Havari Petrus kutsal tohumu bırakınca kuru toprağa,
Büründü Ölmez Ağaç o anda dala, yaprağa,
Ve sundu kutsal meyvesini ölümlü insanoğluna.
Petrus koparıp meyveyi yedirdi marangozun oğluna,
Çocuk, Tanrı’nın izniyle ayağa kalktı ve iyi oldu,
Marangozun yorgun gözleri yaşlarla doldu,
Ve marangoz dedi, “Artık iman edenlerdenim,
Sizden yüz çevirmek için var mı nedenim?”
Ben Antakyalı Luka, sönmeden gözümün feri,
İşte anlatıyorum Ölmez Ağacın yeşerdiği yeri.
Kim ki adarsa ömrünü İsa Mesih’in yoluna,
Onu bulup, sonsuz yaşamı içsin diye kana kana…
“Ne içersin abi?”
Başımı bilgisayardan kaldırdım. Soluk mavi gömlekli muavin çocuk, iki elinde iki farklı renkte termosla başımda dikiliyordu. Çay istedim. Yarısına kadar doldurup uzattığı karton bardaktan kallavi bir yudum aldım. Kurumuş boğazıma klor kokulu bir dem tadı yayıldı. Sonra yeniden önümdeki ışıklı ekrana döndüm. Luka’nın kayıp mektubunun fotoğrafına bir kez daha, hayran hayran baktım. Kadim kaynaklarda sözü edilen, ancak uzun zamandır nerede olduğu bilinmeyen bu değerli parşömenin izini sürebilmek için şehir şehir dolaştığım, kütüphanelerin altını üstüne getirdiğim günler geldi aklıma. Onlarca el yazmasında geçen yüzlerce şifreli metni çözmeye, unutulup gitmiş dillerdeki gizemli yazıları okumaya çalışırken sabahladığım uykusuz geceleri anımsadım.
Tam yedi ay uğraştıktan sonra, nihayet üç gün önce Konya’da buldum onu… Şehrin hemen batısında, erken Hristiyanlık döneminin en önemli tapınaklarından biri olan Aya Elena Manastırı’nın arşivinde gizlenmişti Antakyalı Luka’nın kayıp mektubu. Tabaklanmış oğlak derisine tirşe mürekkebiyle yazılmış bu paha biçilmez belgeyi elime ilk aldığımda yaşadığım heyecanı, coşkuyu anlatamam. Aslına bakılırsa, mektup öyle sefil bir durumdaydı ki… Kenarları tarazlanmış, alt derisi kavlamış, üzeri öbek öbek küf tutmuştu. Üstelik de çürük yumurta gibi kokuyordu. Eğer belge gerçekse, zaten tam da böyle olması gerekiyordu -çünkü tam iki bin yaşındaydı…
Mektubun kopyasını çıkarıp aslını manastırın başrahibine teslim ettim. Sonra şehir merkezine, üç gündür konakladığım öğretmenevine döndüm. Bütün gece oturup çalıştım. Yazılanları Batı Aramice lehçesinden Türkçeye çevirdim. Şafak sökerken bilgisayarımın ekranında akan metin, düşlerimin de ötesindeydi…
Luka’nın mektubu, kutsal kitaplarda sözü edilen bir olayı, Hazreti İsa’nın en yakın havarisi Aziz Petrus’un Antakya’ya ziyareti sırasında yaşadıklarını anlatıyordu. Efsaneye göre Aziz Petrus ve yanındakiler, şehrin girişinde yaşlı bir marangoz ve yürüme engelli oğluyla karşılaşırlar. Petrus marangozun oğluna yardım etmek ister ve yanında getirdiği Ölmez Ağacın tohumunu toprağa bırakır. Kutsal ağaç oracıkta büyüyüp meyve verir. Aziz Petrus ağacın meyvesini koparır, çocuğa yedirir ve çocuk bir anda iyileşerek ayağa kalkar.
Ama mektubun asıl heyecan verici olan yanı, başka kaynaklarda da geçen bu olayın ilk ağızdan anlatımı değildi yalnızca. Luka, metnin devamında, Ölmez Ağacın dikildiği yerin tam tarifini de veriyordu… Hazreti Âdem’in tohumunu cennetten getirdiğine inanılan, insanlar tarafından binlerce yıldır aranan, ölümsüzlüğün ve yeniden doğuşun simgesi, efsanevi Ölmez Ağacın…
Cep telefonumun ekranındaki saate göz attım; on dört elli. Etrafıma bakındım. İçerisi, tavandaki tozlu sarı ışıkların loşluğunda, sabah sisine batmış gibi görünüyordu. Topu topu on beş, yirmi yolcu kalmıştı koca otobüste. Oysa Ankara’dan hareket ederken ön kapının yanındaki muavin koltuğu bile doluydu -yaşlı adamın birine bayan yanı satmışlar, muavin çocuk gayet pişkince “Seni şöyle öne alalım amca,” dedi. Adamcağız hiç itiraz etmedi. Aksaray’da birkaç yolcu inip de yer açılana dek, pala bıyıklı geveze şoförle yol boyu çene çalmak zorunda kaldı. Adana’ya kadar çok az durduk. Adana’dan sonra ise durum değişti. Köy minibüsü gibi, her kavşakta yolcu indirip bindirmeye başladı bizim otobüs -bu arada neyse ki benim yanımdaki ter kokan, gözlüklü adam da bir saat kadar önce indi, ben de böylece yolun geri kalan kısmını iki koltuğa yayılarak, rahat rahat gelebildim.
Dizüstü bilgisayarımı kapatıp üst rafta duran bordo sırt çantama yerleştirirken, altımızdaki turbo dizel motorun vınlama sesiyle bir kez daha yavaşlamaya başladık. Muavin çocuk yanımdan hızla geçti, tıslayarak açılmakta olan orta kapıya yöneldi. Birkaç saniye sonra elli-elli beş yaşlarında, sakallı bir adam belirdi merdivenlerde. Sırtında kum rengi bir kazak, ayağında haki bir şalvar. Başında kahverengi kasket, omzunda kilim dokuma bir heybe. Elleriyle koltuklara tutuna tutuna, otobüsün ön tarafına doğru ilerlemeye başladı. Tam benim bulunduğum sıradan geçiyordu ki, arkadan muavinin sesi duyuldu, “Boş bulduğun yere otur, dayı…”
Ve koca otobüste onca yer varken, adam gelip benim yanımdaki koltuğa bırakıverdi kendini…
“Hele bismillah…”
Heybesini bacaklarının arasına özenle yerleştirdi. Kısa bir süre mırıldanıp avuçlarını sırayla sakalında gezdirdi. Sonra bana dönüp “Selamünaleyküm yeğenim,” dedi.
Göz göze gelmemeye çalışarak, yarım ağızla cevap verdim, “Aleykümselam.”
“Memleket nere?”
Gönülsüzce, “Çanakkale,” diye cevap verdim. Sonra ekledim. “Ama Ankara’da oturuyorum.”
Adam sesimdeki isteksizliğe hiç aldırmadı. “Talebe misin yoksa?”
“Sayılır. Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü’nde araştırma görevlisiyim. Yüksek lisans çalışması yapıyorum, dinler tarihi üzerine.”
“Ha, imam-hatipte misin yani?”
Bir an duraksadım. Önce itiraz edip her şeyi en baştan anlatmayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Gözlerimi devirerek, “Evet,” dedim. “İmam-hatipteyim…”
Yanımdaki adamın yüzü aydınlandı birden. “Maşallah maşallah. Allah zihin açıklığı versin yeğenim…”
Bu zoraki sohbeti tadında bırakmak için eski bir numaraya başvurdum -yolculuğun başında dağıttıkları kulaklıkları minik poşetinden çıkardım, kulağıma takıp hafif müzik kanalını ayarladım. Yan koltuktaki komşuma hafifçe sırtımı döndüm. Başımı arkaya yasladım, gözlerimi kapattım.
Gözlerimi tekrar açtığımda, muavin çocuğun soluk mavi gömleğini gördüm. Yine başımda dikiliyordu. Bir taraftan omzumu dürtüyor, bir taraftan da dudaklarını oynatıyordu. Koltuğa gömülü başımı zorlukla kaldırdım. Uyuşan boynumun ağrısı ense köküme yayıldı. Kulaklıkları çıkartmayı akıl edince, bezgin bir sesle “Antakya otogara geldik abi, inmeyecek misin,” dediğini duydum çocuğun. Koltuğun kenarından destek alarak doğruldum. Arkama baktım. Bütün otobüs boşalmıştı. Üst raftaki paltomla sırt çantamı alelacele kapıp aşağıya, gelen yolcu peronuna atladım.
