Öğle vakti İsmail, herkesin yemek salonunda toplanmasını istemişti. Kısa bir konuşma yapma gereği hissediyor ancak söze nasıl başlayacağını bilemiyor gibiydi.
“Doktor Bey, ölüm sebebini kalp krizi olarak açıkladı, yine de olası bir soruşturma için sizlerden, bir-iki gün otellerinizden ayrılmamanızı rica edeceğim. Hepimizin başı sağ olsun.”
İsmail sözlerini tamamlar tamamlamaz, Doktor Okan Baktır konuşmayı devraldı.
“Kürşat Bey’in kalp sağlığının yerinde olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Dün gece insülin enjeksiyonunu yaptığımda bana çok yorgun olduğunu söylemişti. Kalp ilaçlarını da başucuna bıraktım ama almamış. Onu bulduğumuzda ilaçlar hala bıraktığım yerdeydi. Kürşat Bey’i sizler kadar iyi tanımıyorum ama ben de bir hastamı kaybetmekten dolayı çok üzgünüm.”
Yeşim ve Melike yan yana oturuyorlardı. Melike, ağlamaktan gözleri kızaran Yeşim’in omzuna elini atmıştı. Tuba Hanım’ın sigarasını söndürüp ayağa kalkmasıyla diğerleri de salonu terk etmek üzere ayaklandılar. Engin, istemsizce başını iki yana salladı. Aklına yatmayan bir şeyler vardı ve bunları şimdi açıklamazsa başka zaman fırsat bulamayabilirdi.
“Lütfen herkes yerine otursun çünkü polis çağırmamız gerekecek.”
“Ne polisi, neden ama?”
Nalan Hanım’ın sesi yine yükselmişti. Tıpkı sabahki gibi kavgaya hazır görünüyordu.
“Bence Kürşat Bey planlı bir cinayetin kurbanı oldu.”
Yeşim’in hıçkırıkları, homurdanmalara karıştı.
“İsmail sence de bu bir cinayet mi?” diye sordu Kaptan.
İsmail alnını kırıştırdı ve ortaya attığı iddiayı açıklaması için Engin’e dikti gözlerini. Bakışları öyle sertti ki Engin, emekli polisi incitmiş olmaktan çekindi.
“Eğer oturur ve anlatacaklarımı dinlerseniz eminim siz de bana hak vereceksiniz. Teşekkürler. Öncelikle neden cinayet olduğunu düşündüğümü açıklayayım: Klima yüzünden.”
Herkes bu açıklamayı anlamsız bulduğunu belirtir gibi homurdanınca Engin, Sedat Bey’e döndü.
“Avukat Bey, dün gece Kürşat Bey’in odasında klima açık mıydı, hatırlıyor musunuz?”
“Açık olmadığına eminim çünkü takımın içinde terden eriyor gibi hissetmiştim.”
“Biliyorum çünkü hatırlarsınız, ben de odada bulunmuştum. Bu sabah odaya girdiğimizde klima açıktı ve oda sıcaklığı da normalden oldukça düşüktü. Oysa Kürşat Bey, klimanın insanı hasta ettiğini düşünürdü, doğru mu?”
İsmail, başını yukarı aşağı sallayarak onayladı Engin’i.
“Sonra, Kürşat Bey’in ışığı gece boyu hiç sönmedi. Hatta sabaha karşı dört buçukta bile açıktı. Ama odaya girdiğimizde ışık kapalıydı. Biri ışığı söndürmüş olmalı.”
“Kendisi söndürmüştür,” diye itiraz etti Doktor.
“Sanmıyorum. Çünkü bence Kürşat Bey gece yarısından önce öldürüldü, cesedinde bozulma olmaması ya da ölüm saatinin tam olarak belirlenememesi için odası kasıtlı olarak soğutuldu.”
“Gece yarısından önce olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz acaba? Yoksa siz de mi tıp eğitimi aldınız?”
“Tıp eğitimi almadım ama dedem imamdı. Ölülerin yıkanmasında ondan yardım isterlerdi. Ben de dedeme çok yardım ettim bu konuda. Yani ölüm morluklarını, katılaşmaları bilirim. Kalp krizinden ölümlerin de çoğunlukla, düşünüldüğü gibi öyle hemen gerçekleşmediğini bilirim.”
“Ne yani ben mi işimi bilmiyorum?”
“Yanılmış olabilirsiniz, diyorum sadece. Bir de kıyafetleri… Gördünüz, üzerinde hâlâ akşam yemeğinde giyindikleri vardı.”
Melike’den yükselen ince çığlık yemek salonundaki tüm başların ona çevrilmesine sebep oldu.
“Cinayetse bir de katil olmalı değil mi? Açık denizdeydik, bu durumda katil şimdi aramızda mı yani?”
Engin başını salladı, “Katil ya da katiller…”
“Benim yüzümden…” diyerek ağlamaya başlayan Melike’yi teselli sırası Yeşim’e geçmişti.
“Saçmalama neden senin yüzünden olsun ki?”
“Bildiklerimi ona anlatmalı ve onu uyarmalıydım.”
İsmail, Melike’nin yanına bir sandalye çekip oturdu. “Lütfen bu bildiklerinizi bizimle paylaşın.”
Melike, Bora’nın gözlerinin içine şefkatle baktı.
“Kürşat’ı Nalan öldürmüş olmalı. Nalan, onun kuzeniydi ve tüm malına el koymak istiyordu.”
“Seni adi, seni utanmaz kadın! Sevgilime kancayı takman yetmedi bir de iftira atıyorsun.”
Nalan’ın içinden çıkan sokak dövüşçüsünün hızına bu kez kimse yetişememişti. Melike’nin saçlarını avcunda toplayan Nalan kıza okkalı bir tokat atmıştı ki Bora, onu tutup koltuğa savurdu.
“Yeter ya! Yeter artık. Asıl adi olan sensin. Seni tanıdığım güne lanet olsun!”
“Oturun yerinize! Biriniz artık şu durumu açıklasın.”
İsmail’in emir veren tavrı yüzünden Bora, Nalan’ın yanına koltuğa oturdu. Melike’nin saçındaki kaynaklardan bir tutam hâlâ Nalan’ın avucundaydı.
“Nalan hiçbir zaman benim sevgilim olmadı. Onun bütün planı beni Kürşat Bey’e evladı gibi yutturmaktı. Adamın güvenini kazanacak, kendimi sevdirecektim. Ona yalandan hayat hikayemi anlatacak, beni yalnız bir kadın olarak büyüten annemi, tarif edecektim. Ne zamanki Kürşat’ın içine şüphe düşmesini sağladık, o zaman sahte bir DNA testi raporu hazırlatmak işin Nalan’a kalan kısmıydı. Melike’nin karşıma çıkacağını nereden bileyim? Ona olan zaafım planı altüst etti. Bence Kürşat bizim bir ilişkimiz olduğunu anladı ve bana yakınlık göstermedi. Ne zaman konuşmak için ona yanaşsam beni kendinden uzaklaştırdı.”
“Neden oğlunu buldum, demeyi tercih etmeden bu kadar dolambaçlı bir yol izlediğinizi anlamadım.”
Yeşim bu soruyu sanki bir iş görüşmesindeymiş ve projede kafasına takılan bir yanı soruyor gibi sormuştu. Nalan bütün foyasının ortaya dökülmüş olduğu gerçeğini kabullenerek yeniden umursamaz tavrına büründü.
“Yıllarca oğlunun bulunması için dünyanın parasını dökmüş ama bulamamış bir adam, benim bulduğuma inanır mıydı sizce? Tesadüfen olmuş gibi olması daha inandırıcıydı.”
Engin ayakta gezinmeye başlamıştı. Üzerine dikilmiş gözlerin varlığını unutmuş, kendi kendine konuşuyor gibiydi.
“Gündüz, yata ilk geldiğimde Kürşat Bey bana yatı gezdiriyordu. Bora’yı kamaralardan birine girerken gördük, Kürşat Bey bunun üstüne ‘Aşk her zaman kazandırmaz,’ dedi. Bence her şeyin farkındaydı zaten.”
“Vay, zehir hafiye!” diye dalga geçti İsmail. Engin bu iğnelemeyi de duymazdan gelerek sözlerine devam etti.
“Hem bir de şu Rus mankenimiz var. Galina Zavadski. Akşam kamaramda dinlenirken hakkınızda ufak bir araştırma yaptım.”
Yeşim, bir anda kıskançlığın verdiği öfke ile ayağa fırladı ama konuşmadı.
“Ben akşam yemeğindeki tavrından şüphelendim önce. Güya konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyordu ama esprilere gülümsediğini yakaladım birkaç kez. Sonra bu kadını daha önce bir yerde gördüğümden emin oldum. Ama bir manken olarak değil de…”
Rus güzelin gözleri kocaman açılmıştı.
“Sen neden bahsediyorsun be? Kimsin sen? Seni dinlemek zorunda değiliz,” diye kükredi peruklu adam. Tayfun Kırmaz, sevgilisinin elini sıkıca tuttu ve gitmeye hazırlandı.
“Boşa sinirleniyorsunuz. Onun gerçek yüzünü öğrenince o tuttuğunuz eli bırakacağınıza eminim.”
Herkesin bakışları bu kez Rus güzeline çevrildi.
“Galina Zavadski gerçekten eski bir manken. Öyle aşırı ünlü değil ama yine de zamanında magazin basınında epey yer almış. Katia, yani sevgiliniz ile Galina ikiz kardeş gibiler. Gerçek Galina, birine âşık olunca podyumlara veda etmiş ve Amerika’ya yerleşip izini kaybettirmiş. Çocuğunu basının önünde büyütmek istememiş olmalı.”
Galina, gerçek adıyla Katia bozuk Türkçesiyle susması için Engin’e yalvarmaya başladı. Ama şov Engin’in hoşuna gitmişti. Kendini ünlü bir dedektif gibi hissediyordu.
“Katia’yı çalıştığım tur teknelerinden birinde, her seferinde farklı adamlara eşlik ederken görmüştüm. Bu eşlik etme hali genellikle adamları otelde beş parasız bırakmakla son buluyordu. Birkaç senedir sahillerde görmediğimden ya da bu Rus kızlarının çoğu birbirine benzediğinden unutmuş olmalıyım. İşi büyütmüşsün tatlım. Aslında cinayet senin tarzın değil ama belki de eski playboylardan Kürşat Kalacan da senin gerçek adını biliyordu ve büyük balığına söylemekle tehdit etmişti, bilemem.”
Tayfun’un elini bırakması üzerine “Kapa çeneni, tamam mı?” diye bağırdı Katia.
“Türkçeyi ne de iyi anlıyorsun. Tayfun Bey, maddi bir bunalımın içindesiniz, değil mi? Eski eşinizle mahkemelik olmalısınız. Belki de siz istediğiniz borç parayı koparamadığınız için öfkelendiniz ve…”
“Ne saçmalıyorsun be! Bu benim özel meselem ve Kürşat’tan borç falan istemedim.”
“Merak etmeyin ikinizin de katil olmadığınızı biliyorum. Tam üstümdeki kamaradan gelen çılgın sesleriniz, dün gece benim kamaramı dolduruyordu. Sonrasında aşağı inmiş olsanız sizi görürdük çünkü güvertede oturuyorduk.”
Yeşim de Engin’in söylediklerini destekleyince İsmail otoritesini korumak ister gibi yeniden ayağa kalktı, ellerini arkada bağlayarak odanın ortasına doğru yürüdü.
“Peki kimseyi gördünüz mü?”
İsmail soruyu Yeşim’e sormuş olsa da Engin’in ipleri bırakmaya niyeti yoktu.
“Mürettebat hariç herkesin dün gece nerede olduğunu tam olarak biliyorum. Katia ile Tayfun kamaralarında çok meşguldüler. Bora, Melike’yle birlikte sinema odasında olmalı. Nalan uyanıp onu aramaya başladı. Melike’nin kamarasının kapısını yumrukladığını duydum. Kamara boştu. Muhtemelen, Melike’nin Kürşat’la olup olmadığını merak ettiği için Kürşat’ın odasına kadar geldi ama sormaya cesaret edemedi. Tuba Hanım en alt kattaydı. Sigarasının tarçına benzer kokusunu aralıklarla üç defa hissettim. Sanırım kendine malzeme çıkıp çıkmayacağını merak ederek konuşmaları dinliyordu.”
Tuğba histerik bir kahkaha attı.
“Yirmi yaş genç olsam kesinlikle senin peşini bırakmazdım. Yerli Gatsby’nin evlatlığı yerli Sherlock.”
Engin, Yeşim’e bile bahsetmediği bu teklifi Tuba’nın nereden duymuş olabileceğini anlamadı.
Tuba, “Öyle şaşkın şaşkın bakma yüzüme. Eski gazeteci bir yazarın kendine ait bilgi kaynakları ve bilgi edinme yolları vardır, elbette,” derken Sedat, cebinden çıkardığı mendille alnında biriken terleri sildi ve bir sigara yaktı.
Engin gülümsedi ve kaldığı yerden devam etmesi için sabırsızlanan İsmail’e döndü yüzünü.
“Siz neden ortalarda yoktunuz İsmail Bey? Baş ağrısından mı?”
“Evet, başım çok ağrıyordu, doktor bana bir ağrı kesici… Bir dakika, bir dakika. Bizi sorguya mı çekiyorsunuz genç adam?”
“Estağfurullah, siz dururken… Ben sadece herkes bir aradayken, şüphelendiğim şeyin gerçek olup olmadığını bilmek istiyorum, o kadar.”
Tuba tarçın aromalı özel sigarasından bir tane yaktı. Oturduğu koltuğa iyice yerleşti ve arkasına yaslandı. “Ben kendimden eminim, bu yüzden bu genç adamı dinleyeceğim. Eğer ortada bir cinayet varsa nedenini ve katili öğrenmek en doğal hakkımız,” diyerek Engin’i destekledi. Onun bu tavrı diğerlerinin de kendinden emin bir duruş sergileme gayretine girmesine sebep oldu.
Engin, desteği için kadına teşekkür etmek ister gibi başıyla selam verdi.
“Bizim koridordaki üçüncü kamaranın Mustafa Bey’e ait olduğunu anlamam için sabah saatlerinde sesini duymam yetti. Ancak odada biri daha mı vardı yoksa duyduğum bir telefon konuşması mıydı orasından emin değilim. Biri istese sizin odanızdan Kürşat Bey’in odasına geçebilir değil mi, Mustafa Bey? Yanılmıyorsam, iki odanın arasında bir kapı var.”
Kilolu adamın kaşları çatıldı. Soruyu yanıtlamak istemiyor gibi yerine cevap verecek birini bulma umuduyla diğerlerinin yüzlerine bakmaya başladı. Avukat Sedat cebinden buruş buruş olmuş kumaş mendilini çıkarıp boynunu ve alnını sildi.
“Var ama Mustafa Bey’in cinayet işlemek için bir sebebi yok. Hatta bu ölüm onun zararına bile.”
“Bu önemli bir şey işte. Sizce kimin cinayet işlemek için sebebi var?”
İsmail’in sorusu üzerine Avukat omuz silkti.
“Hollanda’da hazırlattığı vasiyetini bizzat okudum. Dün gece de bu konuda görüştük. Son aylarda bu konuda epey çalışma yaptık.”
İsmail sivri burnunu tuhaf bir biçimde ovaladı.
“Neden vasiyet hazırlattığını anlamıyorum. Hastalıkları vardı ama yine de rahmetlinin sağlığı yerinde sayılırdı. Gerçekten anlayamıyorum, birdenbire vasiyet hazırlatıp sonra da ölmek… Doktor bu konuda bilmediğimiz bir durum mu var?”
“Sürekli doktorunun bana aktardığı talimatlar dışında bir şey bilmiyorum ben. Ancak kim ne derse desin ölüm sebebinin kalp krizi olduğundan eminim.”
Engin, Okan’ın ok fırlatan bakışlarının kendisine döndüğünü görünce güldü.
“Ben de sizin bir haltlar çevirdiğinizden eminim doktor. Mesela İsmail Bey’e verdiğiniz ağrı kesicinin ne olduğunu bilmek isterim. Eğer bir tahlil yaptırırsa patronuna sadık bu adamın kanında farklı etken maddelere rastlanır mı mesela?”
İsmail bir anda yerinden fırladı.
“Ben de neden bu kadar derin uyuduğumu düşünüp duruyorum. Eğer böyle uyumasaydım… Ben…”
“Saçmalamayın. Bence bu adamın hayal gücü inanılmaz.”
Engin, Okan’ın saldırgan tavrına gülümseyerek karşılık verdi. İsmail’in kafasında bir soru işareti oluşturmuş olmak yeterliydi.
“Bu konuya yeniden döneriz ama önce şu vasiyet hakkında bize neler söyleyebilirsiniz Sedat Bey?”
“Şu an bir açıklama yapmam uygun olmaz.”
“Bırak idealizmi Avukat Bey. Sadece bu vasiyetten kim karlı çıkar söyle bize,” diye çıkıştı İsmail.
Sessiz, suratsız ve çelimsiz görünen eski polisin öfkelendiğinde on kaplan gücünde olabileceğini düşündü Engin ve bundan memnuniyet duydu. O odada bu meselenin en az onu ilgilendirmesi gerekiyorken vasiyette yazılanlar konusunda meraktan ölecekti.
“Kürşat Bey’i yirmi dört yıldır tanıyorum. Onu tanıyan herkesin bildiği bir şey varsa o da insan sarrafı olduğudur. Merhum, kimin ne olduğunun, neden kendisine yakın davrandığının farkındaydı. Kimlerin kuyusunu kazdığının da… Zaten yakın çevresinde olanları şimdiye kadar ziyadesiyle memnun etmiştir, öldükten sonrası içinse farklı planları vardı.”
Salonda toplananlar huzursuzca kıpırdanmaya ve aralarında konuşmaya başlamışlardı. İsmail, konunun peşini bırakmak niyetinde değildi.
“Lütfen herkes sussun. Şu konuyu baştan bir konuşalım. Dün gece herkes ne yapıyordu, tek tek anlatsın. Kafam iyice karıştı.”
“Kafanızın karışması gerekmiyor. Ben Kürşat Bey’in kalp krizinden öldüğünü söylüyorum. Otopsi de yapılsa sonuç bu çıkacak. Vay klimaymış, ışıklarmış. Belki fark etmeden birimiz odaya girdiğimizde anahtara yaslanıp kapattık ışıkları. Belki Kürşat Bey bunaldı ve klimayı yanlış ayarladı. Sonrasında kalp krizi geçirdiğinden kapatamadı. Ne kadar saçma şeylerden bahsettiğimizin farkında mısınız?”
“Okan Bey, ya siz gecenin ilerleyen saatlerinde ne yaptınız? Yani yanımızdan ayrıldıktan sonra?”
“Yok artık! Sırf Yeşim’den hoşlandığımı fark ettiğin için kafayı bana taktın değil mi?”
Engin soruyu duymazdan geldi ama yanakları utandığını belli ediyordu. O ana kadar konuşmadan düşünceli biçimde oturan Yeşim ayağa kalktı.
“Ben sabaha karşı birini merdivenlerden inerken gördüğümü hatırlıyorum. Çok tatlı bir uykunun ortasında olduğumdan gözlerimi yeniden kapattım ama şimdi kimi gördüğümü çok iyi biliyorum. Doktor Bey sanırım o saatte uykunuz kaçtığı için gezinmiyordunuz.”
Okan, ilk defa telaşa kapılmış gibiydi. Kem küm etti ve gözlerini Mustafa Bey’e dikti.
“Ben aradım doktoru. Arama kaydında vardır. Akşam yemeği fazla kaçırmış olmalıyım. Midem bozuldu ve bulantılar artınca zehirlenmiş olabileceğimden korktum.”
“Zehirlenmek…” diye mırıldandı İsmail, “İşte bu da kafa karıştırıcı değil mi? Bence ikimiz de tahlil yaptırmalıyız.”
“Yok, gerek yok tahlile falan. Ben yemeği fazla kaçırdım ve balıktan şüphelendim o kadar.”
Yeşim, Mustafa’nın yanına oturdu.
“Şimdi iyi misiniz peki?”
“Evet, evet. Doktor başımı bekledi sabah, meraklanma kızım. Marinaya bir yanaşalım, düşünmemiz gereken tonlarca şey olacak. Cenaze organizasyonu, taziyelerin kabulü… Hastalanmaya vaktim yok.”
“Bunlarla sizin ilgilenmeniz gerekmeyecek Mustafa Bey. Çünkü vasiyet gereği artık işlerin başında olmayacaksınız,” dedi Avukat ve sanki bir sırrı ağzından kaçırmış gibi ağzını kapattı.
İsmail otoriter tavrını bir kenara bırakıp bir dosta hitap eder gibi elini Sedat’ın omzuna koydu.
“Bakın azizim, İngiliz filmlerinde değiliz. Öyle vasiyetin okunduğu özel toplantılar falan düzenlenmez bizim ülkede. Söyleyin gitsin artık neymiş bu vasiyet?”
“Avukatı zorlamayın. Ben zaten iki yıldır biliyorum Kürşat’ın ne istediğini. Ona bir şey olursa ben de yüklü bir tazminatı alıp emekli olacaktım. Türkan’dan sonra hayatımı yaşamam ve işle bu kadar haşır neşir olmamam konusunda baskı yapıyordu Kürşat bana.”
“Ama siz çalışmadan yaşayamazsınız ki! İşinize nasıl aşkla bağlı olduğunuzu…”
“Biliyorum Yeşim ama Kürşat bunu vasiyete bile yazmış baksana.”
Neredeyse bir saattir sessizce oturan Nalan, herkesin bakışlarını üzerine çekecek kadar yüksek ve yersiz kaçan bir kahkaha attı.
“Her şeyini bana bırakmış olmalı o halde. Başka yakını olmadığına göre. Ağzıma biraz bal sürer diyordum ama bunu beklemiyordum.”
“Yeter ama… Bu tavrınız çok çirkin. Yaşadığı sürece ona yapışık asalaklar gibi davrandığınız yetmezmiş gibi adamın öldüğüne bile üzülmeyip mal derdindesiniz.”
“Vay vay, yazar hanım bizi terbiye etmeye kalkıyor. Artık siz de kitabınıza istediğinizi yazar, parayı oradan kırarsınız.”
“Tuba Hanım da siz de vasiyetten payınıza düşeni alacaksınız. Of, bir iki gün sürmeden öğreneceğinizi şimdi söyleyeyim bari. Nalan Hanım; İstanbul’daki villayı ve Ayvalık’taki evi size bıraktı. Tuba Hanım da yazarlık atölyeleri yapmak istiyormuş galiba, eğitime destek olmak, hayalini gerçekleştirmesini sağlamak adına Nişantaşı’ndaki dükkanlardan beğendiği birini alma hakkı verdi. İsmail, silah koleksiyonunu sana bıraktı. Epey para edeceğini tahmin edersin. Bunun gibi ufak tefek ayrıntılar var vasiyette ama asıl mal varlığı, işler, Hollanda’da satılanlardan gelecek olanlar vs. hepsi, eğer çocuğu bulunursa onun olacak. Ölümünden bir sene sonra bile çocuğu ortaya çıkmamış olursa işte o zaman her şey şehit ve gazi ailelerine bağışlanmak üzere bir vakfa nakledilecek.”
Herkes şaşkın görünürken, Mustafa Bey gülümsüyordu.
“Ah Kürşat, senin zekanla baş etmek mümkün mü? Yıllarca kazandıklarını temize çekmenin en güzel yolunu bulmuşsun yine,” dedi Tuba ne ara aldığını fark etmedikleri içki kadehini havaya kaldırarak.
“Eğer aranızda Kürşat’ın çocuğu olan yoksa cinayet için sebebi olan da yoktur bence. Normal bir ölümü trajediye çevirmeye çalışan bu delikanlıya bir dur deyip artık otellerimize dağılalım mı İsmail Bey?” diye sordu Tayfun Kırmaz. Salondakiler marinaya dönen yatın halatının babaya bağlanıyor olduğunu o anda fark ettiler. Herkes bir an önce salondan çıkmak niyetindeydi.
Yeşim, gözlerini bilerek Engin’den kaçırarak “Bence de yeter. Acımızı bile unutturdunuz bize,” diye çıkıştı. İsmail ellerini iki yana açarak kimseyi durduramayacağını ifade etti.
Engin için zenginliğin tadını çıkaracağı hayatın başlamadan bitmesinden daha acı bir şey vardı: Tüm sorularının cevapsız kalması. Oynadığı dedektiflik oyunu sona ermişti. Mustafa Bey yattan ayrılmadan önce delikanlının yolunu çevirdi.
“Kürşat’ın senin için hazırlattığı her şeyi hatıra olarak alabilirsin evlat. Ha, bir de Yeşim’le ilgili hayallere kapılma, onu arama. O benim sözümden çıkmaz ve ben, Kürşat’ın aksine sizin için ortak bir gelecek görmüyorum.”
“Buna Yeşim karar vermeli bence,” dedi Engin diklenerek ama vedalaşmak istediği kızın çoktan yattan inmiş olduğunu öğrenince, son yaşananlar üzerine Yeşim’in kararını verdiğine inandı.
**************************************
Kürşat Kalacan’ın vefatı gazetelerde ilk sayfada yer almıştı. Engin, “Yerli Gatsby’nin kalbi hızlı hayatına dayanmadı” başlığını okuduğunda Tuba’yı düşündü. Bir ay geçmeden kadından imzalı bir kitap geldi çalıştığı otele. “Sevgili Sherlock’a” diye imzalamıştı kadın kitabı. Engin ise kendini başarısız ve yalnız hissediyordu. Yeşim, onu hiç aramamış, Engin şirket telefonundan kendisine ulaşmaya çalıştığında da telefonlara çıkmamıştı.
Yatta yaşananların üzerinden iki ay geçmişken Engin, bar taburesine oturan tanıdık yüze gülümsedi ama adam ona el sallamakla yetindi.
“Seninle konuşmamız lazım delikanlı, bence şüphelerinde haklıydın,” dedi İsmail.
Engin, adama serin bir içecek ikram etti, “Sizi dinliyorum,” dedi.
“Sözünü dikkate almamakla hata ettim. Tahlil yaptırmalıydım ama hastanedeki doktor da patronun ölüm sebebine kalp krizi deyince, kendi derin uykumun üstünde durmadım. Fakat sonra bir şey oldu. Bizim genç doktor kayıplara karıştı. Araştırdım, emniyetteki eski dostlardan rica ettim, soruşturdular, o isimde bir doktor bulamadılar. Mustafa Bey’e sordum, doktoru nasıl bulduğunu öğrenmeye çalıştım, İstanbul’da bir restoranda tanıştıklarını falan anlattı. Ne adres verebildi ne de başka bir bilgi. Maaşının yattığı hesap numarası başkasına ait çıktı. Yatan para çekilmemiş bile.”
“O adamda bir pislik olduğuna emindim.”
“Patron gerçekten öldürüldü diyelim, bunu da doktor yaptı farz edelim, adamın ne gibi bir çıkarı olabilir diyorum, bulamıyorum. Bunu yapmasını başkası istemiş olsa gerek, değil mi?”
“Şu kayıp oğul olmasın bu doktor? İntikam almak istemiş olmasın?”
“Öyle bile olsa o kadar paraya konmak yerine… Hem patron ondan vazgeçmiyor ki, arayıp duruyor yıllardır. Ne diyorum ben ya? Kürşat Bey’in öldüğünü kabullenemiyorum. Sanki yine iş için yurtdışında ve dönecek gibi geliyor.”
İşte o anda Engin, yattayken duyduğu ama o anda önemini anlamadığı bir cümleyi hatırladı. İsmail’e düşündüklerini söylemekte kararsızlık yaşıyordu, çünkü altından bir şey çıkmayabilirdi. Yine de cümleyi kuranla yüzleşmek istiyordu. Eğer tahmini doğruysa tüm taşlar yerine oturmuş olacaktı.
“Mustafa Bey şimdi İstanbul’da değil mi?”
“Evet evlat. Bir yıllık süre dolana kadar işleri toparlamaya devam ediyor. Şirketin yönetimi yönetim kurulunda ama kurul başkanı hala o. Süre dolunca hisselerin ve mülklerin satışı yapılacak ve muazzam bir gelir vakfa bağışlanacak.”
Engin aklına takılan şeyi İsmail’e anlattı ve o gün deneyimli polis emeklisi adamla olayları yeniden gözden geçirdiler.
İki gün sonra İsmail’in arabasıyla gittikleri İstanbul’daki gösterişli bir plazanın yönetim katında, bekleme salonunda oturuyorlardı. Engin için burası alışkın olmadığı bir dünyaydı. Bar taburesinde pareolar- şortlar içinde görmeye alışkın olduğu kadınlar ve erkekler takım elbiseleriyle koşturuyorlardı. Onların arasında ay gibi parlayan güzelliğiyle Yeşim’i gördüğünde gözlerinin içi güldü Engin’in. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ne diyeceğini bilemedi. Bu kez Yeşim sözü almak niyetinde görünmüyor, bekliyordu.
Mustafa Bey’in sesi gençlerin birbirine kilitlenen bakışlarının ayrılmasına sebep oldu.
“Vay delikanlı, hayırdır? Şirkete bar açtık da haberimiz mi yok? Yoksa yine bir fırsatçılık peşinde misin?”
Engin, sinirden yumruklarını sıktı ama kavga etmek istemiyordu.
“Sadece size bir şey sormak için geldik.”
“Siz yakaladığı balığı kaçırdığına üzülen bir avcısınız. Bırakın artık bizim peşimizi. İnanın sorularınızla ya da uydurduğunuz hikayelerle uğraşacak vaktimiz yok.”
Yeşim’in başı yerden hiç kalkmıyor, Engin’le göz göze gelmekten kaçıyordu. Mustafa Bey hareketlenince o da adamın peşinden hızlı hızlı yürümeye başladı. İsmail ve Engin de onların peşine takılmışlardı.
“Yapma be İsmail. Bu fırsat düşkünüyle birlikte hareket ettiğini söyleme bana,” dedi Mustafa Bey, asansör düğmesine basarken.
“Bana fırsatçı deyip durmayın. Ben sadece Kürşat Bey’in cesedi bulunmazdan önce, onun ölmüş olduğunu nereden bildiğinizi sormak istiyorum.”
“Yine ne zırvalıyorsun böyle?”
“O sabah, ağlamıştınız. Yeşim sizin rahmetli eşiniz için ağladığınızı düşünmüştü ve siz ona açıklama yaparken, ‘Kürşat bilirdi, bir anacığımın bir de eşimin -Allah hepsine rahmet eylesin- hakları çoktur üzerimde.’ demiştiniz. Hepsine rahmet okuyarak ve arkadaşınızdan da mazide kalmış gibi bahsederek. O zaman fark etmemiştim bunu. Siz arkadaşınız için de ağlıyordunuz oysa. Onun ölümünde parmağınız var ama nedeni bulamıyorum henüz.”
“Yahu sen manyak mısın nesin? Ben neden kırk yıllık arkadaşımı öldüreyim? Hem doktorlar bile kalp krizi demedi mi?”
“O akşam ben Kürşat Bey’in odasından çıkarken o, doktora çağırmadan gelmemesini söylüyordu. Günlük enjeksiyon vurulan biri bunu neden söylesin? Doktor bize yalan söyledi. Ya insülin enjeksiyonunu vaktinde yani yemekten önce yapmıştı ve ben çıkınca kalp krizini sağlayacak başka bir ilaç verdi ya da insülin kalemine farklı bir ilaç konmuştu. İsmail abiden öğrendiğime göre insülin kalemi hep Kürşat Bey’in kamarasında dururmuş. Bence ikiniz bu işte birlikteydiniz. Doktor sabaha karşı odanıza geldi. Hasta falan değildiniz. Bizim odayı görecek şekilde güvertede oturuyor olmamız işleri karıştırmıştı sadece. Okan, patronunuzun odasına giremezdi. Bunun için sizin odanızdan geçmeli ve durumu yeniden kontrol etmeliydi. Siz de zehirlendiğiniz iddiası ile bu ziyarete kılıf uydurdunuz.”
“Neden böyle bir şey yapayım ki? En yakın arkadaşımın hayatta olması daha çok işime geliyordu.”
“İşte orasını çözeme…”
Yeşim’in dizlerinin üstüne çökmesi ile tartışma bölündü. Genç kız ortamdaki gerilimden etkilenmişti. Bir yandan ağlıyor, bir yandan nefes almakta güçlük çekiyordu. Bir kriz atlatıyor gibiydi. İsmail, kızı kucakladığı gibi koltuklardan birine yatırdı. Çalışanlardan biri su getirmişti. Bileklerine kolonya döktü, gelen kadın.
“Hep senin yüzünden bu hâl. Kızıma bir şey olursa seni gebertirim. Çık git şirketimden, hemen!” diye kükredi Mustafa.
Engin, katta bekleyen asansöre binip şirketten çıktı. Henüz birkaç adım yürümüştü ki, “Kızım… Evlat… Genetik…” diye mırıldandı ve gerçeği anladı. Merdivenleri tırmanarak Yeşim’i aramaya başladı. Kızın odasında olduğunu öğrenince kapıyı çalmadan daldı odaya.
“Yeşim, sen o fotoğraftaki çocuksun. Sen Kürşat Kalacan’ın kızısın ve eminim ki zaten yakında bu gerçek sana söylenecekti,” dedi gülümseyerek.
Yeşim, yorgun görünüyordu. Sesini yükseltmeden, “Anlamıyorum, neden sürekli benimle oynuyorsun?” diye sordu.
“Oynamak mı? Ben hiç seninle oynamadım ki!”
“Teknede beni tavlamaya çalıştın. Kürşat Bey’in beni çok sevdiğini ve bana değer verdiğini öğrenmişsin ve onun gözüne girmek için benim duygularımla oynamışsın. Şimdi de onun kızı olduğumu… Saçmalık.”
“Bu da nereden çıktı? Ben seninle neden oynayayım? Ah anlıyorum, bunlar senin kafana özellikle sokuldu. Seni benden uzaklaştırmak istedi.”
“Engin hiçbir şey anlamıyorum.”
“Sen kendin anlatmıştın bana. Ne yazıyordu fotoğrafın arkasında? ‘Sana asla baba demeyecek olan çocuğun’ Oğlun yazmıyormuş ki. Kürşat, fotoğraftaki çelimsiz, kısa saçlı bir çocuğun oğlan olmasını ummuş ve kendini buna inandırmış işte. Yine senin tabirinle kurnaz olan ortağın aklına diğer alternatif gelmiş olmalı: ya kızsa?”
“Yine de saçma. Evladını bulmuş olsa neden Kürşat Bey’e söylemesin ki?”
“Çünkü o zaman onun eline hiçbir şey geçmezdi. Seni bulduğunda bir taşla iki kuş hesabı yapmış olmalı. Çocuk sahibi olamayan eşini mutlu etmek ve kendisine sadık bir varis yetiştirmek. Şimdi bir şekilde seni kullanarak şirketi yönetmeye devam edebilecek. Neticede bu miras senin yasal hakkın ve o da senin manevi ailenin son ferdi. Sevgini kullanacaktı, anlasana, sen onun gizli silahıydın.”
“Sana inanmıyorum.”
“Kalbini dinle. Ben onun bana inandığına eminim. Hatta kalbini dinlet, çünkü babandan genetik bir miras almış olduğunu da düşünüyorum.”
Yeşim’in aklının karışmış olduğu yüzünden belliydi. Bir hışımla fırladı odadan dışarıya. Engin’in tahmin ettiği gibi Mustafa Bey’in odasına gitmek yerine kapısı kilitli depo gibi bir yere girdi. Koridorda hızlı adımlarla ilerleyen ikiliyi gören İsmail de peşlerine takılıp odaya girmişti.
“Neler oluyor burada?”
“Bunlar rahmetlinin odasından çıkan eşyalar. Bir fotoğraf arıyoruz. Fotoğrafı daha önce bana bu şirketteki odasında göstermişti. Elime alıp incelememiştim, hatta o zamanlar ilgilenmemiştim bile. Şimdi yakından görmek istiyorum.”
Fotoğrafın aslını bulamasalar da üzerinde “Araştırma Raporları” yazan dosyalardan birinin içinde fotokopilerini buldular. Yeşim fotoğrafa bakar bakmaz ağlamaya başladı.
“Bu kazağı ve bu oyuncak kamyonu hatırlıyorum. Ev sahibimizin bir oğlu vardı. Küçülen kıyafetlerini bana verirlerdi. Kamyon da onundu. Birlikte oynardık. Sonra ne oldu o insanlara hatırlamıyorum. Annemin çok hastalandığını hatırlıyorum. Annemle, onun ailesinden yardım istemeye gittiğimizi hatırlıyorum. Dedem olduğunu söyledikleri adam bana, “Piç” demişti. Ne demek olduğunu hiç duymadığımdan o zamanlar anlamamıştım, bizi kovmuşlardı. Evsiz ve aç kaldık günlerce. Sonra sokakta öldü annem. Küçücük bir çocuktum. Tüm bunları unutmuştum ben; silmiştim hafızamdan.”
Şaşırma sırası İsmail’e geçmişti.
“Sen o çocuk musun yani? Yıllarca aradığım oğlan…”
**********************
Kısa bir süre sonra, gösterişli plazanın yönetim katında, daha önceleri Mustafa’ya ait olan ceviz masanın başında oturan Yeşim, günlük gazeteleri okuyordu. Gazete başlıkları arasında kendisini ilgilendiren kısmı daha dikkatli okumak için gazeteyi katladı. Kalın puntolarla atılan başlık değişmişti.
“Yerli Gatsby’nin Katili Aranıyor”