Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KÖYÜN DELİSİ

Diğer Yazılar

GECE YOLCUSU

KAMBUR

GECE GELEN-2

Nurhan Işkın
Nurhan Işkın
Nurhan Işkın, Almanya doğumludur. Eğitim hayatını Almanya'da tamamlamıştır. Daha sonra Türkiye'ye dönen yazar İzmir'de yaşamaktadır. Evli ve iki çocuk annesi olan polisiye yazarının Geçmişten Gelen Cellat ve Katilin Özrü adlı iki polisiye kitabı bulunmaktadır. Nurhan Işkın'ın polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

Mehmet kendisini bildi bileli hem öksüz hem de yetimdi. Yirmi iki yaşında olduğu söyleniyordu.  Onu taşlayan, “Pis!” diye bağıran köylülerin ne demek istediğini bir türlü anlamıyordu. Kendince temiz bir insandı.  Bir tek köyün öğretmeni Meltem ve İmam Ahmet saçını okşayıp onunla konuşuyorlardı. Yemek veren komşular onu sofralarına kabul etmiyorlardı. Babasından kalan eve Sacit dayısı ve Fatma yengesi yerleşmiş, ona ise ahırda bir köşe layık görmüşlerdi. Meltem Öğretmene göre Mehmet Down Sendromluydu. Her söyleneni anlıyor, sadece kızdığı zaman hırçınlaşıyordu. Konuşmasını ise herkes anlayamıyordu. Kelimeler ağzından hızlı ama yuvarlanarak çıkıyordu. Ama hep gülümsüyordu. Doymak bilmiyordu. Ona en çok yemeği Meltem Öğretmen ve İmam Ahmet Efendi’nin karısı Ece Kadın hazırlıyordu.

Köpekler ve kedilerin onunla garip bir ilişkisi vardı. Mehmet ne zaman ahırdan adımını dışarı atsa köydeki köpek ve kediler sanki kokusunu almış gibi etrafını sarıp onunla birlikte koşturuyorlardı. Mehmet ise onlarla beraber önce okulun bahçesine gidiyor, sonrasında ise caminin içine dalıyordu. Muhtar Veli onu kovalasa da İmam Ahmet hemen araya giriyor ve caminin Allah’ın evi olduğunu, dolayısıyla hayvanların da girebileceğini söylüyordu. Tabii, cemaat bu durumu yadırgıyor, ona çıkaramadıkları sesi öfkeyle Mehmet’e yönlendiriyorlardı.

Bu yılbaşı günü de Mehmet karda zorlukla yürümeye başladı. Yine köyün hayvanları eşliğinde önce camiye gitti ve içeri bağırarak daldı. “Bugün yılbaşı! Bugün yılbaşı!”  Daha bağıracaktı ki ensesine yediği tokat ile cümlesini yutmak zorunda kaldı. Başını çevirdiğinde kendisine öfke dolu gözlerle bakan Sacit dayısını gördü.

“Seni mendebur! Burasının neresi olduğunu unuttun galiba! Çık dışarı! Seni gözüm görmesin!”

Mehmet dayısının kendini neden sevmediğini anlamıyordu. O, herkesi seviyordu; en çok da yemek yemeyi. Hemen acıkıyordu. Her şeyi daha hızlı anlatmak istiyor fakat başaramıyordu. Gülümseyerek anlatmaya başladı:

“Ama bugün yılbaşı. Tekir, Boncuk, Minnoş, Karabaş, Akbaş ve ben çok üşüdük. Bak, sadece biz geldik. Diğer arkadaşlarım gelmedi. Hem ezan okunmadı daha. Biraz şu köşede oturalım. Ahmet Hoca ne zaman istersem buraya gelebileceğimi söyledi.”

“Leş gibi kokuyorsun! Allah’ın evine böyle gelinir mi? Çabuk çık dışarı! Yoksa Allah yarattı demem alırım seni ayağımın altına!”

“Benim yıkanmama izin vermiyorsun ki? Sonra da bana kızıyorsun. Ben Ahmet Hoca’mı bekleyeceğim. Hiçbir yere gitmiyorum! Gitmiyorum işte,” diyerek gülümsedi. Bu, Sacit’i daha da sinirlendirdi. Mehmet’i kolundan tutup sürükleyerek camiden çıkardı ve yere fırlattı. O ara camiye gelmekte olan İmam Ahmet gördüklerine inanamadı.

“Sen ne yapıyorsun Sacit Efendi! Allah’tan kork! Ne istiyorsun bu garipten? Ben, onun ve arkadaşlarının camiye gelmesine izin verirken sana ne oluyor?”

“Bana bak İmam Efendi! Bir asırlık camiye yeni âdetler çıkarma. Beni de kızdırma. Seni buradan göndermesini bilirim. Hem sana ne oluyor? O benim yeğenim. Döverim de severim de. Bu seni hiç ilgilendirmez,” diyerek gerisin geri caminin içine doğru yürümeye başladı. İmam Ahmet ise Mehmet’i düştüğü yerden kaldırıp üzerindeki karları silkeledi.

“Mehmet, ağlama oğlum. Sen şimdi bize git. Ece Kadın çok güzel yemekler pişirdi. Ben de namazı kıldırıp gelirim. Hem Meltem Öğretmen de bizde. Hadi acele et,” diyerek onu teselli etmeye çalıştı.  Mehmet gözünün yaşını sildi. İki adım attıktan sonra geri döndü.

“Biliyor musun, yengem Sacit dayıma, ‘Şu oğlanı öldür artık, öldür,’ dedi. O oğlan ben miyim? Hem ölürsem anne ve babamın yanına giderim değil mi? Sen demiştin, iyi insanlar cennete gider diye. Ben iyi insanım değil mi? Hem bugün yılbaşı. Belki de bugün giderim,” dedikten sonra yanında köyün kedi ve köpekleri ile eve doğru koşturmaya başladı. İmam Ahmet ise olduğu yerde bir müddet kalakaldı.

***

Yılbaşının ertesi sabahı köy ahalisi Mehmet’in bağırtısı ile uykudan uyandı.  “Sacit dayı kar üstünde yatıyor! Sacit dayı kar üstünde yatıyor!” diyerek köy meydanında karların içine bata çıka koşturan oğlana, köyün kedi ve köpekleri de eşlik ediyorlardı. Muhtar Veli ne dediğini anlamadığı çocuğun yanına gelip kolundan çekiştirdi.

“Allah’ın delisi, ne bağırıp duruyorsun karga bokunu yemeden!” Mehmet ise kolunu ondan kurtarıp koşmaya devam etti. Köy ahalisi meydana doğru gelmeye başladı. Mehmet ise bir yandan gülüyor, bir yandan koşmaya devam ediyordu. İmam Ahmet, eşi Ece Kadın ve Meltem Öğretmen de meydana geldiler. Herkes birbirine boş gözlerle bakıyor, “Köyün Delisi”  ismini taktıkları delikanlının ne söylediğini anlamaya çalışıyorlardı. Meltem Öğretmen, ürkütmemeye çalışarak ona bir adım yaklaştı. Sevgi dolu bakışları ile kolunu yavaşça tuttu.

“Mehmet, dur bir nefes al. Bak ne dediğini anlamaya çalışıyorum. Hadi gel,” diyerek onu meydanda bulunan üzeri karla kaplı banka doğru yönlendirdi. Mehmet, meydanı kalabalık görünce hemen elleri ile yüzünü kapattı. Kendisine taş atan köylülerin yine aynı şeyi yapacaklarını düşündü. Meltem Öğretmen ona sakin olmasını telkin edince elini tutarak banka oturdu.

“Şimdi bana ne olduğunu anlatır mısın?”

“Sacit dayı var ya, o karların içine yatmış. Ben de üstüne hırkamı örttüm, her tarafını kan yapmış” diyerek gülümsedi.

“Nerede yatıyor?”

“Ahırın arka tarafında. Ona uyanmasını söyledim. Üşürsün dedim ama bana kızgın kızgın baktı. Hiiiç konuşmadı.”

“Tamam, sen burada beni bekle olur mu? Ben gidip bakacağım. Anlaştık mı? Eğer burada oturursan sana dün akşam yediğin elmalı kekten vereceğim. Sakın bir yere gitme, tamam mı?”

“Elmalı kek! Elmalı kek! Arkadaşlarıma da verecek misin?”

“Elbette. Sen burada bekle, ben hemen getireceğim.”

Meltem Öğretmen oturduğu yerden kalktı. Muhtar Veli, İmam Ahmet ve köyün yaşlılarından Hasan Efendi ile beraber Mehmet’in kaldığı ahırın arkasına doğru ilerlemeye başladılar. Tarif edilen yere geldiklerinde Sacit Efendi’nin kanlar içindeki cesedi ile karşılaştılar. Muhtar koşarak yanlarından ayrılarak Jandarma’yı aramaya gitti. İmam Ahmet ise Meltem Öğretmenin yanına yaklaştı.

“Kızım, sen burada bekle, ben bir koşu içeri göz atayım, bak ahıra doğru kan izleri var,” diye fısıldadı.

“Yapmayın Hocam. Jandarma gelene kadar olay yerini bozmamamız lazım.”

“İyi de kızım, ya Mehmet, Sacit Efendi’yi öldürdüyse?”

“O öldürmüş olamaz. Bu kadar kan izi varken Mehmet’in elleri ve kıyafetleri temiz kalmazdı. Bence biri bu çocuğa tuzak kuruyor çok dikkatli olmamız lazım. Bir de dikkatini çekmedi mi? Fatma yenge bu kadar hengâme arasında ortalarda yok. Aman Allah’ım yoksa onu da mı öldürdüler?” Cümlesini bitirir bitirmez eve doğru bata çıka koşmaya başladı. İmam Ahmet de peşinden…

***

Jandarma köye gelmiş tüm tahkikatı bitirmişti. Ne kanlı bir kıyafet ne de bir ipucu bulabilmişler, buldularsa da köy ahalisi ile paylaşmamışlardı. Bütün köy, Sacit Efendi ve eşi Fatma Hanım’ı kimin öldürebileceği hakkında Mehmet’i öne sürmüş fakat onunla ilgili bir delile rastlanmamıştı. Olayı soruşturan Karakol Komutanı Arif ve ekibi tekrar köye gelebileceklerini bildirip ayrılmışlardı. Köyde şimdiye kadar hiç cinayet işlenmemişti. Kazara ölenler olmuştu fakat çifte cinayeti köy ahalisi rüyasında görse inanmazdı. Yılbaşı gecesi bir kâbus gibi köyün üzerine çökmüştü. Mehmet ise tüm bu olanlara bir anlam veremiyordu. Sürekli camiye gidiyor, İmam Efendi’ye kendisini öldüreceklerini anlatıp duruyordu. Muhtar Veli ve köy halkı her ne kadar katledilen komşularını sevmeseler de tedirgin olmuşlardı. Önceden hiç kilitlenmeyen kapılara büyük asma kilitler takılmıştı.

İmam Ahmet ise Karakol Komutanından izin alıp Mehmet’i aile yadigârı eve yerleştirmişti. Ne kadar temizlik yapılmış olursa olsun, evin her yerine Fatma Hanım’ın kan kokusu sinmişti. Mehmet ilk günler evde kalmak istemedi. Meltem Öğretmen ve Ece Kadın zor da olsa onu ikna ettiler. Kedileri evin içine almıştı. Sokak köpeklerine ise kapının önünde kulübe yapılmıştı. Tüm bunlar olurken Muhtar Veli ile İmam Ahmet gizlice soruşturma yapmaya devam ediyorlardı. Köy ahalisi ikiye ayrılmıştı. Kimileri Mehmet’in ahının çıktığını söylerken diğerleri hâlâ onu suçluyor, gördükleri yerde ellerinde ne varsa ona fırlatıyorlardı. Mehmet ise artık hayvanları evin içine aldığı için çok mutluydu. Meltem Öğretmen ve İmam Ahmet’in kızı Sena ona ev işlerinde yardım ediyorlardı. Sobasını yakıyor, çamaşırlarını yıkıyorlardı.  Muhtar Veli kızsa da oğlu Samet iki günde bir banyo yapması için Mehmet’i ziyaret ediyordu. Muhtarın kızı Aysema ise ona her gün yemek götürüyordu. Köy halkı ne kadar sakin görünse de cinayetler kimsenin aklından çıkmıyordu. Dillendirmemeye özen gösteriyorlar, Sacit ve Fatma hiç yaşamamış gibi davranıyorlardı. Karla kaplı köyde neredeyse hiç kimse dışarı çıkmıyordu.

Sabah ezanını okuyan İmam Ahmet, cemaat dağılınca Muhtar Veli’yi kenara çekti.

“Muhtar, o gece köyümüze gelenler hakkında bilgileri toparladın mı?”

“Üç kişi dışında kimse gelmemiş. Biri Karaların oğlu ve gelini. Onlar hâlâ buradalar.  Diğeri ise bizim Samet’in arkadaşı Faruk. Fakat o, sabah köyden ayrılmıştı. Bugün Samet’i görmeye gelecek. Zaten Komutan Arif onunla da konuşmuş. Çocuğun dünyadan haberi yok. Sen ne yaptın? O gece sizin ev çok kalabalıktı. Belki de katil sizin evdeydi.”

“Bunu ben de düşündüm. Meltem Öğretmen, Mehmet, Sena, dayıoğlu Kemal, karısı Güllü, oğulları Yahya ve Yakup gece yarısına kadar bizdelerdi. Ece Kadın, sobanın üzerinde kestane pişirdi. Çay ve ıhlamur demledi. Gençler gece kartopu oynamaya çıktılar. Bir ara köyün bütün gençleri onlara katıldı. Sonra bizimkilere içeri geldiler. Aralarında eksik kimse yoktu. Ece Kadın sobanın üzerinde onlara bazlama ekmeği ısıtıp çökelek getirdi. Güle oynaya yediler. Saat üç gibi de herkes dağıldı. Ben Mehmet’i göndermedim. Ev sıcaktı, oturma odasında yattı. Biz uyurken uyanmış ve ahıra, hayvanlarının yanına gitmiş. Ben nasıl duymadım gittiğini, hâlâ düşünüyorum. Üzerime ölü toprağı serpilmiş zahir. Onun bağırtısına zaten bütün köy uyandı. Neredeyse herkesle konuştum. Kimse bir şey duymamış. Rüzgârın, tipinin sesi her sesi bastırdı, biliyorsun.”

“Komutanın dediğine göre önce Sacit öldürülmüş. Evin içinde öldürülüp dışarıya, ahırın arkasına kadar sürüklenmiş. Aldığı ilk darbeler sırtınaymış. Sonra kalbine bir darbe almış. Parmaklarını niye kesmişler, onu Komutan bile anlamamış. Biz nasıl anlayalım? Parmakları da bulamadılar ya hâlâ,” diyen Muhtar derin bir nefes aldı.

“İlk darbeyi sırtına aldıysa demek ki tanıdığı biriymiş. Katil evin kapısına gitti, mesela ondan bir şey istedi. O da arkasını dönüp getirmek için adım attı ve katil ona ilk darbeyi veya darbeleri vurdu. Sacit o şaşkınlıkla katiline döndü ve kalbine son darbeyi aldı. Katil Sacit’in parmaklarını kesmek için içeri girdi ise Fatma nasıl hiç ses duymadı? Bu adam hemen mi öldü?”

“Diyelim ki hemen öldü. Anasını satayım, yere düşerken hiç mi ses çıkmadı?”

“Belki de Fatma sese uyandı ama katil onu fark edince onu da öldürdü. Fatma yatak odası ve koridorun kapı aralığındaydı.  Allah’ım aklıma mukayyet ol. Kaç gündür bu soruların cevabını arıyor, bir türlü bulamıyorum. Köy halkı huzursuz. Dikkat ediyorsan camiye gelen cemaat azaldı. Köy kadınları artık birbirine gitmiyor. Hele kartopu oynamaya neredeyse hiç çocuk çıkmıyor. Ne yalan söyleyeyim, Sacit’in öldüğüne hiç üzülmedim. Fatma’ya yıllardır şiddet uyguluyordu. Kadın hiç gün yüzü görmemiş. Şu köyde büyüğünden küçüğüne kimse onu sevmiyordu. Hele Mehmet’e yaptıklarını söylemiyorum bile.”

“Doğru söylemesine söylüyorsun da İmam Efendi, yine de köylümüzdü. Mehmet’e gelince, onun garip davranışlarından ben de hazzetmiyorum. Ama Allah için konuşacaksak ahırda yatmasına da gönlüm razı olmuyordu. Sacit’le kaç kez konuşmaya çalıştım. Nuh dedi, peygamber demedi. Ölünün arkasından konuşmak günah ama çocuğu kendi evinde yatırmıyordu. Hem geçenlerde Nalbur Ali ile bu yüzden tartıştılar kasabada. Kasap Latif de nalburdan yana olunca, bastı kalayı bizimki. Eşrafın önde gelenleri araya girdiler de ortalık yatıştı.”

“Nalbur Ali kimsenin işine karışmaz Sacit’in de ters olduğunu bilir. Niye öyle bir şey yaptı ki?”

“Mehmet’i Öğretmen Hanım’ın zoru ile doktora götürmüştü ya. Meltem kızım götürmezse devlet yetkililerine şikâyet ederim demiş hani. Hatırladın mı? İşte o gün onları ben kasabaya götürdüm. Mehmet arabaya binmeyi seviyor. Ne yalan söyleyeyim, her yeri kurcalıyor diye önce götürmek istemedim. Bizim hatun hiç mi sevaba ihtiyacın yok diye diretince ben de götürdüm. Tabii, bizimki doktordan çıkınca veryansına başladı. Karnını doyuruyormuş, üstüne çul çaput alıyormuş. Bir de şehre mi indirecekmiş. Doktora ve Mehmet’e küfür edince Nalbur Ali dayanamamış. ‘Hem çocuğun malının üstüne kondun hem de söyleniyor musun?’ deyince kızılca kıyamet koptu. Ben daha ne olduğunu anlamadan bunlar birbirlerine girdi. Esnaf, ben, kasap Latif araya girdiysek de Sacit’i sakinleştiremedik. Allah’tan kasabanın eşrafı ortalığı sakinleştirdiler. Sen o ara Mehmet ne yaptı dersin? Gelene gidene ‘Sacit dayım beni öldürecek. Ben de anne ve babama gideceğim,’ demez mi? Onu sakinleştirmek de bana düştü. Kasabadan gelirken Sacit arabaya binmedi. Zaten beş kilometre arası biliyorsun. O yürüdü. Ben de Mehmet’i kabristana götürdüm. Anne ve babasının ruhuna Fatiha okudum. Mehmet okul zilini duyunca anne babasını unutarak okulun yolunu tuttu. Ben de eve döndüm. O günden sonra Sacit benimle doğru düzgün konuşmadı. Biliyorsun, Nalbant Ali bu köyün çocuğu. Sık sık annesine geliyor. Ona biraz ziyaretlerine ara vermesini söyledim. Sacit’in sağı solu belli olmaz diye. Dikkat ediyorsan köye artık gelmiyor.”

“Bu olaydan hiç haberim olmadı benim. Sen de anlatmadın.”

“Çok üstünde durmadım. Geldi geçti işte. Hem bu konuya nereden geldim ben? Tövbe estağfurullah. Ölmüş adamın arkasından dedikodusunu yapıyorum bir saattir,” diyerek başını öne eğdi Muhtar.

“Muhtar, bu olanları Komutana anlattın mı?”

“Yooo, niye anlatayım ki?”

“Önemli olabilir. Sen en iyisi öğlene doğru Jandarma’ya git. Komutanı bul, bana anlattıklarını anlat.”

“E, o zaman Doktor Mahmut’la olanları da anlatayım?”

“Onunla ne oldu?”

“Biliyorsun, Doktor oğlumuzla Öğretmen kızımız nişanlı. Öğretmen kızım Doktorla konuşmuş. Sacit’in Mehmet’i şehre götürmesi gerektiğini anlatmış. Sacit de ona harcayacak parası olmadığını söylemiş. Geçen hafta Doktor, çocukların sağlık taramasını yapmak için köye geldiydi ya, hani o gün sen müftülüğe inmiştin. Mehmet her zamanki gibi köyün kedi ve köpeklerini toplamış, gitmiş okula. Doktor Mahmut ona saçlarının çok uzun olduğunu, sınıfta kız çocuklarında bite rastlandığını anlatmış. Eczaneden ilaç almasını, biraz Mehmet ile ilgilenmelerini söylemiş. Sacit küplere bindi. Köy meydanında Doktora söylemediğini bırakmadı. Allah’tan okumuş adamın hâli başka, ona uymadı. Döndü arkasını, okula gitti. Sacit buna daha da coştu. Doktorun arkasından yetişti. Yakasına yapıştı. Ona kim olduğunu, kendine akıl mı verdiğini, dönüp arkasını gitmenin küfür anlamına geldiğini söyleyip durdu. Kahvede oturan köylü Sacit’i zor sakinleştirdi. Darılma İmam Efendi. Günah filan da deme. Sacit gerçekten de zalimdi.”

“Sacit zalim olmasına zalimdi de siz neydiniz Muhtar Efendi? Mehmet’e o ne kadar kötülük yaptıysa siz köy halkı da o kadar yaptınız. Yeri geldi çocuklarınız, yeri geldi sizler onu uğursuz sayıp taşladınız. Bana ve Öğretmen Hanım’a arka çıkmadınız hiçbir zaman. Bu çocuk hasta dedik, sizler ısrarla deli dediniz. Şimdi ne oldu da sadece Sacit kötü oldu? Beş vakit namaza gelen cemaat, Allah’a iman ettiğini söyleyen sizler, çocuk sizden farklı diye ona hiç merhamet göstermediniz. Sen en iyisi git bu olanları Komutana anlat. Beni daha fazla konuşturma. Konuşursam kalbini kıracağım.”

“İyi de İmam Efendi, kedi ve köpeklerin camiye girdiği nerede görülmüş? Akıllı olsa hayvanlarla konuşur mu? Onları Allah’ın evine getirir mi?”

“Muhtar, beni iyi dinle! O beğenmediğin hayvanlara merhamet etmeyen merhamet görür mü acaba? Allah’ın evinden bahsediyorsun. Ben onlara caminin hemen kapısının içinde yer yapmadım mı? Cemaati hiçbir hayvan rahatsız etti mi? Ama siz insanım diyenler, onlara orada bile rahat vermediniz. Şu karlı kış gününde onlara şefkatle yaklaştınız mı? Hani o deli diye dalga geçtiğiniz Mehmet var ya, işte o hepinizden daha imanlı benim gözümde. Bulduğu bir lokma ekmeği bütün hayvanlarla paylaşıyor. O yüzden bu muhabbet daha fazla uzamasın. Sen git bana anlattıklarını Komutana anlat,” diyerek gerisin geri caminin içine doğru yürümeye başladı. Muhtar Veli ona yetişti.

“İmam Efendi, İmam Efendi, hayvanlar sokakta geziyor, o pis ayakları ile camiye giriyor biz de burada namaz kılıyoruz. Bu dinen caiz değil. Sen bunu bilmiyor musun?”

“Ben mi bilmiyorum? O zaman iyi dinle! Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz,  kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacak iken  Ebu Nuaym “Ya Resul, o sudan kedi içti,” deyince Resulullah, “Onlar en temiz ağıza sahiptirler,” buyurmuş ve abdest almıştır.  Köpeklere gelince, onlar hakkında yazılan hadislerin gerçekliği tartışılır. Köpekler Mehmet’in etrafında halka oluşturuyor, onu korumaya çalışıyorlar. Benim mantığım burada devreye giriyor ve onların da camiye girmesinde bir sakınca görmüyorum. Hem dikkat edersen kapının içinden bir adım daha ileri girmiyorlar. Eğer burada bir günah varsa bunun bütün sorumluluğunu ben üstleniyorum. Ağızsız dilsiz hayvanlara sizin gibi tekme atanların günahına daha çok kafa yorsanız bence daha mantıklı bir iş yapmış olursunuz. Neyse, bu konuyu defalarca konuştuk. Sen şimdi Komutana git ve tüm bildiklerini anlat.”

“Tüm bildiklerimi mi?”

“Daha ne var ki?”

“Ohooo, sen Sacit’i hiç tanımamışsın. Kasabadaki pavyonda dostu varmış. Hem de bu kadın Aynalı Murat’ın sevgilisi olan Aslı’ymış.”

“Neler anlatıyorsun Muhtar? Bu adam ne ara tüm bu anlattıklarını yaşadı? Bu ilişkiden Komutana bahsettin mi?”

“Bahsetmedim. Ölmüş insanın hakkında böyle şeyler anlatılır mı İmam Efendi? Sen hep kul hakkından uzak durun diye vaaz veriyorsun ya…”

“İyi de bu saklanılacak bir durum mu? Belki de katil Aynalı Murat’tır. Adamın haberi var mıydı bu ilişkiden?”

“O kadarını bilmiyorum ama kasabadaki herkes biliyordu. Belki bir ötmüştür.”

“Başka neler biliyorsun?”

“Bir de yıllar önce ayrıldığı bir karısı var. Bilirsin işte, gençlik yıllarında oynaşmayan tay olmaz. Bununki de o misal.”

“Nikâhlı karısı mı?”

“Yok, kızı kaçırmış. Senden önceki imam dini nikâh kıymış. Burada bir müddet yaşamışlar ama bizimki her gün kızcağızı dövüyormuş. Köylü bir olup konuşmuşsa da fayda etmemiş. Bir gün yine kızcağızı dövmüş, o da can havli ile dışarı çıkmış. Ben o ara askerdeydim, kızı hiç görmedim. Bu almış çifteyi eline, koşmuş kızın ardına. Mehmet’in annesi kızı görünce önüne geçmiş. Amacı kardeşine engel olmakmış fakat geç kalmış. Bizimki çifteyi ateşlediği için ablasını vurmuş.”

“Ne diyorsun sen?”

“Daha bitmedi. O ara Mehmet’in babası Hüseyin koşmuş Sacit’in elinden çifteyi almaya. O boğuşmada çifte ateş almış ve Hüseyin’in çenesinden giren kurşun başından çıkmış. Anlayacağın Mehmet’in ana babasının eceli Sacit’tin elinden olmuş.”

“Sen neler anlatıyorsun böyle Muhtar? Tövbe estağfurullah,” diyerek olduğu yerde bir ileri bir geri yürümeye başladı İmam Efendi. “E, niye tutuklanmadı bu adam?”

“Kazara vurulduklarına tüm köy şahitlik etmiş. Sacit de aynı ifadeyi verince dava kapanmış. Olan, ölen gariplere olmuş.”

İmam Ahmet duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Sacit Efendi hakkında hiçbir şey bilmediğini anlamıştı.

“Peki, o kız nerede şimdi?”

“Aslı mı? Nerede olacak, pavyonda.”

***

İmam Ahmet öğlenden sonra Aslı’nın çalıştığı pavyona gitti. Muhtar Veli’ye, Komutan Arif’in yanına gidip kendisine anlattığı tüm olayları eksiksiz anlatmasını söyledi. Ömründe hiç pavyona gitmemiş olan İmam, burada sürülen yaşamları düşündü. İçeri girip Aslı ile görüşmek istediğini söyledi. Sahnede şarkı söyleyen kadının türküsüne dalıp gitti. İnsanoğlunun ne kadar acımasız, bir o kadar da merhametli olduğu konusunda vicdan muhasebesi yaparken, bir kadının kendisine seslenmesi ile daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Sesin geldiği yöne başını çevirdiğinde karşısında duran kadının Aslı olduğunu anladı. Kadın ona doğru yaklaştı.

“Beni sormuşsun babalık.”

“Gel kızım şu masaya oturalım. Seninle konuşacağım önemli bir konu var,” diyerek eliyle önlerinde duran masayı işaret etti.

Kadın onu dikkatlice süzdü. “Ne konuda konuşacağız?”

“Kızım, ben Yalınköy’den geliyorum. Seninle Sacit hakkında konuşmak istedim.”

“O şerefsiz sonunda hak ettiği cezayı bulmuş. İnşallah mezarında ters döner! Benim onun hakkında söyleyeceklerim bedduadan öte geçmez babalık. Boşuna kendini yormuşsun bu karda kışta.”

“Evladım, seni üzmek istemem ama onunla görüşüyor muydunuz?”

“Ben değil ama o benimle tekrar görüşmek istiyordu. Yıllar önce başıma neler geldiğini biliyor musunuz? O benim bütün hayallerimi, insanlara olan güvenimi, sevginin ne derece kıymetli olduğunu düşündüğüm yıllarımı çaldı. Kısacası, o beni yaşarken öldürdü. Keşke ablası önüme geçmeseydi,” diyerek badem gözleri ile boşluğa baktı. Bir müddet sessiz kaldılar.

“Kızım, ona olan kinini anlıyorum fakat karısı masum bir insandı.”

“Masum mu?” diyerek sözünü kesti Aslı. “O kadın asla masum olamaz. Beni Sacit’ten ayıran oydu. Köyde adımı çıkardı. Onun yüzünden çok dayak yedim. En sonunda da iki masum insanın kanı ile sonuçlanan o olayı yaşadık ve ben köyü terk etmek zorunda kaldım. İfademi verdiğim komutan bana inanmadı. Olayın kaza olduğuna karar verip hiçbir işlem yapmadılar. Neden biliyor musunuz? Çünkü benim adım çıkmıştı. Ben hem ailemin hem köyün namusunu kirleten kadındım. Başlarına taş yağacakmış benim yüzümden. Sacit köylülere inanmayı bana inanmaya tercih etti. Sonunda ne oldu? Bak ikisi de geberdi. Sen iyi bir insana benziyorsun babalık. Benim Sacit ve karısının ölümü ile hiçbir ilgim olamaz. Buna şahitlik yapacak bir düzine insan var. Zira ben o gece saat üçe kadar sahnedeydim.”

“Peki, nasıl söyleyeyim ki? Sevgiliniz, o da sizinle miydi?”

“Elbette. Programımın başından sonuna kadar buradaydı. Zaten buranın sahibi kendisi. O olmasaydı şimdi kim bilir hangi sokakta köşe başı tutuyor olurdum. Hem siz neden bu konu ile bu kadar ilgilisiniz? Polise benzemiyorsunuz. Akrabası mısınız?”

“Yok evladım. Ben köyün imamıyım. Adım Ahmet. Mehmet için buradayım. Köylü, çocuğu neredeyse katil ilan edecek. Ben de kendimce araştırıyorum,” deyince Aslı oturduğu yerde kısacık eteğini aşağıya doğru çekmeye başladı.

“Evladım, hiç rahatsız olma. Bizim kılık kıyafetle işimiz olmaz. Bizim işimiz gönül kapısında. Vurduk, buyur edersen bir baba gibi senin yaralarını sarmak isterim.”

“Artık geçti bizden babalık. Senin gibi insanların uğramadığı yerdir burası. Her yer ışıklarla donatılmış olsa da karanlığı siner insanın üzerine. Hem bizim gibiler lekelenmiştir bir kere. Ne yaparsak yapalım toplum bizi kabul etmez.”

“Sen yola çık evladım. Eni sonu herkes kalbine bakar. Ben müsaadeni isteyeyim. Eğer yolun düşerse bir dost kahvesine beklerim sizi,” diyerek ayağa kalktı. Aslı ona sevgi ile baktı.

“Sizin gibi adamlar kaldı mı bu dünyada?”

“Bizim gibi var mı bilmem ama ben sadece insanlığına hizmet etmeye çalışan herkes gibi bir insanım. Düşene vurmak her kişinin, vurmamak ise er kişinin hâlidir. Benim kitabımda ise düşenin elini tutmak vardır. Haydi, kal sağlıcakla.”

İmam Ahmet bir iki adım atmıştı ki Aslı arkasından seslendi.

“Babalık, sen asıl Komutan Arif ile görüş. Sacit yıllar önce onun canını yakmıştı. Kızını ondan alıp buralara düşürdü.”

Bu cümle ile İmam Ahmet neye uğradığını şaşırarak döndü.

“Sen Komutan Arif’in kızı mısın?”

“Neden şaşırdın babalık? Bizim de bir anamız babamız var elbette. Her ne kadar beni evlatlıktan reddettilerse de ben onların kızıyım. Asıl adım Ebren. Anlamı ise ‘kâinatı içinde barındıran’. Babam bana bu eski Türk ismini vermiş, kâinatı içimde barındırayım diye, ama görüyorsun ya, bana ismimi veren babam o ismi yıllar önce benden geri aldı. Eğer bu dünyada Sacit’i öldürecek bir adam varsa o da babamdır. Yıllar önce benim sözümü hiçe sayan, köylülerin anlattıklarına inanan babam,” diyerek ayağa kalktı, sandalyenin arkasından güç almaya çalışarak. “Bir insan, evladı hangi hatayı yaparsa yapsın ona sahip mi çıkmalı, yoksa onun yok olup gidişini mi izlemeli? Sence hangisi doğru babalık?”

“Elbette sahip çıkmalı. Bu nasıl bir soru kızım?”

“Sen de biliyorsun ki insan bir kere hata yapmaya görsün, hele de bu bir kadınsa, adı çoktan konmuştur ve bu adı ondan kimse silemez,” dedikten sonra cevabını beklemeden arkasını dönüp gitti. İmam Ahmet ise arkasından bakakaldı.

***

İmam Ahmet köye giderken Aslı’nın anlattıklarını düşündü durdu. Yerine oturmayan şeyler vardı. Babası bunca yıl sonra ne olmuştu da Sacit ve karısını öldürmüştü? Şimdi bu namus cinayeti miydi? Kızını nüfusundan çıkaran, ona kol kanat germeyen bu adamın namusu temizlenmiş miydi? Köye gelip dolmuştan indikten sonra Muhtar Veli’nin evine gitti. Kapıyı vurup beklemeye başladı. “Muhtar henüz gelmemiştir, karısı evdedir,” diye düşünürken kapıyı Muhtar açtı.

“Gel içeri gel İmam Efendi. Ben de seni bekliyordum.”

“Sen ne çabuk döndün? Ben Zehra Hanım’a dönünce hemen yanıma gelmeni söylemek için uğramıştım,” diyerek eve girdi. Yaşadıklarını Muhtara anlattı.

“Asıl benim söyleyeceklerimi dinle İmam Efendi. Komutan Arif karakolda olmasına rağmen benimle görüşmedi. Biraz bekledim. Sonra bir er ile bana haber gönderdi, orada olmadığını söyletti. Ben de geri köye geldim. Senin dediğin gibi bu adam Sacit’i öldürmek için neden o kadar yıl beklesin ki? Peki, beni görmek istememesini nasıl açıklayacağız?”

“Sen ezanı cemaatten birine okutur musun? Ben Komutanı görmeye gideyim,” diyerek ayaklandı.

“İstersen ben de geleyim. Bu adamın sağı solu belli olmaz. Sakladığı bir şey var ki benimle görüşmedi. Hem olayın olduğu yılbaşı günü kimse ile doğru düzgün konuşmadı. Soruşturmayı ciddiye aldığını sanmıyorum. Belki de katil odur.”

“Dur bakalım Muhtar, acele karar vermeyelim,” dedikten sonra tekrar kasabaya gitmek üzere yola koyuldu.

***

Karakola geldiğinde karanlık çökmüş, hava daha da soğumuştu. İmam Ahmet kapıda gördüğü ilk ere Komutan Arif ile görüşeceğini söyleyerek içeri girdi. Erin haber getirmesini beklemeden odasına doğru yürüdü. Komutan Arif oturduğu yerden ayağa kalkarak onu karşıladı.

“Hayırdır? Bugün aynı köyden ikinci ziyaretçi gelmesini beklemiyordum. Ne istiyorsun İmam Ahmet Efendi?”

“Bir şey istemiyorum evladım. Önce bir sakin ol, kalktığın yere otur ve beni dinle. Sen ki bu makamda adaleti temsil etmek, insanların huzurunu kaçıranların cezasını vermek için oturuyorsun. Daha birçok görevin var ama ben lafı uzatmayı sevmem. Sacit ve eşi Fatma’nın cinayeti için buradayım. İnsan bulunduğu makamın hakkını vermiyorsa orada oturmamalı. Şimdi beni iyi dinle. Ben ki garip bir imamım ama söz konusu adalet olursa onu sağlamak için sonuna kadar giderim ve gözüm hiçbir şeyi görmez. Bugün kızın Ebren ile görüştüm. Sacit’in ona neler yaptığını öğrendim, tabii senin de,” diyerek sözüne devam ediyordu ki Komutan sözünü kesti.

“İmam Efendi, sen boyundan büyük işlere karışma istersen!”  diye gürledi ve ayağa tekrar kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. O kadar öfkeli adım atıyordu ki sanki postalının altında zemini değil İmamı eziyordu. İmam Ahmet’in önüne gelip durdu. Gözlerini onun gözlerine dikti.

“Bu mesele benim meselem. Kimseyi ilgilendirmez! Sacit denen adamı ben öldürmedim. Eğer onu öldürecek olsaydım yıllar önce öldürürdüm. Ha, davayı incelemeye devam ediyor musun diye sorarsan, etmiyorum. O adam bunu hak etmiyor. Hele karısı hiç etmiyor. Sen ise git cemaatinle ilgilen. O kız ile de görüşmeyi bırak.”

“Her insan iyiliği hak eder. Eğer sen görevini yerine getirmez isen onlardan ne farkın kalır? O kız dediğin ise senin kızın. Bir hata yapmış diye onu yok sayamazsın. Sen hiç mi hata yapmadın? Kızını o gün yanına alsaydın ne olurdu? Belki şimdi çoluk çocuğa karışırdı. Kızının bulunduğu yerde olmasında senin hiç mi suçun yok? Ya annesi? O nasıl vazgeçti evladından? Sacit ve karısını kim öldürdü, hiç mi merak etmiyorsun? “

“Etmiyorum! Etmeyeceğim de! Emeklilik dilekçemi verdim bu gün. Dahası beni ilgilendirmiyor. Şimdi merakın geçtiyse işlerim var,” dedikten sonra gerisin geri kalktığı yere oturdu Komutan.

“Katilin kim olduğunu öğrenmeden buradan ayrılmayacağım.”

“O şerefsizi öldürecek benden başka adamlar da vardır eminim. Sen katil peşinde koşacağına vaazlarında cemaatine önce insan olmayı öğret!  Kul hakkından bahset! Nasıl insan olunur, ahlak nasıl güzelleştirilir onları anlat! Cemaatine ikiyüzlü olmayı, riyakârlığı bırakmalarını öğütle! Bana gelince, ben o adamın kanına elimi sürüp kirletemedim. Şimdi izin ver, işimi yapayım. Eğer senin yerine başka biri gelmiş olsaydı emin ol o bu odaya giremezdi. Sen katili yanlış yerde arıyorsun. Köydeki insanlarla tekrar konuş. Ama sana şu kadarını söyleyeyim, katil solak ve bulduğumuz saç örneğine göre de kadın. Suç aletini bulamadık. Saç teli hâlâ araştırılıyor. Dosyayı benden sonra gelecek olan arkadaşım araştırmaya devam eder. Kızıma gelince, herkes tercih ettiği hayatı yaşar. Bu konuşma burada bitmiştir,” dedikten sonra oturduğu yerden kalkıp, İmam Ahmet’in konuşmasına fırsat vermeden odadan çıkıp gitti.

***

İmam Ahmet köye geldiğinde yatsı okunmuş, hava ayaza dönmüştü. Sokaklar sessizliğin sesini dinliyordu. Dalgın adımlarla eve gitti. Ece Kadın, eşini merak etmişti. İmam Ahmet bütün gününün özetini sobanın başında çay içerek anlattı. Yerine oturtamadığı şeyler hakkında istişare yaptılar.

“Söyle bana Hatun, köydeki kadınların hepsi ile kışlık hazırlık yapıyorsunuz. Ekmek pişiriyorsunuz. Bu köyde sol elini kullanan bir kadın dikkatini çekti mi?”

“Hiç dikkat etmedim Bey, ama yarından itibaren daha dikkatli olurum.”

“Ben de etmedim fakat Komutan katilin sol elini kullanan bir kadın olduğunu söyledi. Demek ki Adli Tıp’tan böyle bir bilgi aldılar. Neyse, çok yoruldum. Artık yatalım,” diyerek bardakları toplayıp mutfağa götürdü. Ece Kadın yatarken o kılmadığı namazları kılıp bütün insanlık için dua ederek kendini huzursuz bir uykuya teslim etti.

***

Sabah ezanı için camiye gittiğinde Mehmet’i kendisini bekler hâlde bulan İmam Ahmet hemen onu içeri aldı. Mehmet ağlıyordu. Bir şeyler anlatıyor fakat ne dediği anlaşılmıyordu. İmam Ahmet onu bir köşeye oturtup ezanı okudu. Gelen cemaat sabah namazının sünnetini kılarken o Mehmet’in yanına gitti. Yanına oturup bu masum ruhlu çocuğun saçlarını okşamaya başladı. Bir yandan da, “Oğlum sana ne oldu, neden ağlıyorsun?” diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Mehmet biraz sakinleşmişti.

“Korkuyorum. Burada seninle kalabilir miyim?”

“Kimden, neden korkuyorsun?”

“Aysema abladan.”

“Ah benim güzel çocuğum, Aysema ablandan neden korkuyorsun? Bak o sana her gün yemek getiriyor. Sena ile evini temizliyorlar. Korkma oğlum, sana kimse bir şey yapamaz.”

“Aysema abla bugün Sacit dayımın evindeki bütün resimlerini yırttı. Hep ağladı. Çok ağladı. Sonra, ben bu çocuğu ne yapacağım, dedi yine ağladı. Ama çocuk yoktu ki? Ben, çocuk nerde, çocuk nerde, dedim bana karnını gösterdi. Ağladı. Daha çok ağladı. Bana dedi ki eğer söylediklerimi birine söylersen seni de onlar gibi keser tahtalıköye gönderirim. Bana kimse inanmazmış. Ben köyün delisiymişim. Ben tahtalıköye gitmek istemiyorum! Sen beni göndermezsin değil mi?”

İmam Ahmet masum çocuğa sımsıkı sarıldı.

“Sen hiç merak etme, ben seni hiçbir yere göndermem ama Aysema ablan uzun bir yolculuğa çıkacak. Hem sen bu köyün delisi değilsin. Sen çok akıllı bir çocuksun. Sakın korkma, seni kimse bir yere gönderemez. Hele tahtalıköye hiç gönderemez. Sen burada otur, ben namazı kıldırayım, sonra bize gider güzel bir kahvaltı yaparız, olur mu? Hem Ece Kadın sana en sevdiğin patatesli yumurtadan da yapar, tamam mı?” dedikten sonra mihraba doğru ilerledi.  Katilin kendini nasıl ele verdiğini, hele de köyün delisi dediği çocuğa neler söylediğini düşünmemeye çalışarak kutsal divana durup sabah namazını kıldırmaya başladı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU