Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Saat Altı Cinayetleri | Bölüm – 1

Diğer Yazılar

GECE GELEN-3

KAMBUR

GECE GELEN-2

Mert Çetin
Mert Çetin
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Lisans Programı’nda öğretim hayatını sürdürmektedir. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İle Ankara Topluluğu’nun düzenlediği ‘Bir Öykü Yaz İçinde Ankara Olsun’ adlı öykü yarışması için kaleme aldığı ‘Saat Altı Cinayetleri’ adlı polisiye öyküsü mansiyon ödülüne layık görülmüştür. (Mayıs 2019) Okumaktan keyif ve ilham aldığı yazarlar; Dostoyevski, Stefan Zweig, Orhan Pamuk ve Ahmet Ümit’tir.

Sıradan bir gündü. Akşama kadar aralıklarla yağan yağmur yerini hafif bir esintiye bırakmış, şehrin kendine has kasveti biraz olsun dağılmıştı. İnsanlar işlerinden çıkmış, evlerine bir an önce varabilmenin telaşı içerisinde koşuşturuyorlardı. Ulus’ta gün, şehrin diğer yerlerine göre daha erken sona ermişti. Sokaklarda müşterisini arayan hayat kadınları ve birkaç dilenciden başka kimse kalmamıştı.

Elinde telsizi, yerde yatan cansız bedenin üzerine eğilmiş, saat dışında bir kanıt arıyordu Komiser Zeki. Bu, bu ay buldukları üçüncü, toplamda buldukları altıncı kadın cesediydi. Diğer buldukları kurbanlar gibi iki eli arkasından bağlanmış ve naylon bir iple boğularak öldürülmüştü. Yine aynı katilin işi olduğunu düşünürken kemikli sert bir elin omzuna dokunduğunu hissetti. Bu elin sahibi kıdemli Başkomiser Cengiz Erkmen’di. Yıllarca Adana ve İzmir Cinayet Büro’da çalıştıktan sonra tayinini memleketi olan Ankara’ya istemişti. Sanki onun gelmesini bekliyormuşçasına Ankara’ya ayak bastığı ikinci gün, katil ilk cinayetini işlemişti.

Başkomiser Cengiz, maktulü dikkatli bir şekilde inceledi. Ulus Atatürk Heykeli’nin Meclis’e bakan tarafına yüzükoyun bir şekilde bırakılmış kadın cesedi, altmışlı yaşlarda gösteriyordu. Herhangi bir darp ve boğuşma izi yoktu. Katil her zamanki ritüelini uygulamış, kurbanın yanına köstekli bir saat bırakmıştı. Daha önce öldürülen beş kadının yanında buldukları saatler altıda durmuşken gümüş kapaklı saat, maktulün sona ermiş hayatının aksine işlemeye devam ediyordu.

Başkomiser Cengiz ayağa kalktı, yardımcısına döndü. “Dikkatini çeken bir şey var mı?” diye sordu.

Zeki, amirinin gözlerindeki parıltıyı desteklercesine, “Diğer beş kadının yanında bulduğumuz saatlerin hepsi altıda durmuştu,” diyerek amirinin sorusunu cevapladı. Soğuk betonun üzerindeki cansız bedene doğru eğildi, yanındaki gümüş kapaklı saati eline aldı ve konuşmasını sürdürdü. “Fakat bu saat çalışıyor.”

Bu detay Başkomiser Cengiz’in de gözünden kaçmamış, fakat yardımcısına söylememiş onun bulmasını istemişti. Başkomiser Cengiz, yardımcısının gözlerinin içine bakarak, “Bu detayı atlamamamız gerek Zeki, savcı baksın sonra otopsiye nakledin,” dedi ve olay yerinden ayrılarak soluğu Çalıkuşu’nda aldı. Ruhunun daraldığı zamanlar buraya gelir ve bir tek atardı. Ankara’da nefes alabildiği ender yerlerden biriydi Çalıkuşu.

Amiri ayrıldıktan sonra Komiser Zeki de olay yerinde fazla kalmamış, Merkez’e geçip Saat Altı Cinayetleri’ne- Başkomiser Cengiz dosyaya bu adı vermişti- yeni bir kurban ekleyerek çalışmaya başlamıştı. Maktulün ismi Nur Hayat Açıkgöz’dü. Önündeki dosyadan bu bilgiyi okurken bir an durakladı Zeki. Maktulün mosmor kesilmiş yüzü gözünün önüne geldi. Zihninden hemen bu görüntüyü sildi. Cengiz amirinin ona öğrettiği ilk şey, işine asla duygularını karıştırmaması gerektiğiydi. Kafasını toplamak ve kendine gelmek için lavaboya gidip yüzünü soğuk suyla yıkadı. Aynada bir süre kendi görüntüsünü seyretti. Uzayan sakallarının tamamen kapatamadığı yara izini gördü. Ardından odasına döndü ve dosyayı kaldığı yerden okumaya devam etti.

Altmış iki yaşındaydı Afet -dosyada böyle geçiyordu- Nur Hayat. Afet Nur Hayat! Muhtemelen, gazinolarda yıllanmışlığın ona kazandırdığı bir unvan diye düşündü içinden. Ulus Gazinosu’nda şarkıcılık yapıyordu. İki kez evlenmiş, ilk kocası kalp krizi, ikinci kocası ise trafik kazası sonucu ölmüştü. Hiç çocuğu olmamıştı. İkinci kocasının ilk eşinden olma bir oğlu ve bir de kızı vardı. Kocasının trafik kazası sonucu ölümünden sonra üvey oğlu ve üvey kızını, bakamayacağı gerekçesiyle Çocuk Esirgeme Kurumu’na vermişti. Okuduğu bilgiler, Zeki’yi bir kapan gibi içine almış ve ruhunu sıkmıştı. Amiri de ortalıklarda gözükmüyordu. Her zamanki gibi kayıplara karışmıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu ve nerede olduğunu da hiçbir zaman sorgulamamıştı. Dışarı çıkıp temiz hava almak istedi fakat bu şehrin havasının her gün biraz daha kirlendiğini anımsadı. En iyisi, eve gidip ılık bir duş almak sonra da iyi bir uyku çekmekti. Aklına gelen bu güzel fikri uygulamak için arabasına atladı ve Mamak’ta kendi halinde olan evine gitmek üzere yola koyuldu.

***

Ertesi sabah, Merkez’e her zamankinden daha erken varabilmek için kahvaltı yapmadan evden apar topar çıktı, fakat yolda, beklediğinden daha yoğun bir trafik karşıladı onu.

Bu şehrin trafiğinde araba kullanmak, bir yere vaktinde ulaşabilmek deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Doğup büyüdüğü şehrin tenha sokaklarını hayal etti bir an.

Saatler onu gösterdiğinde arabasını Emniyet Müdürlüğü’nün otoparkına park etmişti. Seri adımlarla merdivenleri çıkıp Cinayet Büro’nun karanlık odasına ulaştığında amiri her zamanki gibi koltuğunda oturmuş, düzenli olarak günde iki defa içtiği tek şekerli Türk kahvesini yudumluyordu. Başkomiser Cengiz, yeni bir cinayet olsun olmasın her gün yelkovan ve akrep sekiz buçuğu gösterdiği zaman koltuğunda oturur olurdu. Amirinin bu kadar düzenli olmasına içten içe hayranlık duyardı fakat bu kadar düzenli olduğu için hayatın tadına varamadığını düşünürdü. Zeki, bir keresinde amirine, “Çok düzenli ve kurallara sadık olmanın insanların hayatlarını monotonlaştırdığını, zaman zaman bu düzenin ve kuralların dışına çıkmanın iyi olacağını,” söylemişti. Amiri de bunun üzerine, “Kurallar, insanı insan yapan temel olgulardan bir tanesidir Zeki’cim. İnsanoğluna sorumluluk duygusu kazandırır. Bunları dediğim için bütün kurallara harfiyen uyduğumu ve onayladığımı zannetme. Tabii ki  çok katı, aşırıya kaçmış kurallara karşıyım,” demişti.

Zeki bunları düşünürken Başkomiser Cengiz, elinde tuttuğu dosyayı yardımcısına uzattı ve “Ben baktım bir de sen bak,” dedi.

Zeki, amirinin uzattığı sarı kapaklı dosyayı aldı ve okumaya başladı. Tam, “Dikkate değer bir şey yok başkomiserim,” diyecekken boğazının kuruduğunu hissetti ve dudaklarından şu cümle döküldü:

“Amirim, kadının saçı sarı değilmiş!”

Otopsi raporuna göre Nur Hayat Açıkgöz’ün saçı öldürüldüğü gün boyanmıştı. Böylelikle katil, ilk defa sarışın olmayan birini öldürmüştü. Ayrıca maktul, ölmeden önce biriyle cinsel ilişkiye girmişti. İç çamaşırında bulunan sperm örnekleri bunu gösteriyordu. Kriminal laboratuvar, sistemde sperm örnekleriyle eşleşen bir DNA bulamamıştı. Maktulün yanına bırakılan saatten de daha öncekiler gibi bir şey çıkmamıştı. Zeki, derin bir iç çekerek koltuğunda geriye yaslandı ve düşünmeye başladı. Nur Hayat Açıkgöz’ün saçını kim boyamıştı? Katil mi? Saçının, öldürüldüğü gün boyanmış olması tesadüf müydü? Birlikte olduğu kişi katil olabilir miydi? Şüphesiz, bu soruların cevapları dosyada yol almalarını sağlayacaktı. Belki de sona yaklaşmışlardı. Yeni bir cinayet işlemeden bu psikopatı bulmaları gerekiyordu. Bu şehirde birileri, birilerinin günahlarının bedelini ödememeliydi artık. Düşünceleri, amirinin sesiyle dağıldı.

“Nur Hayat Açıkgöz, saç bakımı için belli aralıklarla  ‘Derbeder’ adında bir kuaföre gidiyormuş, sen git kuaförü yokla. Bakalım dün Nur Hayat Açıkgöz kuaföre gitmiş mi? Ben de kadının çalıştığı gazinoya gidip patronuyla konuşayım.”

Zeki, dışından “Olur amirim, nasıl isterseniz…” derken içinden “Bu adam in mi cin mi?” diye geçiriyordu. Nereden edinmişti bu bilgiyi? Başkomiser Cengiz’in çalışma tarzını hâlâ tam olarak anlayamamıştı. Bilgiyi kimden ve nasıl edindiğini asla söylemezdi. Emniyette ketumluğuyla tanınan biriydi amiri. Bu kadar sırrın ve bilinmezin içerisinde yıllarca çalışmak onu bu hale dönüştürmüştü. Kendisinin de zamanla başkomiseri gibi olacağını düşünerek ürperdi. Kafasındaki bilinmezler eşliğinde Kuaför Derbeder’e gitmek üzere Merkez’den ayrıldı.

Zeki, Dikimevi’ndeki  Kuaför Derbeder’i kolayca buldu fakat arabasını park edecek bir yer bulamadı. Arabasını Cebeci İnönü Stadyumu’nun karşı caddesine park etti ve kuaföre oradan yürüdü. Hedefine ulaştığında dükkanda  yerleri süpürmekte olan çocuktan başka kimse yoktu.

Çocuk, Zeki’nin ona gösterdiği gümüşten yapılma, üzerindeki çift başlı kartalın kendisine sert sert baktığı rozeti görünce gelenin polis olduğunu anladı ve “Buyrun komiserim, ne istemiştiniz?” dedi.

Zeki, elindeki fotoğrafı çocuğa göstererek, “Dün buraya bu kadın geldi mi?” diye sordu.

Çocuk; fotoğraftaki kadının ara sıra geldiğini fakat dün gelmediğini, söyledi.

Zeki, “Eyvallah koçum,” diyerek çocuğun başını okşadı ve bir bardak su istedi. Çocuğun getirdiği klorlu suyu içerken akıl yürütmeye çoktan başlamıştı bile. Nur Hayat Açıkgöz başka kuaföre de gitmiş olabilirdi. Zeki’nin Ankara’daki kadın kuaförlerini tek tek gezecek hali yoktu elbette. En azından maktulün saçını, katilin boyamış olabileceği varsayımı kuvvetlenmişti. Katil bir kuaför müydü? Yoksa bir saatçi mi? Mesleği ne olursa olsun, o bir katildi. Bu, bir canlının yaşam hakkını elinden aldığı gerçeğini değiştirmiyordu.

Çocuğun “Abi bir bardak daha ister misin?” sorusuyla girdiği bilinmezler âleminden çıktı Zeki.

“Yok, koçum sağ ol,” dedi ve cebinden çıkardığı yirmiliği çocuğa uzattı. “Al, bunla bir çorba içersin,” dedi ve kapıya yöneldi. Kuaförden çıktı. Gökyüzüne baktı. Hava kapanıyordu. Bulutlar ve arkasından gelecek yağmur, sanki yeni bir cinayetin habercisiydi. Arkasına baktı. Kuafördeki çocuk, camın arkasından el sallıyordu kendisine. Ağır adımlarla Kurtuluş’a doğru yürümeye başladı.

***

Başkomiser Cengiz, Ulus Gazinosu’ndan ayrılırken vakit akşama evriliyordu. Nisan ayı girdiğinden beri aralıksız devam eden yağmur bugün de görevine kaldığı yerden eksiksiz devam ediyordu. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki normal zamanda kalabalık yüzünden sokakta adım atmakta zorlandığın Ulus’ta şimdi kimseler yoktu. Dilenciler bile ortalıkta gözükmüyordu. Sanki işlenecek bir günahı kimse görmek istemiyormuşçasına, herkes saklanmış, olacakları bekliyordu. Otuz iki yıllık meslek hayatında birçok katille karşılaşmış fakat bu davada  yorulduğu kadar hiçbirinde yorulmamıştı. Zihni karmakarışıktı. Son zamanlarda odaklanamıyor, aklına hep alakasız şeyler geliyordu. Acaba emekli mi olmalıydı artık? Bu meslek, hayatının bir parçasıydı hatta ta kendisiydi. Mesleği uğruna hiç evlenmemiş, daha doğrusu bir kadını, ömrü boyunca “Acaba bugün de eve sağ salim gelecek mi?” sorusuyla baş başa bırakmak istememişti. Önündeki trafiği art arda çaldığı kornalarıyla yok edecekmiş gibi davranan taksi şoförünün küfürleriyle düşünceleri dağıldı. “Bu şehirde şoför olunmaz bir de polis,” dedi. Kendi kendine güldü. Yağmur, giderek şiddetleniyordu. İyice ıslanmadan bir yere girse iyi olacaktı. Köşedeki simitçiye girdi. Bir çay istedi. Cama yakın bir yere oturdu. Çayını beklerken şehri döven yağmuru ve yarattığı karmaşayı seyre koyuldu.

Çay, içini ısıtmış, kafasını toplayarak daha sağlıklı düşünmesini sağlamıştı. Gazinonun sahibi bugün mekânına gelmemişti. Neden gelmediğiyle ilgili bir bilgi yoktu. Kuaförden de elle tutulur bir şey çıkmamıştı. Zeki, arayıp haber vermişti. Nur Hayat Açıkgöz’ün saçının öldürüldüğü gün boyanmış ve yanında buldukları saatin çalışıyor olması kafasını kurcalıyordu. Katil, tamam mı diyordu yoksa devam mı? Bu sorunun cevabı için çok beklemeyeceklerini, yılların verdiği tecrübeyle hissediyordu.

Seri katillerin polislere, hatta bütün insanlığa meydan okuduklarını çok iyi biliyordu. Katil, elbet tekrar ortaya çıkacaktı. Bu kadar gösteriden, cesetten sonra elini kolunu sallayıp çekip gidemezdi  bozkırın ortasındaki bu hüzün şehrinden. Garsonu çağırıp bir bardak daha çay istedi. Yağmur usul usul yağmaya devam ediyordu.

***

Yağmur durmuştu. Başkomiser Cengiz iki saat simitçide oturmuş, Ulus’u izlemişti. Ne garip bir yerdi burası. İçinde farklı türlerde balıklar bulunan kocaman bir akvaryuma benziyordu.  İnsan denen türün her çeşidi mevcuttu burada. Köşebaşlarında, ellerindeki yapışkan maddeyle tatmin olmaya çalışan, gizli gizli uyuşturucu satan ya da birilerinin önünü kesip para isteyen… Atatürk, ülkeyi kurdukları yerin bu içler acısı halini görseydi ne derdi acaba? Kendisinden sonra gelen yöneticilerin, Ulus bu hale dönüşürken seyirci kalıp ses çıkarmamalarına kızardı büyük ihtimalle. Ankara’yı düşündü. Çocukluğunun ve ilk gençliğinin Ankara’sını… Şehrin yıllar içinde aldığı göçlerle yozlaşmasını… Çocukken herkes herkesi tanır, herkes  birbirine saygı duyardı. Şimdi  ise saygının yalnızca adı kalmıştı. Geçmişten günümüze zaman yolculuğunu sürdürürken gözü telefonundaki saate kaydı. Artık kalksa iyi olacaktı. Hesabı istedi.

Tam bu sırada Zeki koşarak simitçinin kapısından içeri girdi ve nefes nefese ağzından şu kelimeler döküldü: “Amirim cinayet var. Sizi almaya geldim.”

Zeki’nin, damdan düşer gibi simitçide bitmesi yetmezmiş gibi bir de cinayet var demesi Başkomiser Cengiz’i kızdırmıştı. Hiç hoşlanmazdı böyle oldubittilerden.

Amirinin sert sert baktığını görünce Zeki,  “Başkomiserim, devriye gezen bizim çocuklar sizi buraya girerken görmüşler. Ekiplere cinayet anonsu geçince bana da sizin burada olduğunuzu haber verdiler,” dedi, fakat açıklaması amirini yumuşatamamıştı. Amirinin “Neyse tamam boş ver şimdi bunu. Bir an önce gidip şu cesede bakalım,” diye gürleyen sesiyle kendine gelen Zeki kapıyı açıp amirine yol verdi.  Başkentin amansız trafiğine dalmak üzere aceleyle simitçiden çıktılar.

Havalimanı yolu, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’ye gelişi yüzünden polisler tarafından kapatıldığı için Ulus’tan çıkmaları bir saatlerini almıştı. Olay yerine ulaştıklarında vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Karşıyaka Mezarlığı, her zamanki sinir bozucu sessizliğiyle kendine taşınacak yeni sakinlerini bekliyordu.

Olay Yeri İnceleme Amiri Lütfi, Başkomiser Cengiz’in ve yardımcısı Komiser Zeki’nin olay yerine doğru ağır adımlarla yaklaştıklarını görünce koşarak yanlarına geldi ve “Hoş geldiniz Cengiz Başkomiserim, hoş geldiniz Zeki Komiserim,” diyerek gözlerini gökyüzüne dikmiş maktulü tanıtmaya başladı. “Maktulün adı Hüsamettin Bozkurt. Elli dokuz yaşında. Herhangi bir darp ve boğuşma izi yok. Bıçak ve silah yarası da gözükmüyor. Cesedin katılığına bakılırsa yaklaşık on iki saat önce öldürülmüş. Başka bir yerde öldürülüp bu mezarın önüne taşınmış. Cesedi bekçi görüp polise haber vermiş.” Elindeki delil poşetini göstererek ekledi. “Ceketinin cebinden de bu kâğıt ve kullanılmış şırınga çıktı. Ölümüne bu şırınganın sebep olduğunu düşünüyorum amirim.”

Başkomiser Cengiz, “Tamam Lütfi, eline sağlık. İyi iş çıkarmışsın. Yeni bir şeyler bulursan mutlaka beni haberdar et. Hiçbir ayrıntıyı atlamayın,” dedi ve yardımcısına dönerek konuşmasını sürdürdü. “Zeki, bekçiyi merkeze alalım, bir de maktulün cebinden çıkan kâğıttaki notu ve şırıngayı derhal kriminale gönderin. Sabah, masamda raporları görmek istiyorum. Sen de git dinlen.”

Ardından, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle Hüsamettin Bozkurt’un cansız bedenine doğru eğildi, ağzını kulağına yaklaştırdı ve sanki kendisini duyacakmış gibi konuşmaya başladı. “Keşke bugün mekânında olsaydın. Şu an yaşıyor olurdun.”

Başkomiser Cengiz, Hüsamettin Bozkurt ile konuşmak için Ulus Gazinosu’na gitmiş fakat Hüsamettin bugün mekânına gelmemişti. Şimdi cansız bir şekilde yatıyordu önündeki nemli toprağın üstünde. Karşıyaka Mezarlığı’ndaki ölüler katili görmüşlerdi. Yakında onlar da göreceklerdi. Yağmur hızlanıyordu git gide.

***

Komiser Zeki, olay yerinden ayrıldıktan sonra eve gitmemiş, Kızılay’a geçip biraz turlamıştı. Sonra Tunalı’ya çıkmış ve Ankara’nın en eski çorbacılarından Hasan Usta’ya gidip mercimek çorbası içmişti. Kocatepe Camii’nin müezzini sabah ezanını okurken çorbacıdan kalkmış ve Merkez’e geçmek üzere yola koyulmuştu. Merkez’de onu, elinde Hüsamettin Bozkurt’un olay yeri inceleme raporu ile Yusuf karşılamıştı. Gün ağarırken Yusuf’un elinden raporları kapıp çoktan çalışmaya başlamıştı.

Dışarıdan gelen korna sesleriyle uyandığında saat dokuza geliyordu. Amiri, koltuğunda geriye yaslanmış, Hüsamettin Bozkurt’un toksikoloji raporunu okuyordu. Sabaha kadar kriminal laboratuvar ve Adli Tıp aralıksız çalışıp raporlarını hazır etmişti. Başkomiser Cengiz, yardımcısının uyandığını görünce, “Zeki, Hüsamettin Bozkurt zehirlenmiş. Katil, damar yoluyla maktule, “striknin kreatin” enjekte etmiş. Bu çok kuvvetli bir zehirdir. Striknin nux vomica adlı Güney Asya’da yetişen bir ağaç türünden elde edilir. Yüksek dozda alınırsa vücuttaki tüm kaslar kasılır, kanın oksijeni tutma kapasitesi düşer ve organizma hızlı bir şekilde bozulmaya başlar. Acılı ve hızlı bir ölüm olmuş.”

Zeki, yarı uykulu, amirini dinlemiş ve bir kez daha ona hayran olmuştu. Başkomiser Cengiz bir kez daha gizemli kişiliğini konuşturmuştu.  Bu adamın yanında kendisini yetersiz hissediyordu. Amiri boş zamanlarında zehirler hakkında kitaplar mı okuyordu yoksa? Israrla çalan telefonu yüzünden düşüncelerine ara vermek zorunda kaldı.

“Amirim, bana biraz izin verir misiniz, şu telefona bakmam gerek,” diyerek Cinayet Büro’nun karanlık odasından çıktı.

Geri döndüğünde amirinin koltuğu boştu. Başkomiser Cengiz, Hüsamettin Bozkurt’un otopsi raporunu Zeki’nin masasına bırakmıştı. Zeki, raporları eline alarak sesli bir şekilde okumaya başladı.

“Maktul Hüsamettin Bozkurt’tan alınan DNA örnekleri ile maktul Nur Hayat Açıkgöz’ün iç çamaşırında bulunan vücut sıvıları karşılaştırması pozitiftir.”

Bu, daha önce öldürülen Nur Hayat Açıkgöz ile dün mezarlıkta cansız bedenini buldukları Hüsamettin Bozkurt’un katil ya da katillerinin aynı, dolayısıyla iki cinayetin bağlantılı olduğunu gösteriyordu. Katil son gösterisinde farklı bir teknik kullanmıştı. Çok zeki bir biriyle karşı karşıyalardı ve bu Zeki’yi daha çok hırslandırıyordu.

***

Aralık kapının tıklatılmasıyla uyandı Komiser Zeki. Raporları okurken tekrar uyuyakalmıştı. Gelen, Polis Memuru Yusuf’tu. Mezarlık bekçisini sorgu odasına aldıklarını, Başkomiserin sorguya başlamak için kendisini beklediğini söylemek için gelmişti.

Mezarlık bekçisi, dün ünlü iş adamı Sabri Metin’in cenazesi yüzünden mezarlığın çok kalabalık olduğunu söylemişti sorguda. Öğle namazından sonra defnedilmişti Sabri Metin’in cenazesi.

Başkomiser Cengiz, sorgudan çıktıktan sonra yardımcısına, “Dün mezarlığa Sabri Metin’in cenazesinden önce Hüsamettin Bozkurt’un arabası giriş yapmış mı? Cenazede Hüsamettin var mıydı? Bunu öğrenmemiz lazım. Hemen mezarlığa git ve dünün kamera kayıtlarına bak,” dedi.

Bunun üzerine Zeki, “Emredersiniz amirim,” dedi ve  yanına bekçiyi de alarak mezarlığın yolunu tuttu.

***

Cinayet Büro’nun karanlık odasında tek başına oturuyordu Başkomiser Cengiz. Karanlığı seviyordu. Odalar karanlık olabilirdi, önemli olan insanın ruhunun karanlık olmamasıydı. O bir kere karardı mı tekrar aydınlatması zor oluyordu. Cinayetleri düşündü. Maktuller, gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti. Kendisini katilin yerine koydu. Neden öldürmüştü bu insanları? Bir insan, bir insanı neden öldürürdü?

Bu sorunun cevabını; polisler, dedektifler, yazarlar yeryüzündeki işlenmiş ilk cinayet olan Kabil’in Habil’i öldürmesinden bu yana arıyorlardı. İşte şimdi, Başkomiser Cengiz de bu soruyla bir kez daha karşı karşıyaydı. Katil ya da katillerin zevk için öldürmediğini düşünüyordu. Katil çok soğukkanlıydı. Duygusal kontrolünü gayet iyi sağlıyordu. Bu, maktullerde herhangi bir darp ve şiddet izine rastlanılmamasından anlaşılıyordu. Katil, öfkesine kapılarak boğmaktan daha ileriye gitmemişti. Meslek hayatı boyunca, öldürüldükten sonra bedeni parçalara ayrılmış birçok ceset görmüştü. Böyle durumlarda katiller öfkelerine yenik düşüyorlardı. Ayağa kalkıp aralık olan camı kapattı, ardından koltuğuna oturup düşünmeye devam etti. Bu dosyada farklı bir şeyler vardı. Geçmişte yaşanmış büyük bir acının bastırılamayışından kaynaklanan seri cinayetler olabilirdi. Bu ihtimal üzerine yoğunlaşmaya karar verdi. Kendisini katilin yerine koyduktan sonra şimdi sıra maktullerin yerine koymadaydı. Daha önce buldukları beş kadının birbirleriyle hayat kadını olmaları dışında ortak bir noktaları yoktu. Hayat kadınlarına toplumun aksine merhamet gözüyle bakardı. Çoğu bu işi kendi isteğiyle yapmıyordu. Kimisi yaşamını devam ettirebilmek için kimisi de birilerinin zoruyla kendi bedenlerini para karşılığında satıyordu. Bir de son zamanlarda Suriye, Irak gibi savaşın devam ettiği ülkelerden zorunlu göç ile ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelen bazı kadınları bu işe alet etmişlerdi. Yaşamak umuduyla geldikleri ülkede satılıyorlardı. Her şeye ses çıkarıp bu duruma ses çıkarmayan siyasilere lanet okudu içinden. İzmir’de çalışırken kollarında can veren o küçük kızı hatırladı. Babasını, kendisini sattığı için öldürmüş, sonra da kendi canına kıymıştı.

Toplumsal olarak gerçekten iğrenç bir haldeydik. Derin bir iç çekti. Çalıkuşu’na gidip bir tek atsa iyi olacaktı. Sigarayı bırakmıştı. Alkolü de bırakacaktı bir gün, fakat o bir gün hiç gelmiyordu. Bunları düşünürken odanın açık kapısı tıklatıldı.

Yusuf, “Amirim istediğiniz dosyaları getirdim” dedi.

Başkomiser Cengiz, masasını işaret ederek  “Tamam şöyle bırak. Bir de bana tek şekerli kahve söylesene Yusuf,” dedikten sonra  dosyayı aldı ve okumaya başladı.

Başkomiser Cengiz, Hüsamettin Bozkurt’un öldürülmesinden ve sperm örneklerinin Nur Hayat Açıkgöz’ün iç çamaşırında bulunmasından sonra Nur Hayat Açıkgöz’ün ve trafik kazasında ölen eski kocası Mehmet Solakel’in dosyalarını detaylı incelemek istemişti. Atladıkları ya da gözden kaçırdıkları bir şeyler olabilirdi.

Nur Hayat Açıkgöz, uzun yıllardır Ulus Gazinosu’nda şarkıcılık yapıyordu. İki kez evlenmiş ve boşanmıştı. İlk kocası ölmüştü. İkinci kocası Mehmet Solakel’den şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmıştı. Mehmet Solakel emekli cinayet büro amiriydi ve Ankara’da yaşıyordu. Başkomiser Cengiz bir an dondu kaldı. İki gün önce masasında duran dosyada, Mehmet Solakel’in 2008 yılının Haziran ayında geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybettiği yazıyordu. Önündeki kâğıtta ise hayatta olduğu. Birileri, dosyadaki Mehmet Solakel ile ilgili olan kısımları değiştirmişti anlaşılan. Katil içeriden biri olabilir miydi? Neden olmasındı?  Son zamanlarda emniyetin sadece adı kalmıştı. İçi hain ve köstebeklerle doluydu. Zaman zaman katiller de çıkıyordu. Fakat buna inanmak istemedi. Zihninden bu düşünceyi silip dosyayı kaldığı yerden okumaya devam etti. Nur Hayat Açıkgöz’ün, Mehmet Solakel’ in ilk eşinden olma üvey bir oğlu ve üvey bir de kızı vardı. Mehmet Solakel’in ilk eşi Hatice Solakel geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüş fakat otopsi yapılmamıştı. Bir an şüphe duydu Başkomiser Cengiz bu durumdan. Üstü kapatılan cinayetleri düşündü. Daha önce birçok kez karşılaşmıştı bu tarz vakalarla. Yine bir benzeriyle karşı karşıya olabilirlerdi. Bu işin altından hoşlanmayacağı şeylerin çıkmaması için içinden dua ediyordu.

Kafasını toplamaya çalıştı. Nerden başlayacağına karar vermişti. Soru işaretlerinin giderilmesi için Hatice Solakel’in mezarının açılması ve otopsi yapılması gerekliydi.  İlk önce savcılıktan Hatice Solakel’in mezarını açma izni çıkartacaktı. Yapacaklarını kafasında sıraya koyarken telefonu çaldı. Arayan Zeki’ydi.

“Amirim Hüsamettin’in arabası dün saat on birde mezarlığa giriş yapmış. Tek başına gelmiş ve mezarlıktan ayrılmamış bir daha. Arabası da burada. Ne yapmamızı istersiniz?”

”Tamam Zeki. Olay yeri incelemeden bizim çocuklara haber ver, gelip baksınlar arabaya. Katil, bize bir mesaj bırakmış olabilir. Arabanın her yerini didik didik etsinler. Sen de başlarından ayrılma. Gelişmelerden beni haberdar et,” diyerek telefonu kapattı. Yapılacak çok iş vardı. Hızla paltosunu giydi ve adliyeye gitmek üzere Merkez’den ayrıldı.

***

“Amirim, amirim” diye sarsan Yusuf’un sesiyle uyandı. Sabahın ilk saatlerine kadar gözünü kırpmamıştı. Savcılıktan izin çıkmış, Hatice Solakel’in mezarı açılmıştı. Yapılan otopsi sonucunda, Hatice Solakel’in kafasına sert bir cisimle vurularak öldürüldüğü anlaşılmıştı.

Amirinin yavaş yavaş kendine geldiğini gören Yusuf, “Başkomiserim, Hüsamettin Bozkurt’un arabasından bu not çıkmış,” diyerek elindeki delil poşetini uzattı . “Hüsamettin Bozkurt’un ceketinin cebinden çıkan notla aynı. Rusça yazılmış. Kriminal laboratuvar, kâğıdın üzerinde herhangi bir parmak izine rastlamamış. Kâğıtta, Anneciğim huzurlu uyuman için son bir adım kaldı. Sabret. Şimdi sıra onda. Ondan sonra yanına geleceğim. Seni seviyorum.  yazıyor amirim.”

Yusuf’un söyledikleri Başkomiser Cengiz’in gözlerindeki son uyku kırıntılarının da kaybolmasına neden oldu. Masanın üzerinde duran yarım sodayı kafasına dikti ve “Yusuf hemen Mehmet Solakel’i bulmalıyız. Katil ona gidiyor,” diyerek kapıya yöneldi.

Yusuf ne olduğunu anlayamamıştı. “Amirim, Mehmet Solakel de kim” diyemeden Başkomiser odadan çıkmıştı bile.

***

Başkomiser Cengiz, Keçiören’e vardığında gün sona ermek üzereydi. Katil ya da katiller Mehmet Solakel’i öldürmüş ya da öldürmek üzere olabilirlerdi. Bir an önce Mehmet Solakel’in evini bulmalıydı.  Elindeki kâğıtta yazılı olan adrese baktı, arabasından indi, karşı kaldırıma geçip yürümeye başladı. No: 45 yazan binanın önünde durdu. Binanın giriş kapısının üstündeki kırmızı büyük harflerle yazılmış olan tabelayı okudu. “ADLİ TIP KURUMU”.

Kapıda, Adli Tıp Kurumu’nun yıllanmış güvenlik görevlisi Ömer’i görünce elini uzattı ve yüzüne bir gülümseme yerleştirerek “Merhaba Ömer. Nasıl gidiyor?” dedi.

Karşısında Başkomiser Cengiz’i görmenin şaşkınlığı içerisinde Ömer, “Vay! Cengiz amirim hoş geldiniz,” diyerek Başkomiserin uzattığı kemikli sert eli sıktı .“Nasıl olsun be amirim, aynı tas aynı hamam, siz de ne var ne yok?”

Saat Altı Cinayetleri  dosyasıyla uğraşıyoruz. Bu konuyla ilgili bize yardımcı olabilmen için sana bir şey sormam gerek.”  Eliyle arkalarındaki büyük binayı gösterdi. “Burada Mehmet Solakel adında biri oturuyor mu?”

Bu soru karşısında duraksayan Ömer, “Yanlış anlamayın amirim burası Adli Tıp Kurumu. Herhalde burada Mehmet Solakel adında biri çalışıyor mu demek istediniz,” dedi.

“Haklısın Ömer. Onu sormak istedim.”

“Başkomiserim burada öyle biri çalışmıyor fakat soyadı Solakel olan bir kadın doktor var.”

Aldığı cevapla tatmin olduğu yüzünden anlaşılan Başkomiser Cengiz, “Tamam Ömer sağ ol,” diyerek koridorları ceset kokan binaya daldı.

***

Kızılay’daki yoğun trafik yüzünden Neslihan Solakel’in Kavaklıdere’deki evine iki saatte ulaşabildi Başkomiser Cengiz. Güvenlikçi Ömer’den Adli Tıp Kurumu’nda soyadı Solakel adında bir doktorun çalıştığını öğrenir öğrenmez danışmaya koşmuş fakat danışmadaki güzel kız, Neslihan Solakel’in izne ayrıldığını söylemişti. Bunun üzerine Başkomiser, danışmadan doktorun adresini alıp vakit kaybetmeden yola koyulmuştu.

Tek katlı evin kapısı açıktı. Işıklar yanmıyordu. Başkomiser Cengiz saatine baktı. Buraya gelirken yolda Zeki’yi arayıp haber vermişti. Ne ile karşılaşacağını bilmiyordu. Yardımcısını beklese iyi olacaktı. Hızlı düşünüp doğru karar vermeliydi. Bir kişinin daha öldürülme riskini göze alamazdı. Sonunda tek başına girmeye karar verdi.

Silahının emniyetinin açık olup olmadığını kontrol etti. Yavaş adımlarla aralık kapıdan içeri doğru süzüldü. Evin içi morg gibi kokuyordu. Koridorda ağır ağır ilerlerken yere bir şey düştü ve kırıldı. Bir gölgenin, arkasından kendisine doğru yaklaştığını sezinledi.  Gölgeye doğru döndü ve silahını karanlığa doğrulttu. Tam bu sırada ensesinde bir yanma hissetti, karanlık daha da koyulaşır gibi oldu ve olduğu yere yığıldı.

***

“Tebrik ederim Başkomiser. Bunu sana tüm samimiyetimle söylüyorum. Cinayetleri aydınlattın fakat bu, hayatında çözdüğün son cinayet dosyası olacak, hatta kayıtlara geçmeyen bir dosya.”

Arkasındaki sesin elindeki silah boynuna bir balyoz gibi indi ve tekrar bayıldı.

***

Kendine geldiğinde kollarını hissetmiyordu. Başında müthiş bir ağrı vardı. Karşısındaki elleri ve ayakları bağlı olan kişi Mehmet Solakel olmalıydı. Yaşıyordu fakat canlı bir ruh gibiydi. Başkomiser Cengiz’e boş boş bakıyordu. Uzamış sakallarından ve tırnaklarından katillerin –artık iki kişi olduğu kesinleşmişti- uzun zamandır misafiri olduğu anlaşılıyordu. Onun arkasındaki uzun boylu, sarı saçlı kadın ise Neslihan Solakel olmalıydı.

Katil, Başkomiser Cengiz’in kendisine geldiğini görünce, “Korkma! Seni o şerefsiz gibi öldürmeyeceğiz. Ama hemen merakını gidereyim. Kız kardeşim sana, sinir sistemini belli bir süre devre dışı bırakan bir ilaç verdi. O yüzden boş yere debelenmesen iyi edersin,” dedi ve Başkomiserin kulağına eğilerek fısıltıyla konuşmaya başladı. “Sana kız kardeşimden bahsetmek istiyorum. Kendisi Rusya’da tıp eğitimi aldı. Saatlere de aşırı derecede meraklıdır.”

Başkomiser Cengiz’den ses çıkmayınca, “Ama böyle olmuyor sen de katıl sohbetimize,” dedi.

Katilin bu sözleri üzerine Başkomiser Cengiz, karşısında ayakta duran sarı saçlı kadına, “Sen bir doktorsun. İnsanların hayatlarını kurtarırsın.  Hüsamettin Bozkurt’u öldüren zehri sen hazırladın. Neden yaptın bunu?” dedi.

Fakat kadından herhangi bir cevap alamadı. Onun yerine  arkasındaki ses kulağına eğildi ve konuşmaya başladı. “Bir dakika. Burada araya girmek zorundayım. Kendisi sizi duyamaz maalesef.” Eliyle Mehmet Solakel’i göstererek, “Şu gördüğün insan müsveddesinden küçükken gördüğü şiddet yüzünden duyma yetisini kaybetti,” dedi ve elinin tersiyle Mehmet Solakel’ in yüzüne sert bir tokat attı. Ardından Başkomisere doğru döndü ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti: “Aldığı ilacın etkisiyle hissedemiyor hatta konuşamıyor ama olsun.”

Saatine bakıp kız kardeşine odadan çıkmasını işaret etti. Masanın üzerinde duran İlahi Komedya’yı eline aldı ve okumaya başladı:

“Niçin yüreğinde korku besliyorsun?”

“Niçin cesaretten, güvenden yoksunsun?”

“Ölmedim ama diri de değilim”

“Ruhlar var ateşlerin arasında, her biri yakalanmış kendisini yakacak olana.”

“Günahlarım korkunçtu; ama sonsuz bağışlayıcının kolları uzundu, başvuran herkesi bağrına basıyordu.”

“Bu kadar yeterli Başkomiser,” diyerek kitabı kapattı ve kütüphaneye koydu.

Başkomiser Cengiz’in gözleri kütüphanedeki Suç ve Ceza’ya, Kreutzer Sonat’a, Kayıp Cennet’e takılmıştı.

Bunu fark eden katil, “Polisiyeyi ve gizemi okumayı seviyorum. Tavsiye ettiğin bir kitap varsa lütfen söyle,” dedi ve ardından kahkaha atarak odadan çıktı. Yan odadan konuşmasını sürdürdü.

“Kara, sert polisiyeleri daha çok severim.”

***

Katilin elinde şırıngayla odaya döndüğünü görünce, “Neden yaptın bütün bunları?” diye bağırdı Başkomiser Cengiz.

Katil, “Sakin ol Başkomiser. Buradan sağ çıkamayacaksın. Anlatacağım ama ilk önce şunun yemeğini vermeliyim,” diyerek elindeki iğneyi Mehmet Solakel’in koluna batırdı. Adam hiç tepki vermedi. Ölümü kabullenmiş bir hali vardı. Bir an önce bitsin bu iş der gibiydi. İşini büyük bir ustalıkla tamamlayan katil, Başkomiserin karşısına bir sandalye çekip oturdu ve anlatmaya başladı.

“Biz çocuktuk ya. Oyun oynardık bütün çocuklar gibi. Dünyadan en büyük beklentimiz oyun için bir arkadaşımızın olmasıydı. Dünya, bana istediğin bir şey var mı diye sorsa neyi isterdim biliyor musun? Hep çocuk olarak kalmayı isterdim. Büyüyüp de günahla tanışmayı, öfke, nefret, intikam gibi duyguları tatmayı istemezdim. İnsanların ikiyüzlülüğünü, acımasızlığını, merhametsizliğini, kendini beğenmişliğini görmek istemezdim. Bunları sana niye anlatıyorsam? Sen de onlar gibisin. Senin de ruhun onlarınki gibi satılık.  Kendini katillerin peşinde koştuğun için temiz zannetme sakın. Kızmıyorsundur umarım. Birkaç şey daha söylemek istiyorum iznin olursa. Bu ülkede birileri birilerini öldürür, birileri birilerine tecavüz eder, birileri de bunları ertesi sabah unutur. Bu hep böyle oldu şimdiye kadar. Bundan sonra da pek değişeceğini zannetmiyorum ama benim yaptıklarımı kimse unutmayacak.”

Ayağa kalktı, camdan dışarıya baktı. “Yardımcın da nerde kaldı? Seni öldürmeden gelse de hep beraber sohbet etsek.”

Perdeyi çekerken konuşmasını sürdürdü. “Bir soru sormuştun değil mi? Hemen yanıtlayayım. İntikam için değil içimdeki çocuğun tekrar gülümseyebilmesi için yaptım. Annemin, gözümün önünde öldürülmesini hiçbir zaman unutamadım.”

Masanın üzerinde duran camı kırık saati eline aldı. “Bu saate iyi bak. Bu saatte annemin kanı var. Annemi saat tam altıda öldürdüler. Annemi koruyamadım onlardan.  O günden beri benim için zaman hiç ilerlemedi. Yüzüme yediğim tokatla birlikte yere düşünce saatimin camı kırıldı.”

Arkasına döndü ve Mehmet Solakel’in bir ölü gibi cansız olan elini tutarak, “Bu eller annemi, beni, kız kardeşimi öldüren, o gün saatimin camının kırılmasına neden olan eller…  Bu ellerin bir daha hiçbir canlıya zarar vermesine izin vermeyeceğim.”

“Peki, her şey tamam, neden o hayat kadınlarını öldürdünüz?” diye cılız bir sesle sordu Başkomiser Cengiz.

Katilin yüzünde alayla karışık bir gülümseme belirdi.

Başkomiser Cengiz’in suratı acıyla çarpıldı. “Bu kadar alçak olamazsın herhalde. Hedef şaşırtmak için mi öldürdün o masumları?” diye oturduğu yerde inledi.

“Başkomiser, bu dünyada masumiyet diye bir şey yok, kendini kandırma. Ayrıca evet, onları hem planımı uygulamaya zaman kazanmak amacıyla hedef şaşırtmak için hem de yaşadıkları o iğrenç hayattan kurtarmak için öldürdüm.”

“Sen  bir ruh hastasısın gerçekten. İnsanların kaderlerine karar veremezsin, bunun cezasını çekeceksin,” dedi Başkomiser Cengiz son bir güçle.

Katil, “Ee yeter bu kadar saçmalık. Kes sesini! Sen şimdi görürsün,” diyerek elini belindeki silaha uzattı, fakat yan odadan gelen silah sesi onu durdurdu. Yavaş adımlarla Mehmet Solakel’e doğru yaklaştı, bir gözü Başkomiser Cengiz’deydi. “Gördün mü? Bak o kavuştu, annem beni de çağırıyor, gitmem gerek, hoşça kal Başkomiser,” dedi ve ani bir hareketle silahını belinden çıkarıp Mehmet Solakel’e iki el ateş etti, sonra  titreyen ellerinin arasındaki silahı kendi kafasına dayadı ve hayatında son kez tetiğe dokundu.

Başkomiser Cengiz’in gözü duvardaki saate kaydı bir an. Yelkovan on ikinin üzerindeki yerini yavaş yavaş terk ediyordu. Gözlerini duvardaki saatten alıp yerde kan gölünün içinde kaybolmaya başlamış varlığa çevirdi. Zeki’nin cansız bedeni yattığı yerden kendisine gülümsüyordu.

 

Mert Çetin

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU