Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Pençe

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın
Yamaç Yalçın, 1983'te İstanbul'da doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Metalurji ve Malzeme Mühendisliği mezuniyetinin ardından Sabancı Üniversitesi'nde İşletme Yüksek Lisansı'nı tamamladı. Profesyonel kariyerini Hızlı Tüketim Sektörü'nde satış yöneticiliği yaparak sürdüren Yamaç Yalçın, diğer yandan polisiye öyküler yazıyor.

Ağustos sıcağıydı. İstanbul boşalmıştı. Caddeleri kavuran sıcaktan bunalan ve bir sebeple İstanbul’dan kaçamamış insanlar, haftasonları alışveriş merkezlerini dolduruyorlardı. Bir cumartesi akşamı mesaisi sonrası, evime yakın bir alışveriş merkezine gittim ben de. Amacım kalabalığa ayak uydurmak değildi. Tam tersine kalabalıktan hiç hoşlanmam. Ama o akşam yalnız kalmak istemiyordum sanırım. İnsan, cinayetler peşinde koşan bir polis olunca, halkın içine karışıp normalleşmek istiyor. En azından rutin bir işi olan, sabah işine gidip akşam evine dönen bir memurun normal yaşamına özeniyor mesela. O akşam da öyle bir akşamdı. Bir başıma eve kapanmak istemedim. Şişli’deki evime yakın bir alışveriş merkezine gittim. Hatta gitmeden önce uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşımı aradım. Müsaitti ve buluşmayı kabul etti. İki yıl önce eşimi bir trafik kazasında kaybettiğimden, dolaşırken evli ve çocuklu tiplere pek takılmamaya çalışırım. Eşim iki buçuk aylık hamileydi öldüğünde. Cinsiyetini bilmediğim yavrumla beraber uçup gitti hayatımdan. Evliliğinin vadesinin üç yıl bile olmayacağını nereden bilir ki insan evlenirken? Neyse, özetle daha çok bekar arkadaşlar ile buluşmayı tercih ediyorum. Evli ve çocuklu arkadaşlarımdan haberleri bile olmadan kendimi uzaklaştırmayı becerdim. Bu, ölen eşim ve yavrumu daha az aklıma getirmemi sağlıyor. Son iki yıldır kendimi işime daha fazla verdim. Böylelikle, beklediğimden daha erken terfimi alıp başkomiser oldum bir ay önce.

Kapalı otoparka arabamı park ederken, Murat mesaj attı. En üst katta bir lokantaya oturmuş, sipariş vermek için beni bekliyordu. Avukattır kendisi. Daha çok belalı müşterileri oldu bugüne kadar. Ağır ceza mahkemelerinde boy gösterdi. Masanın bu tarafına gelmesini önermiştim halbuki mesleğe başlarken, ama beni dinlemedi. Maddiyat önemliydi tabii. Ona da saygı duyuyorum. Ben ise maddiyat ya da maneviyat mevzularını iki yıldır derin derin düşünmüyorum. İşimi yapıyorum. İşim cinayetleri çözmek, katillerin peşinden koşmak. Eğlenceli bir kısmı yok sanıldığı gibi. Zaten meslekte eğlence arayan da yok. Murat’a yaklaştığımda bakışlarından anladığım kadarıyla onun da pek eğlendiği yoktu. Aslında komik adamdır benim aksime. Girdiği ortamı neşelendirme becerisine sahiptir. Ama bu sefer bu rolü benim üstlenmemi bekler gibi bir hali vardı.

“Hayırdır Murat’ım, Karadeniz’de gemilerin mi battı? Nedir bu hal?” diye takıldım.

“Yok be Emir’im, bir mevzu var ama çözerim, sıkıntı yok.”

Zorla da olsa o meşhur kahkahasını atmayı ihmal etmedi.

“Hayırdır dostum?” diye sordum otururken.

“Anlatırım amirim, önce bir yemek söyleyelim, yoksa ağzımın içi kanayacak kemirmekten,” dedi yarı alaycı bir tavırla.

“Eskiden tırnaklarını yerdin, şimdi de ağzının içini mi kemirmeye başladın?” diye sordum.

“Yıllar oldu onu bırakalı, bak artık uzunlar,” dedi, tırnaklarını gösterdi. Pena olmadan gitar çalabilecek kadar uzundular gerçekten. Takdir ettim. İnsan alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemez normalde. “İradeli adammışsın,” dedim.

Önden mercimek çorbası içtik, sıcağa inat. Limonu basınca güzel oluyor. Oldum olası severim. Kebaplar gelmeden, Murat salata ile meşgulken, yine takıldım ona.

“Çorba ile yarım ekmeği indirdin mideye. Azıcık kendine gelmişsindir.”

Karnının üzerinde eliyle yarım daire çizip, “acıkmışım be Emir’im, bütün gün bir şey yemedim valla,” dedi. Ne olduğunu anlayamadığım bir sıkıntı vardı içinde. Belki uzun yıllardır tanımasam sezmezdim bunu.

“Hayırdır Murat? Nedir sıkıntın? Çıkar şu baklayı ağzından da rahatlayalım,” dedim.

“Yeni bir iş var da, müvekkilim olacak hergele pis işlere bulaşmış. Davayı alsam mı almasam mı onu düşünüyorum.” Huzursuz bir ruh hali vardı.

“Oğlum senin işin gücün pislik içinde değil mi zaten?” diye takıldım. Biraz da güldüm. Kafamı kaldırdığımda yüzüme ciddiyetle bakıyordu. Hayır, bu bizim dalgacı Murat olamazdı. O Murat çoktan geyiğin alasını yapıvermişti, kahkaha gürültü kopmuştu lokantada. O geyik herif sıkıntılı bir kişiliğe bürünmüştü.

“Kardeşim, hayırdır? Bir anlat da anlayalım o zaman. Nedir? Ne değildir? Biliyorsun az çok pis işleri bilirim.” Ben de ciddileşmiştim ister istemez.

“Anlatsam müvekkil gizliliği kalmaz ortada amirim. Şimdi gider adamı tutuklamaya kalkarsın.”

İşte geri geliyordu Murat. Resmen dalga geçiyordu benimle.

“İş başka arkadaşlık başka Murat’ım. Sen anlat hele bir. Vallahi kılımı kıpırdatmam.”

“Bir alacak verecek işinde anlaşmazlık olmuş. Büyütülecek bir konu değil. Yine de detayını öğrenir anlatırım sana yarın eğer merak ettiysen.”

Konuyu kapatmaya niyetliydi. Üstelemedim.

“O zaman yarın ola, hayır ola,” dedim sakince. “Sen adamı detaylı bir dinle, sonra üzerine konuşuruz istersen,” diye ekledim.

“Tamam abi, öyle yaparız olmadı,” dedi. Kebabından iki çatal alıp bırakmıştı bu arada. Ya çorba ve ekmek tıkamıştı, ya da hakikaten konu ağzının tadını kaçırmıştı bana açılınca.

Eve gidince her zamanki gibi televizyonu açtım. Amacım boş boş bakıp kafamı dağıtmaktı. Şu meşhur şarkı yarışması vardı. Ya bana öyle geldi, ya da o akşam performansı düşüktü sahneye çıkanların. Fazla canımı sıkmadım. Amacım kafamı doldurmak değildi nasılsa. Ritüelim gereği uyuyakalmıştım koltukta. Ertesi gün iş yoktu. En azından telefonum çalana kadar öyle sanıyordum.

Fazla değil, üç saat uyuyabilmiştim. Sarkastik esprileri seven eski bir arkadaşım “adam olana fazla bile” derdi bu tip durumlarda. Telefonumun sesi beni uyandırdığında, koltukta doğrulup telefona uzanmam fazla vaktimi almadı. Yardımcım Simge’ydi arayan. Yirmili yaşlara veda etmesine az kalmış bekar bir komiser. Sesi kulağımda iken, platin sarısı kısa saçların arasında ışıldayan turkuaz rengi bir çift göz belirdi hafızamda. Demi Moore’un Hayalet filmindeki hali kadar kısaydı saçları. Yakışıyordu da ona. Sesi her zamanki gibi heyecanlı geliyordu. Sanırım yakışıksız bir olay olmuştu yine o nöbetteyken.

“Emir Başkomiserim, bir cinayet vakası var,” deyiverdi, nasıl olduğumu sormadan.

“Benim gelmeme gerek var mı sence?” diye sordum sakince.

“Başkomiserim, sizin görmenizde fayda olacağını düşünüyorum. Maktul Banu Bal,” diye cevabı yapıştırdı hızlıca.

Karşı çıkmadım. Haklıydı. Her gün ünlü bir şarkıcı öldürülmüyordu memlekette. Üç saatlik uyku da adam olana fazla fazla yeterdi zaten. Simge’nin tarif ettiği adrese gittiğimde Olay Yeri İnceleme Ekibi henüz oraya varmamıştı. Cihangir’de dar bir sokağın başında, dört katlı, köşe bir apartmanın en üst katıydı olay mahalli. Geniş bir terası olan, iki odalı bir hane… Modern mobilyalar ile döşenmişti. Tüm eşyalar, insanı rahatsız eder derecede bembeyazdı. Kapıdaki memur beni saygı ile selamlayıp eve alırken, bizim genç komiserin de içeride olduğunu söylemişti. Daireye girdiğimde Simge’yi salonda buldum. Maktulün cesedi salonun ortasında yatıyordu. Altındaki beyaz renkli halı, kan gölünü tümüyle emmiş, bordo olmuştu. Yoğun bir koku hakimdi ortama. Alışık olduğum türden bir koku. Yaz sıcağında daha hızlı kokar cesetler. Yine de çok taze değildi cinayet. Banu Hanım öldürüleli en az yirmi dört saat olmuştu ilk izlenimime göre. Tabii detaylı bilgiyi incelemeler sonrası edinecektik. Evde bir itişme kakışma olmuştu muhtemelen. Kadıncağız cam sehpanın üzerine düşmüştü. Herhalde cama hızla çarpmıştı ki, tuzla buz etmişti altında. Kırılan bir parçası da ensesine girmişti. Önden bakıldığında, boynunun yanından çıkmış bir parça cam görünüyordu. Kan kaybından ölmüştü. Gözleri açıktı. Kulağımda sanki onun sesinden “Kanıma mı susadın” şarkısı yankılanır gibi oldu. Hafif alaycı, biraz işveli söylüyordu Banu Bal bu şarkıyı. Sesleri uzaklaştırmaya çalıştım kafamdan. Bu sırada Olay Yeri İnceleme Ekibi geldi nihayet. İşlerini iyi yaparlardı. İşini ciddiye alanları severim. Başlarındaki Taylan da öyle bir adamdı. Hayatımda bu kadar titiz çalışan birini görmemiştim. Kendimi şanslı sayıyordum Taylan Başkomiser ile iş yaptığım için. Fazla konuşmadık. O da benim gibi işine odaklanmayı severdi. Onu rahat çalışması için yalnız bırakacaktım. Öncesinde eve biraz daha göz atmak istedim. Salondan başladım işe. Maktulün yüzündeki ize gözüm takıldı. Gözünün biraz altında adeta bir pençe izi vardı. Sanki yırtıcı bir hayvan, pençesi ile bir yara açmıştı. Çok derin değildi ama üç tırnağın izi gözünün hemen altından, dudağının yanına uzanıyordu. Banu Bal’ın yüzünde, televizyonlarda görmeye alışık olduğumuzun aksine hafif bir makyaj vardı. Üzerinde askılı siyah dar bir bluzu ve kot şortu duruyordu. Yere saçılan kuruyemiş ve cips parçalarının yanında boş iki kase ve sapı kırık üstü bütün bir şarap bardağı gözüme ilişti. Biraz daha aranınca, şimdilerde iflasını açıklayan bir hazır giyim firmasının sadakat kartını, hemen yanı başında da kısa bir pipet gördüm halının üstünde. İnsan meslekte tecrübelendikçe ve sayısız vaka görünce, otomatik olarak muhakeme yürütüyor. Kartın ve pipetin bir kokain partisinde kullanıldığını sezdim. Kalan eksik parçayı, kokaini aramaya başladım. O an halının kenarında, bir kısmı da açık renk parke zeminin üzerinde az miktarda beyaz toza rast geldim. Eser miktarda da olsa, bir kısmı da cam masanın kalan parçalarına yapışmış bulunacaktı mutlaka. Ortamda bir eksik vardı. Bu kadar kuruyemiş ve cips, en az bir misafirin habercisiydi. Ancak ortada başka bir kadeh yoktu. Taylan’a kolay gelsin dileklerimi iletip, salonu ona emanet ederek mutfağa geçtim. Simge de benimle geldi.

“Ne düşünüyorsunuz Emir Başkomiserim?” diye sordu.

“Simge’ciğim, fark etmişsindir sen de, bir kokain partisi söz konusu. Bir ya da daha fazla misafiri varmış rahmetlinin. Muhtemelen bir münakaşa yaşandı. Birileri Banu Hanım’ı itti. Öldürmek amaçlı ya da değil… Cam masa kırıldı. Bir kısmı kadıncağızın boynuna saplandı. Yoğun kan kaybı sonrası hanımefendi hayatını kaybetti. Sen ne düşünüyorsun?”

“Ben de sizin gibi düşündüm Başkomiserim. Yalnız tek bir bardak var salonda. Başka her kim varsa ya içki içmemiş ya da parmak izi olabileceği kaygısı ile bardağını temizleyip yanına almış. Çünkü, şayet şarap içtilerse, ki şarap kadehleri genelde çift satılır veya alınır, mutfak dolaplarında aynı kadehin bir eşi yok.”

“Pes doğrusu,” dedim kendimi tutamayarak. Bu Simge’den hiçbir detay kaçmıyordu. “Bravo Simge’ciğim, ne ara baktın mutfağa, bardaklara?”

“Hızlıca bakındım Başkomiserim,” dedi muzip bir gülüş ile. Bu kız gerçekten işini seviyordu. Yeniden takdir ettim onu.

Buzdolabına bir göz attım. Pek dolu değildi. İkişer şişe beyaz ve pembe şarap vardı adına aşina olmadığım yabancı markalardan. Yabancı menşeli birkaç çeşit peynir, kapari ve bamya turşusu, biraz yeşil zeytin, kuru et, bir miktar kiraz domates, roka, toprak bir kapta yoğurt, iki kap zeytinyağlı, birkaç farklı türde salata ve makarna sosu vardı. Şarabın yanında güzel gidecek bir şarküteri tabağı yapacak olsam, her şey vardı yani. Ama aradığım şeyi bulamadım. Açılıp birazı içilmiş bir şarap şişesi bulamadığıma göre, bitmiş bir şişeyi çöpte bulma ihtimaline yoğunlaştım. Çöpte, hazır kuru yemiş poşeti, kullanılmış kağıt havlu parçaları, yumurta kabukları ve zeytin çekirdekleri haricinde başka bir şey yoktu. Sonra pencere kenarına asılmış büyükçe bir torba dikkatimi çekti. İçinde cam şişeler vardı.

“Geri dönüşümcü biriymiş demek bu Banu Bal,” dedim kendi kendime.

Ağzımın içinde konuştuğumu fark eden Simge dönüp sordu. “Hayırdır Başkomiserim?”

“Şu poşeti diyorum, cam şişe biriktirmek için kullanıyordu herhalde rahmetli.”

“Olabilir Başkomiserim.”

Gidip içine baktım. İki cam soda şişesi, bir cam sirke şişesi vardı yalnızca, hepsi boştu.

“Tüh,” dedim içimden.

“Boş şarap şişesi mi aradınız Başkomiserim?” dedi bizim atılgan.

“Evet Simge’ciğim, seninle kafamız bir çalışıyor hep.”

Hayır, alaycı değildi sesim, takdir ediyordum onu. Kafası benden çok daha hızlı çalışırdı genelde.

“Cinayete karışan kişi ya da kişiler kadeh ve şişeyi alıp gitmiş olabilirler panikle. Herhalde parmak izleri en kolay onların üzerinde kalır diye düşündüler,” dedi Simge. İşaret parmağını şakağına koymuş düşünüyordu mutfak camını sırtına almış vaziyette.

Bu mümkündü tabii, ama henüz hiçbir şey bilmiyorduk yerde yatan maktulün cesedi ve birkaç ipucunun verdiği bilgiler dışında.

“Bu arada Başkomiserim, bir konuda size bilgi vermeyi atladım,” dedi Simge utana sıkıla. Büyük bir hata yapmış gibi bir hali vardı.

“Nedir?” diye sordum fazla üstelemeden.

“Bize haber veren kapıcı,” dedi, “Banu Hanım’ın menajeri ile içeri girip görmüşler maktulü. Adamcağız ziyarete gelmiş hanımefendiyi. Kapı açılmayınca kapıcı ile beraber çilingir çağırıp açtırmışlar. Cesedi görünce adam fenalık geçirmiş, acil ambulansa koyup hastaneye göndermişler. Bunu öğrenince yanına bir memur gönderdim. Göz kulak olsun dedim. Halen hastanedeler. Sakinleştirici vermişler adama, uyuyormuş.”

Doğrusu baştan söylemesi gerekeni, sonradan söylüyordu yardımcım ama kızdığımı belli etmedim. Apartman kapıcısını sıkıştırdıktan sonra, menajeri ziyaret etmek lazımdı.

Kapıcıyı çağırttım. Hemen geldi. Sanki cinayeti kendi işlemiş gibi el pençe divan duruyordu karşımda. Yere bakıyordu. Göründüğü kadarıyla yanakları ve kulakları kızarmıştı. Kapıdaki memur, kapıcının adının Hamza olduğunu söyledi.

“Hamza, anlat bakalım şu işi baştan,” dedim.

“Hangi işi Komiserim?” diye sordu irkilerek.

“Başkomiserim,” diyerek uyardı yanımda duran memur.

“Affedersiniz Başkomiserim,” dedi Hamza. “Ben ne bileyim, cahillik işte,” diye ekledi.

“Olayı nasıl öğrendin, anlatır mısın hızlıca?” dedim biraz sesimi yükselterek, lafı gevelemesin diye. Bazen sinirli bir adam oluyordum ama henüz sinirlenmeye yetecek enerjim yoktu.

“Amirim…” duraksadı. “Pardon Başkomiserim…”

“Bırak şimdi amiri, komiseri… Anlatsana be oğlum şu işi,” sesim bir perde daha yüksek çıkmıştı.

“Efendim, akşam on bir gibi kapımız çalındı.” Duraksadı.

İyice paniklemişti adamcağız. Şimdi de efendisi olmuştuk. Sesimi çıkarmadım ki devam etsin…

“Kapıyı açtığımda bir adam gördüm karşımda, meneceri miymiş neymiş… Banu Hanım’ın kapısını çalmış, açan olmamış. Telefonuna da ulaşamıyormuş bir gündür. Merak etmiş. Çilingir ile kapısını açtırırken, benim de onunla beraber bulunmamı istedi. Olur ya Başkomiserim, yanlış anlaşılmasın dedi herhalde. Ne bileyim kadıncağızın da bir mahremi var sonuçta.” Sonra bu son söylediğine pişman oldu sanki. Yere baktı utanmış gibi.

“Eee…” dedim. “Sonrasına gel.”

İkiletmedi.

“Çilingir çağırdım, hemen geldi. Kapının önünde bekledik. Adam işinin ehliymiş. Çabucak açıverdi kapıyı. İçeri giriverdik hemen, önde ben, arkamda menecer bey. Salona girince gerisi malum efendim… Şey Başkomiserim… Merhumeyi yerde gördük. Düşüp ölüvermiş kadıncağız. Allah rahmet eylesin.”

“Düştüğünü nereden biliyorsun? Sen mi ittin?” deyiverdim sertçe. Enerjimi toplamıştım.

Titredi bir an. Baştan aşağı gerildi. Kalakaldı.

“O nasıl söz Başkomiserim?”

Bu sefer Simge girdi araya. Arkamda durup dinliyormuş o da.

“Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun? O nasıl sözmüş… Birazdan merkeze götürünce sana sözü sazı göstereceğiz!” Bağırmıştı.

Kapının önü, bu konuşmanın devamı için çok da uygun bir yer değil diye düşündüm o an. Hamza’yı şöyle bir süzdüm. İçimden bir ses kapıcının bu işle ilgisi olmadığını söylüyordu. Yine de o gün yaşananlar ve öncesinde Banu Hanım’ın geleni gideni hakkında bildiği her şeyi öğrenmemiz lazımdı.

“Tamam Simge. Bu kadar yeterli,” dedim. Hamza, bu dakikadan sonra onunla muhatap olmayacağımı anlamış gibi yere bakıyordu. Bir ara bir şey söyleyecek gibi oldu. Sonra sustu.

Memura dönüp “Hamza’yı merkezde misafir edeceğiz,” dedim. “Siz arkadaşı götürün, biz de birazdan geliyoruz Simge Komiserim ile,” diye ilave ettim.

Cılız bir “Ama Başkomiserim,” lafı çıktı Hamza’nın ağzından. Sonra kaderine razı olmuş gibi, kendini koluna giren polis memuruna teslim etti.

Simge ile eve girdik tekrar. Etrafa bir bakındık. Ortalık, Banu Bal’ın temizlik hastası olduğunu düşündürecek kadar temizdi. Yatağı bozulmamıştı. Yatak örtüsü o kadar düzdü ki, Murat’ın askerlik günlerinde anlattığı bir hikaye geldi aklıma. Gerdirdikleri çarşafların üzerinde komutanları bozuk para sektirirmiş. Yeterince gergin değilse para fazla sekmezmiş üzerinde. Komutan tekrar yaptırırmış yatağı.

Banyoya fazla ilişmedim. Yalnızca ışığını açıp kapıdan şöyle bir bakındım içeriye. Şüpheli bir şey göremedim. Cinayeti işleyen kişi belki de elini yıkamış olabilirdi burada. Muhtemel kanıtları bozmamak için içeriye girmedim. Kanıtları toplamak Olay Yeri İnceleme Ekibi’nin işiydi. Taylan’dan bir şey kaçmazdı zaten.

Simge ile apartmandan dışarı çıktığımız an bir ışık patladı yüzümüzde. Birisi haber uçurmuştu gazetelerden birine belli ki. Benim bir şey söylememe kalmadan Simge atıldı. Kamerayı kapattırdı hemen. Kameramanın yanında minyon yapılı, açık kumral, mavi gözlü bir gazeteci kız vardı. Elindeki ses kayıt cihazını cebine soktu sert bakışımı görünce.

“Affedersiniz Komiserim. Banu Bal’ın öldürüldüğü doğru mu?” diye sordu.

“Yorum yok. Apartmana da girmeyin sakın,” deyip yanından geçiverdim.

Tam arabama doğru yönelecekken karşı kaldırımdaki büyük çöp tenekesini gördüm. Şansımı denemek istedim. Kapağı açıktı. İçine baktım. Bomboştu. Bu mıntıkadan sorumlu çöp arabası, akşam mesaisini aksatmamıştı demek. İçinde bir şarap şişesi, bir de kadeh bulacağıma çok ihtimal vermemiştim zaten. İçimden “acaba” ya da “keşke” ile başlayan cümleler kurmaktan hoşlanmayışımdı, beni çöp tenekesine bakmaya iten. Bu tip zamanlarda aklıma geleni yaparsam, bir sonuca ulaşamasam da daha sonra rahat ediyordum.

Arabama doğru dönmek için hareketlenirken, ayağımın altında bir çıtırtı hissettim. Bir cam kırığı idi bu. Birkaç iri parça daha gördüm dikkatli inceleyince. Eğilip çöp kutusunun altına doğru baktım sonra. Bir sürü kırık cam parçası vardı, kimisi şeffaf, kimisi koyu renkli. Çöpün içine tekrar göz attım. Dibinde büyükçe bir delik vardı, köşe kısmına denk gelen. İçim çekilir gibi oldu. Hemen Simge’ye seslendim. Bir polis memuru alıp çöp tenekesini güvenlik altına almasını ve inceleme ekibini buraya yönlendirmesini istedim.

Eğer bu cam kırıkları, tahmin ettiğimiz gibi, katilin parmak izini üzerlerinde barındırıyorsa önemli bir delile ulaşmış sayılırdık. Sabaha belli olurdu netice.

Simge’nin arabasını bir polis memuruna emanet edip benim arabayı aldık. Önce hastanedeki şu menajeri görmemiz lazımdı. Ardından Hamza’ya soracağımız birkaç sorumuz olacaktı.

Şişli civarında baş gösteren olaylarda adını duymaya alışık olduğumuz hastaneye vardığımızda hava hafiften aydınlanmaya başlamıştı. Hastanedeki polis memurunun yönlendirmesi ile menajer Zekeriya Usta’yı hasta yatağında uyurken bulduk. İlk göze çarpan özelliği, ‘bu adamı ambulansa nasıl taşıdılar’ diye düşündürecek boyuttaki yüksek kilosuydu. Kendisi ile aynı odayı paylaşan hastayı, başka odaya naklettiklerini öğrendim. Hayır, güvenlik için değil. Adamın korkunç bir horlaması vardı. Yanında kimsenin gözüne uyku girmesi mümkün değildi.

Odaya arkamızdan giren nöbetçi doktor, Zekeriya Bey’in ilacın etkisi ile uyuduğunu, üç dört saat sonra gelirsek, kendine gelmiş olacağını söyledi. Bu bilgi sonrası orada daha fazla kalmamaya karar verip merkeze geçtik.

Hamza’yı odaya çağırtmadan önce, Simge ile birer kahve içtik. Kızcağızın o güzel gözleri, uykusuzluktan, kan çanağı gibiydi. Ama yüzündeki ifade, bu durumdan hiç de şikayetçi olmadığını doğrular nitelikteydi.

“İstersen git biraz uyu, sonra gel,” dedim.

“Olur mu Başkomiserim? Hamza’yı sorgulamadan şuradan şuraya gitmem,” dedi gözü ile bir o yanı bir bu yanı işaret ederek.

Muhabbeti uzatmadım. Hamza’yı sorguya aldık. Hikayeyi baştan anlattırdım. Menajer Zekeriya’nın kapısını çalışını, çilingir ile eve girişlerini, cesedi görüşlerini, Zekeriya’nın fenalık geçirdiğini, onu ambulansa koyuşunu, polisin gelişini, hepsini bire bir anlattı önceki gibi. Doğru söylüyordu. En azından ben öyle hissettim.

Banu Hanım’ın gelip gideni çok olmazmış. Sanatçı camiasından üç beş kişinin  ismini söyledi Hamza. Onları da simalarını tanıdığından çıkarmış.

Apartmanda güvenlik kamerası olmadığından işimiz zor görünüyordu. Mahalledeki mobese kameralarının görüntülerini istettim. Sabaha inceleyecektim.

Hamza’yı, mahalleden ayrılmamasını tembihleyip evine yolladım. Karşımda ağlak bir şekilde kem küm etmesine daha fazla tahammül edemeyecektim. En azından bu saatte…

Simge’yi de azat ettim. Ben de evime gidip yattım.

Sabah, normal mesaisi olan memurlara kıyasla geç kalkmıştım. “Üç, dört daha yedi,” dedim kendi kendime. Uzmanlar günde yedi saat uykunun yeterli olduğunu söylüyorlardı.

Bir bisküvi kemirdim. Acı bir kahve içtim. Uzun zamandır yaptığım en kuvvetli kahvaltıydı. Merkeze vardığımda Simge, mobese kamera görüntülerini inceliyordu.

Günaydınlaştıktan sonra Emniyet Amiri’nin yanına çıktım. Olay hakkında kısaca bilgi verdim. Konunun medyaya yansımasından dert yandı biraz. İşi çabuk çözmemizi rica etti. Elimden geleni yapacağımı ifade ettim.

Simge’nin yanına döndüğümde Taylan Başkomiser de odadaydı.

“Başkomiserim güzel haberlerinizi bekliyorduk,” diye takıldım.

“Müjdemi isterim,” dedi Taylan. Kalın siyah kaşlarının altındaki siyah gözleri parlıyordu. Bu bakışı daha önceden de bilirdim. Olayı aydınlatacak bir delil bulmuştu.

Banu Hanım’ın üzerine düştüğü cam masada ve çöpün altında bulunan kırık şişe ve kadeh parçalarında, maktulün dışında iki kişinin daha parmak izine ulaşmıştı. Bu izler, Zekeriya Usta ve incecik sesiyle meşhur sanatçı Damla Günay’a aitti. Diğer odalardaki kanıt ve parmak izlerine dair bilgiyi öğleden sonra bize getirecekti.

Taylan Başkomiser’e teşekkür edip, onu yolculadım.

Mobese kayıtlarını izlemeye oturmadan önce, hastanedeki memuru arattırdım. Zekeriya Usta’nın kendine gelir gelmez merkeze getirilmesi talimatını verdim. Ayrıca, sanatçı Damla Günay’ı korkutmadan, nerede olduğunun hızlıca soruşturulmasını istedim.

Simge kamera kayıtlarını hızlıca izlemişti. Son bir günde mahalleden yüzlerce araba geçmişti. Bir de beraber baktık. Özellikle apartmanın bulunduğu sokağın çıkışını gözleyen kamera üzerinde durdum. Sokaktan çıkan tüm arabaların plakalarının listelenmesi ve kimler üzerine kayıtlı olduğunun hemen çıkarılmasını istedim.

Zekeriya Usta, polis nezaretinde odama getirildiğinde vakit öğlen olmuştu. Muhabbeti fazla uzatmadan konuya girdim. Olayları bir de onun ağzından dinlemek istedim. Maktulü en son iki gün önce öğlen ofisinde konuk ettiğini, sonraki gün akşamına kadar kendisinden haber alamayınca evine gittiğini anlattı. Hikayesinin sonu kapıcının anlattığı şekilde bitiyordu.

Gözlerinin içine bakıp sanatçı Damla Günay’ı en son ne zaman gördüğünü sordum. Dona kaldı, yutkundu, biraz da kızardı. Düşünüyor gibi yaptı. İyi bir oyuncu değildi. Sorumu tekrarladığımda nihayet dile geldi.

“Damla Hanım da benim müşterimdir,” dedi.

“Onu sormadım,” dedim. Sesim yüksek, biraz da sert çıkmıştı.

Yeniden düşünür gibi yaptı. Belli ki de cinayet planını yaparlarken, ağız birliği edilecek konular arasından bunu atlamışlardı Damla Günay ile. Az sonra Damla Hanım’a ulaşıp “Zekeriya Usta’yı en son ne zaman gördünüz?” diye soracağımı aklına getirdi mi bilemedim. Görünüşü, o kadar pratik zekası olmadığını anlatıyordu, ama yanıltıcı olabilirdi tabii.

“Şey… Damla Hanım’ı sanırım geçen Pazartesi günü görmüştüm. Neden sordunuz?”

“Neden sorayım, beraber cinayet işlemişsiniz, sizi bulduk, onu arıyoruz,” dedim içimden.

“Burada soruları biz sorarız,” dedi donuk bir sesle Simge, lafı ağzımdan alarak.

Zekeriya yine yutkundu. Artık kartları açmanın vakti gelmişti. Hatta biraz daha ileri gitmek faydalı olabilirdi. O an telefonu çaldı Simge’nin. Konuşmak için dışarı çıkarken bana eliyle ‘bir dakika’ işareti yaptı.

“Bir dakika,” dedim Zekeriya’ya. Simge’nin peşinden odadan çıkarken, adama göz attım tekrar. Gömleği sırılsıklam vaziyetteydi. Alnındaki teri siliyordu elinin tersi ile.

“Çok sıcak,” dedim. “Size soğuk bir su söyleyeyim”.

Kafasıyla ve yüz mimikleri ile minnet duyduğunu ifade etti.

Simge koridorun diğer ucuna doğru yürüyordu elinde telefonla. Kapının önünde konuşmasını bitirmesini bekledim. Heyecanla yanıma geldi. Yüzü gülüyordu.

“Damla Günay’ı şans eseri havalimanında yakalattım,” dedi.

“Nasıl oldu o iş? Yakalama emri çıkartmadık ki?” diye sordum.

“Damla’yı soruşturma görevini verdiğimiz memur, kendisini evinden havalimanına kadar takip etmiş. Şimdi beni aradı. Yakalayıp buraya getirin dedim. Yakalama emrini de çıkarttırıyorum şimdi.”

“Bravo valla. Acele et istersen, kadından önce avukatı damlar buraya,” dedim. Sevinmiştim.

Tam içeri girecekken aklıma takıldı. Bizim Murat ile konuşacaktık bugün. Odaya girsem kesin unuturdum. Üç gün daha da aklıma gelmezdi aramak. “Şimdinin gücü” dedim içimden. Murat’ı aradım. Uzun süre çaldı telefon. Tam kapatacaktım ki Murat’ın sesi duyuldu.

“Ooo Emir başkomiserim. Ne var ne yok?” Sesi tedirgindi yine.

“Haberler sende,” dedim. “Ne yaptın senin işi?” Hafif alaycı bir tavır takınmıştım. Belki de Damla’yı kıskıvrak yakalamanın verdiği mutlulukla o şekilde çıkmıştı sesim.

“Hiç,” dedi sakince. “Adamla konuşamadık, beni ekti.”

“Yapma ya,” dedim.

“Hiç sorma,” dedi. Canı sıkkındı.

“Neyse, bir şey çıkarsa ararsın beni, haberleşiriz,” diyerek kapattım. Arkadaş olarak görevimi yaptığımı hissetmenin rahatlığıyla işime döndüm.

İçeri girdiğimde Zekeriya soğuk suyunu içiyordu. Bir saat sonra Damla da geldi.

Zekeriya ve Damla’yı yüzleştirmeden, ayrı odalarda çapraz sorguya aldık.

Sorguda hikayeleri birbirini tutmadı.

Damla, Zekeriya’yı önceki gece Cihangir’de gördüğünü söylüyordu. Zekeriya, eğer alzheimer hastası değilse, bunu hatırlamalıydı.

Anlattığına göre Zekeriya, Banu Bal’ın evinde bulunmamıştı son günlerde. Damla ise iki gün önce gidip bir kadeh şarap içmişti Banu ile. Daha sonra, Banu’nun öldüğünü Zekeriya’dan duymuştu.

“Kavgalıydık minnoşumla,” dedi. “Barışmak için gitmiştim evine, birer kadeh içtik, arayı düzelttik, sonra evime döndüm,” diye ekledi.

Minnoşu ile ne zaman kavga ettiklerini sordum.

“Birkaç hafta önce,” dedi.

Bir televizyon programında kapışmışlar. Ben o tip programlar ya da magazinlerle  ilgili olmadığım için bundan haberdar değildim. Simge’ye, “Damla ve Banu ile ilgili magazin haberlerini araştırıver,” dedim. Belki ek bir bilgi daha çıkardı, resmin bütününü görmemiz için.

“Çöpe atılan şarap şişesi ve kadehdeki parmak izlerine yoğunlaşıp, itiraf ettirip işi bitirelim,” diye düşündüm. Daha fazla uzatmaya gerek yoktu.

Damla çöp tenekesine atılan kadehi anlamamazlıktan geldi. “Benim kırılan kadehle, şişeyle bir ilgim yok, ne alakam olabilir ki?” diye sordu hatta. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Aslında sinirlenmem lazımdı. Ancak o anki delillerim bana keyif veriyordu. Fare ile oynayan kedi gibi hissettim kendimi. Onu odada öylece bırakıp çıktım.

Zekeriya’nın yanına geçecekken mobese kayıtlarına bakan memur geldi yanıma.

Son kırk sekiz saatte sokağa giren çıkan arabaların plaka listesi vardı elinde. Plakaların yanında ruhsat sahiplerinin adı, kameraya girdikleri gün ve saat bilgileri de bulunuyordu.

Listeye hızlıca göz attım. Zekeriya Usta’nın adını görmem fazla zamanımı almadı. Hemen istettim görüntüyü.

Zekeriya’nın yanına girdiğimde yüzü solmuştu. Ne yapacağını bilmez bir hali vardı. Önceki gün saat 01:15’te sokaktan çıkan arabanın içinde ayan beyan görülen arabasının fotoğrafını gösterdim ona. İçindeki yüzlerin Zekeriya ve Damla’ya ait oldukları da az çok seçiliyordu.

Zekeriya kıpkırmızı oldu. Mobese kayıtları hiç aklına gelmemişti herhalde.

Hikayesini değiştirmeye karar verdi sonra. Cihangir’de bir lokantada Damla ile oturuyorlarmış. İlerleyen saatlerde Damla’yı Banu ile barıştırmak için Banu’ya gitmeyi teklif etmiş. Damla önce itiraz etmiş, sonra kabul etmiş. Kafaları güzelmiş. Lokantadan ayrılırken şarap şişesini ve kadehlerini de yanlarına almışlar.

Banu’nun dairesinin önüne geldiklerinde kapının aralık olduğunu fark etmişler. İçerisi karanlıkmış. Işığı açana kadar bir çığlık ve gümbürtü kopmuş. Damla’nın ayağı bir şeye takılmış ve yere düşmüş. Işığı açınca salonun ortasında Banu’yu kanlar içinde görmüş.  Damla da yerdeymiş. Damla bir çığlık daha koparmış. İnanamamışlar önce. Şoka girmişler. Damla’nın elindeki şarap kadehi düştüğünde sapı kırılmış. Öylece bırakıp çıkmışlar.

“Neden çıktınız?” diye sordum. “Madem siz işlemediniz cinayeti…”

“Kafalarımız güzeldi, mantıklı düşünemedik sanırım. Yine de Damla’ya, polis çağıralım dedim. Sonuçta Banu biz gitmeden önce ölmüştü. Ama Damla beni dinlemedi, Banu ile kavgalı olduklarını herkes bildiğinden, cinayet onun üzerine kalır diye düşündü. Elindeki kadeh de yere düşüp kırılmıştı. Ne yapacağımızı bilemedik. Kadehte parmak izi çıksa bile, sonradan açıklanabilirdi. Damla gelip bir kadeh şarap içmiş de olabilirdi sonuçta. Çıkıp gitmeye karar verdik. Kapıyı çekip çıktık.”

Bunları anlatırken yüzü yere bakıyordu.

Yorum yapmadan sessizce onu izledim. Ağlamaya başladı sonra. Çıkıp Damla’nın yanına geçtim.

Mobese görüntüsünü gösterdim. Bire bir aynı hikayeyi anlattı utana sıkıla. O ağlamadı ama.

Çöpteki kırılmış kadeh ve şişeyi sordum.

“Zekeriya arabaya binerken attı onları,” dedi.

Zekeriya’nın yanına geçip aynı soruyu sordum. Aynı cevabı aldım. İşin içinde bir bit yeniği vardı.

Biraz düşünmek ve Simge ile fikir alışverişi yapmak için odama döndüm.

Taylan Başkomiser odamdaydı. Simge ile konuşuyorlardı. Beni görünce sevindiler. Ya da bana öyle geldi.

“Hayırdır?” dedim.

Simge atıldı: “Zekeriya Usta ve Damla Günay’ın sorgu öncesi tırnakları arasından alınan örneklerde Banu Bal’a ait herhangi bir deri kalıntısına rastlanmadı. Ama dairede başka birinin parmak izleri mevcut,” dedi. “Hem de birçok yerde…”

Salonda, mutfakta, yatak odası ve banyoda Murat Adıvar’ın parmak izini bulmuşlar.

“Bizim avukat Murat Adıvar mı?” diye sordum. İnanmak gelmedi içimden. Teyit etti Taylan. Bir de Banu Bal’ın cüzdanı kayıpmış.

Zekeriya ve Damla’nın hikayaleri doğruydu muhtemelen. Ama bizim Murat’ın hırsızlık için Banu’nun evine girmesi mantıklı değildi.

Aklıma Murat’ın uzun tırnakları geldi.

Zekeriya’nın arabasının göründüğü kamera kayıtlarını istettim.

Biraz geri sardığımda sokaktan yayan olarak çıkan Murat’ı gördüm. Saat 00:40’ı gösteriyordu. Yürürken önüne bakması, yüzünün seçilmesini engellemiyordu.

Banu’yu Murat öldürmüştü demek. Ama neden? Murat hırsızlık yapacak bir adam değildi. İyi para kazanıyordu. Yatak odasında da parmak izinin bulunması, Banu ile ilişkileri olduğunun göstergesi olabilirdi. Kavga ederlerken bir kaza olmuştu. Sonra cüzdanı alıp, olaya faili meçhul bir hırsızlık süsü vermeye çalışmıştı. Neden olmasın? Cevabı Murat verecekti.

Cep telefonu sinyalinden yerini tespit etmemiz kısa sürdü. Ofisindeydi. Simge ile beraber hemen oraya hareket ettik. Elimizi çabuk tutmalıydık. Biz Murat’ın yanına çıkarken, bir ekip otomobili de aşağıda bizi bekliyordu.

İlk defa bir arkadaşımı katil zanlısı olarak sorguya çekecektim. Canım fena halde sıkkındı ama bir yandan da ona kızıyordum. Bana yalan söylemişti.

Ofisin zilini çaldım. Açan olmadı. Murat’ı telefonla aradım. İçeriden sesi geldi. Onu da açan yoktu. Aşağıda bekleyen ekibe haber verdim. Hemen geldiler. Kapıyı zorlayıp açtık. Murat masasında oturuyordu, ama bedeni cansızdı. Arkasında duran kütüphane ve koltuğu kana bulanmıştı. İntihar ettiğini anlamamız zor olmadı.

Kafamda bir soru kalmıştı sadece: İnsan cinayet işledikten sonra neden bir başkomiser ile yemeğe çıkar?

Herhalde şüphe çekmemek için kabul etmişti davetimi. O akşamı hatırlamaya gayret ettim. Sonra yüzüne baktım. Gözleri açıktı. “Beni affet” der gibi bakıyorlardı. Sağ eli masanın üzerinde, tabancası ise yerdeydi. Eline baktım. Uzun tırnakları gözüme ilişti. Banu Bal’ın yüzündeki pençe izine sebep olan tırnakları… Daha sonraki incelemede o tırnakların içinden Banu’nun yüzünden kopan doku parçaları çıkacaktı.

En Son Yazılar