Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Bir Suç Hikayesi Dinle ya da Oku: Tetik ??

Diğer Yazılar

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

KARMANIN RENGİ: TURUNCU

Ahmet Küçükkerniç
Ahmet Küçükkerniç
AHMET KÜÇÜKKERNİÇ, 1972 yılında Konya’da doğdu. Eğitimini Karaman’da tamamladı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra doğum gününde hediye edilen Agatha Christie polisiyesiyle, polisiye alanına okuyucu olarak ilk adımını attı. Sonraki yıllarda polisiye alanında birçok romana sahip oldu. Polisiye Yazarı olabilmek için işin özünü kavramak amacıyla otopsilere girdi, olay yeri incelemelere katıldı, cinayet dosyalarını araştırmaya ve zanlı sorgulamalarını takibe aldı. Suçu ve suçluyu daha yakından tanımak için sıra dışı bir yönteme başvurarak hapse girdi, on gün cezaevinde kaldı. Halen gözlerden uzak bir yerde romanlarını yazmaktadır. Tarçın adındaki kedisiyle birlikte yaşamaktadır. Yaptıkları işten dolayı temizlik işçilerine hayranlığı bulunmaktadır. Yayımlanmış eserleri: Şeytanın Çırağı Kan Sıcağı Yedi Kapı Kelebeklerin Göçü Kıskaç/Yıldız Suikasti Beni Kim Öldürdü

Hayatta zor sandığınız ne varsa, günü geldiğinde “Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum,” demenize sebep olabilir. Bu gece hayat bana şunu öğretti:

“Bu hayatta imkânsız diye bir şey yoktur. Zor olanlar ise çocuk oyuncağıdır…”

Bunları şu anda önümdeki yatakta kanlar içinde çırılçıplak halde yatan iki kişin önünde düşünüyorum… Çünkü az önce bir silah patladı. Bir silahı kavrayan parmaklardan biri, soğuk bir tetiğe iki kez bastı… Ve soğuk demirden iki bedene iki küçük ateş yağdı. Ateş, cürmü kadar yeri yakmış ve iki bedeni, dünyaya geldikleri gibi diğer tarafa yollamıştı. Çırılçıplak…

Ellerim barut kokuyordu ve belki de bu tetiği çeken, çok uzaklardaki başka bir kişiydi…

Bir haftalık gece nöbetimin dördüncü günündeydim. Gece on ikide devraldığım nöbetime gelmeden önce mutlaka birkaç saat uyumayı kendime adet edinmiştim. Fakat dün sabah maaş günü olması ve gün boyunca bitirmeye çalıştığım ödemeler, gündüz üç saat kadar uyumama sebep olmuştu. Bütün düşüncem bir an önce işlerimi bitirip eve gitmek ve gece tekrar edeceğim nöbet için yaklaşık beş ya da altı saat uyumaktı…

Ama olmadı…

Mahallemde ve hem de evimin bulunduğu sokağın bir arka sokağında yapılan açık hava düğünü, bütün uyku planlarımı alt üst etmeye yetmişti. Sokağa kurulan hoparlörlerden bütün mahalleye yayılan Roman havaları yorgun zihnimin dinlenmesine bir türlü izin vermiyordu. Çare yoktu. Gece nöbetinde dayanabildiğim kadar dayanacak ve belki kaçak göçek aralıklarla birkaç saat gözlerimi dinlendirebilecektim…

Ama olmadı…

Bir mezarlıkta gece bekçisiydim ve mezarlığın metruk köşelerini ya tinerciler ya da şarapçılar mesken edinmişti. Arada sırada sanki koca İstanbul’da yer kalmamış gibi barbut atmak için gelen yeni yetmeler de ölüleri ziyaret etmekten geri durmuyorlardı. Gözlerim uykuyla mücadele etmeye başladığı andan itibaren sinirlerim de yavaş yavaş gerilmeye başlamıştı. Babadan kalma Kırıkkale belimdeydi. Aslında bizim silah taşıma yetkimiz yoktu. Çünkü mezarlıkta çalınacak bir şey yoktu. Sadece ölüler ve biz. Lakin itin uğursuzun ne halt edeceği belli olmazdı ve benim anam ağlayacağına onların anasının ağlamasını tercih edecek bir yapıya sahiptim…

İlkin tinerciler düştü mekâna…

Dört tane zibidi ergen, bağıra çağıra birbirlerine ana avrat küfrediyordu. İçimden aynı küfürleri ben de ediyordum. Tabii bir de burayı mezarlık yapanlara. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yere ölüsünü gömmeye gelenler bile bu duruma isyan ediyordu ki, ben diri halimle her gün buraya gelip gidiyordum…

Saat beşe geliyordu. Çayı demlemiş, demini almasını bekliyordum. Belki üzerime üzerime gelen uykuyla mücadelemde bana belimdeki Kırıkkale’den daha fazla yardımcı olacak bir silah gibi davranabilecekti.

İşte o anda bir şey oldu…

Mezarlık kapısının önünde duran bir motorun düdüğünü duydum. Gelen Şükrü’ydü. Normalde sabah sekizde nöbet alacaktı, ama üniformasını giymiş, kapının önünde kapıyı açmamı bekliyordu.

“Tevfik! Hadisene lan! Bak giderim ha!” diye bağırdığında çoktan otomatik kapıyı açan düğmeye basmıştım bile. Motorunu kulübenin önündeki kaldırma koyduktan sonra içeri girdi. “Çay mı o? Yeni demledim de lan Tevfik!”

“Yeni demledim. Bir yarım saate kendine gelir,” dedikten sonra, “Hayrola? Evden mi kovdular?” diye sordum

“Onun gibi bir şey” dedikten sonra, demliğin kapağını kaldırıp, daha çökmemiş çaya baktı. “Kaynanam da seviyor anam avradım olsun!”

Oysa Şükrü evli bile değildi… Ve annesi istese de avradı olamazdı, çünkü iki yıldır elli metre uzaklıktaki bir çukurun içinde yatıyordu. Belki de Şükrü, dünya üzerinde annesinin mezarını en çok ziyaret eden insanların başında geliyordu. Tabii bu ziyaretleri için üste asgari miktarda bir ücret de alıyordu. Kısacası Şükrü, her şartta kazanıyordu.

“Babam,” dedi boş olan diğer sandalyeye otururken…

Şükrü’nün babası bir pavyonda klarnet çalıyordu ve eve sabaha karşı geliyordu. Tabii oldukça alkollü bir halde…

Bu gece de aynısı olmuştu. Pavyon çıkışı zil zurna evine gelen Bekir ağabey, yatağına giden yolda ne varsa devirmiş ve gecenin o saatinde çıkardığı gürültüden dolayı Şükrü’nün uyanmasına sebep olmuştu. Çift kişilik yatağında tek kişilik uykuya dalan Bekir ağabeyin eve girerken çıkardığı gürültüler şekil değiştirmiş ve yatak odasından bütün eve yayılan bir horlama resitaline dönüşmüştü. Bir de yaşadığı mahalledeki başka sarhoşlar Bekir ağabey gibi sızıp adam gibi horlamak yerine, ya keyiflerinden ya da efkârlarından havaya ateş açtıklarından Şükrü ile uykusu arasında yeller esmeye başlamıştı. Uykusu kaçan Şükrü ise bu detone horlamayı dinlemek yerine, bana iyilik yapmak maksadıyla yola düşmüş ve nöbete gelmişti.

“Hadi sen git birader,” dedi. “Bu bir demlik çaya inan gözüm gibi bakacağım…”

Son taksitini bugün ödediğim motoruma atladım. Zehra’ya sarılıp uyuyacaktım. Hatta belki de bugün, yataktan hiç çıkmayacaktım.

Yaz aylarındaydık ve daha bir yıldır evli olduğum karım şimdi en çekici haliyle yatakta uzanmaktaydı. Sıcak diye giymediği geceliği dolabın en ücra köşesindeydi ve en ücra yerlerini saran iç çamaşırları da tam olarak üzerinde olmalıydı. Bu konuda Şükrü’den daha şanslıydım. Karıma sarılıp belki de uyumadan önce biraz yaramazlık yapmanın hayaliyle gaza yüklendim. Yollar bomboştu ve asfalt altımdan kayıyordu. Trafik lambaları bile benden yanaydı. Uzaktan kırmızı yanan ışıklar, ben yaklaşınca yeşile dönüyordu ve her trafik lambası arkamdan avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

“Hızlan Tevfik! Genç karının yumuşak teni seni bekliyor!”

Kaldırıma park ettiğim motorumu, bahçe duvarındaki demirlere kilitleyip, hızla apartmanın kapısından binaya daldım. Merdivenleri üçer beşer çıkıyordum. Zehra beni bekliyordu. Dördüncü kata geldiğimde nefes nefese kalmıştım bu nefes bana birazdan epey lazım olacaktı. Anahtarı kilide sokup yavaşça çevirdim. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra milleti rahatsız etmemek için kapıyı oldukça yavaş bir biçimde kapadım, ama beni rahatsız eden seslerin kulağıma geldiğini fark ettim.

Zehra yatak odasında, benim olmam gereken yerdeki birine, “Hadi artık giyin de git!” diyordu.

“Tamam kızım ya! Ama bir kez daha yapalım. Seninki daha dokuza kadar gelmez!” diyen başka biri vardı evde. Sekizde işten çıkacağımı ve sabah trafiğinde mezarlıktan evime ortalama bir saatte geleceğimi hesap eden biri…

“Azgın köpek,” diye kikirdedi Zehra. Bu hafta hep gece nöbetinde. Bunun yarını da var, öbür günü de var pislik!”

Yatak odasının kapısının önündeydim ve bir heykel ancak benim kadar hareketli olabilirdi… Ve az önce zorladığım nefesim asıl şimdi lazımdı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki heyecan, korku, öfke hepsi harman olmuş, beynimi zonklatıyordu. Nasıl yüründüğünü bile unutmuştum. Önce sağ ayağımı mı atacaktım, sol ayağımı mı? “Bir eşikten geçerken ilkin sağ ayağını at ki, girdiğin yerde işin yolunda gitsin,” derdi rahmetli babaannem. “Sol adımla eşikten geçen, şeytanı da yanında götürür!”

Zihnim benimle oyunlar oynarken içeriden, yatak odasından, Zehra’nın çeyizi için babasının aldığı ve gerdek gecemizde gelinliğinden çözdüğüm kırmızı kuşağı üzerine bıraktığım yatağımızın üzerinden, Zehra’nın iniltileri yükseliyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bundan sonraki hayatımda Zehra artık benim karım olamazdı. Saçından tutup evden atmak en mantıklısıydı.

Ya herifi ne yapacaktım?

Dünya küçük bir yerdi ve bu herif Zehra ile evlenmeyecek olursa ne olacaktı?

Yolda sokakta karşıma çıkarsa ne yapacaktım?

Etrafa ne diyecektim?

Kendime bu durumu nasıl anlatacaktım?

Neden zihnim beni ahret suallerine boğuyordu?

Kapıyı açıp içeri adım attığımda ilk önce hangi ayağımı yatak odasından içeri soktuğumu hatırlamıyordum. Muhtemelen yatak odasına ilk olarak sol ayağım girmişti. Sağ ayağımla girmiş olsaydım belki de karımı ve bu herifi evimden atıp bu mahalleden de defolup gidebilirdim.

Yatağımızda karımı “kırığıyla” basmıştım ve kalbim gerçekten çok kırılmıştı… İkisi de korkuyla bana bakıyordu. Silahımı bile elime ne zaman aldığımı hatırlamıyordum. Sol ayağımla yatak odama soktuğum kendi şeytanım, elimde sımsıkı kavradığım Kırıkkale’yi de doldurmayı ihmal etmemişti.

Kulaklarım uğulduyordu. Karşımdaki iki çıplak insan bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu…

Bir silahın horozu sabaha karşı iki kere öttü.

Bu gecenin herhangi bir yarısındaki, herhangi bir mahallenin, herhangi bir sokağında patlayan bir silah, sabaha karşı beni iki kişinin katili etmişti…

Zehra’nın sıcacık diye hayal ettiğim bedeni ağır ağır soğumuştu.

Şimdi benim anam da ağlıyordu, onun anası da…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar