Telsiz cızırtıyla çalışmaya başladığında Unkapanı’ndan Eminönü’ne doğru yol alıyorduk. Gelen bilgiye göre Gülhane Parkı’nda yaşlı bir kadın cesedi bulunmuştu. Olaya acil müdahale için bizi yönlendirmişlerdi.
Aracın sirenini açıp trafiği yara yara on dakika içinde olay yerine ulaştık. Unkapanı, Eminönü, Sirkeci’deki trafik yoğunluğunu gözünüzün önüne getirirseniz bu söylediğimin ne büyük bir marifet olduğunu anlarsınız. Tabii, Hasan’ın sürüş ustalığını da hesaba katmak lazım. Olay yerine vardığımızda ortalık ana baba günüydü. Eminim çok uzun zamandır bu kadar çok polis arabası Gülhane Parkı’na peş peşe dalmamıştır. Parkın girişinde sirenler, polis arabalarından yansıyan ışıklar ve vatandaşın ilgisi ile tam curcunanın hâkim olduğu bir karmaşa vardı. Neyse ki turizm polisi anında olaya müdahale edip cesedin bulunduğu bölgeyi boşaltmıştı.
Ceset bir ağaca yaslanmış, yeşilliğin üzerinde oturur vaziyetteydi. Üzeri gazete kâğıtları ile örtülmüştü. Bizimle birlikte olay yeri inceleme ekibinin gelmesi bekleniyordu.
Hasan’ın çevre kontrolü yapmasını fırsat bilip olay yerini gözlemledim. Sultanahmet Meydanı tarafındaki ana kapıdan girilince sağ tarafta, yaklaşık yüz elli metre içeride, bahçenin doğu sınırını gösteren Topkapı Sarayı ile parkı ayıran duvarların önündeki ağaçların altında duran ceset, orta yaşlı bir kadına aitti. Başörtüsü, geçmişin masumiyetini hatırlatan biçimde çenesinin altından bağlanmıştı. Sımsıkı topladığı beyaz saçlarının uç kısımları görünüyordu. Açıklı koyulu desenleriyle kahverengi başörtüsü, sütlü kahverengi mantosu ile şık denemese de uyumlu sayılırdı. Ayakkabıları da mantosu ve elbisesine uygun şekilde koyu kahverengiydi. Kadının yüzünde, yanındaki oksijen tüpüne hortumla bağlantılı bir solunun maskesi vardı.
Olay yeri ekibi geldiğinde biz çoktan etrafı kolaçan etmiş, görgü tanığı var mı diye araştırmaya başlamıştık. Parkın ana kapısından girince hafif bir meyille bu noktaya kadar ağır ağır tırmanarak varılıyordu. Ağaçlar yolun üst tarafındaydı. Cesedin bulunduğu yer, parkın girişi de dahil olmak üzere iç kısımlara kadar geniş bir alana hâkimdi.
Yalnızca bir görgü tanığı bulabilmiştik. Hiç kimsenin dikkat etmediği bu yaşlı kadını fark eden bir kişi olmuştu. O kişi de parka girdiği sırada yaşlı kadının taksiden zar zor indiğini görüp yardım eden amatör bir fotoğrafçıydı. Yirmi beş yaşında genç bir adamdı. Kadın ağır aksak yürürken torbalarını taşımış, zaman zaman kadının bastonu ile ağır ağır yürümesini beklemiş, ağacın dibinde çimenliğe otururken yardımcı olmuştu. Hepsi bu kadardı. Kadını bırakıp Gülhane Parkı’nın kuzey tarafından Boğaz manzarasını fotoğraflamak için uzaklaşmıştı. Şüpheyle yaklaştığımızı görünce fotoğraf makinesinde çektiği resimleri göstererek bizi masum olduğuna ikna etmeye çalıştı. Kamera görüntülerine bakınca söylediklerinin doğru olduğunu gördük. Parkın içinde yeterli sayıda kamera vardı ve genel olarak her alan kayıt altındaydı. Kamera görüntülerinden kadının yanına gelen başka biri olmadığı anlaşılıyordu. Saatler sonra aynı fotoğrafçı, kadının duruşundaki garipliği fark edip polisi aramıştı.
Katil cinayet işlediği yere bir kere daha gelir diye bir laf vardır. Fotoğrafçının yeniden kadının yanına gelmiş olması ilginçti. GBT sorgusu yaptık, sıkıştırdık ama adamın ölen kadınla bir bağını bulamadık. Tesadüf gibi duruyordu. Yine de ortada şüpheli bir ölüm varsa tesadüfleri göz ardı etmemek gerekir.
Kameradaki kaydı izledik. Kadın ağacın altında bir süre oturuyordu. Huzurlu bir hali vardı. Sonra torbasından oksijen tüpünü çıkardı. Ama hemen takmadı. Hareketlerinden dua ettiğini anladık. “Amin” deyip ellerini yüzüne sürdükten sonra solunum maskesini yüzüne yerleştirdi. Birkaç dakika geçmeden başı önce arkaya sonra da yana doğru düştü. Tam yetmiş beş dakika sonra fotoğrafçı yeniden kadının yanına geldi.
Kadında akciğer yetmezliği varmış. Bu nedenle yanında daima çanta içinde küçük bir oksijen tüpü taşıyormuş. Oksijen tüpünden maskeye giden hava yoluna bağlanan zehirli gaz kapsülü sayesinde herkesin gözü önünde, kimsenin dikkatini çekmeden hayata gözlerini yummuş.
Cebinden, içinde biraz para, kimlik kartı, banka atm kartı ve katlanmış bir kağıda büyük harflerle yazılmış bir not olan bir cüzdan çıkmıştı. Notun üzerinde “KATİLİMİ BULUN” yazıyordu. İşte bu noktada biz devreye girmiştik. Cinayet Bürosu olarak işi aldık almasına da tüm görüntülerde kadının kendi rızasıyla ölmeyi seçtiği apaçık görünüyordu. Bu noktada zamanı geriye doğru sarmaya başladık. Bindiği taksiyi bulduk. Eyüp taksi durağından çağrılmıştı. Taksici evinin önüne çıkmış olan yaşlı kadını alıp Gülhane Parkı’na götürmüştü. Ona inmesinde yardımcı olmuş, kadın şüphe uyandıracak hiçbir hareket yapmadan taksinin parasını ödeyip uzaklaşmıştı. Taksici kadını tanımıyordu.
Kadının kim olduğunu daha detaylı araştırmaya giriştik. Taksinin kadını aldığı sokağa gittik. Mahallesinde komşuları ile konuştuk. Hikâyesini öğrendik. Suç ile suçlunun bağını kurmaya çalıştık.
Kadının evinin bulunduğu sokağa girdiğimizde, dikkatimizi ilk çeken eski mahalle havası olmuştu. Solmuş sarı renkler ile beton soğukluğunda çıplak sıvasız duvarların egemen olduğu iki katlı eski binalardan oluşan bir sokaktı. Sokağın sonu sert şekilde aşağı doğru meylediyordu. Bulunduğumuz yerden Haliç’in karşı kıyısı görülüyordu. Sokağa girdiğimiz andan itibaren kaldırımın kenarında oynayan iki küçük çocuk ve camdan uzanarak meraklı bakışlarıyla bizi izleyen kırk yaşlarındaki şişmanca bir kadın dikkatimi çekti. Eve gitmek yerine bu kadına yöneldim. Saçları parlak bakır sarısı rengindeydi. Akşam güneşi kafasının parlak bir meşale gibi parlamasına neden oluyordu.
Kimliğimi gösterdim, dikkatlice baktı. “Armağan Tezer,” diye ismimi yüzüme söyledi. Sonra uzun uzun anlatmaya başladı. Söylediğine göre, eski komşulardan kimse kalmamış; sokağın en eskisi ölen kadınla kendisiymiş. O da beş yıldır burada oturuyormuş. Sokağın Wikipedia’sı gibi herkes ve her şey hakkında bilgi sahibiydi. Anlattıklarına eklemeler, abartılar, kendine göre eğip bükmeler yapıyor olsa bile kendisinden yaşlı kadın hakkında çok şey öğrenme imkanımız oldu.
Merhumenin adı Nuriye Akdağ’dı. Elli dört yaşında ve duldu. Urfa kütüğüne kayıtlı olan kadının nüfus kayıtlarında birinci derece akrabası olarak yalnızca bir erkek kardeşi görünüyordu. Bunları resmi kaynaklardan öğrendik. Gerisini ise komşu anlattı.
Vakti zamanında Nuriye’nin babası, erkek çocuk istiyormuş. Kızı olup cezaevine düşünce, uğursuzluğu Nuriye’den bilmiş. “Çıkınca ilk iş, bu kızı evereceğim,” diyormuş. Henüz on beş yaşındayken babası tarafından cezaevi arkadaşı ile evlendirilmiş. Cezaevindeki arkadaşı, karısını öldürmekten ceza aldığı için hapis yatıyormuş. Karısı boşanmak istemiş, “Sen benim namusumsun,” demiş ve kadını öldürmüş. Babası da “Namusuna bu kadar düşkün adama ben kızımı gözümü kapalı veririm,” demiş. Önce babası çıkmış cezaevinden, üç ay sonra da kocası olacak Bekir. Evlendiklerinde Bekir kırk yaşındaymış. Aile arasında küçük bir çengi ile kız evlendirilmiş. Nikahtan sonra kocası, genç Nuriye’yi aldığı gibi İstanbul’a götürmüş.
Komşusunun dediğine göre Nuriye’de gerçekten de bir uğursuzluk varmış. Kızla beraber uğursuzluğun bir kısmı İstanbul’a kadar gelmiş. Bekir, genç karısını annesinin yanına yerleştirmiş. “Sakın,” demiş, “Benim iznim olmadan dışarı çıkmayacak.” Bekir’in evi küçük, kutu gibi bir evmiş. Evi dayanılır kılan tek şey üst katındaki tek oda olan yatak odasından denizin görünüyor olmasıymış. O pencerenin önünde durup ağaçların üzerinden uzun uzun denize bakarmış Nuriye.
İstanbul’a geldikten on beş gün sonra ilk dayağını yemiş. Kayınvalidesi ile pazara gittiği için akşam Bekir, insan içine çıkamayacak şekilde dövmüş Nuriye’yi. İki yıl kadar böyle devam etmiş. Pencereden bakmak dışında sokağı görmemiş bir daha. İki yıl sonra hamile kalmış. Hamileyken de çok çile çekmiş. Kocası sürekli, “Kız olursa bedelini ödersin,” deyip durmuş. “Kız doğurursan ikinizi de gömerim,” dermiş.
Doğacak kızını göremeden bir çatışmada öldürülmüş.
Bekir ölünce Urfa’dan kardeşi gelmiş İstanbul’a. Ömer, Bekir’in kardeşiymiş. Ömer gelene kadar da kendisinden haberi yokmuş Nuriye’nin. Gelmiş gelmesine ama Nuriye tam Bekir’den kurtuldum derken bakmış ki Ömer ondan beter. Doğuma iki ayı varmış ama Ömer umursamadan Nuriye’yi taciz ediyormuş. Kadın korkudan bebeğini erken doğurmuş. Çocuk doğum sırasında ölmüş. Doğumunda ne bir ebe ne bir hemşire bulunmuş. Kulakları işitmeyen kayınvalidesi üst katta çığlıklar atan Nuriye’yi duymamış bile. Kendi başına doğum yapmak zorunda kalmış. Çocuk ölmüş, kendisi mucize eseri kurtulmuş.
Ömer, kadın başına ortada kalmasın diye nikahlanmış Nuriye’yle. Nuriye, Ömer’in tacizlerinden kurtulmak istediğinden evlenmek için diretmiş. Evlendiklerinde o on sekiz Ömer ise otuz dokuz yaşındaymış. Abisi kapının dışına çıkartmazken Ömer çalış diye dövermiş. Kadıncağız nereden bulacak İstanbul’da işi? Kocası bir fabrikada bir iş bulmuş kendisine. Fabrikanın önüne kadar götürür; akşam olunca fabrikanın kapısından alırmış onu. Kendisi de çalışmazmış. Kazandığı ne varsa elinden alıp bir köle gibi sömürmüş karısını. Nuriye yediği dayaklardan mı, çaresizlikten mi bilinmez, yıllar geçtikçe susmuş, daha çok susmuş.
Bu defa da Ömer hapse girmiş. Seksenli yılların sonuymuş. Ömer hapse girdiğinde oradan çıkamayacağını düşünmüyormuş ama içerde olduğu yedinci yılın ortalarına doğru cenazesi çıkabilmiş cezaevinden. Nuriye bir kez daha dul kalmış. İkinci kez dul kaldığında henüz otuz yaşında değilmiş. Urfa’ya dönmeyi istemiş. Annesine mektup yazmış. “Annen öldü, baban dönmeni istemiyor,” diye mektup gelmiş abisinin kumasından. Mektuba cevabı kuma vermiş çünkü evde doğru dürüst okumayı bilen bir o varmış.
Başında kulakları duymayan, gözlerinde katarakt olduğu için dünyayı buğulu gören bir kaynana kalmış. Başlarını soktukları ev eski kocasından kalmışmış da oradan yana şansları yaver gitmiş. Sonraki yıllarda çalışmaya devam etmiş. Tacizler, sarkıntılıklar hayatından hiç eksik olmamış. Alt mahalledeki caminin yaşlı müezzininden, fabrikada ustabaşına kadar tüm erkekler sanki kadın olmasını burnundan getirmek için bir araya gelmişler. Komşu kadının dediğine göre çok çekmiş. Erkeklerden çektiği kadar kayınvalidesinden de çok çekmiş. Yaşlı kadına felç geldiğinde ne yapacağını bilemeden, sabahları kaynanasını yatağında bırakıp gidermiş. Akşamları geldiğinde kıpırdamadan yatan kadını bir de temizlemekle uğraşırmış. “Vicdanlı kadındı,” diyor komşusu. “Senelerce yaşlı kadına baktı. Kimseyle oynaşmadı. Yaşadığı bir hayatsa bile kendi hayatını yaşayamadı. Ya kaçtı ya saklandı ya da hayatta kalabilmek için kıt kanaat idare etti.”
Nuriye otuz beş yaşına geldiğinde avantaj emeklilik için başvurmuş. Bu başvuru sayesinde görmüş ki son birkaç yıl dışında baştan beri sigortası yatmıyormuş. Kocası denen mendebur, fabrika ile anlaşıp Nuriye’yi sigortasız gösterip daha çok ücret alıyormuş. Kocası öldükten birkaç yıl sonra işini değiştirme cesareti gösterince sigortası başlamış. Akranları emekli olurken o neredeyse baştan başlamak zorunda kalmış. İş yerinde kolu kırılınca işten çıkartılmış, bir daha da işe girememiş. Eli kolu iyileşince evlere temizliğe gider olmuş. Hayatındaki başka bir fasıl da böyle başlamış.
Temizliğe gittiği evlerin birinde ev sahibi olan adam kendisini hırsızlık yaptığı iftirasıyla tehdit etmiş. O adam iki defa da tecavüz etmiş kendisine. Yok, suçlu değilmiş; hırsızlık yapmamış elbette. Adam ilk defasında evde onu bayıltıp tecavüz etmiş. Ardından Nuriye işten ayrılmış. Adam Nuriye’nin peşini bırakmamış ve evine kadar gelip kendisinin çıplak fotoğraflarını gösterip bir kez daha Nuriye’nin kendi evinde onunla birlikte olmak istediğinde Nuriye adamın kolunu dirseğinden bileğine kadar bıçakla boydan boya kesmiş. Nihayet bu delilik hâli sayesinde kendisini bu adamdan kurtarmış.
Sonunda kayınvalide de hakkın rahmetine kavuşmuş. Yapayalnız kalmış. Çocukluğunda yaşadığı çiftliği, köydeki evini aklına getirip ağladığı çok olurmuş. Evinin ikinci katına çıkıp Haliç’i izleyip uzun uzun düşündüğü de olurmuş. Geçmişini bırakıp geleceği düşündüğünde delirmenin işe yaramadığının farkına varırmış. Yemez içmez kenarına para biriktirirmiş. Komşusuna “Ben yaşlanamam, yaşlanmadan ölürüm,” dermiş. Covid ilk çıktığında şiddetli hastalanmış. Komşuları hastaneye kaldırmışlar. Tam otuz altı gün hastanede yatmış. Hastaneden taburcu olurken doktor ciğerlerinin iflas ettiğini, bundan sonraki hayatını oksijen maskeli bir hava tüpü ile yaşamak zorunda olduğunu söylemiş.
Artık çalışamayacağı için işi gücü bırakmış. Yine de evde atölyelereel işleri yapıp ekmeğini kazanmaya çalışırmış. Ne yazık ki eline geçen para hayatını sürdürmesine yetmez, biriktirdiği paralardan harcarmış. Bunları anlatan komşu kadın, “Bunu da pek kimse bilmez,” diye önemli bir sır paylaşır gibi paylaştı. “Nuriye Abla ile aram iyiydi, benden başkasına böyle bir şey söylemezdi,” diye de altını çizdi.
Kadının çileli hayatını dinlerken ekiptekiler gelmiş, çoktan evin kapısını açmışlardı. Kadını pencerede bırakıp eve doğru türüdüm. İçerisi tertemiz, pırıl pırıldı. Sade ve temiz bir girişi vardı. Hiçbir şey ne fazla ne de eksikti. Çok uzun zaman önce boyanmış olan duvarlar, sürekli silinerek tertemiz tutulduğunu belli edecek şekilde pürüzsüzdü. Daha evin girişindeki basamaklarda kesif bir ceset kokusu burnuma geldi. Mutfak kapısının önündeki sahanlıkta boylu boyunca yatan bir erkek cesedi ile karşılaştık. Maktulün yaklaşık iki gün önce öldüğü sonradan anlaşıldı. Kalbine saplanmış siyah plastik saplı, büyük bir kasap bıçağı dimdik duruyordu. Maktulün gözleri açıktı. Korku ve şaşkınlık, feri kaçmış gözlerinde ilk anki kadar dehşetli şekilde görünüyordu. Elindeki sopa, avcunun içinde hâlâ ilk anda tuttuğu gibiydi. Onu bırakmaya fırsatı olmadan ölüp gitmişti. Elli yaşlarında, bıyıkları sarma tütün kullanmaktan sararmış, başı ortasından kelleşmiş, göz altları torbalanmış orta yaşlı bir adamdı. Üstünde açık yeşil gömleğin üzerine giyilmiş koyu nefti yeşil bir yelek, onun üstünde de aynı renkte bir ceket vardı.
Kimliği cebindeydi. Adam Nuriye’nin erkek kardeşiydi. Babası ölmüş, ölürken de oğluna vasiyet etmiş. “Bu uğursuz kadına hiçbir şey vermeyeceksin” dediği herkesçe biliniyormuş. Yıllar geçince unutulmuş. Oğul, babadan kalma yerleri satmak istediğinde Nuriye’nin pay sahibi olduğunu fark etmişler. O güne kadar varlığını umursamayan kardeşi, sonunda kalkıp ablasının ayağına kadar gelmiş. Urfa’dan İstanbul’a gelmeden önce herkese, “Hakkı olmayanı alamaz,” diyormuş ablası için. “Ne emeği var? Bu toprağın çilesini biz çektik, anamın babamın çilesini biz çektik,” diyormuş. “İmzayı atacak, ben de onun başına bela olmayacağım,” diye celalleniyormuş durup durup. Cebinde bir feragatname ile Nuriye’nin kapısına dayanmış.
Bundan sonrasını kimse bilmiyor. Delillerden yola çıkarak, ağabeyin elinde tuttuğu sopa ile ablasını darp edeceğini düşünüyoruz. Silah yok, patlama sesi yok, her şey sessizlik içinde olup bitmiş. Kimse bir şey duymamış, kimse bir şey görmemiş. Nuriye intihar edene dek, yani iki gün boyunca ceset burada boylu boyunca kalmış. Bu arada tüm vicdan muhasebesini yapıp hapse giremeyeceğini düşünen Nuriye, yemek masasının üzerinde bir kâğıda kurşun kalemle “Ne babamın, ne kocamın, ne kardeşimin, ne de başka birinin beni bir kez daha öldürmesine izin vermeyeceğim,” yazmış. Yazmış yazmasına da yazı yazıldıktan sonra silgi ile silinmiş. İzleri kâğıdın üzerinde kalmıştı. Kâğıttan silinse de Nuriye’nin aklından silinmemişti anlaşılan.
Gördük ki bir defterden koparıldığı belli olan bu beyaz çizgisiz kağıdın alt kısmından yırtılan kağıt parçası, Nuriye’nin cebinden çıkan ve üzerinde “KATİLİMİ BULUN” yazıan kâğıt parçasından başkası değildi.