zengin kahvaltıdan vazgeçtim. Mısır gevreğini alelacele bir tabağa boşaltıp üstüne de biraz süt döktüm. Giyinirken hızlı hızlı kaşıkladım.

Marketin kameralarının duruş açısı ve duruş şekline bakılırsa, daha yakın bir alanı görüntülüyor olmalıydı. Malum, objektif yakın planda geniş bir alanı ya da uzak planda dar bir açıyla daha kısıtlı bir alanı görüntüleyebilir. Marketin müdürü ile konuştuğumda ilk seçeneğin, yani kameranın geniş açıyla yakın planı çektiklerini anlattı. Görüntülerin olduğu saat için ekranın başına oturup izlememe de izin verdi -komşuluk hatırı diyelim. Baktık, gerçekleşen olayın tarif edildiği yer tam olarak gözükmüyor. Boş boş ekrana baktık, hiçbir hareket yoktu. Ardından iki saniye kadar bir süreliğine, ekranın üst kısmından, daha doğrusu görüntünün onda birlik üst kısmında beyaz bir nesne hareket ederek kadraja girdi. Sadece ekranın üst kısımda, havada olduğunu tahmin ettiğimiz bir nesnenin bir kısmını gördük. Soldan sağa doğru düz bir yol izleyerek önce yatay bir doğrultuda girdiği kadrajdan, ekranın ortasını biraz geçtikten sonra tam olarak dikey şekilde yükselerek ekranın görüş alanından çıktı. Önce videoyu durdurduk, geri aldık. Yavaş çekimde bir kez daha izledik. Beyaz nesne marketin tabela ışıklarından dolayı öyle çok parlıyordu ki, tam olarak ne olduğu anlaşılamıyordu. Açık kalan bir pencereden uçuşan tüle benziyordu. Çok şaşırtıcıydı. Görüntüye yakalandığı kısa an içinde cismin bir bölümü gözüküyordu. Yalnızca alt kısmı olduğunu tahmin ettiğim bir şeye benziyordu. Yani ya yukarıdan bir başka şeye bağlıydı, ya da havada uçuyordu… Görüntü içinde yatay olarak hareket ediyor, ardından bir an olduğu yerde duruyor ve sonra büyük bir ivme ile gökyüzüne doğru yükseldiğini sanacağımız şekilde görüntüden çıkıyordu. Cep telefonumu çıkartıp görüntüyü hem normal hızda hem de ağır çekim hızında hemen kayda aldım. Firma görüntüleri vermek için bin türlü prosedür çıkartacak, belki de vermek istemeyecekti. Marketin müdürüne teşekkür edip elini sıktım. Olayın geçtiği yer olduğunu tahmin ettiğim alana gitmeyi düşünürken, marketin içindeki iki kadından yaşlı olanının konuşmasını duydum.

“… Yok kızım, böyle havada uçuyordu. Bembeyaz bir şey… Aklım yerinden oynadı. Zannettim bir cin gelmiş de sokakta uçuyor. Havada öylece süzülüp gidiyordu. Bembeyazdı diyorum sana. Mavi gözlerinden ışık saçıyordu. Çok korktum. Gece kalktım, abdest alıp namaz kıldım. Sabaha kadar uyuyamadım. Korkudan pencereden dışarı bile bakamadım. Bir ara bütün sokak masmavi oldu. Ölüyorum zannettim. Kızım sen şimdi annem aklını oynattı diyeceksin. Vallahi değil, billahi değil… Kızım şu çamaşır sularından da…”

Kadının çaresizliğini görüp lafa karışmak ihtiyacında bulundum. “Dün gece uçan beyaz şeyi siz de gördünüz mü hanımefendi,” dediğimde yaşlı kadının yüzü aydınlandı. “Hah evet! İşte bak beyefendi de görmüş.” Kızına dönüp beni gösterdi. Sonra sanki aramızda bir konuşma geçmemiş, kızı ile konuşmasının arasına reklam almış gibi beni önemsemeden kızına anlatmaya devam etti.” Bir süre daha onları dinledim ve kadıncağızın sürekli aynı hikâyeyi tekrarlamasından sıkılıp hastanedeki kadının gece bulunduğu yere gitmeye karar verdim.

Her şey normal gözüküyordu. Sokak ve etraftaki nesnelerin hepsi normal görünüyordu. Hiçbir şey için açık delil yoktu. Fazla oyalanmadan hastanenin yolunu tuttum. Hastanede kadının yakınlarını buldum. Kadın hâlâ baygındı. Daha doğrusu doktorlar tarafından uyutuluyor, riskli durumun geçmesi bekleniyordu. Kadın kendisine geldiğinde, gördüklerinden ve yaşadıklarından bir ipucu bulmak mümkün olabilirdi ancak. Elbette kendisine gelebilirse böyle bir olasılık mümkün olabilirdi. Bir süre kadının yakınlarıyla sohbet ettik. Sonuçsuz konuşmalar geçti aramızda. Tam artık gideyim diye aklımdan geçirdiğim sırada, yanımdan geçip koridor boyunca yürüyen bir gence takıldı gözüm. Şalvarlı bu genç adamın başında, bakkalda gördüğüm çocuğun kıyafetine ilave olarak, bir de sarığı vardı. Öyle büyük bir sarık gelmesin aklınıza. Küçük bir takkeye bir bez dolamış, onu da aşağı sarkıtmıştı. Öylece bu delikanlıyı izlerken aklıma sabahki çocuğun anlattıkları geldi. Onun da babası bir melek gördüğünü söylememiş miydi? Birden kafama dank etti. Kadının yakınlarıyla hızlıca vedalaşıp hastaneyi terk ettim.

Kendimi dedektif gibi hissediyordum.

Gece yarısı arkadaşlarıyla gittiği eğlenceden dönen kadının evine birkaç yüz metre kala başına gelenler ilginçti. Marketin kamerasına yakalanan, uçan bir nesnenin görüntüsü garipti. Uçan nesneyi gören ve ona isim takan ihtiyar enteresandı. Üstelik polis, “Melek Uçar” diye bir kadını arıyordu. Dahası şimdi şu küçük oğlanın babasının gece gördüğünü söylediği “Allah’ın meleği” hakkında bilgi almaya gidiyordum. Her şeyi anlamlı bir şekilde derleyip toplasam, yılın gazetecilik haberi olabilirdi. Gece parapsikolojik varlıkların kameraya takılmış halleri ve görgü tanıklarının ifadeleri. Bu haberi sayfa sekreteri basmaya ikna olur muydu?

Yeniden başladığım yere dönüp bakkal Sami’nin kapısına dayandım.

“Hayırdır Abdi Bey, ne bu telaş?” dedi Sami. Durumu izah edip sabah karşılaştığım çocuğun babası ile görüşmek istediğimi belirttim. Dükkânın dışına çıktık, Sami el yordamıyla adresi tarif etti. Sokağı uzaktan gören bir binaydı. Birinci kat, pimapen ile kapalı beyaz balkon onlarınkiymiş. Tüm bilgileri aldım. Sami’ye teşekkür edip yanından ayrıldım.

Zili çaldım, zilin üzerinde adamın adı yazıyordu, “Ercan Emin” Otomatik kapının sesi duyuldu. Kapı ağır olmayan ve fakat görüntüsü böyle vücut bulan bir demir kütlesiydi. Apartmanın birinci katına çıktığımda kapının yarı yarıya açık olduğunu ve orta yaşa yakın, sakallı bir adamın kapıda beklediğini gördüm.

“Selamünaleyküm,” dedim.

“Aleykümselam,” dedi kapıdaki adam.

“Ercan Bey’e bakmıştım,” dedim.

“Buyurun benim,” dedi adam, “Ne istemiştiniz? Ne için aradınız beni?” Ses tonu huşu içindeydi.

Durumu kendisine izah ettim. Oğlunun sabah bakkalda anlattıklarını ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri anlattım. Hâlâ şüphe içindeydi. Gazeteci kimliğimi gösterdim. Hâlâ şüphe ediyordu. Kaygılıydı. Yine de merak ve korkusunu yenemedi. Ürkekçe birkaç soru daha sordu.

“Bak kardeşim, akşam balkonda oturmuş tespih çekip zikir yapıyordum. Gece o saatte kimse yoktu. Sokak bomboştu. Gökyüzünde süzülen bir şeyin bana doğru geldiğini gördüm. Havada uçuyordu. Bir kefen gibi beyaz, bir huri gibi nur içindeydi.”

“Canlı mıydı? Canlı olup olmadığını anlayabildiniz mi?” dedim şaşırarak.

“Canlı mı? Bir melek gibiydi. Arkası dönük ilerlediğini başta anlamadım. Neden sonra havada durdu, bana döndüğünde masmavi, nur gibi gözleri olduğunu gördüm. Sanki o gözlerden çıkan ışık ta kalbime işliyordu. Benim için döndüğünü anladım. Tekrar arkasını döndü, önce bir süre sakince düz giderek benden uzaklaştı. Marketin önüne geldiğinde, hızla yukarı doğru çıkıp gözden kayboldu.”

“Sen ne yaptın? Yani o gidince demek istiyorum.”

“Seccadem önümdeydi. Saatlerce namaz kıldım, başımı hiç yerden kaldırmadım. Allah dualarımı kabul ettiğini bildirmişti. Allah’ın sevdiği kullarından olduğumu bildirmişti. Gece boyunca namaz kıldım. Sonra sabaha karşı seccadenin üzerinde, başım secdede uyuyakalmışım. İşte bizim afacan beni öyle bulmuş. O dürtünce uyandım.”

“Allah kabul etsin dualarınızı,” dediğimde, adamcağız kendisinin erenlerden olduğunu düşünmeye başlamıştı. Vedalaşıp ayrıldım yanından.

Tam bir fenomendi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Gazeteden amirimi aradım, konuyu ona anlattım. Önce güldü. Sonra bir melek olamayacağına dair söylemlerde bulundu. Sonuçta hakkı vardı. Şehrin ortasında bir melek, hem ne arayacaktı bizim sokakta… Konuştukça bir melek olmadığı konusunda beni ikna etti.

“Araştır,” dedi. “Eğer bir melek ise yılın haberini yapmış olursun. Hafta sonu istediğin gibi araştır. Pazartesi işinin başında olmanı istiyorum. Bir haber çıkartabiliyorsan ne âlâ…”

Sabah karşılaştığım Mehmet geldi aklıma. Emniyet’e gittim. Onlar, olayın bir darp işi olduğunu varsayıp araştırmayı bu alanda yapıyordu. Video görüntülerini almışlar fakat bunun olayla bir ilgisi olmadığını düşünmüşlerdi. Buradan da bir sonuç çıkmadı.

Artık eve dönmeye, olanları belirli bir sırayla yazıp haber metni hazırlamaya karar verdim. Eve doğru yürürken, yürüdüğüm sokağı dik kesen iki sokağın iz düşümü boyunca havada uçan bir cisim gördüm. Beyaz bir kıyafeti yoktu. Pervaneli bir drondan başka bir şey değildi… Tam sokakların kesiştiği yerde havada durdu. Olduğu yerde doksan derece dönüp yüzünü bana çevirdiğinde, tepesinde iki adet mavi ışığın parladığını gördüm şaşkınlıkla. O an aklım başıma geldi. Gece gördükleri bu drondan başkası değildi. Ama beyaz kıyafet neydi? Bir süre sokaklar arasında uçan dronu takip etmeye çalıştım. Cisim yeterince dolaştıktan sonra bir apartmanın terasında kayboldu. Bir daha da görünmedi.

Apartmanın kapısına dayanıp görevlinin ziline bastım. Kapı açıldı. Kim olduğumu, ne istediğimi sordular. Durumu anlatınca beni dördüncü kata çıkarttılar. Her şey kendiliğinden çözülmüştü. Dördüncü kattaki dairenin kapısını çaldığımda, orta yaşlı bir kadın kapıyı açtı. Ona da durumu izah ettim. O da içeriden iki delikanlıyı çağırdı. Olanı biteni anlattım onlara, dehşetle korktukları belliydi. Korkmalarına karşın içten içe muzırca gülüyorlardı. İçlerinde kopan kahkaha tufanını, korkularıyla gizlemeye çalışıyorlardı. Babaları onlara bir dron almıştı. Onlar da drona mavi renkli iki led ampul ve annelerinin kullanmadığı bir tülden yaptıkları pelerini takmışlardı. Gece ortalıkta kimse olmaz böylece rahatça uçururuz, diye düşünmüşler ve gece yarısı herkes uyuduktan sonra terasa çıkıp dronu uçurmuşlardı.

Ne melekti, ne de cin!

Her şey tatlıya bağlanmıştı. Hastanedeki kadın birkaç gün sonra kendine gelmiş ve olayların nasıl gerçekleştiğini anlatmıştı. Kadın beyaz elbiseli, uçan nesneyi görünce korkup kaçmaya çalışmış, hızla dönüp gerisingeriye uzaklaşmak istediğinde başını elektrik direğine sertçe çarpmış. Önce sendelemiş, birkaç adım sonra da baygınlık geçirip boylu boyunca yere serilmişti.

Çocuklar birkaç defa hastaneye gidip bin bir özürle durumu kurtarmaya çalıştılar. Allahtan kadıncağız şikâyetçi olmadı. Anlayacağınız, babaları bu gençlerin kulaklarını sertçe çekmiş olmalı. Bu arada kadının adı Meryem’miş. İki günlük müşahede sonrasında taburcu oldu. Bir süre alnında bir şişlikle yaşamak zorunda kaldı.

Unutmadan, Ercan Bey’e bu konular hakkında bir şey söyleyemedim. O kendisinin hâlâ erenlerden olduğunu düşünüyor olabilir…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar