Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Futbol Asla Sadece Futbol Değildir | Hikaye | İki Messi Bir İpte Oynamaz

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Reha Avkıran
Reha Avkıran
Reha Avkıran, GIRGIR dergisinde mizah öyküleri yazdı. Yine aynı dergide karikatürleri yayınlandı. Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunu olan yazar, bir kamu kuruluşunda 25 yıl çalıştıktan sonra kendi deyimiyle özgürlüğüne kavuştu. Reha Avkıran 1962 doğumludur. Reha Avkıran'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

On beş-on altı yaşlarındaydı. Kaldırımda yatıyordu. Parçalanmış kafasından akan kanlar, iki gün önce yağan kardan arta kalanları kırmızıya boyamıştı.

“Hah,” dedi Olay Yeri İnceleme Şubesi’nden Oktay Komiser, “biz de sizi bekliyorduk.”

Delikanlının cansız bedeninin yanına çömelen Amirim, “Kötü dağıtmışlar kafasını çocuğun,” dedi. “Cinayet silahını bulabildik mi?”

“Beyzbol sopası,” diye cevap verdi Oktay Komiser. “Yüz metre ötede bir evin bahçesine atmışlar.”

“Sol dizinden de darbe almış sanki,” dedi Amirim.

“Adli Tabip de aynı şeyi söyledi, dizinde de kırıklar varmış,” diye cevap verdi Oktay Komiser. “Ailesiyle görüşmek isterseniz minibüse aldım.”

“Siz mi haber verdiniz ailesine?”

“Yok,” dedi Oktay Komiser, “evleri az ötede. Bağırış çağırışı duyunca gelmişler.”

“Çocuğu kim bulmuş?”

“Komşular.”

“Olayı görmüşler mi?”

“Çocuğun sesini duyup koşmuşlar ama kimseyi görememişler.”

“Elimizde sopadan başka bir şey yok mu?”

“Komşular, anası babası derken ortalık allak bullak olmuş. On metre kadar ilerde, duvar dibinde kalmış karların üzerinde kanlı bir ayak izi bulduk, çocuklar kalıbını çıkartıyorlar.”

Minibüse doğru ilerlerken, “Annenin durumu çok kötü,” dedi Oktay Komiser, “ilk yardım ekibi kadına sakinleştirici iğne yapmak zorunda kaldı.”

Amirim minibüsün kapısına elini atmak üzereydi ki Oktay Komiser kolundan tuttu. “Ha,” dedi, “aklıma gelmişken… Adam çocuğun üvey babasıymış. İlk kocası kadın daha çocuğa hamileyken öldürülmüş. Çocuk iki yaşında filanken de bu adamla evlenmiş.”

Emine Demirtuğ alnını öndeki koltuğun arkasına dayamış, sessizce ağlıyordu.

Karısının elinden tutmakta olan Tahir Demirtuğ, “Dershaneden dönüyordu,” dedi, “önümüzdeki sene üniversite sınavlarına girecekti.”

“Olay sırasında siz evde miydiniz?” diye sordu Amirim.

“Evet. Komşuların seslerini duyunca çıktık dışarı.”

“Son zamanlarda sorun yaşadığı birileri var mıydı?”

“Kavgacı bir çocuk değildi Oğuzhan. Bildiğim kadarıyla kimseyle bir sorunu yoktu.”

Belediyede temizlik işçisi olarak çalışıyormuş Tahir. Karısı da evlere temizliğe gidiyormuş.

“Futbol oynardı oğlumuz… Hocası çok umutluydu kendisinden… Büyük futbolcu olacak bu çocuk, milli formayı giyecek birkaç sene içinde, derdi. Ama biz, aman oğlum, topunu oyna ama okulunu da ihmal etme, Allah korusun bu işin sakatlığı da var, elinde bir diploman, mesleğin olun derdik hep. O da spor akademisinde okumayı kafasına koymuştu. Futbolu bıraktıktan sonra teknik direktörlük yapmak istiyordu…” Gözlerindeki yaşları sildi. “Büyük şehrin kahrını oğlumuza iyi bir gelecek sağlayabilmek için çekiyorduk. Emeklilik yaşım çoktan geldi. Köyümüze yerleşip emekli maaşımla geçinebilirdik ama Oğuzhan okusun istedik. Yoksa biz ne diye bu yaşımızda halâ el alemin pisliğini temizleyelim.”

Minibüsten inmiştik ki, mahalle sakinlerinden bir adam yanımıza geldi.

“Birgün bu mahallede birinin başına böyle bir şey geleceği belliydi,” dedi, “defalarca karakola başvurduk ama hiçbir şey yapmadılar.”

“Ne için başvurmuştunuz karakola?” diye sordu Amirim.

“Tinerciler için,” diye cevap verdi adam. “Bir üst sokakta metruk bir bina var, orayı mesken tuttular. Milletin önünü kesip para istiyorlar.”

Karakoldan bir polis memuru önümüze düşüp bizi tinerci çocukların barındığı binaya götürdü. Yıkıntılar arasındaki bir varilin içinde yaktıkları ateşin etrafında ısınmaya çalışan üç-beş çocuk gördük. Birkaç tanesi de eski püskü çaputlara sarılıp duvar diplerine serilmişlerdi.

“Uçmuş bunlar,” dedi Amirim, “ayakta duracak halleri yok.”

Evi göstermek için bizimle birlikte gelen polis memuru, “Alalım mı Amirim?” diye sordu.

“Gerek yok,” diye cevap verdi Amirim, “üstlerini başlarını kontrol edelim yeter.”

Çocukların varla yok arası giysilerini ve ayakkabılarının altlarını kontrol ettik. Bırakın kan lekesini, çoğunun ayakkabısının tabanı bile yoktu.

Arabaya binerken, “Bir şey çalınmamış, çocuğun cüzdanına ve telefonuna dokunulmamış,” dedi Amirim, “bu iş tinerci işi filan değil.”

 

***

Ertesi sabah Oğuzhan’ın okuluna uğradık. Okul yöneticileri ve öğretmenleri delikanlının örnek bir öğrenci ve insan olduğunu söylediler. Notları iyiydi ve şimdiye kadar disiplinle ilgili herhangi bir sorun yaşamamıştı. Yakın arkadaşlarıyla konuştuk. Arkadaşlarının kimseyle bir sorunu olmadığını söylediler.

Dershaneden de işimize yarayacak bir şey çıkmadı. Oradaki öğretmenleri ve arkadaşları da Oğuzhan’ın ne kadar iyi bir insan olduğunu anlattılar.

Merkeze dönerken, “Herkes tarafından sevilen bir çocukmuş,” dedim.

“Sevmeyen, hatta nefret eden biri varmış,” dedi Amirim. “Çocuğun kafası parçalanmıştı. Böyle bir şeyi ona ancak çok fazla hınç duyan biri yapmış olabilir.”

 

***

Tahtaya işlediğimiz zaman çizelgesinin üzerinden tekrar geçerken beyzbol sopasının üzerinde iki ayrı kişiye ait parmak izinin bulunduğu haberi geldi. Birisi, karısı ve karısının aşığını öldürerek on yedi yıl hapis yatan Sadullah Polatkan adlı sabıkalıya aitti. Diğeri ise, hırsızlık, kapkaç gibi suçlardan sabıkalı Ramazan Tüzgen’in parmak izleriydi.

Sadullah’ın nüfus bilgilerine girdiğimde Oğuzhan’ın annesiyle kardeş olduklarını öğrendik. Biraz daha kurcalayınca, öldürdüğü karısının aşığının da eniştesi olduğu ortaya çıktı.

“Adamı öldürdüğü yetmemiş, sülalesinin kökünü kazımaya azmetmiş herhalde,” dedi Amirim.

 

***

Sadullah’ın çalıştırdığı kahvehanede tüm masalar doluydu. Tavla pulları ve okey taşlarının gürültüsüne kallavi küfürler eşlik ediyordu. İçeri girdiğimizi görünce, kapıya yakın masalarda oturanlar ellerindeki sigaraları gizleme telaşına düştüler.

“Dumanları nerenize sokacaksınız acaba?” diye homurdanan Amirim çay ocağına doğru yürüdü. İçerdeki uğultu kesilmiş, tüm gözler üzerimize kilitlenmişti.

Elli-elli beş yaşlarında, beyaz saçlı ve sakallı bir adam, bardakları kuruladığı bezi tezgaha bırakarak, “Hayırdır beyler?” diye sordu.

Adama kimliğini gösteren Amirim, “Sadullah sen misin?” diye sordu.

“Benim,” diye cevap verdi adam.

“Ramazan kim?”

Elinde tepsiyle çay servisi yapmakta olan on sekiz-yirmi yaşlarındaki genci işaret etti Sadullah.

“Bir şey mi vardı Amirim?”

“Bizimle geliyorsunuz.”

Sadullah’ın rengi attı: “Bir yanlışlık olmasın Amirim?”

“Yanlışlık yok,” diye cevap verdi Amirim, “takım kurduk, iki kişi eksik olduğundan maç yapamıyoruz.”

Sadullah şaşkın gözlerle bakakaldı.

“Niye şaşırdın?” dedi Amirim, “sizin de beyzbola meraklı olduğunuzu duyduk.”

 

***

Sadullah, Oğuzhan’ın öldürüldüğünü öğrendiğinde dondu kaldı.

“Bırak bu şaşırmış numaralarını,” dedi Amirim, “senin beyzbol sopanla öldürülmüş çocuk.”

Sadullah’ın gözlerinde yaşlar birikmişti. “Benim yaptığımı mı düşünüyorsunuz?” dedi.

“Sopanın üzerinde senin ve çırağının parmak izleri vardı.”

“Bunu neden yapayım ki? Yeğenimdi o benim.”

“Bıçakla deştiklerin de karın ve eniştendi.”

Sadullah yalvaran gözlerle baktı. “Yaptığım şeyle övünmüyorum ama o iş başkaydı Amirim. Durup dururken dellenmedim ya. Yatağımda yakaladım ikisini.”

“Kardeşin hiçbir zaman affetmemiş seni. Cezaevinde bir kere bile ziyaretine gelmemiş, çıktıktan sonra da yüzünü görmek istememiş.”

“Suçun kocasında değil karımda olduğunu düşünmüştü çünkü, hala da öyle düşünüyor. ‘Adam olaydı da karısına sahip çıkaydı, dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşinden gitmez,’ demiş.”

“Sen de kardeşinin bu laflarını hazmedemedin ve…”

“Gözünü seveyim Amirim, hiçbir günahı olmayan sabiden ne isteyeyim. Kardeşimin beni hiçbir zaman affetmeyeceğini anladıktan sonra bir daha semtlerine bile uğramadım.”

“Bırak palavrayı! Gizliden gizliye izliyormuşsun Oğuzhan’ı.”

“Yok Amirim, ne izlemesi. Kahvedeki arkadaşlardan duymuştum amatörde futbol oynadığını. Birkaç kere maçını seyretmeye gittim merakımdan. Ben cezaevine girdiğimde çocuğum yoktu. Artık bu saatten sonra da olacağı yok. Yeğenimi merak etmiştim. Koca delikanlı olduğunu, futbol oynadığını görünce sevindim, mutlu oldum.”

“Dün akşam neredeydin?”

“Kahvedeydim. Gece yarısından önce kapatmayız. Bir kahve dolusu insan var şahitlik edecek.”

“Peki ya Ramazan?”

“O da kahvedeydi. Üstelik sabaha kadar. Evi barkı yok, kahvede yatıp kalkıyor gariban.”

“Belki de ona işlettin cinayeti. Koruyor kolluyor ayağıyla çocuğu kendine vicdanen borçlu hissettirdin, bir iyilik istediğinde o da ikiletmedi.”

“Ben gençliğimi hapislerde harcadım Amirim. Birkaç yıl öncesine kadar Ramazan’ın yolu da yol değildi. Benim yaptığım gibi bir cahillik de o yapmasın, hayatını mahvetmesin diye sahip çıktım çocuğa. Hayatını düzene soktu. Dışarıdan liseyi bitirdi, üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Ona böyle bir kötülüğü neden yapayım?”

“Yürüyerek mi gitti lan o sopa Emek’ten Beşevler’e?”

“Bazen müşteri az olduğunda oyun oynayanları izler, sohbet ederim. Böyle zamanlarda çayını kendi alanlar olur. O sırada biri almış olabilir sopayı.”

“Müşteriler arasında daha önceden takıştığın birileri var mı? Bir nedenle sana kin besleyen?”

“Dört yıl oldu cezaevinden çıkalı, o zamandan beri değil birileri ile takışmak, kimseye sesimi bile yükseltmedim.”

Ramazan’ın sorgusundan da bir şey çıkmadı. Her ikisinin de cinayet saatinde kahvede olduklarına tanıklık eden onlarca kişi vardı. Kahvehanede ve Sadullah’ın evinde yaptığımız aramalarda da kanlı giysi ya da ayakkabı bulamadık. Şimdilik ifadelerini imzalatıp serbest bırakmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.

 

***

Ertesi gün Anıttepe Spor Tesisleri’ne gittiğimizde Oğuzhan’ın takımı Beştepegücü’nün antremanı henüz bitmişti.

“Çocukların morali çok bozuk, o yüzden kısa kestim idmanı,” dedi saçlarını kazıtıp sakalını koyvermiş çakma Guardiola. “Yazık oldu çocuğa. Çok yetenekliydi. Her iki ayağını da kullanabiliyordu ve müthiş bir oyun zekası vardı.”

“Anlaşamadığı birileri var mıydı takım içinde?”

“Oğuzhan uyumlu çocuktu. Takımda sevilirdi ve sözü dinlenirdi. İki ay önce kaptan yaptım kendisini bu yüzden.”

“Kendisine rakip görüp de…”

Çakma Guardiola, sözümü bitirmeme fırsat vermedi.

“Onun rakibi yoktu. Yeteneğini tüm arkadaşlarına kabul ettirmişti. Onu Messi diye çağırırlardı.”

 

***

Tesislerden çıkarken, “Haklısın, o kadar iyi bir çocukmuş ki, elimizde tek bir şüpheli bile yok,” dedi Amirim.

Arabaya bineceğimiz sırada elinde spor çantası olan eşofmanlı bir genç yanımıza geldi.

“Siz polis misiniz?”

“Evet,” dedi Amirim, “sen kimsin?”

“Ben Oğuzhan’ın arkadaşıyım,” diye cevap verdi genç, “adım Koray.”

“Bize söylemek istediğin bir şey mi vardı Koray?”

Koray tedirgin bir şekilde etrafına baktı. “Size benim söylediğimi kimseye söylemeyeceksiniz ama!”

“Tamam Koray, söz. Nedir bize söyleyeceğin şey?”

Koray’ın gözleri tekrar etrafı taradı. “Bizim takımdan Volkan’dan şüpheleniyorum ben.”

“Oğuzhan’ı sevmez miydi bu Volkan?”

“Hiç sevmezdi. Hoca kaptanlığı ondan alıp Oğuzhan’a verince çıldırdı, antremanda sakatlamaya çalıştı Oğuzhan’ı, kavga ettiler.”

 

***

Tesislerden ayrılmak üzereyken yakaladık Guardiola’yı.

“Çocuk bunlar Amirim,” dedi. “Her takımda olur böyle ufak tefek sorunlar. Önce kavgaya tutuşurlar, iki saat sonra barışırlar.”

“Kasıtlı olarak sakatlamaya çalışmış bu Volkan Oğuzhan’ı.”

“Bu yüzden kadro dışı bıraktım ben de kendisini. Ertesi gün bütün takımın önünde hem benden hem de Oğuzhan’dan özür diledi, olay tatlıya bağlandı.”

Bağlanmamış da olabilirdi. Volkan antreman bitiminde tesislerden ayrılmış olduğundan kendisiyle konuşamadık.

Hocasından aldığımız adrese gitmek için arabamıza binerken, “Ben bu Volkan’dan kıllandım,” dedim Amirime.

“Çocuğu daha görmedin bile,” dedi.

“Görmeme gerek yok,” dedim, “adı Volkan olup da arıza olmayan futbolcu görmedim bugüne kadar.”

 

***

Kapıyı kırk yaşlarında, zayıf ve yorgun yüzlü bir kadın açtı. Oğlunun ve kocasının evde olmadığını söyledi. Polis olduğumuzu ve Volkan’la görüşmemiz gerektiğini söylediğimizde arkamızdan gelen telaşlı sesi duyduk: “Oğluma bir şey mi oldu yoksa?”

Volkan’a bir şey olmadığını, sadece bir konu hakkında bilgisine başvurmak istediğimizi söyleyince sakinleşti adam. Bizi içeri davet etti.

Oğuzhan cinayetini araştırdığımızı söyledik. Tahir Kutur, “Duydum,” dedi, “yazık oldu çocuğa.” Günün erken bir saati olmasına karşın nefesi alkol kokuyordu. “İyi bir futbolcu olabilirdi, çok para kazanabilirdi o çocuk,” dedi sigarasını yakarken.

“İzlemiş miydiniz hiç kendisini?” diye sordum.

“Beştepegücü’nün hiçbir maçını kaçırmam,” diye cevap verdi.

“Anlaşırlar mıydı Volkan’la?” diye sordu Amirim.

“Takım dışında pek birlikte takılmazlardı sanırım,” dedi Tahir. “Hiç gelmiş miydi hanım bizim eve Oğuzhan?”

“Yok,” dedi çay servisi yapmakta olan karısı, “gelmemişti.”

Tahir oturmakta olduğu nuh nebiden kalmış çekyatın kapağını açıp yerel bir gazete çıkardı, spor sayfasındaki iki sütunluk fotoğraflı bir haberi gösterdi: “Bakın,” dedi, “çok para kazanacak inşallah benim oğlum.”

Haberde Volkan’ın yetenekleri öyle bir anlatılıyordu ki, söz konusu olan amatör kümeden bir futbolcu mu yoksa Messi miydi anlayamazdınız.

Tahir oğlunu birkaç kez telefonla aradıysa da ulaşamadı. “Gene şarzı bitmiştir,” dedi, “kaç kere de söyledim hergeleye.”

Sabah ifade vermesi için Volkan’ı emniyete getirmesini söyleyerek ayrıldık evden.

“Emriniz olur Amirim,” dedi Tahir, “bizzat kendim getiririm.”

Dışarı çıktığımızda, “Oğuzhan’dan önce takımın yıldızı Volkan’mış anlaşılan,” dedi Amirim. “Gazetede yazılanlara bakılırsa o da hayli yetenekliymiş.”

“Bilemiyorum Amirim,” dedim, “bazı gazetecilerin bu tür çocuklar hakkında anlaşmalı haber yaptıklarını duymuştum.”

Arabanın kapısını açan Amirim, “O da neymiş öyle?” diye sordu.

“Amatör gençlerin haberini yapıp parlatıyorlar, kulüplere öneriyorlar, çocuk da profesyonel sözleşme yapınca transfer parasının bir kısmına konuyorlarmış.”

Arabayı hareket ettiren Amirim, “Deme ya, biz de o futbolcuları izlerken, ‘Niye almışlar bu kazmayı,’ diye şaşırıyoruz.

 

***

Volkan reşit olmadığı için Çocuk Şube’de bir pedagog gözetiminde ifadesini almamız gerekiyordu. Dokuzu biraz geçe babasıyla beraber geldi. Yaşına göre daha büyük gösteriyordu. Uyanık bir çocuk olduğu belliydi, gözleri fel fecir okuyordu. İleride başarılı bir futbolcu olur da İstanbul takımlarından birine kapağı atarsa yeşil sahalardan daha fazla gece kulüplerinde boy gösterecek bir havası vardı.

Oğuzhan’la kavga ettiklerini saklama gereği duymadı. “Hatalı olan bendim,” dedi, “Oğuzhan takıma benden sonra gelmişti, hoca kaptanlığı ona verince bozuldum. Antremanda kendisine sert girdim, yumruklaştık. Hoca da beni takımdan kovdu. Üzüntümden sabaha kadar uyuyamadım. Ertesi gün gidip hocamdan özür diledim. O da tekrar takıma dönebilmem için tüm takımın önünde Oğuzhan’dan da özür dilemem gerektiğini söyledi.”

Çocuğun tavırları bana samimi gelmişti.

“İki gün önce akşam sekizde neredeydin?” diye sordu Amirim.

Volkan hiç düşünmedi: “İnternet kafede oyun oynuyordum arkadaşlarla.”

Bu iddiasını kamera kayıtlarından kontrol edebilirdik.

Amirim bana döndü: “Senin bir sorun var mı?”

Olumsuz anlamda başımı salladım.

O ana kadar masanın öbür ucundaki sandalyede sesini çıkarmadan oturmakta olan Tahir ayağa kalktı: “Tamam mı? Artık gidebilir miyiz Amirim?”

“Tabii,” dedi Amirim, “eğer Volkan’ın ayakkabısındaki kan lekesi Oğuzhan’ın kanıyla uyuşmazsa gidebilirsiniz.”

Odadaki herkes gibi Volkan da şaşkınlıkla ayakkabılarına bakıyordu. Korkudan açılmış gözlerini Tahir’e çevirdi: “Baba!”

 

***

“O Oğuzhan denen çocuk geldikten sonra oğlumun takımda eski havası kalmamıştı. Hocası olacak şerefsiz de kaptanlığı Oğuzhan’a verince moralim bozuldu. Birgün 1. lig takımlarından birinin yardımcı hocalarının Volkan’ı izlemek için Beştepegücü’nün maçına gelecekleri haberi geldi. Nihayet talihimiz dönüyordu. Volkan profesyonel sözleşme yaptığı taktirde artık yolu açılacaktı. Maçın ardından, ekibin Volkan’ı değil de Oğuzhan’ı beğendiği konuşulmaya başlandı. Yıllardır karda kışta bu çocuğu idmanlara taşıyıp durmuştum. Tam artık emeklerimin karşılığını almaya yaklaştığım bir sırada ortaya bu Oğuzhan denen oğlan çıkmıştı. Kimdir, neyin nesidir diye soruşturunca bizim kahveci Sadullah’ın yeğeni olduğunu öğrendim.”

“Sadullah’ın cinayetten sabıkası da vardı. Sen de fırsatı ganimet bildin, suçu üzerine yıkarım diye düşündün.”

“Ailemin geleceği söz konusuydu. Volkan benim ve kardeşlerinin hayatını kurtaracak bir projeydi. Bu çocuğun iyi bir futbolcu olması için yıllarımı vermiştim. Bu bok çukurundan çıkabilmemiz için tek umudumdu.

Bir akşam metroda rastladım Oğuzhan’a. Arkadaşlarıyla konuşmalarından dershaneden döndüklerini anladım. ‘Cumaya görüşürüz,’ diyerek Beşevler durağında indi. Ben de arkasından inip takip ettim ve nerede oturduğunu öğrendim.

Cuma günü kahveye uğrayıp Sadullah’ın tezgah altında tuttuğu sopayı kimseye çaktırmadan aldım, paltomun altına gizleyerek dışarı çıktım.”

“Beşevler durağında Oğuzhan’ın metrodan inmesini beklemeye başladın. Sonra da evlerinin bulunduğu sokağa kadar izleyip çocuğun kafasını patlattın.”

“Yemin ederim Amirim, niyetim öldürmek değildi… Dizinden yaralayıp futbol hayatını bitirmeyi düşünüyordum. Ama çocuk dizine darbeyi aldıktan sonra düşerken eliyle beni tanımaması için yüzüme sardığım atkıya asıldı. Beni tanımıştı.”

“Sağ kaldığı taktirde yıllarca emek verdiğin projen çöpe gidecekti.”

Tahir gözlerini masanın üzerinde birleştirmiş olduğu ellerine dikti: “Nereden bilebilirdim benim salak oğlumun kömürlüğe sakladığım ayakkabıları giyip de ortalarda dolanacağını!”

İfadesini imzalatıp Tahir’i savcılığa sevk ettik. Volkan’ın babasının işlediği cinayetten haberi yoktu. Annesi odun getirmesi için kömürlüğe göndermiş, o da bir köşeye atılmış ayakkabıları görünce, “Babam neden attı ki yepyeni ayakkabıları, daha giyilir bunlar,” diye düşünerek ayağına geçirmişti.

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU