İş yerindeki odamda, pencereden Palamutlu Göleti’ni seyrediyordum. Manzara güzeldi. Sudan yansıyan ışık gözlerimi alıyordu. Çok sıcak bir gündü. Ağustos ayındaydık. Sabah saatleri olmasına karşın açık mavi renkli cerrahi kıyafetlerim şimdiden ter içinde kalmıştı.
Saatime baktıktan sonra zamanın geldiğine karar verip odamdan çıktım. Karşı odadaki memura başımla selam verdim. Koridorun solundaki odada olduklarını tahmin ettiğim savcılık ekibini fark etmemişim gibi davranarak, başım önde hızlı adımlarla alt kata inen merdivenlere yöneldim.
Birkaç otomatik şifreli kapıyı geçtim. Morg İhtisas Dairesi’nin içi buz gibi soğuktu. Biraz ferahladım. Etrafta kimse yoktu. Koridorun ilerisinde ardı ardına dizilmiş iki sedye vardı yalnızca. Sedyelerin üzerinde de içleri dolu iki ceset torbası.
Soyunma odasına girdim. Dolaptan maske, bone, eldiven alıp taktım. Koltuğa oturup ayakkabılarımı çıkardım. Bacağımı azıcık bile olsa yukarıya kaldırmama engel olan kocaman göbeğimin müsaade ettiği ölçüde, oflaya poflaya da olsa, üzerine karışmasın diye adımı yazdığım sarı çizmeleri geçirdim ayağıma. Hazırlığımı dizlerime kadar inen tek kullanımlık yeşil önlükle tamamladım.
Otopsi salonu koridorun sonundaydı. Ceset torbalarının yanından geçip otomatik kapıdan içeri girdim. İçerde iki metal otopsi masası vardı. Soldaki boştu. Sağdakinin üzerinde elbiseleri tamamen çıkarılmış, cansız bir beden vardı.
Otopsi masasının yanında dikilen, benimle aynı yeşil kıyafetler içindeki adamı görünce moralim bozuldu. Bugün otopsi sırasının başka bir teknisyende olduğunu sanmıştım.
“Günaydın Cafer,” diye seslendim.
Başını çevirmeden yanıtladı: “Günaydın hocam.”
“Nihat gelmeyecek miydi?”
“İzin almış.”
“Bugün yoğunuz galiba.”
Doğruldu. Ellerini beline dayayıp belini geriye doğru esnetti. “Bir trafik kazası, bir ateşli silah, bir de evde ölü bulunma var.”
Çok yaşlısın diye geçirdim içimden. Artık bıraksan. Otuz yıldır otopsi teknisyenliği yapıyordu. Adli tıbba hizmetli olarak girmiş, sonradan tekniker eksikliğinden otopsilere yardım etmeye başlamıştı. Kısaca mektepli değil alaylıydı. Gerçi bazı yönlerden mekteplileri cebinden çıkarırdı. Ancak bir işi gereğinden uzun zaman yapan her insan gibi yeniliklere kapalıydı ve işini baştan savma yaptığının da farkında değildi.
Otopsi masasındaki mevtaya göz attım yeniden. Vücudunda hiçbir yaralanma belirtisi görünmüyordu. Seksen yaşlarında, ufak tefek ama bir hayli kilolu bir kadındı. Daha evrakını okumadan kalp, tansiyon ve şeker gibi bilumum hastalıkları olduğunu, otopsi raporuna ölüm sebebi olarak ‘kalp damar hastalığı’ yazacağımı geçirdim aklımdan. “Evde ölü bulunan mı?” diye sordum başımla göstererek.
Evet dercesine başını salladı.
Zor vakaları zihnim yorulmamışken yapmayı tercih ederdim genellikle. Bu yüzden, “Ateşli silahı önce yapalım,” dedim.
“Hocam bu ilk geldi. Sorun olmasın.”
“Cinayetlere öncelik verebiliriz.”
Sen bilirsin der gibi bir bakış attı.
Ben en dip köşedeki masaya geçip savcılık tarafından hazırlanan ölü muayene tutanaklarını incelemeye başladım. Cafer de yaşlı kadını paldır küldür sedyeye alıp dışarı çıkardı. Bu tür özensizliklere alışmıştım artık. Sesimi çıkarmadım.
Evrakları okumayı bitirdiğimde, Cafer cinayet olayının kurbanı olan kadını otopsi masasına yerleştirmişti. Masaya yaklaşıp hafif eğilerek baktım. Bu defaki otuzlarında bir kadındı. Zavallı kadının vücudunun her tarafı delik deşikti.
“Bizi uğraştıracak galiba,” dedim.
“Yedi giriş, dört çıkış saydım. Bir de siz bakın.”
“Tamam, bakarım birazdan.”
“Hocam, nasıl olmuş bu olay?”
“Kocasından ayrılmak istemiş. Babasının yanında kalırken adam barışalım diye yanlarına gitmiş. Konuşurken sinirlenip önce knıarıs vurmuş sonra oradaki herkese ateş etmiş. Kadının babasıyla annesi yoğun bakımdaymış.”
Yüzünü asarak başını iki yana salladı Cafer. “Onlar da gelecek desene.”
“Kendini de vurmuş,” diye ekledim.
“Deme ya! O nerde peki?”
“O da hastanedeymiş. Çenesinin altından ateş etmiş. Kurşun alnından çıkmış. Ama durumu iyiymiş.”
Duyduklarını hazmetmeye çalışırken bir süre sustu Cafer. Sonunda “Ben onu bunu bilmem de gerçekten intihar etmek istese şakağından ateş ederdi,” dedi.
Omuz silktim. Kendini öldüremeyen adamın katlettiği kadına bakarken, ilahi adalet varsa bile şimdi ve burada olmadığı kesin, diye geçirdim içimden.
Dışımdansa “Hadi başlayalım,” demekle yetindim.
***
Sabahat Çehre’yi, öğle üzeri yalnız yaşadığı evinde cansız halde bulan kişi her gün evine temizliğe gelen yeğeni Zeynep’ti. Zeynep hemen babasını arayıp halasının öldüğünü söylemiş, yakın akrabalar kısa sürede evde toplanmış, kadının öldüğünden emin olduklarında muhtara haber vermişlerdi. Muhtar doktoru, doktor polisi, polis savcıyı aramıştı. Mesleğe yeni başladığından mı yoksa aşırı pimpirikli olduğundan mı bilinmez, savcı otopsi kararı vermişti. İşlemlerin bitip cenaze arabasının ayarlanması, sonra cenazenin şehir merkezindeki adli tıbba götürülmesi geç saatleri bulmuştu.
Adli Tıp Şube Müdürlüğü’ne sabaha doğru üç civarında gelmişlerdi. O zamandan beri bekliyorlardı. Bekleme salonu hıncahınç doluydu. Çoğunluğu erkeklerden oluşan cenaze yakınlarının kimisi ayakta kimisi oturarak ağır akan zamanı geçirmeye çalışıyorlardı. Ancak hepsinin de yüz ifadeleri benzerdi. Ölüm karşısında duyulan şaşkınlıkla, cenaze törenini gerçekleştirip bir an önce hayata dönme hevesi birbirine karışıyordu.
Kimileri de bekleme salonunun dışına çıkmıştı. Sabahat Çehre’nin kız kardeşinden olma üç erkek yeğeni de bunlar arasındaydı.
En büyükleri olan Ahmet saatine baktı. “Ne zaman bitecek bu iş? Saat onu geçti.”
“Öğle namazına yetişse bari,” dedi ortanca kardeş olan Bilal.
“Böyle giderse zor. İkindiye ancak,” dedi Ahmet.
Bu esnada bekleme salonunun ilerisindeki kapalı bir kapı açıldı. İçerden çıkan temizlikçiye benzeyen bir görevli “Nesibe Yeter’in yakınları burada mı?” diye bağırdı. Kimseden karşılık gelmeyince bekleme salonuna girip yeniden seslendi. Bu defa içerdekilerden bir kaçı ayaklanıp telaşlı adımlarla görevliye koştular.
“Bizim cenaze ilk sırada değil miydi?” diye sordu Bilal. “Bunlar bizden sonra gelmişti.” Kimse yorum yapmayınca, “Gidip sorsak mı?” diye ekledi.
Ahmet ortanca kardeşinin sözlerinin ‘Abi, sen sorar mısın?’ anlamı taşıdığının farkındaydı. Oldu olası pısırıktı Bilal. Askerliğini yapıp döneli yıllar olmuştu ama hala bir baltaya sap olamamıştı. Ahmet kardeşine bakmadan konuştu: “Sorsak ne olacak? Böyle yerlerde adamın olacak. Yoksa…” Sözlerini yarım bıraktı. “Zaten şimdi sıra bizdedir büyük ihtimalle.”
Ahmet’ten umduğunu bulamayan Bilal oflayarak yere çömelip oturdu. Geldiklerinden beri doğru dürüst tek laf etmeyen en küçükleri Celal’e baktı bir süre. Celal düşüncelere dalmış gibiydi. “Neyin var Celal? Teyzeme mi üzüldün?”
Celal yanıt vermedi. Hatta abisini duyduğu bile meçhuldü.
“Bu kadar üzülme. Ölümlü dünya işte…”
Celal başını çevirip Bilal’e baktı. Yüz ifadesi muğlâktı.
“Nasıl üzülmesin. Teyzem en çok Celal’i severdi,” dedi Ahmet.
Bilal bir an ağzını açıp konuşacak gibi oldu, sonra “Valla ben teyzemi pek sevmezdim,” dedi. “Ölünün arkasından konuşmak gibi olmasın da…”
Ahmet kaşlarını çatıp niye der gibi baktı.
Bilal bu bakışlara “Sen sever miydin abi? Allah aşkına doğruyu söyle.” diye karşılık verdi.
Ahmet bilmem der gibi dudak büktü. “Teyzemizdi sonuçta.”
“Doğru teyzemizdi de insanın hiç mi… Hiç mi yüzü gülmez? Bir günden bir güne bana iyiliği dokunmamıştır. Yaşlandıkça daha da çekilmez oldu. Annemin hatırı olmasa yanına bile gitmezdim.”
“Biraz geçimsizdi, doğru,” dedi Ahmet.
“Biraz mı?” dedi Bilal başını iki yana sallayarak.
“Kolay mı?” diye lafını kesti Ahmet. “Kocası Almanya’ya gitmiş. Yıllarca senede bir ya gelmiş ya gelememiş. Sonra yanına alacak diye bakarken bir Alman karısıyla evlenip arayıp sormaz olmuş.”
“Enişte ölmeden önce para göndermişti, hem de yüklü bir miktar.”
“Gönderse ne olacak? Kadın yalnız yaşadı yıllarca. Çoluk çocuk da yok. E, kafayı yedi tabii sonunda.”
“Ben onu eskiden de sevmezdim,” dedi Bilal. “Çok sinirli bir kadındı. Hatırlıyor musun çocukken bayramlarda yanına giderdik. Sırf harçlık verecek diye.” Gülümsedi. “Biz de az paracı değildik. Yanına giderken ayaklarım geri geri giderdi. Parayı versin de evden çıkalım diye dört gözle beklerdim.”
“Öf, yeter abi!” diye gürledi sonunda Celal. Ağabeyleri şaşkınlıkla baktılar kardeşlerine. Celal ayağa kalkıp lavaboların olduğu tarafa gitti.
***
Cafer ikinci vakayı otopsi masasına alırken oturuyordum. Ateşli silah vakası çok yormuştu beni. Sadece beni değil onu da. Benim yorgunluğum daha çok zihnendi. Yedi giriş dört çıkış deliği vardı vakada. Bu da demek oluyor ki mermilerin üçü içerde kalmıştı. Onları bulup çıkarmak ve bütün mermilerin izlediği rotayı tespit etmek için çabalarken beynimin isyan ettiğini hissediyordum.
Otopsi notlarını bir kez daha gözden geçirip eksiklik var mı diye kontrol ettim. Zabıt kâtibini arayıp ölüm sebebini yazdırdıktan sonra ayağa kalkıp ikinci vakanın otopsiye hazırlanmasını izledim. Bu esnada bir sigara yaktım. İçerde sigara içmek yasaktı yasak olmasına ama tabir caizse burada benim borum ötüyordu. En azından öğleye kadar. Üstelik her vaka sonrası sigara molası vermek için dışarı çıksam cenazelerini ikindi namazına yetiştirme derdinde olan acılı insanların sabrını iyice zorlamış olurdum.
Cafer kimyasal inceleme için kan ve idrar örnekleri aldı. Bu vakanın beni çok zorlamayacağı kanısındaydım. Ölü muayene tutanağına hızlıca göz attım yeniden.
03.08.2020 tarihinde saat 10.13’te Hürriyet mahallesinde evde ölü bulunan bir şahıs bulunduğu bildirilmesi üzerine nöbetçi Cumhuriyet Savcısı… Cesedin kimliği tespit edilmesi amacıyla 08.02.1972 doğumlu… Kimlik tanığına soruldu: Bana göstermiş olduğunuz ceset teyzem olan… Evinde yalnız yaşamaktadır… Bildiğim kadarıyla hasta değildi… Düzenli kullandığı bir ilacı yoktu… Kilolarından şikâyetçiydi… Bilirkişi doktora soruldu: 151 cm boyunda, 110-120 kg ağırlığında, 80-85 yaşlarında… Ölü katılığının devam ettiği… Haricen herhangi bir travmatik bulgu saptanmadığı… Kesin ölüm sebebinin tespiti için otopsi yapılması gerektiği…
Dikkat çekici bir durum yoktu tutanakta. Dış muayeneyi yapıp fotoğrafları çektikten sonra otopsiye başladık. Cafer yılların verdiği alışkanlıkla kısa sürede saçlı deriyi kesip kafatasının kubbe kısmını çıkardı. Kafatası boşluğunda herhangi bir anormallik yoktu. Bir taraftan notlarımı alıp bir taraftan boynuma astığım makineyle gerekli fotoğrafları çekmeye devam ettim. Cafer’le otopsi yapmanın iyi yanı işin son derece hızlı ilerlemesiydi. Kötü olan tarafı ise bazı şeylerin gözden kaçma ihtimaliydi.
Göğüs boşluğuna geçtik. Cafer göğüs kafesini açtıktan sonra akciğerleri ve kalbi çıkarıp masanın diğer ucundaki beyaz tahtanın üzerine koydu. Hızına yetişmek için acele ediyordum. Ben daha incelememi bitiremeden akciğerlere kesi atıp parçalarına ayırıverdi.
Hemen kalbe geçecekken “Dur Cafer,” dedim. “Kalbi dikkatli inceleyelim.”
Biraz yavaşlar gibi oldu. Ama kısa süreliğine. Kalbin ön ve yan taraflarına küçük kesikler atıp “Damarlar tıkalı,” dedi. Hangi damarlar demeye kalmadan kalbin odacıklarını açmaya girişti. İçimden öfkemi bastırmaya çalışıyordum.
“Nedbe var hocam.” Kalp kasının kesitlerini gösteriyordu. Gerçekten de gösterdiği yerlerde kalp kasının normal yapısı bozulmuş, yerini beyaz renkli bir doku almıştı. Demek ki daha önce kalp krizi geçirmişti yaşlı kadın. Eh, bu da bir şeydir dedim içimden.
***
Celal on beş dakika sonra geri gelmişti. Yüzü hala solgundu ancak bakışları daha canlıydı. Bilal cebinden çıkardığı sigara paketini uzattı.
“Al bir tane iyi gelir.”
“Yok, istemiyorum abi.”
“Kusura bakma Celal…”
“Önemli değil abi. Uzatmaya gerek yok.”
Bir süre kimse konuşmadı. Bilal düşünceli gibiydi. Sonunda ağzını açtı.
“Konuşmayayım diyorum da aklıma bir şey takılıyor…”
“Hayırdır?” dedi Ahmet.
“Bu kadının hiçbir hastalığı yoktu. Böyle pat diye ölmesi garip değil mi?”
Ahmet gözlerini kısıp kardeşini süzdü. “Ne demek istiyorsun?”
“Birisi öldürmüş olmasın?”
“Saçmalama oğlum, ne öldürmesi?”
“Olur mu olur abi. Neden olmasın? Sen ne diyorsun Celal?”
Bilal’in küçük kardeşinden destek beklediği belliydi. Celal’in ise beti benzi atmıştı.
“Sen ciddi misin Bilal?” diye araya girdi Ahmet. “Kim neden yapsın böyle bir şeyi?”
“Yanında bir sürü para vardı.”
“Nerden biliyorsun?”
“Teyzem bana söylemişti.”
“Hani aran iyi değildi?”
“Aram iyi değildi demedim, sevmiyordum dedim.”
“Ne dedi sana rahmetli?”
“‘Oğlum,’ dedi ‘yatak odasındaki döşeklerin arasında para var. Bana bir şey olursa ya kendin al ya bir ihtiyaç sahibine ver,’ dedi.”
Ahmet kaşları çatık, yüz ifadesi donmuş bakıyordu. Sonunda konuştu: “Benim niye haberim yok. Senin haberin var mı Celal?”
Celal’in bir eli yüzünü kapatıyordu. “Yoktu.”
Bilal gözlerini kocaman açarak küçük kardeşine döndü. “Teyzem Celal’e de söyledim dediydi…”
Celal elini yüzünden çekti. “Yalan söylemiş!”
İki kardeş birbirlerine baktılar. Bilal kafası karışık, Celal öfkeli gözlerle.
“Neyse ne canım,” diye araya girdi Ahmet. “Parası varmış işte. Bu illa öldürüleceği anlamına gelmez. Saçmalayıp durma sen de Bilal.”
Bilal önüne döndü. “Belki Zeynep de biliyordu. Zeynep bilince dayımın da haberi vardır kesin.” Ahmet, Bilal ve Celal’in anneleri, babasının mirası paylaşılırken kendisine haksızlık yapıldığını öne sürerek erkek kardeşlerine küsmüştü. Çocukları da bu yüzden dayılarını sevmezlerdi.
Dayısıyla ilgili ima Ahmet’i derin düşüncelere daldırdı. “Ne kadar parası varmış teyzemin?”
Bilal yutkundu. “Nerden bileyim ama 50-60 bin Euro vardır herhalde.”
“Ne kadar, ne kadar?”
“50-60 bin.”
“Attın mı yoksa kesin biliyor musun?”
Bilal cevap vermedi.
“Nerden biliyorsun Bilal? Bu çok para.”
“Teyzemi bir gün çarşıya götürmüştüm. Bankaya. Oradan parasını çekti. Bir çanta parayla eve geldik.”
“Sana dediyse Zeynep’e de söylemiştir kesin,” diye konuştu Ahmet düşünceli bir ifadeyle.
“Polise haber versek mi?”
Ahmet’in aklına bir şey gelmiş gibi gözleri parladı. “Para duruyor mu yerinde ona bakmak lazım.”
“Durmuyor abi, ben sabah baktım,” dedi Bilal gözlerini kaçırarak.
Ahmet sinirlendi. “Oğlum sende ne gizli kapaklı işler varmış da haberimiz yokmuş. Önceden söylesene bunları!”
“Ne bileyim abi. Teyzem yerini değiştirmiştir diye düşündüm.”
“Haaa…” dedi Ahmet başını ağır ağır sallayarak. “Demek o yüzden evden en son sen çıktın. Paranın yerini bulmak için.”
Bilal’in ağzı açık kaldı.
“Bulabildin mi peki? Nerdeymiş?”
“Bırak abi ya. Valla senle konuşulmaz. Günahımı alıyorsun.”
“Ne yapacaktın parayı bulunca, kendin mi yiyecektin?”
Bilal kıpkırmızı kesildi. Ayağa kalktı. Başını iki yana sallayarak lavaboların olduğu tarafa gitti.
***
Yaşlı kadının otopsisi bittiğinde ben ter, Cafer kan içinde kalmıştı. Elimde ölüm sebebi olabilecek yalnızca kalp bulguları vardı. Ama bu da yeterliydi. Saatime baktım. On bir buçuk olmuştu. Öğle arasına yarım saat kalmıştı ama yapılması gereken bir otopsi daha vardı. Yine de zor olan kısmını atlattığımı düşünüyordum. Trafik kazaları genelde en kolay vakalardır. Ölümün travmatik nedenli olduğu zaten bellidir. Bize düşen yalnızca gerekli örnekleri almak ve yaralanmanın ayrıntılarını tespit etmektir.
Bununla birlikte trafik kazalarının otopsi raporunu yazması da kolaydır. Yalnızca kimyasal incelemenin tamamlanması için beklemek gerekir. Yaklaşık bir ay kadar. Oysa evde ölü bulunan yaşlı kadının raporu için aynı şey söz konusu değildi. Her ne kadar ölümünün kalp hastalığından kaynaklandığını varsaysam da bir son dakika sürprizi yaşamak her zaman için mümkündür. Kimyasal incelemede zehirlenme tespit edilebilir örneğin. Bu durumda raporu tamamlayıp savcılığa gönderdiğimde, polisler kadının katilini aramaya otopsiden bir buçuk ay kadar sonra başlayacak demektir. Gerçek hayatta bu işler polisiye dizilerdeki kadar hızlı olmuyor.
Düşüncelerimden sıyrılıp Cafer’e baktım. Cesedi ve otopsi masasını yıkamayı bitirmişti. Boş sedyenin üzerine temiz bir ceset torbası koyup otopsi masasına yanaştırdı. Yaşlı kadının kol ve bacağından tutup, göğsünden kasıklarına kadar dikişli olan cansız bedenini ıslak zeminde kaydırarak sedyeye alıp ceset torbasının içine yerleştirdi. Tekrar belini geriye doğru esnetip boynunu kütletti. Yakında ya belin tutulacak, ya da küt diye gideceksin, dedim içimden. Sonra da hazır burada can vermişken hemen otopsi masasına alırız seni.
Cafer vücudunu esnetmeyi bitirince torbanın fermuarını kapattı. Otomatik kapıyı açıp sedyeyi dışarı sürüklerken adını koyamadığım bir hisse kapıldım. Sanki bir şeyi atlamıştım. Ama neyi?
Sonra bu his geçti. Yine öğle arasına geç çıkacak olmanın sıkıntısı ağır bastı.
***
“Celal!”
Celal başını çevirip abisine baktı.
“Sen ne düşünüyorsun? Bilal’in söyledikleri…” Sustu Ahmet. Bakışlarını yere çevirdi. “Yoksa bu Bilal bir işler mi çeviriyor. Yoksa…”
“Yoksa ne?”
“Bilal öldürmüş olmasın?” dedi Ahmet ürpertiyle.
Celal biraz toparlanmış gibiydi. “Yok abi. Öyle bir şey yapsa kendini böyle ele verir mi?”
“Ne bileyim suçluluk duygusuyla…”
“Hem nerden çıkarıyorsun teyzemin öldürüldüğünü? Bilal abim saçmalıyor işte.”
“Para meselesine ne diyorsun? Biliyorsun dayımdan her şey beklenir. Zaten borçları varmış. Kredi çekmiş ödeyememiş.”
Celal bakışlarını yere çevirip düşündü. “Dayımın birisini öldürebileceğini sanmıyorum.”
Ahmet, Celal’i inceledi bir süre. “Polise gitmek lazım. En azından paradan bahsetmek lazım.”
Celal hızla çevirdi başını. “Ne faydası olacak?”
“En azından kafalarında bir şüphe olur. Evin incelenmesi, delillerin toplanması lazım.”
“Delillerin mi?”
“Katil mutlaka delil bırakmıştır evde. Parmak izi, DNA, kıl tüy…”
“Sen bunları nerden biliyorsun abi?”
“Dizilerden.” Ahmet ikinci el beyaz eşya işi yapıyordu. Dükkânında boş kaldığı zamanlarda –ki bu çok sık oluyordu- polisiye diziler izlerdi. “Dizilerde her şey anlatı…” Birden duraksadı Ahmet ve gülmeye başladı.
Celal şaşkın gözlerle izledi abisini. Ahmet kendini tutamadan gülmeye devam etti. “Biz ne konuşuyoruz burada? Saçma sapan laflar ediyoruz.”
“Neden abi?”
“Biz niye buradayız?”
Celal boş boş baktı.
“Teyzeme neden otopsi yapıyorlar?” diye sordu Ahmet.
“Bilmem.”
“Boşu boşuna otopsi yaparlar mı sence?”
Celal ağzını açmadan kaşlarını çattı.
“Şüphelenmişler de ondan.” Ahmet çokbilmiş bir ifadeyle başını salladı. “Cinayetten şüphelenmişler. Yoksa neden otopsi yaptırsınlar? Ya bir şeyden işkillendiler ya da birisi bir şeyler fısıldadı kulaklarına.”
“Otopsi ne işe yarayacak ki?” Ahmet, henüz yirmi bir yaşındaki kardeşine hiçbir şeyden habersiz birisiymiş gibi acıyarak baktı.
“Katil teyzemi nasıl öldürmüş onu anlayacaklar. DNA’sını da bulurlar belki. Evet, evet, öyle yapacaklar.” Rahatlamış gibiydi Ahmet.
Celal ise derin düşüncelere dalmıştı yeniden.
Biraz sonra “Bu Bilal hala neden gelmedi?” diye sordu Ahmet.
***
Son otopsiyi de bitirdiğimde salondan çıktım. Cafer otopsi salonunu temizlemekle meşguldü. İçeriyi soğutan klimalara rağmen ter topuklarımdan çıkıyordu. Fazla kiloların yan etkisi, dedim kendi kendime.
Elimde sigara koridorda yürüdüm. Cenazelerin yakınlarına teslim edildiği kapının önünde üzerinde ceset torbası olan bir sedye görünce şaşırdım. Etrafa baktım kimseyi göremedim. “Sarp!” diye seslendim.
“Buradayım hocam,” diye arkamdaki kapılardan birinden çıktı Sarp. Elinde bir paspas vardı.
“Bu cenaze niye burada?”
“Yakınlarına seslendim ama kimseyi bulamadım.”
“Allah Allah…” Ceset torbasının fermuarını biraz açtım. Karşıma çıkan yüz beni şaşırttı. Evinde ölü bulunan yaşlı kadındı torbanın içindeki.
Bu esnada bir ses geldi. “Peyami Hocam!” Cafer otopsi salonunun kapısından bağırıyordu.
Arkama döndüm. “Ne oldu?”
“Savcı telefonda.”
Kaşlarımı çattım. Savcının beni araması olağandışı bir durum değildi gerçi. Ama daha önce içimi kaplayan o kötü his yeniden peyda olmuştu.
Otopsi salonuna gidip masanın üzerindeki ahizeyi kulağıma dayadım.
“Alo, ben Dr Peyami…”
“Doktorum merhaba. Savcı Tamer ben…”
“Merhaba savcım.”
“Sabahat Çehre’nin otopsisi bitti mi?”
Sezgilerim bana hilafı vaki konuşmamı söylüyordu. “Bitmek üzere savcım, hayırdır bir şey mi oldu?”
“Olay cinayete döndü.”
İçimden soğuk bir şeyler aktı. Atladığım bir şey var mı diye düşündüm? Ne dış ne de iç muayenede travma bulgusu vardı. Öyleyse olsa olsa zehirlenmişti. Bütün örnekleri aldırmıştım; kan, idrar, iç organlar. İçim biraz rahatladı bunları düşününce.
“Nasıl olmuş?” diye sordum.
“Yeğenlerinden biri öldürmüş. Gelip itiraf etti. Siz otopside bir şey tespit ettiniz mi?”
“Şu ana kadar hayır, savcım. Ama dediğim gibi otopsi henüz bitmedi. Yeğeni zehirleyerek mi öldürmüş?”
“Hayır.” Savcının ağzından lafı kerpetenle alabiliyordum ancak. Cinayetin işlenme şeklini doğrudan sormak işime gelmiyordu. Ben bir şey bulamadım sizden medet bekliyorum anlamına gelirdi. Ya gözümden kaçan bariz bir bulgu vardıysa?
Birden kafamda bir ışık yandı. Neyi atladığımı hatırlamıştım. Yeniyetme bir adli tıpçı olsa atlamazdı büyük ihtimalle. Benim gibi kırk yaşından sonra mecburiyetten adli tıp uzmanı olmuş, elliye merdiven dayamış birisinin gözden kaçırabileceği bir şeydi bu.
“Savcım, otopsinin bitmesine az kaldı,” dedim. “Biter bitmez sizi arayayım.”
“Tamam, doktorum,” dedi savcı. Otopside cinayeti atlamış gibi bir duruma düşmek kötü olacaktı. Henüz bu duruma düşmemiştim, daha doğrusu kıl payı kurtulmuştum. Allah’tan cenaze hala adli tıptaydı.
Hemen Cafer’e seslendim. “Dışarıdaki sedyeyi geri getir.”
Cafer sedyeyle birlikte gelinceye kadar telaş içinde bekledim. Bir eldiven taktım ellerime. Fermuarı açtım. Kadının dudaklarını tutup dışa doğru kıvırdım. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Dudaklarının iç kısmı mosmordu.
“Işık tut,” dedim Cafer’e.
Cafer cep telefonunun fenerini açtı. Dudaklardaki morluk yanakların iç kısmına doğru uzanıyordu.
“Bir kesi at,” dedim bu defa.
Cafer otopsi masasına gidip bir bistüri aldı, alt ve üst dudağın iç kısmına birer santimlik kesiler attı. Kesi yerlerinin altında siyah renkli pıhtılaşmış kan görünüyordu. “Ekimoz,” dedim başımı sallayarak.
Yaşlı kadının yüzüne bir daha baktım. Ne burun ne de ağız çevresinde sıyrık ya da morluk yoktu. Katilin elinde yumuşak bir nesne vardı belki, belki de yaşlı kadının direnci düşük olduğu için katilin çok uğraşmasına gerek kalmamış, diye düşündüm. Ne olursa olsun ağız boşluğunu kontrol etmemem affedilmez bir hataydı.
Cafer susuyordu bu esnada. “Cinayetmiş,” dedim bozuntuya vermeden.
Ardından hemen savcıyı aradım.
“Savcım, katil kadını ağız ve burnunu kapayarak öldürmüş.”
“Bulgular net mi peki?” Savcının sesinde şaşkınlık emaresi yoktu pek.
“Net.”
“Yeğeninin ifadesiyle de uyuşuyor.”
Telefonu kapattım. Derin bir nefes verdim.
Az kalsın cinayet bulgusunu atlayacaktım. Bir anlamda mesleki körlüğe kapılmıştım. Evde ölü bulunan, yaşlı, hastalıklı kişilerin yüzde yüze yakınının ölümünün doğal nedenlere bağlı olduğunu gördükçe, bu tür vakaların cinayet olma ihtimalini göz ardı etmek kolaylaşıyordu. İyi ki cenaze bir şekilde teslim edilmemişti. İyi ki katil gidip suçunu itiraf etmişti. Bir saniye… Kadının yeğeni neden suçunu itiraf etmişti acaba?
Üzerimi değiştirip yukarıya savcı odasına çıktım. Masada oturan zabıt kâtibinin tam karşısında gençten bir adam vardı. Yüzünde ferahlamış bir ifadeyle oturuyordu. Savcı ayakta, tutanağa yazılacakları dikte ediyordu. İşini bitirdiğinde kapının dışında bekleyen polislere “Götürebilirsiniz,” dedi.
Polisler sanığı götürdüklerinde savcı tutanağı bana uzattı. Okudum:
“Teyzem beni evladı yerine koyardı. Çocukluğumdan beri böyleydi bu. Çocuğu olmadığı için annem beni ona verirmiş küçükken. Ama ben onun içten içe kötü kalpli olduğunu bilirdim. Eniştemin Almanya’dan geri dönmemesi, orada yeni bir yuva kurması psikolojisini iyice bozmuştu. Herkesin arkasından konuşurdu, herkesin mutsuz olmasını isterdi sanki. Liseyi bitirince üniversiteyi kazanamadım. Bir fabrikaya girdim ama kriz olunca çıkardılar. Askerden dönmüştüm. Bir iş kurmayı düşünüyordum, kız arkadaşım vardı, evlenecektim, kısacası paraya ihtiyacım vardı. Babamın da durumu yoktu. Teyzem de bunu biliyordu. Yardım etmesini bekliyordum ama hiç lafını etmedi. Çok parası vardı. Ben ölünce alıp kullanırsın diyordu. Geçen gün akşam yanına gidince dayanamayıp para istedim. Vermedi. Ben ölünce alırsın, dedi. Israr edince çok ağır laflar etti. Gözünde hiçbir kıymetim olmadığını anladım. Bana olan sevgisi sırf yalnız kalmamak içindi, göstermelik bir sevgiydi. Odadan çıkıp gidecektim, koridorda durdum. Beni gitti sanıyordu. Kendi kendine konuştuğunu duydum. Orospunun evladı, diyordu. İnşallah bir iş kuramaz, inşallah evlenemezsin. Evlensen de yuvan yıkılır inşallah, diyordu. Kendimi tutamadım, arkasından yaklaşıp ağzını kapadım. Çırpındı bir süre. Sonra hareketsiz kaldı. (Soruldu: Neden bu şekilde öldürdün?) Önce niyetim öldürmek değildi. Çok öfkelenmiştim. Sesini kesmek istedim. Konuşmasın istedim. Sonra kurtulmaya çalıştıkça daha da sinirlendim. Elimi çekmedim. (Soruldu: Parayı ne yaptın?) Sakladığı yerden aldım. Bahçedeki eski kulübeye koydum. (Soruldu: Cinayeti neden itiraf ettin?) Zaten pişman olmuştum. Dışarıda abimlerle konuşuyorduk. Paradan haberleri vardı. Abim polis dizisi izler çok. Otopside çıkar mutlaka dedi. Nasıl olsa anlaşılacak, nasıl olsa beni bulacaksınız diye düşündüm…”
İfade tutanağının altında Celal Şahin yazıyordu. Anlık bir öfkeyle teyzesini öldüren gence içim acımadı desem yalan olur.
Savcıya baktım.
“Saf herif,” dedi.
“Neden?” diye sordum.
“Otopside katilin kim olduğunun anlaşılacağını sanıyor,” dedi gülümseyerek.
“Ama cinayet olduğunu mutlaka anlardık,” dedim kendime göz kırparak.
“Orası öyle ama söylemese nerden bilecektik cinayeti onun işlediğini…”
“Bulurdunuz mutlaka da işiniz uzardı biraz,” dedim. “Neyse ki polisiye dizilerin faydası olmuş.”
Ne dediğimi anlayamadı.
Açıklamak zorunda kaldım. “Polisiye dizileri izledikçe insanların cinayetlerin çözümüyle ilgili beklentileri çok artıyor. Tak deyince cinayeti çözeceğimizi, şak deyince katilin kim olduğunu bulacağımızı sanıyorlar.” Gülümsedim. “Belki de bu gerçekdışı algı işimize yaradı.”
“Saf herif işte,” dedi Savcı.
Saf mıydı bilmiyorum. Suç işlemekle masum kalmak arasında kıl payı bir fark vardır. Celal Şahin o farkın kurbanı olmuştu.
Zabıt kâtibinin hazırladığı evrakları imzaladım. İşim bitmişti. Karnım zil çalıyordu. “İyi çalışmalar,” dedim ve odadan çıktım.