Bardaktan boşalırcasına yağan yağmura rağmen hızını kesmeden koşmaya devam etti. Kahrolasıca şehirde, şu yok olasıca caddeden, bir tane bile taksi geçmez miydi? O lanet arabasının bozuk olmadığı günleri görebilecek miydi acaba? Telaştan telefonunu klozete düşürmeseydi, hiç olmazsa bir taksi çağırabilirdi. “Daha taksiti bitmemişti yahu…” diye inledi koşarken. Keşke son sevgilisine kızıp evdeki sabit hattı kapattırmamış olsaydı. “Allah’ım nerede bu adam?” dedi. Koşmaktan bitap düşmüş nefesi, ses tellerini gıcırdattı. Zaten hep acelesi olduğu zamanlarda aksilikler üst üste gelirdi. Başına açılan şu işe inanası gelmiyordu. Oysa saat sabahın ikisiydi, bu vakitte sıcak yatağında olması gerekti. Şimdi ortadan kaybolmanın sırası mıydı yani?
Nihayet varmak istediği hedefe ulaştığında, vücudunda ıslanmayan bir milim yer kalmamıştı. “Ne vardı yani şehir içinden bir daire bulsaydın? İlle de müstakil villada oturacaksın?” diye söylendi. Ev sahibinin, sesini duymadığından emindi nasılsa, söylenmeye devam etti. “Neymiş efendim şehrin keşmekeşine dayanamazmış, peh… Bu dağ başında yaşamaktansa, şehirde ölürüm daha iyi.” Bahçe kapısını aşıp kapkaranlık patikadan, villanın giriş kapısına yöneldi. O, kurttan bozma kara köpeğin bağlı olmasını umdu. Sahibi yanındayken bile insana yiyecekmiş gibi bakıyorsa, yalnız yakalayınca herhalde parçalardı onu.
Parmağının ucuyla zile bir kez dokundu… Hayır, gelen giden yoktu. Kısa bir ding dong sesi daha ekledi bir öncekine. “Uyanacağı yok bunun,” diye homurdandı. Mevsimlerden ilkbahar olabilirdi fakat hava, iki saat boyunca yağmur altında koşmuş olan biri için yeterince soğuktu. Ona ulaşamadan, haberi veremeden soğuktan gebermek niyetinde değildi. Zili boş verip kapıyı yumruklamaya hatta tekmelemeye başladı. Bu da yetmedi avazı çıktığı kadar bağırarak, kakofonisine katkıda bulundu.
“Funda!.. Fundaa!… Offf… Uyansana ya… Şimdi uyumanın sırası mı? Fundaa!”
“Uyaaaaaan!” diye yırtındığı sırada, sahibinin varını yoğunu temeline gömdüğü villanın ışıkları yandı. İçeriden, sinirli olduğu ta kapı ağzından anlaşılan bir adamın sesi geliyordu. “Patladın mı be adam! Dur, açıyorum işte…” Soğuktan titreyerek geçirdiği birkaç saniyenin sonunda nihayet kapı açılabildi.
“A a, Turgut? Sen miydin? Ne işin var bu saatte burada? Hale bak ya, sırılsıklam olmuşsun. Dikilme kapıda, gir içeriye, hadi…”
“Alper… Çok kötü bbir şey o-o-oldu. Funda… Funda ne-re-de… Çabuk, Funda’ya ha-ha-haber ver…”
Takırdayan dişlerinin arasından zar zor çıkan sözlere, alelacele merdivenlerden inen kadın cevap verdi.
“Buradayım, buradayım… Neler oluyor Turgut? Bu ne hâl?”
Alper’in omuzlarına attığı battaniyeye sıkı sıkıya sarılan Turgut, derin bir nefes aldı. Titremesi azalmaya başlamıştı. Hedefine sağ salim varmış olmanın verdiği rahatlama, tüm vücuduna ılık su gibi yayılmıştı.
“Gencoy…” dedi, bir yandan sehpadan aldığı sürahiyi başına dikmeye çalışarak.
“Of, bırak şimdi su içmeyi. Gecenin bu saatinde bu halde kapıma dayandığına göre çok kötü bir şey olmuş olmalı. Yoksa… Aman Allah’ım! Gencoy Hoca kriz falan mı geçirdi yoksa?”
“Bilmiyorum…”
“Ne demek, ‘Bilmiyorum?’”
“’Gencoy ortada yok ve ben nerede olduğunu da, başına neler geldiğini de bilmiyorum,’ demek.”
“İyi de nerede olabilir? Yazlık evine baktın mı?”
“Öf Funda, ne yazlık evi? Gencoy ortada yok çünkü kaçırılmış!”
“Nee?..”
“Evet, kaçırılmış. Al bak, işte bu mektupta öyle yazıyor. Biri Gencoy’u kaçırmış ve salıvermek için bazı şartları varmış.”
Funda, Turgut’un elinde tuttuğu, sırılsıklam kâğıdı aldı. Yağmur damlalarından bazı kelimelerin mürekkebi akmıştı. Yine de içeriğin ne olduğu ayan beyan görülüyordu.
“İstediklerimi yapmazsanız, Gencoy Sümer ölür…”
***
Dedektif Dergi binasının toplantı salonunda, her biri bir köşede çaresizce bekleşen dergi yazarları, dakikalardır aynı soruyu soruyorlardı birbirlerine. Şimdi ne yapacaklardı? Psikopatın biri Gencoy Sümer’i kaçırmıştı. İstedikleri yapılmazsa ona zarar vermekle tehdit ediyordu ve en önemlisi de bundan polise ya da başka birine bahsederlerse, onu öldüreceğini söylüyordu.
“Ne yapacağız şimdi?” dedi Emel, bir gece önceki yağmurdan nasibini aldıktan sonra kurak topraklar gibi kırış kırış olmuş mektubu masaya bırakırken.
Turgut, büyük ihtimalle otuz beşinci kez hapşırdıktan sonra “Bilmiyorum Emel,” dedi. “İnan hiçbir fikrim yok. Kafam durdu resmen.”
Emel, umutsuzca oturduğu sandalyeye sırtını dayadı. Aynı anda Orçun girdi söze.
“Bir şeyler yapmalıyız. Böyle elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız?”
“Oturmayacağız elbette,” dedi Derin. “O caninin elinden Gencoy Hoca’yı kurtarmalıyız?”
Önay bir eliyle sakalını karıştırırken, düşünceli bir ses tonuyla, “İyi diyorsun da nasıl yapacağız bunu?” dedi.
“Henüz bilmiyorum,” diye yanıtladı Derin, Önay’ın sorusunu.
Gonca, “Kaçırdığına göre fidye isteyecek olmalı,” dedi ve Turgut’a döndü, “ya çok para isterse?”
Turgut birkaç saniye sessiz kaldı. Gencoy Sümer’in ve kendisinin birikimlerini hesaplıyordu. Öyle dillere destan bir birikimleri de yoktu ki. Eğer bu caninin niyeti para kopartmaksa, yanlış kişiyi kaçırmıştı. Gencoy Sümer’in holdingleri değil sadece bir dergisi ve basılı beş kitabı vardı. Ayrıca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dergicilikten ve yazarlıktan milyonlar kazanılmıyordu. Esra’nın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.
“Fakat bu gibi fidye olaylarında istenen para verilse bile kaçırılan kişiyi sağ ele geçirmek neredeyse imkânsızdır.”
Ne vakittir düşünceli ve sessiz duran Reha, “İşte tam o yüzden arkadaşlar,” diyerek suskunluğunu bozdu. “O caniyi bir an önce bulmamız gerek. Aksi takdirde sonuçları çok kötü olabilir.”
Bir süredir oturduğu sandalyede huzursuz hareketler sergileyen Güneş yerinden sıçradı. “Öldürür mü yani Gencoy Hocayı?..” diye bağırdı. Sesindeki endişe, salondaki herkesin duygularına tercüman oluyordu.
Tuğba, hâlâ ayakta duran Güneş’i teskin etmek amacıyla kolunu omzuna doladı, “Olur mu hiç öyle şey Güneş? Kim, neden öldürmeye kalksın Gencoy Bey’i? Polisiye roman mı bu? Gerçek hayat… Arkadaşlar, hemen en kötüsünü düşünmeyelim bence. Ne biliyoruz bu mektubun bir şaka olmadığını? ‘Şu polisiye yazarlara bir oyun oynayayım,’ demiş olamaz mı biri? Kim bilir, belki de Gencoy Bey biraz eğlenmek istemiştir bizimle.”
Tuğba’nın sözleri etkisini göstermek üzereydi ki Nurhan’ın konuşmaya başlamasıyla, Güneş’in ağlamaya başlaması bir oldu.
“’Olmaz,’ deme, Tuğba! Her gün haberlerde neler görüyoruz. Dünyanın çivisi çıktı. Hem, Gencoy Hoca öyle sulu şakalar yapacak bir insan değil.”
Tuğba, kollarında hıçkırmaya devam eden Güneş’in sırtını sıvazlarken, Nurhan’a doğru gözlerini belertti ve az evvel sarf ettiği sözleri inandığı için değil sırf Güneş’i ikna etmek için söylediğini belli eder bir ses tonuyla, “Belki bir başkası şaka yapmıştır…” dedi, dişlerinin arasından.
Gamze, masada boylu boyunca uzanan tehdit mektubunu işaret ederek, konuşmaya başladı.
“Aslında mektubun üzerindeki parmak izlerini ortaya çıkarabilseydik…”
Gamze’nin sözünü bitirmesini beklemeden Funda atıldı ortaya.
“Tabii, Turgut Beyimiz bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda, mektubu elinde sallaya sallaya yirmi kilometre koşmasaydı, bu dediğini yapabilirdik. Hatta belki DNA örneği bile bulunabilirdi. Ama ne yazık ki mektup sırılsıklam olmuştu.”
Turgut gözlerini kısarak, öfkeli bir bakış attı Funda’ya. “O telaşla mektubu koruyucu zırhların içine sarmayı unuttuğum için özür dilerim şekerim,” diye terslendi. ‘Şekerim’ derken yaptığı vurgu, kelimeyi sevgi sözcüğü olmaktan çıkarmıştı. “Şehir içinde otursaydın, her şey bambaşka olabilirdi tabii.”
“Sana inanamıyorum Turgut. Şu anda benim nerede ikamet ettiğimi mi tartışacağız? O mektuptan çıkacak tek bir iz bile bizi suçluya götürebilirdi. Böyle bir şeyi nasıl düşünemezsin? Sen bir polisiye yazarısın.”
Yasemin, gerilimi azaltmayı umut ederek araya girdi.
“Tartışmanın bir anlamı yok arkadaşlar. Turgut’un yaşadıklarını hangimiz yaşasak, aynı tepkiyi verirdik, bundan eminim.”
Turgut kinayeli bir ses tonuyla, “Parmak iziymiş,” diyerek sürdürdü inadını. “Bizim her semtte bir kriminoloji laboratuvarımız var ya, hemen buluverirdik suçlunun parmak izini ve hatta DNA’sını.”
“Bulurduk tabii,” diye çıkıştı Funda. “Ramazan ve Yasin’in doktor olduklarını unuttun galiba. İllâ ki Adli Tıp’tan tanıdıkları bir Kriminolog vardır. Yetkililere belli etmeden mektubu inceleyebilirlerdi.”
Ramazan ve Yasin aynı anda başlarıyla onaylayarak, gerekirse Adli Tıp’taki arkadaşlarından yardım isteyebileceklerini belli ettiler. Funda, “Gördün mü bak?” der gibi başını yana yatırdıktan sonra devam etti konuşmaya, “Ayrıca, Ayla’nın kocasının polis olduğunu da hatırlatmak isterim şekerim.”
‘Şekerim’ kelimesi sözlük anlamını yitirmeye devam ederken, Turgut’un cevabıyla salona yine sessizlik hâkim oldu. “Ben de sana, bu işe polisi karıştırırsak Gencoy’un hayatını tehlikeye atacağımızı hatırlatmak isterim.”
Lidya, “Boşuna tartışıyorsunuz arkadaşlar,” diyerek araya girdi. “Bu kişi, yazdığı mektuba parmak izini bırakacak kadar aptal olamaz bence.”
Lidya’nın sözü üzerine Ramazan, “Onu araştırmadan bilemeyiz,” dedi. “İyi de” diye karşılık verdi İhsan, Ramazan’a, “mektup sırılsıklam olmuş. Üzerinde herhangi bir iz kalmış olamaz.”
Tam Ramazan ağzını açmıştı ki “Olabilir aslında,” diyerek Selin girdi söze, “bir kitapta okumuştum, haftalarca bir bataklıkta gömülü kalmış cinayet aletinin üzerinde parmak izi bulunuyordu.”
Aytaç da aynı fikirdeydi.
“Evet, ben de benzer bir film izlemiştim. Gölün dibinden çıkarılan cinayet aletinde parmak izleri hatta DNA örneği bile bozulmadan kalıyordu.”
“Güzel söylüyorsunuz arkadaşlar ama,” diye Aytaç’ın sözünü kesti Özlem, “o dedikleriniz film ve romanlarda oluyor. Bakalım teknoloji gerçekten o kadar gelişmiş mi? Hele de bizim ülkemizde…”
Özlem’in söylediklerinden sonra koca salon sessizliğe büründü. Sessizliği bozan Murat oldu.
“Umutsuzluğa kapılmak yok. Tek ipucu parmak izi değil ya. Aklımıza gelen her ihtimali değerlendireceğiz.”
Az evvel umutlarını yitiren dergi ekibi birdenbire canlandı.
“Tabii… Bir sürü yol var o caninin izini sürebileceğimiz. Güvenlik kameraları mesela…” dedi İzzet ve devam etmek üzere derin bir nefes çekti içine. Daha nefesini salamadan Yamaç girdi söze.
“İzzet haklı. Evinin etrafında, sokakta, mahallede illâ ki kameralar vardır. Öyle değil mi Turgut?”
Turgut’un cevap vermeye bile mecali kalmamıştı. Göğsünü dayadığı masadan doğrulup “Var elbette…” demekle yetindi.
“Bence işe, Gencoy abinin son bir haftadır görüştüğü herkesle konuşarak başlayalım,” dedi Uğur. Uğur bitirmeden Turgay aldı bayrağı eline.
“Girdiği çıktığı her mekânı didik didik edelim.”
“Arkadaşlarını unutmayalım… Eski, yeni bütün arkadaşlarıyla konuşmakta yarar var,” diye ekledi Umut.
“Cep telefonu yanındaysa GSM sinyallerini izletebiliriz,” dedi Yasin.
Yasin’in ardından Bülent atıldı, “Teknolojik konularda bize yardımcı olabilecek çok iyi bir dostum var. Cep telefonu sinyallerini bulmada üzerine kimseyi tanımam.”
“Benim de Trafik Şube’den tanıdığım bir dostum var. O da bize Mobese konusunda yardım edebilir,” dedi Abdullah.
“Benim kız kardeşim Kayıp Büro’da çalışıyor,” dedi Ahmet, “güvenilirdir, kimseye bir şey belli etmez.”
“Her şeyden evvel yapmamız gereken,” diyerek söze karıştı Arkın, “Gencoy Bey’in düşmanlarını belirlemek olmalı.”
Ne vakittir konuşmayan Kerem, “Gencoy Hocanın düşmanı mı varmış?” dedi, biraz şaşkın, biraz tereddütle ve devam etti, “Kim düşman olacak Gencoy Hocaya? Adamcağızın kime ne zararı vardı ki?”
Arkın, Kerem’in sorusuna cevap vermeye hazırlanırken Hüseyin Hoca girdi söze.
“Öyle ya da böyle… Her yolu deneyeceğiz. Elimizden gelenin fazlasını yapacağız. O fidyecinin izini bulacağız ve Gencoy’u onun elinden kurtaracağız.”
“Hüseyin hocamın hakkı var,” diye söze karıştı Cem. “Ne yapıp edip Gencoy Bey’i kurtaracağız.”
“Kurtaracağız elbette,” dedi Dinçer, çoşkuyla. Onur da aynı çoşkuya kapılıp “Hem de sağ olarak,” diye ekledi.
Gamze, şimdilik ellerindeki tek delil olma özelliğini koruyan mektubu, parmaklarının ucuyla masadan alıp dikkatlice bir poşetin içine koydu. Herkes masanın etrafına toplanmış, hayati bir ameliyatın tam ortasındaymışçasına özenli ve ağır hareketler yapan Gamze’yi sessizce seyrederken, salonun kapısından gelen bir sesle, aynı anda sıçradılar. Gelen Ayşe’ydi. Kucağında kedisi Carlos ve yanında köpeği Taffy vardı.
“İnanmayacaksınız çocuklar ama bugün daha kahvaltı bile etmedim. Koşturmaktan perişan oldum. Bu yetmiyormuş gibi Carlos’la Taffy’nin bakıcısı da hastalanmasın mı? Nereye gitsem onları da yanımda götürmek zorunda kaldım.”
Dergi ekibi Ayşe’nin güne hızlı başlayıp aynı hızla devam etmiş olmasından çok, elinde tuttuğu zarfla ilgileniyorlardı. Ayşe, bir salon dolusu insanın, gözlerini eline dikmiş olduğunu fark edince, tuttuğu mektubu hatırladı. “N’oluyorsunuz yahu? Hepiniz sapsarı oldunuz. Korkmayın, bomba değil elimdeki, sadece bir mektup. Girişte, yerde duruyordu. Biri dış kapının altından atmış olmalı. Nedir acaba? İsim de yazmıyor. Açsam mı ki?..”
Ayşe, herkesin bir ağızdan, “Kıpırdama!” diye bağırmasıyla neye uğradığını şaşırdı.
Bir mektup daha gelmişti… Bu sefer, ne yağmurun azizliğinden nasibini almıştı ne de Turgut’un telaşından. Sapasağlam, olası parmak izlerini üzerinde barındırıyor olma ihtimali yüksek bir mektuptu. İçindeki kağıtta sadece tek bir cümle yazılıydı. “Sanırım artık şaka yapmadığımı anlamışsınızdır.” Üstelik bu tek cümleden daha etkili bir şey daha vardı zarfın içinde; Gencoy Sümer’in bir sandalyeye bağlanmış, üstü başı darmadağın, yüzü gözü kan içinde, perişan göründüğü bir fotoğrafı…
Turgut, salonda bir o yana bir bu yana volta atıyor, bir yandan da “Seni bulmaz mıyım? Doğduğuna pişman etmez miyim? Sen kim oluyorsun da benim en yakın dostumu kaçırıyorsun? Seni bi’ yakalayayım, anandan doğduğuna pişman edeceğim,” diye söyleniyordu.
“Dönme dolap gibi dönüp durmasana Turgut! Otur da konuşalım biraz.”
“Ne konuşacağız Ayşe? Anlattım ya az önce. Mektupları da gördün, fotoğrafı da… Delinin biri kaçırmış işte Gencoy’u. Ama bir şeyi hesaba katmamış. Bir salon dolusu polisiye yazarı… Hepimiz kafa kafaya verip bulacağız Gencoy’un yerini. Öyle değil mi arkadaşlar?”
Bütün salon aynı anda Turgut’un sorusunu yanıtlarken, Ayşe ellerini havaya kaldırıp susmaları için komut verdi kalabalığa.
“Arkadaşlar! Arkadaşlar dinleyin beni! Bu dediğiniz öyle kolay bir iş değil. Tamam, biz polisiye yazarlarıyız fakat polis değiliz. Sandığımız kadar kolay olmayacaktır Gencoy’un izini sürmek.”
“Ne yapacağız peki? Bırakalım da öldürsün mü adamı?”
“Olur mu hiç öyle şey Nurhan? Tabii ki bırakmayacağız. Sadece bu işi bizim yerimize yapacak birini bulacağız.”
Reha, sıkıntılı bir nefes çekti içine. Ensesinde at kuyruğu yaptığı saçında elini gezdirdi ve üzgün bir ses tonuyla, “Polise gidemeyeceğimizi biliyorsun, değil mi Ayşe?” dedi.
“Biliyorum Rehacım, elbette biliyorum. ‘Polise gidelim,’ demiyorum zaten. Bahsetmeye çalıştığım kişi bir polis değil. Yani artık polis değil. Adı Devran… Devran Devridaim… Benim çok eski bir arkadaşımdır. Ta çocukluktan bu yana tanırım onu. Yıllarca Cinayet Büro’da görev yaptı. Beş yıl önce bir çatışmada yaralandı ve malulen emekli edildi. Emekliliğinden sonra bir dedektiflik bürosu kurdu. İşinde ne kadar iyi olduğunu bilemezsiniz arkadaşlar. Ben Devran’ın Gencoy’u sağ salim bulacağından adım gibi eminim.”
“Devran Devridaim mi?” dedi Tuğba. “O ne öyle, roman kahramanı adı gibi?”
“Öyledir, gerçekten roman kahramanı gibi biridir o. Tanıyınca sen de göreceksin, hepiniz göreceksiniz arkadaşlar. Devran bu işi tereyağından kıl çeker gibi halledecek.”
“Öyle diyorsan…” dedi Turgut, ikna olmamış bir ses tonuyla. “Hemen şimdi ara o zaman. Ne kadar acele edersek, o kadar iyi. Sonuçta Gencoy’un hayatı söz konusu.”
Ayşe bir süre valizi andıran kocaman çantasının içinde telefonunu aradı. Sabırsız kalabalıktan uğultular yükselmeye başlamıştı. Sonunda bulup çıkardığı telefonunda, aramak istediği kişinin numarasına tıkladı. Karşı taraf ikinci çalışta açtı telefonunu.
“Alo, Devrancığım… Benim ya, ne o, şaşırdın mı? Hayırsız seni. Ne arıyorsun ne soruyorsun aylardır. Nerelerdesin bakalım?.. Ne diyorsuun? Neredeyse mafyanın elinde mi kalıyordun? Aman Allah korusun.”
Turgut, “Sadede gel artık!” dercesine gürültülü bir nefes çekti içine. Ayşe’nin bunu anlamamasına imkân yoktu. “Devrancığım, senden bir isteğim var,” diyerek, herkesin dört gözle beklediği sadede gelmiş oldu. “Aslında bütün derginin senden bir isteği var. Evet evet… Dedektif Dergi… Ha öyle mi? Demek sen de dergimizin okurlarından birisin? Ne güzel…”
“Ayşecim, biraz acele mi etsen acaba?”
“Öf, tamam Turgut. Yok canım, sana demedim. Şu anda otuz küsur kişi başımda dikiliyor da… Ben en iyisi konuya geleyim. Derhal buraya gelmen gerek. Yardımına ihtiyacımız var. Gencoy Sümer’i bulacaksın. Evet canım, doğru duydun, Gencoy Sümer kaçırıldı. Eminiz tabii ki elimizde mektuplar var. Evet canım, biz de çok üzgünüz. Ah, bilmez miyim, bütün kitaplarını çok seversin. Aslında biraz da o yüzden, ilk aklıma gelen sen oldun Devrancığım.”
***
Neredeyse akşam olmak üzereydi. Yazarların çoğu Reha’nın ısrarıyla evlerine gitmişlerdi. Gencoy Sümer’i bulma işini Devran Devridaim üstleneceğine göre orada daha fazla kalmalarına gerek yoktu. Emel, Gamze, Derin, Funda, Tuğba, Reha, Turgut ve Ayşe, Devran’ı beklemeye koyuldular.
Çok geçmeden Dedektif Devran kapıda göründü. Elli, elli beş yaşlarında olmalıydı. Uzun boylu ve yapılı olmasına karşın, hareketleri zarif ve kibardı. Dimdik duruşu, karşısındaki insanlarda ister istemez güven hissi uyandırıyordu. Kahverengi, gür saçlarını geriye taramış, belki de bu şekilde şakaklarındaki kırları ortaya çıkarmayı hedeflemişti. Üzerinde mevsime uygun ve düzgün kesimli, gri bir takım elbise vardı. Bembeyaz gömleğini, ceketiyle uyumlu bir kravatla tamamlamıştı. Cilalı ayakkabıları, pahalı olmasa bile zarif olduğu kesin kol saati ve elinde tuttuğu Bogart tarzı şapkasıyla, sanki beyaz perdeden fırlamış bir jön gibi görünüyordu. Yürürken belli belirsiz aksayan sağ bacağı, malulen emekli edilmesinin sebebi olmalıydı.
Tuğba yanında dikilen Emel’e doğru sokulup dirseğiyle hafifçe koluna dokundu. “Ayy,” diye fısıldadı. “Ne kadar da Cary Grant’a benziyor. Öyle değil mi?”
“Şşt, sussana Tuğba, duyacak şimdi.”
“Amaan, duyarsa duysun. Yakışıklı, dedik, hakaret mi ettik yani?”
“Sus dedim!”
Ayşe, “Ah Devrancığım,” diyerek kollarını açtı. “Gelmekle beni ne çok sevindirdin, anlatamam.”
Kısa bir tanıştırma faslından sonra Devran, adeta ışık hızıyla soruşturmasına başladı. Bu durum Turgut’u çok memnun etmişti. İlk andaki kadar umutsuz değildi artık. Devran’ın gerçekten de Ayşe’nin dediği gibi bu işi halledeceğine olan inancı artmaya başlamıştı.
“Turgut Bey, olayın ilk tanığı olmanız dolayısıyla sorularıma sizinle başlamak istiyorum. Öncelikle şunu sormak isterim; Gencoy Bey’in son günlerdeki hareketlerinde bir tuhaflık sezdiniz mi?”
“Hayır, gayet normaldi.”
“Yani, rahatsız edildiğinden veya tehdit edildiğinden falan bahsetmedi, öyle mi?”
“Bahsetmedi…”
Turgut konuşmaya devam etmek üzereydi ki Reha söze karıştı.
“Bana biraz düşünceli ve dalgın geliyordu son günlerde.”
“Nasıl yani?”
“Gencoy normalde çok ciddi biridir. Ama asla içe dönük, sessiz, düşünceli ve dalgın biri olmamıştır. Oturup saatlerce bir konu hakkında fikirlerini anlatabilir, sizin fikirlerinizi dinleyebilir, bir sorun varsa çare üretmeye çalışır. İşte, son bir aydır hep olduğundan daha sessizdi. İçine kapanmıştı adeta. Tartışmalara katılmıyor, etrafta olup bitenle fazla ilgilenmiyor gibi geldi bana. Sence de öyle değil miydi Turgut?”
Turgut’un yüzü düşünceli bir hal aldı. “Bilmiyorum ki Reha abi,” dedi. “Hiç fark etmedim. Her zamanki Gencoy gibiydi işte.”
“Bence de normalde olduğundan daha sessizdi son zamanlarda,” dedi Funda. Onay almak ister gibi bakışlarını Emel, Derin, Tuğba, Ayşe ve Gamze’nin üzerinde gezdirdikten sonra devam etti. “Hasta olduğunu düşünmüş hatta çok halsiz göründüğünü kendisine söylemiştim. ‘Mevsim değişikliğindendir, endişe edecek bir şey yok,’ deyip geçiştirdi.”
“Pekâlâ, anladığım kadarıyla bundan başka bir anormallik sezmediniz.”
Herkes başını sallayarak yanıt verdi Devran’a.
“Anlaşamadığı, kavgalı olduğu, ona kin besleyen, nefret duyan birileri var mıydı?”
“Devran Bey,” dedi Reha, “Bizler az çok tanınmış kişileriz. Elbette bir sürü sevenimizin yanı sıra, sevmeyenimiz de vardır. Bazen sosyal medya hesaplarımızı yüzlerce övgü mesajıyla, bazen de bin bir türlü hakaretle doldururlar. Ama bu demek değildir ki bize zarar verecek ve hatta kaçıracak derecede kin ve nefret dolu olsunlar. Gencoy çevresi geniş bir adamdır. Sadece okurları değil, onlarca arkadaşı, bir o kadar da akrabası var. Ufak tefek anlaşmazlıklar yaşanmıştır tabii, herkesin her daim eşref saati olacak değil ya ama dediğiniz şekilde bir düşmanı yoktur.”
“Peki, ya meslektaşları arasında, yani polisiye yazarlar camiasında, geçinemediği kimse yok muydu?”
Emel, “Ne demek istiyorsunuz siz?” diye çıkıştı Devran’a. “Ne sanıyorsunuz bizi? Anaokulu öğrencisi miyiz biz? Ya da ucuz televizyon dizilerinin, entrikacı karakterleri mi? Herkes kendi işine bakar bu camiada. Ne diye kaçırsınlar Gencoy Hoca’yı? Onun kitapları diğerlerininkinden daha fazla sattı diye mi? Sadece Dedektif Dergi’de elliye yakın yazar var. İki katından fazlası da Polisiye Yazarlar Birliği’nde… Hepimizin tek derdi Gencoy Sümer’i kaçırıp tahtına mı kurulmak yani?”
Tuğba, “Aynen öyle,” diyerek onayladı Emel’in sözünü.
“Gencoy Bey’i polisiye yazarlardan birinin kaçırmış olacağına ihtimal vermiyorsunuz demek.”
Reha belli etmemeye çalışsa da tüm polisiye yazarların nezdinde, kendisini de zan altına sokan bu adama sinirlenmeye başlamıştı. “Vermiyoruz,” dedi, sesini yükselterek. “İlle de bir düşman ilan etmemiz şartsa, evet, öyle biri var aslında. Üzgünüm ama ne yazık ki yazarlarımızdan biri değil.”
“Yapmayın Reha Hocam,” diye araya girdi Gamze, “Son tartışmalarından sonra Gencoy Hoca’nın onun hakkında uzaklaştırma kararı çıkarttırdığını, unutmayın. Bir aydır karara sadık kalan biri şimdi her şeyi göze alıp Gencoy Hoca’yı mı kaçıracak?”
“Uzaklaştırma kararı mı? Kimden bahsediyorsunuz?” dedi Devran.
Tüm ağızlardan aynı yanıt, aynı anda geldi. “Emily Smith’den…”
Devran, tam bahsi geçen kadının kim olduğunu sormaya hazırlanıyordu ki Funda’nın araya girmesiyle sustu.
“Ben de Gamze’yle aynı fikirdeyim. Emily artık kolay kolay rahatsız edemez Gencoy Hoca’yı.”
Tuğba şüpheci bir tavırla, “Onun sağı solu belli olmaz,” dedi.
Turgut, “Onu hepimiz çok iyi tanıyoruz arkadaşlar. Emily takıntılı bir kadın. Doğrusu, yapacaklarını kestiremiyorum ben,” dedi.
Devran, yazarların kendi aralarında yaptıkları bu gizemli konuşmadan hiçbir şey anlayamıyordu. Hâlâ orada olduğunu hatırlatmak istercesine, “Kimdir bu Emily Smith dediğiniz kişi?” dedi. “Tehlikeli biri mi?”
“Tehlikeli mi?” dedi Turgut. “Şeytanın ta kendisi desek, daha doğru olur.”
“Abartma Turgut,” dedi Ayşe. “Kabul ediyorum, kadın normal değil ama burada adam kaçırmaktan bahsediyoruz. O kadar da değil.”
“Valla Ayşecim, o kadından her şey beklenir. Ne çabuk unuttun yaptıklarını. Gencoy’a rahat nefes aldırmıyordu. Hakaretler, aşağılamalar, işlerine çelme takmalar, katıldığı toplantılara gidip rezillik çıkarmalar… Daha sayayım mı?”
Devran gözlerini Turgut’a dikip biraz otoriter bir ses tonuyla, “Artık bana şu Emily’nin kim olduğunu anlatacak mısınız Turgut Bey?” dedi.
“Emily, Gencoy’un eski eşidir. İngiltere’de tanışıp evlenmişler. Yıllarca süren evlilikleri şiddetli geçimsizlik sebebiyle bitmiş. Kadın önce boşanmaya yanaşmamış. Aylarca süren davanın sonunda Gencoy yüklü bir nafaka ve tüm birikiminin yarısını vererek kurtulmuş bu evlilikten ve apar topar Türkiye’ye geri dönmüş. Ne yazık ki ülkeye dönmesi, onu Emily’den kurtaramamış. Kadın işini gücünü, ailesini, ülkesini bırakıp Türkiye’ye gelmiş, Türkçesini ilerletip bir iş bile kurmuş. O gün bu gündür Gencoy’a nefes aldırmaz.”
Devran, başını Turgut’a çevirip bir kaşını havaya kaldırdı.
“Kaç yıl öncesinden bahsediyorsunuz?”
Reha, “On yıl olmuş mudur?” dedi Turgut’a bakarak. Turgut eliyle “Aşağı yukarı,” anlamına gelen bir hareket yaptı.
“İyi de,” dedi Devran, “on yıl önce ayrıldığı eşini neden hâlâ rahat bırakmıyor bu kadın?”
Bu sefer Emel söze girdi.
“Güllerin Savaşı filmini bilirsiniz muhakkak. Duyduğumuza göre Gencoy Hoca ve Emily boşanma aşamasındayken tıpkı o filmdeki Oliver ve Barbara nefret ederlermiş birbirlerinden. Bence kadın ya inadından bırakmıyor Gencoy Hoca’nın peşini ya da öfkesinden ama sevgisinden olmadığı kesin.”
“Yok daha neler… O kadar mı kötü?” dedi Devran. Derin, “Aynen öyle,” diyerek yanıtladı Devran’ın sorusunu. “Emel az bile söyledi. Eski aşıklar boşandıktan sonra adeta ezeli düşman olmuşlar.”
Devran’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Emel’e dönüp “Yanlış hatırlamıyorsam, Güllerin Savaşı filminin sonunda Oliver ve Barbara birbirlerini öldürmüşlerdi,” dedi. Emel, ‘Bu ikili arasında her an her şey olabilir,’ dercesine, omuzlarını yukarı çekip avuçlarını açtı.
Funda, “Emily yapmış olamaz. Ne kadar didişirlerse didişsinler, o kadının Gencoy Hoca’yı hâlâ sevdiğine inanıyorum ben. Aksi davranışlarının tek sebebi terk edilmeyi hazmedememesi olabilir fakat onu kaçıracağını sanmıyorum,” dedi ve masada duran Gencoy Sümer’in perişan halde göründüğü fotoğrafı işaret etti. “En önemlisi, onu bu hale getirecek kadar aklını yitirmiş olacağına ihtimal vermiyorum.”
Devran, bir süre sessizce defterine bir şeyler karaladıktan sonra başını Turgut’a çevirdi. “Devam edelim Turgut Bey,” dedi. “Gencoy Bey kaçırılmadan önce onu en son ne zaman gördüğünüzü ve sonrasını anlatmanızı istiyorum.”
Gün içinde belki yirmi sefer anlattığı olayı tekrar anlatacak olmak Turgut’un canını sıkmıştı fakat başka çaresi yoktu. “Onu en son dün akşam gördüm,” diyerek söze başladı.
“Dün ben bazı işleri halletmek için dergiden biraz erken ayrılmıştım. İşlerimi bitirene kadar akşam olmuştu ve doğruca eve geçtim. Apartmanın kapısında karşılaştık Gencoy’la. Dışarı çıkıyordu. Algan abiyle, boğazda bir restoranda buluşmak üzere sözleşmişler. Saat dokuz civarı çöpü kapının önüne çıkarırken, Gencoy’un döndüğünü gördüm. Kahve içmek için davet ettim ama yorgun olduğunu ve hemen yatacağını söyledi.”
“Demek aynı apartmanda oturuyorsunuz.”
“Evet, bir süre önce oturduğum evden çıkmak zorunda kaldım. Çıkarıldım daha doğrusu. Ev sahibinin Almanya’dan oğlu gelecekmiş. Şu ev sahipleri artık daha güncel yalanlar bulsalar ya… Neyse işte, o sırada Gencoy’un karşı dairesi boşalmıştı. Ben de hemen tuttum. Böylece aynı apartmanda oturmaya başladık.”
“Tanışıklığınız dergi ortaklığıyla mı başladı?”
“Hayır, Gencoy’u çok uzun yıllardır tanırım. Babamın görev icabı Zonguldak’ın Filyos beldesine tayin edilmesiyle önce ailelerimiz, Gencoy’un İşletme Fakültesi’ni bitirip Filyos’a geri dönmesiyle de biz yakın dost olmuştuk. Aslında yaşça benden büyüktü fakat fikirlerimiz çok uyuyordu. En başta ikimiz de polisiye okumayı çok seviyorduk. Üstelik o sadece okumakla kalmıyor, aynı zamanda polisiye öyküler yazıyordu. Üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte kurdukları cinayet kulübünde oynadıkları “katil kim” oyunlarının senaryolarını yazmıştı. Polisiye yazarlık onun hayaliydi fakat bunu ertelemek zorunda kaldı. İktisat Fakültesi’nde master ve doktora yapmak için tekrar İstanbul’a gitti. O İstanbul’dayken ben bambaşka bir şehre okumaya gittim. Böylece uzun süre görüşemedik. Fakülteden sonra İngiltere’ye gittiğini duydum. Tekrar karşılaşmamız ancak onun ülkeye temelli dönüşüyle gerçekleşti. Yıllarca polisiyeye olan tutkusu azalmamış, aksine artmıştı. Aklında polisiye bir dergi kurma fikri olduğunu ve işlerimi etkilemeyecekse ortağı olmamı istediğini söyledi. Hemen kabul ettim.”
“Gencoy Bey evine girdikten sonra ne oldu?”
“İkimiz de dairelerimize çekildikten sonra Gencoy’u bir daha görmedim. Sadece saat on – on buçuk civarı, uzaktan bir kapı zili sesi duyduğumu sandım.”
“Gencoy Bey’in evinin zili miydi çalınan?”
“Bilmiyorum… Yani sanmıyorum… Ses çok derindendi. Televizyonumun sesi normalden fazla açıktı. Belki de ses izlediğim filmden gelmişti, emin değilim. Sonra, iki kişinin karşılıklı konuşmasına benzer uğultular duydum.”
“Çıkıp bakmadınız mı?”
“Neden öyle bir şey yapayım ki? Meraklı komşular gibi…”
“Gencoy Bey’in kaçırıldığını nasıl anladınız?”
“Televizyonun karşısında uyuyakalmışım, saat kaçtı bilmiyorum, zil çaldı. Açtığımda kapıda kimse yoktu. Paspasın üzerinde bir zarf duruyordu. Zarfı elime alıp merdivenlere yöneldim. Kimseyi göremedim. Sonra mektubu açtım. Şaşkınlıktan bir süre kımıldayamadım. Kendime gelir gelmez, Gencoy’un evinin yedek anahtarını alıp kapısına koştum. Tek tek odaları dolaştım ama Gencoy yoktu. Mektubu tekrar tekrar okudum. Polise gidersem Gencoy’u öldüreceği yazılıydı mektupta, bunu göze alamazdım. Sonra cep telefonundan Gencoy’u aramak geldi aklıma. Kim bilir, belki bu bir şakaydı. Az sonra Gencoy telefonunu açacak ve kahkahalarla gülecekti halime. Fakat telefon kapalıydı. Şaka olmasını ümit ettiğim olayın gerçek olduğuna artık emindim. Tam Funda’yı arayacakken telaştan telefonu klozete düşürdüm. Çaresizce sokağa fırladım ve Funda’ya gittim. Gerisini biliyorsunuz zaten.”
“Anladım Turgut Bey. Gencoy Bey’in arabası var mı?”
“Evet var ama o gece arabası otoparkta değildi.”
“Sizden bazı isteklerim var. Öncelikle Gencoy Bey’in aracının plaka bilgilerini istiyorum sizden. Evinizin civarındaki güvenlik kameralarının görüntülerini incelemem gerek. Ardından Emily Hanım ve Algan Bey’le görüşeceğim. Gencoy Bey’in elektronik postalarına erişme şansımız var mı?”
“Derginin postalarına erişebiliriz, şifreyi biliyorum fakat özel postalarına erişebileceğimizi sanmıyorum.”
“O konuda telaşlanmayın Turgut Bey, tanıdığım bilişimci dostlarım sayesinde, birkaç saate tüm şifreleri çözeriz.”
Reha, Devran’ın sözünü keserek, “Yazarlarımızdan bazıları gerektiği takdirde Emniyet Teşkilatı ya da Adli Tıp ve Kriminal’deki arkadaşlarından yardım alabileceklerini söylemişlerdi Devran Bey, eğer siz de uygun görürseniz…”
“Merak etmeyin Reha Bey, unutmayın ki ben eski bir polisim. Gerekirse başvuracağım onlarca kişi tanıyorum. Bana bırakın.”
***
Devran, sabahın köründe ısrarla çalan zilin sesiyle yatağından fırladı. Onun gibi fazla ziyaretçisi olmayan biri için kapının ardındaki kişiyi tahmin etmek kolay değildi. Nihayet uyku sersemliği dağılıp kapıyı açtığında, karşısında Turgut’u buldu.
Turgut, önceki günü uykusuz geçirdiği gibi o gece de fazla uyumuşa benzemiyordu. Davet beklemeye gerek görmeden içeri daldı ve “Devran Bey, çok kötü bir şey oldu,” dedi. Elinde ağzı açılmış bir zarf tutuyordu.
Devran tecrübelerinde yanılmıyorsa, kaçıran kişi daha ikinci gün Gencoy Sümer’e bir kötülük etmiş olamazdı. Rahat bir tavırla, “Gencoy Bey’in kaçırılmış olmasından daha kötü bir şey değildir umarım,” dedi.
“En az onun kadar kötü Devran Bey.”
“Telaşınız yüzünüzden okunuyor zaten Turgut Bey, geçin, oturun şöyle ve doğru dürüst anlatın.”
“Oturacak vakit değil Devran Bey, yeni bir mektup geldi ve o cani bu sefer mektupta Gencoy’u salıvermesine karşılık neler istediğini sıralamış.”
“Öyle mi? Ne istiyormuş, para mı?”
“Para isteseydi daha kolay olurdu, inanın.”
Devran, Turgut’un teskin edici sözlerle sakinleşmeyeceğini anlamıştı. “Anlaşıldı, siz bilmece gibi konuşmaktan vazgeçmeyeceksiniz. Verin bakayım şu mektubu bana,” diyerek, elindeki mektubu sıyırıp aldı Turgut’tan.
Mektup, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi tükenmez kalemle, düzgün hatta fazla düzgün bir el yazıyla yazılmıştı. Alt alta sıralanan istekler listesi, tipik fidyeci isteklerine benzemiyordu.
- Gencoy Sümer’in anlaşmalı olduğu bütün yayınevlerindeki sözleşmeleri feshedilecek.
- Kitabevlerindeki bütün kitapları toplatılacak.
- Şimdiye kadar Dedektif Dergi’nin web sitesinde yayınlanmış bütün yazılar kaldırılacak.
- Dergi kapatılacak.
- Sosyal medya hesaplarından Gencoy Sümer’in yazarlarını dolandırıp kaçtığı haberi yayınlanacak.
- Turgut Şişman bizzat televizyon kanallarına çıkıp dolandırıcılık iddialarını doğrulayacak.
- Aranızda seçeceğiniz bir Dedektif Dergi yazarı Gencoy Sümer’e intihal davası açacak.
- Doktor olan Dedektif Dergi yazarlarından biri Gencoy Sümer hakkında akli dengesinin yerinde olmadığına dair bir rapor hazırlayacak ve rapor tüm haber kanallarında yayınlanacak.
Unutmayın, isteklerimin birini dahi yerine getirmezseniz Gencoy Sümer ölür. Dergi yazarları gerçeği açıklamaya kalkarlarsa Gencoy Sümer ölür. Polise giderseniz Gencoy Sümer ölür. Size bir hafta mühlet veriyorum. Akıllı olun ve yanlış bir şey yapmayın. Bir haftanın sonunda şartlarımın hepsi yerine getirildiği takdirde yeni bir mektupla Gencoy Sümer’in akıbetini öğreneceksiniz.
Not: Hadi bakalım Dedektif Dergi yazarları, İPUÇLARINI TAKİP EDİN, ne de olsa Gencoy hocanızın akıbeti sizin ellerinizde…
Turgut, Devran’ın zoruyla oturduğu sandalyede hop oturup hop kalkarken, “Ne yapacağız şimdi Devran Bey?” dedi. “Bir hafta diyor… Eğer verdiği süre dolunca istediklerini yapmamışsak, Gencoy’u öldüreceğini söylüyor.”
Devran, Turgut’un aksine rahat ve umursamaz görünüyordu ve bu durum Turgut’u çileden çıkartıyordu. “O saydığı maddelerden sadece birini bile yapsak, Gencoy zaten kahrından ölür,” diye bağırdı. Ardından bir çuval gibi kendini sandalyeye bırakıp fısıltıyla, “Çok çaresizim, çok,” dedi. “Keşke milyonlar isteseydi. Ne yapar eder, o parayı bulurdum fakat bu istedikleri gerçekleştirmesi imkânsız şeyler.”
Devran yine aynı umursamaz tavırla, “Çok iyi,” dedi.
Turgut buna daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. “Çok mu iyi?” diye bağırdı, “Ne dediğinizi kulaklarınız duyuyor mu sizin?”
“Elbette Turgut Bey, çok iyi çünkü bu, Gencoy Bey’i kurtarmak için önümüzde bir haftamız var demektir. Düşünsenize, ya yarına kadar, deseydi. Endişelenmenize gerek yok. Bir haftada Gencoy Bey’i rahatlıkla bulabilirim.”
“Kendinize bu kadar güvenmeniz sinirime dokunmaya başladı, desem, bana kızar mısınız?”
“Yok canım, neden kızayım? Kendime güveniyorum. Size de bana güvenmenizi tavsiye ediyorum.”
“Size güvenmekten başka çarem olmadığını çok iyi biliyorsunuz Devran Bey. Eğer Gencoy’u bir haftada bulamazsanız, o caninin elinden sağ kurtulsa bile bir daha insan içine çıkacak hali olmayacak. Dolandırıcılık, intihal, deli damgası ve kim bilir daha ne iftiralarla boğuşmak zorunda kalacak. Çamur at, izi kalsın demişler.”
“Bu saydıklarınızın hiçbiri olmayacak Turgut Bey. Lütfen müsterih olun artık. Şimdi, söyleyeceklerimi bir kenara not edin. Birincisi, bu kâğıtta yazan maddelerin hiç birini yapmayın fakat yapıyormuş gibi görünün. Derginin yeni sayısı ne zaman çıkacaktı?”
“Yarın çıkmasını planlıyorduk. Tabii, o planı Gencoy kaçırılmadan önce yapmıştık. Bugün derginin yeni sayısını çıkaramayacağımızı yazarlarımıza bildireceğim. Gencoy bu haldeyken, başlarım dergiye de yeni sayıya da.”
“İsabet olmuş, o halde yeni sayıyı çıkarmayın. Hatta web sitenizi bir haftalığına dondurun, bütün yayınları kaldırın, siteyi karartın. Dergiyi kapattığınızı sansın. Okurlarınızı kaybedeceğinizden çekinmeyin. Eminim Gencoy Bey’i sağ salim kurtardıktan sonra eski ivmenizi kısa süre içinde yeniden yakalarsınız. Bu kadarcık zayiattan korkmayın. Sonra içinizden biri Gencoy Bey’in çalıştığı yayınevlerine gitsin. Eften püften bir bahaneyle en az yarımşar saat oyalansın her birinde. Aynı şekilde bir diğeriniz kitap dağıtım şirketleriyle iletişime geçsin. Yine bir bahaneyle tabii… Sizin televizyonlara çıkmanızı istemişti, değil mi?”
“Evet… Ne yazık ki…”
“Birkaç büyük televizyon kanalına gidin. Röportaj yapmak istediğinizi belirtin. ‘Çok önemli, bomba açıklamalar,’ falan diyerek, kuyuya bir taş atın.”
“Peki sonra… Bir hafta sonra bu kanallara ne açıklayacağım ben?”
“Dert ettiğiniz şeye bakın. Bulursunuz bir şeyler. İntihal davası için aranızdan birini seçin. Derginin dışında sesli bir tartışma sahneleyin. ‘Ona bunu yapamam, yapacaksın mecbursun; ama o zaman hayatı mahvolur, yapmazsan da ölür,’ gibi cümleler kurun karşılıklı. Gencoy Bey’i kaçıran kişinin sizi gözaltında tuttuğuna eminim. Hatta bu işi yaptırdığı adamları bile olabilir. Hepinizi aynı anda takip etme şansı oluyordur böylelikle. Bunu göz ardı edemeyiz. Siz, her adımınızı bu sekiz maddeyi hayata geçiriyormuş gibi görünmek amacıyla atın. Anladınız mı beni?”
“Anlamasına anladım da, benim içim hâlâ rahat değil. Gencoy’u kaçıran bu kişinin derdi nedir anlayabilmiş değilim.”
“Derdinin para kopartmak olmadığı aşikâr Turgut Bey. İtibarsızlaştırmaya çalışıyor gibi.”
“İyi ama neden?”
“Belli ki bir kuyruk acısı var. Buram buram kin ve nefret kokusu alıyorum. Hazırlıklı olun Turgut Bey çünkü karşımızda alışılagelmiş bir fidyeci yok. Bu kişinin Gencoy Bey’le arasında kişisel bir sorun olmalı. Tanıdığı hatta belki hepinizin tanıdığı biri olma ihtimali yüksek. Sıraladığı maddelere baksanıza, yayınevi prosedürlerini biliyor, yazarlık camiasını tanıyor gibi.”
“Yapmayın, yine ‘Polisiye yazarlardan biri kaçırdı Gencoy’u,’ demeyeceksiniz umarım. Gencoy’u kaçıran belli aslında. Kesin Emily’nin parmağı var bu işte. Ya kendi kaçırdı ya da kaçırttı. Boşuna vakit kaybetmeyin bence, bugün ilk iş o şeytan kadınla görüşün. Gencoy’u ondan başka kim itibarsızlaştırmak isteyebilir?”
“Bulacağım, endişe etmeyin. Eğer suçlu Emily Smith’se, bunu ortaya çıkaracağım.”
Devran, kalktı ve misafirine artık gitmesi gerektiğini kapıyı işaret ederek belli etti. “Size tekrar içinizi ferah tutmanızı öneririm Turgut Bey. Sadece verdiğim görevleri harfiyen yerine getirin. Eğer sizin için de uygunsa, bu akşam Gencoy Bey’in evinde buluşalım. Hem eve bir göz atmış olurum hem de oturduğunuz sitenin güvenlik kamera görüntülerini inceleriz. Siz bu konuda yöneticinize baş vurdunuz mu?”
“Tabii tabii, o işi hallettim. Apartmanın ve sitenin güvenlik kamera görüntülerini, bir bahaneyle istedim yöneticiden. Biraz şüphelendi ama fazla kurcalamadı.”
“Çok iyi, çok iyi… Cep telefonu sinyalinden yer tespiti yapmak için çalışmalara başlandı zaten. Eğer telefonu bulunduğu yerdeyse, kapalı bile olsa yer tespiti yapılabilir. Bir de Gencoy Bey’in bilgisayarı evde mi?”
“Evde de var dergide de…”
“O halde siz dergideki bilgisayarı eve götürün, bu akşam hepsini almam gerek. Bilişimci bir dostum inceleyecek.”
“Tamam, akşama bilgisayarlar ve güvenlik kamera görüntüleri hazır olur. Yalnız, caddedeki kamera görüntülerini temin etmeye benim gücüm yetmez.”
“O iş bende, meraklanmayın. Gencoy Bey’in aracının bütün bilgilerini Trafik Şube’den tanıdığım arkadaşıma gönderdim. Sizin sokaktan başlayıp tüm şehirde Gencoy Bey’in aracını aramaya başlamıştır bile. Eğer kendi arabasıyla kaçırılmışsa…”
“Öyle olmalı zira araba yerinde değil.”
“Ne âlâ… Öyleyse birkaç saat içinde müspet bir sonuç alınır. İzninizle, şimdi kahvaltımı edeceğim ve ardından Algan Bey’le görüşmeye gideceğim. Gencoy Bey’i son görenlerden biri kendisi. Belki bilmediğimiz bir şey biliyordur. Tabii ondan sonra da Emily Smith’le…”