Gökyüzünde asılı duran güneşe rağmen mart ayazı bıçak gibi keskindi. Serin hava bir anda içime işledi. Paltomu hızlıca sırtıma geçirdim, yakasını kaldırdım. Cep telefonuma baktım, ne yazık ki ekranı kararmıştı -bataryası bitmiş olmalıydı. Otobüste şarja takmadığım için kendime kızdım. Çantamın ön gözünden bir sigara çıkartıp yaktım. Birkaç derin nefes çektim. Sonra camekanlı yazıhanelerin önündeki kaldırımdan ağır ağır yürümeye başladım. Tam terminal binasına yaklaşmışken, arkamdan gelen sesle irkildim.
“Batuhan Bey!”
Başımı çevirdim. Gri ceketli, esmer, zayıf bir adam yaklaştı yanıma.
“Hoş gelmişsiniz Batuhan Bey,” dedi otuz iki dişini birden göstererek. “Otobüsten inmeyince merak etmişiz sizi.”
“Şey, uyuyakalmışım da, kusura bakmayın,” diye cevap verdim biraz utanarak. “İsfendiyar Hoca mı gönderdi sizi?”
Otuz yaşlarındaki adam bir an duraksadı. Sonra ince, kemikli yüzüne yine aynı sırıtış yayıldı.
“He, o gönderdi. Buyurun, araba hemen dışarıdadır.”
Otoparkın en uzak ucuna park etmiş eski model, kirli yeşil bir Lada’ya kadar yürüdük. Sağ arka kapıyı açtı. Bir an sigarayla araca binip binmeme konusunda tereddüt ettikten sonra elimdeki izmariti yere atıp üzerine bastım. Yıpranmış deri koltuğa yayılırken, İsfendiyar Hoca’ya içimden teşekkür ettim. Birinin beni karşılaması -ne yalan söyleyeyim- gururumu okşamıştı. Bizim enstitüyü ziyaret eden misafir öğrenciler sessizce gelir, sessizce dönerlerdi. Nasıl yolculuk ettikleri bizim hocaların hiç umurunda olmazdı. ‘Küçük şehir insanının içtenliği, sıcaklığı, kadirbilirliği bambaşka,’ diye düşündüm.
Sırt çantamı sol yanıma yerleştirip arkama yaslandım. Makam şoförüm park yerinden çıktı, gazı kökledi. Araba sarsılarak öne doğru hareket etti. Önce bir süre ana caddeden ilerledik, ardından dolambaçlı ara sokaklardan geçtik. Bir zamanlar yarım milyon insanın bir arada yaşadığı, yüzyıllar boyunca Roma İmparatorluğu’nun başkentten sonra en büyük ikinci metropolü olan bu benzersiz şehrin tarihi dokusunu imrenerek, hayranlıkla izledim. Eski, tozlu kenar mahallelerin o büyülü havasını derin derin içime çektim. Nihayet şehrin kıyısındaki son binaları da arkamızda bırakıp, yer yer kıraç düzlüklerin ve bodur çalıların kapladığı geniş araziye çıktık. Alçak tepelerin arasından kâh cetvelle çizilmiş gibi dümdüz, kâh yılankavi kıvrılarak uzayıp giden kurşunî asfaltta hızla yol almaya başladık.
İkindi güneşi sağ omzumun üzerinden bize eşlik ediyordu. ‘Demek ki güneye doğru gidiyoruz,’ diye geçirdim içimden. ‘Katolik Kilisesi’nin kurucusu ve ilk papası olan Aziz Petrus’un Kudüs’ten gelirken ayak izlerini bıraktığı, sayısız uygarlığa ev sahipliği yapmış kadim topraklardayız…’
Altınözü’ne on kilometre kaldığını gösteren tabelayı geçer geçmez, etrafımızdaki manzara ansızın değişti. Tekdüze maki örtüsünün yerini, rüzgâr değdikçe dalgalanan, uçsuz bucaksız zeytinlikler denizi aldı. Bütün dinlerde kutsal sayılan, barış ve bilgelik meyvesinin o baş döndüren kokusu genzime doldu. Birden içimi tarifsiz bir mutluluk kapladı. Belki de bu milyonlarca ağaçtan biri benim aradığım Ölmez Ağaç idi, kim bilir…
O sırada ana yoldan ayrılıp, toprak bir patikaya saptığımızı fark ettim. Bozuk zeminde bir süre daha hoplaya zıplaya ilerledik. Ardından terk edilmiş bir ağılı andıran, tek katlı, duvarları yıkık dökük, kerpiç bir yapının önünde aniden durduk. Benim kılkuyruk şoför aşağıya atladı, kapımı açtı. “Geldik,” dedi. Sırt çantamı kucaklayıp otomobilden indim. Nerede olduğumuzu anlamak için etrafıma bakındım. Ortalık ıpıssızdı. Ne bir üniversite yerleşkesi, ne bölüm binaları, ne de oradan oraya koşuşturan öğrenciler vardı etrafta. Dört bir yanımız asırlık ağaçlarla çevriliydi. Ara sıra asabileşen poyraz uğulduyor, cırcır böcekleri koro halinde ötüyorlardı. Ötelerde, belli belirsiz bir pus yorganıyla kaplı tarlalar uzanıyor, aşağıdaki vadide genişleyerek akan bir suyun zümrüt parıltısı göze çarpıyordu. Eski çağlarda Orontes adıyla anılan Asi nehri olmalıydı bu.
Kerpiç binanın yıkıntıları arasından devetüyü pardösülü, siyah güneş gözlüklü, iri yarı bir adam çıktı. Bize doğru yürüyüp birkaç adım ötemizde durdu. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Cılız bir sesle “Ne oluyor?” diyecek oldum. Sözlerimi tamamlayamadan, yanımda duran şoför sırt çantamı elimden sertçe kaptı. Pardösülü adama götürdü. Adam çantanın fermuarını açtı, elini içine soktu. Yüzünü buruşturdu. Çantayı ters çevirip içindekileri boşalttı. Üç-beş parça çamaşırımla bir-iki kitabım toprak zemine düştü. Bana dönüp gergin bir yüz ifadesiyle “Bilgisayar nerede,” diye sordu.
Bir an şaşkınlıkla, ne diyeceğimi bilemeden kalakaldım.
Adam elindeki çantayı öfkeyle yere fırlattı. Gözlerini bana dikip emir veren bir ses tonuyla sorusunu yineledi.
“Bilgisayar nerede? Otobüse binerken yanındaydı. Ne yaptın onu?”
Şakaklarım zonklamaya, avuçlarım terlemeye başlamıştı. “Şey, bilmiyorum,” dedim kekeleyerek.
Adam şoföre bir baş işareti yaptı. Şoför belinden kocaman, simsiyah bir tabanca çıkarıp üzerime doğrulttu. İstemsizce yere çömeldim, nefesimi tuttum.
Tam o anda hiç beklenmedik bir şey oldu. Birdenbire, yan taraftaki ağaçların arasından beş-altı kişi fırlayıverdi. Üzerlerinde “Polis” yazılı mavi yelekler, ellerinde otomatik tüfekler vardı. “At silahı, at!” diye bağırdılar. Koşarak gelip pardösülü adamla şoförün üzerine çullandılar. İki adam kaşla göz arasında kendilerini yüzüstü yere yatırılmış, kelepçelenmiş halde buldular. Her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti. Bense çömeldiğim yerde öylece donakalmıştım.
Gruptakilerden genç biri yanıma yaklaşıp, “Geçmiş olsun Batuhan Bey, iyi misiniz,” dedi endişeyle.
Yaşadığım sarsıntının etkisiyle kaskatı kesilen bacaklarımı zorlayarak, güçlükle ayağa kalktım. Ellerimin titremesine, dudaklarımın seğirmesine engel olamıyordum. Birkaç derin soluktan sonra kendime geldim. Genç polise, “İyiyim,” dedim minnetle. “Çok teşekkür ederim. Çok sağ olun.”
Merakla sordum. “Bu adamlar da kim böyle?”
Polis aşağıda parıldayan nehrin ötesini göstererek, “El Muhaberat tabii ki,” dedi, “Mektubun peşindeydiler. Ankara’dan beri sizi izliyorlardı. Elbette biz de uzaktan takip ediyorduk sizi. Otogarda müdahale edebilirdik ama sizi karşılayan şoför sadece önemsiz bir kuryeydi. Bizi sorumlu ajana götürünceye kadar beklemek zorunda kaldık. Neyse ki zamanında yetişebildik. Verilmiş sadakanız varmış…”
“Çok geç,” dedim üzüntüyle. “Maalesef çaldılar mektubu. Sanırım otobüste birisi bilgisayarımı aldı…”
“Geçmiş olsun,” dedi arkamdan bir başka ses. Döndüm. O an şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse; otobüste yanıma oturan şalvarlı, sakallı adamdı konuşan… Birden aklım başıma geldi. Yanımdaki polise telaşla kaş-göz işareti yapmaya, hırsızı göstermeye çalıştım.
Genç polis memuru hiç umursamadı beni. Şalvarlı adama dönüp seslendi.
“Operasyon başarıyla tamamlandı amirim. Bir emriniz var mı?”