Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

CAN ÇIKAR, HUY ÇIKMAZ

Diğer Yazılar

ENSE

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

“Allah cezanı versin senin Enver! Neredeydin bu saate kadar? Sabah olmak üzere be, sabah…”

“Nerede olacağım Müncibe? Cinayet Büro ekibiyle iş üzerindeydik tabii ki.”

“Hay ben sizin işinize de gücünüze de ekibinize de…”

“Ayıp valla ayıp… Sabahlara kadar katil kovaladım, insan kocasını bi öper, bi, ‘Hoş geldin,’ der.”

“Sen o yalanları benim külahıma anlat Enver. Katil kovalamışmış. Sen kovalasan kovalasan Dansöz Melahat’i kovalamışsındır.”

“Nereden çıktı şimdi Dansöz Melahat falan Müncibe? Yine rüyanda beni elin karılarıyla mı gördün nedir?”

“Piyangodan çıktı Envercim, bu geceyi beklemeden yılbaşı piyango çekilişi yapılmış, sana da Melahat çıkmış.”

“Saçmalama be kadın! Tanımıyorum ben Melahat diye birini. Sabah sabah senin kıskançlık krizlerini çekemem!”

“Başlatma ulan krizinden. Tanımıyormuş… Peh! Sen beni iyice salak belledin zahir. Ne haltlar yediğini öğrenemeyeceğim mi sandın? Ama bak, sana ilk ve son kez söylüyorum Enver, eğer ki o sözler doğru çıksın, seni de o Melahat şırfıntısını da lime lime doğrarım, ondan sonra senin o kıytırık Cinayet Büro ekibi katil diye beni kovalar. Aklını başına topla, Allah şahidim olsun, son nefesini benim elimde verirsin.”

“Tövbe estağfirullaaah… Nereden çıkarıyorsun bu saçmalıkları Müncibe? Melahat’i kovaladığım falan yok benim. Kim uyduruyor bu yalanları allasen?”

“Ulan bi’ kere de erkek gibi suçunun arkasında dur. Bak, şu kafamın iki yanında gördüğün organlar var ya, hah, onlara kulak diyorlar. Her gece o karıya gittiğini, aha şu kulaklarımla duydum. Boşuna inkâr etme, tamam mı?”

“Sabah sabah bu iftiralar için mi, akbaba gibi dikildin tepeme? Yanlış duymuşsun. Hem insan duyduğuna değil, gördüğüne inanmalı. Gözünle gördün mü beni o dediğin kadınla? Bizi çekemeyenler uydurmuş, sen de hemencecik inanmışsın. Yazıklar olsun sana Müncibe! Bana böyle bir iftirayı nasıl kondurabildin? Aşkından Mecnun olduğum günleri ne çabuk unuttun? Çok kırıldım sana çok… Nasıl affederim seni artık, hiç bilmiyorum.”

“Allah’ım sen bana sabır ver ya Rabbim! Bi’ de zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya çalışıyor. Katil edeceksin sen beni bir gün, anladın mı, katil!.. Gözüm üstünde Enver. Bundan böyle ayağını denk al! Eğer bir açığını yakalarsam önce o Melahat’i deşerim sonra da seni. Gözünüzün yaşına bakarsam, Allah benim belamı versin.”

 “Aşkolsun Müncibe… Vallahi aşkolsun… Ben yılbaşı gecesi için sana ne sürprizler hazırlarken, senin ettiğin laflara bak. Yazık yazık…”

“Ne diyon be? Ne sürprizi?”

“Sürpriz mi bıraktın ki? İki dedikoducunun yalanına bakıp yaktın yıktın ortalığı. Boş ver, hevesim kalmadı zaten.”

“Sabrımı taşırma benim, adam gibi söyle, ne söyleyeceksen!”

“Akşama yılbaşı eğlencesi için Has Pavyon’da yer ayırtmıştım ikimize. Ama baksana, tat mı kaldı ağzımızda?”

“Ha, bir de Has Pavyon’daa. Dansöz Melahat de gelecek mi masamıza canım? O tombul memelerini sallarken, para falan da takarsın sen. ‘Öyle katil olamadın, böyle katil ol,’ diyorsun yani.”

“Saçmalamasana Müncibe! Nereden çıkardın o pavyonda Melahat diye birinin çalıştığını? Orası halis muhlis aile mekânıdır bi’ kere. Başka türlü olsa, karımı alıp gider miyim hiç oraya?”

“Gitmezsiiin… Sen öyle yerlere karınla değil, yalnız başına gidersin ki kırdığın fındıklar ortaya çıkmasın.”

“Bak, hâlâ günahımı almaya devam ediyorsun Müncibe. Yazık vallahi, yazık bana. Bir gün sabahtan akşama kadar seni de yanımda dolaştıracağım. O zaman kendi gözlerinle göreceksin, Enver nelerle uğraşıyor bütün gün. Utanacaksın ondan sonra bu lafları ettiğin için. Koskoca Başkomiser oldum, senin gözünde hâlâ hovardanın tekiyim. Bi’ yaranamadım sana be Müncibe. Valla… Yazık bana. Allah benim canımı alsa da sen de kurtulsan benden artık.”

“Hadi inşallaah!”

“İnşallah mı? Ne diyon be? Allah korusun diyecektin herhalde?”

“Hı-hı, öyle diyecektim.”

Melâhat uğruna uykusuz kaldığı günlere bir yenisini daha ekleyen Enver, bugünün ve bu gecenin çok uzun olacağından habersiz, kendini yatağa attı. Müncibe’nin, ‘Allah cezanı versin, boyun posun devrilsin, iki yakan bir araya gelmesin,’ diye başlayan beddua faslının daha yarısında, Enver horlamaya hatta rüya bile görmeye başlamıştı. Rüyasında Müncibe’yi ağzına kadar dolduran o dedikoducunun peşine düşmüştü. Koca sokakta kaldırmadığı taş kalmamış fakat bir türlü bulamamıştı o, mürüvvet katilini. Bulamadığı gibi bir de Melahat’le âlem yaparken Müncibe’ye yakalanmıştı. Müncibe önce Melahat’i sonra da kendisini üç bıçak darbesiyle yere sermişti. Yetmemiş, can çekişen Enver’in karnını deşip bağırsaklarını çıkarmıştı. Enver çalan saatin sesiyle yataktan fırladığında, ilk işi karnını yoklamak oldu. Bu işe derhal bir çare bulmalıydı. Melahat’le yediği herzeleri pavyon arkadaşlarından başka hiç kimse bilmiyordu. Acaba içlerinden biri karısına çıtlatmıştı da o da yemeyip içmeyip Müncibe’ye mi yetiştirmişti?

“Yılbaşı gecesi planım da suya düştü,” dedi, Emniyet’e gitmek üzere bindiği arabanın kontağını çalıştırırken. Müncibe’ye yılbaşı sürprizi yapacağını söylemek de nereden çıkmıştı? Yakalanma korkusu insana ne saçmalıklar yaptırıyordu. Şimdi hiç yoktan yere yeni yıla, karısının o kaknem suratını görerek girmek zorundaydı.

Oysa ne güzel bir gece olacaktı… Önce herşey, her yılbaşı gecesi olduğu gibi başlayacaktı. Müncibe yine anasıyla babasını çağıracak, envayi çeşit yemek hazırlayacak, masayı donatacak, yılbaşı özel programı eşliğinde tıkınacaklardı. Bu şaşmaz rutine birkaç saat katlanması yeterdi. Sonra yardımcısı Tarık arayacak ve bilmem nerede bir cinayet işlendiğini söyleyecekti. O Doğrucu Davut’a yalan söyletmek biraz zor olabilirdi ama Enver için Tarık’ı yola getirmek çocuk oyuncağıydı. Ondan sonra Emniyet Teşkilâtının görev aşkıyla yanıp tutuşan neferlerinden Başkomiser Enver, ahlarla vahlarla cinayet mahalline uğurlanacaktı. Evden çıkar çıkmaz soluğu Has Pavyon’da alacaktı. Pavyonun gülü Melahat, gece yarısı programa çıkacak, yeni yılın gelişini darbuka solo eşliğinde gerdan kırarak, omuz sallayarak, sağa sola kalça atarak karşılayacaktı. Sonra Enver’in masasına oturup önce biraz naz edecek, ardından utana sıkıla göz süzecek, bıyık altından tatlı tatlı gülümseyecek, en nihayetinde Enver’i yakasından tuttuğu gibi evine götürecekti. Aylardır kurduğu, Melahat’le vuslata erme hayalleri, adi bir dedikoducu yüzünden suya düşmüştü. “Ah ulan aah!” diye kükredi, “kör talih!!!”

***

“Başkomiserim, Emniyet Amiri sizi görmek istiyormuş.”

“Neymiş derdi?”

“Valla bilmiyorum Başkomiserim. Polis memuru Mehmet’e, ‘Enver Başkomiser gelir gelmez odamda olsun!’ demiş.”

Tarık bu işin altında, Enver’in geçen günkü soruşturmada Olay Yeri İnceleme Komiseri Cemil’le ettiği kavganın olduğundan adı gibi emindi. Zavallı adam her defasında Başkomiser Enver’den yediği taşlara artık dayanamamış olacak ki üzerine yürümüştü Enver’in. Araya giren Tarık da kavgadan nasibini almıştı tabii. Bu sefer ne araya girmeye niyeti vardı, ne de fikrini söylemeye. “Bırakalım da Emniyet Amiri uğraşsın biraz da seninle,” dedi içinden.

“İyi ya,” dedi Enver, Tarık’ın aklından geçenlerden habersiz. “Gidelim bakalım, neymiş derdi? Yalnız sen de boş durma! Al şu dosyaları, üzerlerinden bir daha geç. ‘On gün oldu, bi’ vakayı çözemediler,’ diyormuş o Savcı olacak Dilaver denyosu.”

“Aman Başkomiserim, etmeyin, eylemeyin. Bugün yılbaşı, hazır bu gece nöbetçi de değiliz, biraz erken çıkarız, diyordum. Soruşturma on gündür bekliyor zaten, bir gün daha bekleyiversin.”

“Sana mı soracak ulan soruşturma, bekleyip beklemeyeceğini? Hem, sen yalnız yaşamıyor musun ya? Eve erken gideceksin de ne olacak?”

“Mandalinamı yiyip, çerezimi çitleyeceğim Başkomiserim.”

“Ben seni bi’ çitlerim Tarık, çitlenbikten beter olursun. Ne diyorsam o! Az laf, çok iş! Hadi bakalım…”

Tarık, sallana sallana kapıya yönelen Enver’in arkasından bildiği küfürleri sıralamayı bitirmiş, daha önce kimselerce bilinmeyen küfürler üretmeye başlamıştı bile. “Yeni yıldan tek dileğim var, beni bu adamdan kurtarsın,” dedikten sonra eli mahkum başladı, boyunu aşan dosya yığınını ayıklamaya.

On gün önce Özge Boran adlı bir kadın evinde öldürülmüş olarak bulunmuştu. Katil nasıl bir öfkeyle girişmişse kadına, vücudunda deşilmedik yer kalmamıştı. Cinayet aletinin uzun bir tornavida olma ihtimali yüksek olan, delici bir cisim olduğu düşünülüyordu. Düşünülüyordu çünkü ortada cinayete aletlik eden o cisimden eser yoktu. Otuz iki yaşındaki maktul yalnız yaşıyordu ve bir gece kulübünde şarkıcılık yapıyordu. Görgü tanıklarının ifadesine göre öldürüldüğü gece apartmanın önüne çok geç saatte bir araçla getirilmiş fakat eve yalnız girmişti. Ne yazık ki aynı görgü tanıkları katile işaret edecek hiçbir bilgi verememişlerdi. Adam kadını kevgire çevirirken fosur fosur uyudukları için hiçbir şey duymamışlardı. Cesedi, cinayetten yaklaşık yirmi saat sonra Özge’yi çalıştığı kulübe götürmek üzere gelen şoför bulmuştu. Uzun süre apartmanın önünde beklemiş, gelmeyince kadının kapısına dayanmıştı. Zil sesine ve yumruk darbelerine ev sahibesinden karşılık gelmeyince, telefonla aramıştı. Çalan telefonun sesi dış kapının ardına kadar geliyor fakat kadın cevap vermiyordu. Bu işten işkillenen şoför kapıyı kırıp eve girmiş ve Özge’nin cesediyle karşılaşmıştı.

Olay Yeri İnceleme ekibinin ilk tespiti katilin eve mutfak penceresinden girdiğiydi. Pencerenin pervazı kırılarak açılmıştı. Maktulün vücudunda darp izi yoktu. Tecavüze uğramamıştı. Evin içinde, aralarında bir boğuşma geçtiğine dair hiçbir iz görünmüyordu. Maktulün ya katile karşı kendini savunacak vakti olmamıştı ya da onunla boğuşacak güçte değildi. Bu da katilin erkek olma ihtimalini yükseltiyordu. Yatak odasındaki çelik kasanın kapağının ardına kadar açık ve boş durduğunu saymazlarsa, evdeki diğer değerli sayılabilecek eşyalar yerli yerindeydi. Kasa zorlanmamıştı. İçi hep mi boştu yoksa katil mi boşaltmıştı, bilinmiyordu. Kasanın üzerinde sadece Özge Boran’ın parmak izleri vardı. Evdeki çekmecelerden birinde bir peçeteye, göz kalemi ile yazılmış bir not bulunmuştu. Notta, “O geri gelmiş. Seni de beni de bulması an meselesi. Kaç ya da saklan!” yazıyordu. Faille maktulün tanışıyor olabileceklerini düşündüren bu notun yazıldığı peçetenin üzerinde çeşitli parmak izlerine ve bir kadına ait olduğu düşünülen DNA kalıntısına rastlanmıştı. Ne yazık ki peçetedeki parmak izleri ve DNA kalıntısı varolan tanıklarla, şüphelilerle ya da sistemdeki izlerle uyuşmamıştı. Aynı zamanda evin çeşitli yerlerinden alınan parmak izi örnekleri karşılaştırılmış ve sahipleri bulunmuştu. Ne yazık ki bulunmalarıyla aklanmaları bir olmuştu. Tuvaletten alınan idrar örneklerinden de bir erkeğe ait olduğu düşünülen DNA kalıntısına ulaşılmıştı. O da eldeki hiçbir veriyle benzerlik göstermiyordu.

Ellerinde katile ait olduğu kesin olan bir DNA olmasına rağmen soruşturma bir türlü ilerlemiyordu. On gündür arşınlamadıkları yol, aralamadıkları kapı, dinlemedikleri tanık, almadıkları parmak izi kalmamıştı. Tanık boldu da sanık yoktu içlerinde. Gece kulübünün çalışanları ve patronu tere yağından kıl çeker gibi aklayıvermişlerdi birbirlerini. Kadının arkadaşları ve komşuları hatta sevgilisi olduğunu beşinci gün öğrendikleri adam da maşallah sütten çıkmış ak kaşık misali temizdiler. Tarık, Başkomiser Enver’in önüne gelen dişi tanığa asılması ve içlerinden birinin evli çıkması sonucu meydana gelen hırgürü saymazsa, şu kısacık polislik hayatında sürdürdüğü en olaysız, en delilsiz, en ilerlemeyen soruşturmaydı bu. On gündür adeta yerlerinde sayıyorlardı.

Böyle çetrefilli vakalarda Başkomiser Enver daha da sinirli olur, önüne geleni öfkesinin denizinde boğardı. En çok da Tarık’ı. “Bahtsızım ulan ben. Yok bunun başka bir açıklaması,” dedi Tarık, maktulün deşilmiş haldeki fotoğrafını Adli Tıp dosyasına geri koyarken. İnadı bırakıp polislikten istifa etmezse, bir yıla kalmaz ya bu herifin katili olacaktı ya da Enver onu sinirden camdan atacaktı. Başkomiser Enver’e katlanmak kolay iş miydi? Bir insan, Tarık’ın çektiği eziyetlerin yarısını çekse, taş olsa çatlar, bomba olsa patlardı.

Elindeki diğer dosyaların kapağını bile kaldırmadan, çıkardığı çekmeceye geri fırlattı. Olay Yeri İnceleme ve Adli Tıp’tan gelen delilleri zaten ezbere biliyordu. Tekrar tekrar bakıp ne bulacaktı? Cinayet Büro’da bir o yana bir bu yana iteklenmekten başka hiçbir işe yaramayan seyyar yazı tahtasını kendine çevirdi. Üzeri şüpheli ve tanık fotoğraflarıyla doluydu. Başkomiser Enver’in kargacık burgacık yazısıyla yazdığı notları okumaya çalıştı bir süre. On gündür koskoca Emniyet’te bu notları deşifre edebilen çıkmamıştı. Sesini kimsenin duymadığından emin olmak için başını koridora uzatarak, “Ulan, bu herife diploma veren hocanın ben…” dedi. İşe yaramaz tahtayı, çektiği yere geri postaladı zira buradan da bir ipucu yakalayamayacağının farkındaydı. Enver’in şifreli ajan pusulası gibi notlarına iki küfür salladıktan sonra sandalyesinde gerindi. Birşeyler bulmalıydı. Tarık, Enver şerefsizini birazcık tanıyorsa en geç iki saate kadar ağzına bir parmak bal çalamazsa, herkes şarkılarla, danslarla yeni yıla girerken, o evin yolunu unutmak zorunda kalacaktı. Kadının canını alan her kimse, muhtemelen gözlerinin önündeki biriydi ve muhtemelen değil, kesinkes şu anda Cinayet Büro’nun beceriksizliğine kıs kıs gülüyordu. O gülerken olan yine Tarık’a oluyordu.

***

“Seni son kez uyarıyorum Enver. Aklını başına toplamazsan bundan böyle görevine şırnakta devam edersin, yaz bunu aklına! Ne demek mesai arkadaşınla kavga etmek yahu? Bu kaçıncı şikayet? Her taşın altından sen çıkıyorsun. Her Allah’ın günü hırgür. Bu da yetmezmiş gibi uçan dişi kuş görsen elinden kurtaramıyoruz.”

“Haşa Amirim, Allah için biri çıkıp söylesin; Emniyet’te bir tek hanım arkadaşa yan gözle bakmış mıyım?”

“Ulan onlara bakmasan ne olacak? İstanbul Emniyet Amirliği’ne yolu düşen her kadına asılıyormuşsun. Mimlenmişiz ulan! ‘Namusunu seven İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gitmesin,’ diyorlarmış. Adımızı mı çıkaracaksın sen bizim oğlum? Tut şu uçkurunu biraz yahu, tut!”

“Vallahi benim bi’ suçum yok Amirim. Yüksek cazibeme dayanamıyorlar. İnanın, asıl ben zor kurtarıyorum namusumu o kadınlardan. Hayır yani, evli barklı adamım sonuçta. Böyle de boynuna atlanmaz ki insanın.”

“Caziben batsın Enver! Tamam mı oğlum… Batsın da biz de kurtulalım, tekmil karı kız da kurtulsun artık. Herifteki özgüvene bak ya… Sanırsın Yunan Tanrısı mübarek. Ne biçim bir şeysin sen, anlamadım ki… On kere söylemeyeceğim, o yüzden aç kulağını beni iyi dinle Enver. Kendine bi’ çeki düzen vermezsen, seni bu Emniyet’te barındırmam.”

“Ama Amirim…”

“Başlatma ulan amirinden! Bela mısın oğlum sen bizim başımıza? Mesai arkadaşlarından bir şikayet daha gelirse, işinde ne kadar iyi olduğuna da gözünün yaşına da bakmam, yollatırım seni bombok bir kasabaya. Ağzını açmayacaksın! Kimseye bulaşmayacaksın! Sadece mesai arkadaşlarını değil, dişi tanıkları da rahat bırakacaksın. Seni bana sayıyla mı verdiler ulan? Bu yaştan sonra çocuk eyler gibi seninle mi uğraşacağım? Bezdirdin be koskoca teşkilatı.”

Amiri Enver’in ağzını açmasına izin verse, yediği azarlara verecek cevapları boldu fakat şimdi ağzını açması sonu olabilirdi. En iyisi suyuna gitmek, birkaç günü vukuatsız geçirip sonra yiyeceği halttan geri durmamaktı. O kadarcık öğrenmişti artık amirinin huyunu suyunu. “Emredersiniz Amirim!” dedi, bir yandan içinden Cemil olacak o şaşkoloza küfür ederken. Korkak herif, anasının eteğine saklanan çocuklar gibi iki kavgada şikayet etmişti Enver’i. “Ben de bunun acısını senin burnundan fitil fitil getirmezsem Cemil Komiser,” dedi, Amirinin odasından çıkarken. Yediği onca azardan, aldığı onca nasihattan kendine zerre kadar pay çıkarmadığı belliydi. Ee, ne yapsındı? Can çıkar, huy çıkmazdı.

Cinayet Büro’ya doğru hamle etmişti ki yardımcısı Tarık merdivenlerin başında yakaladı Enver’i. “Başkomiserim! Başkomiserim! Çok şükür buldum sizi!..” derken, nefes nefeseydi.

“Hay Başkomiserini eşekler kovalasın ulan! Ne var yine? Ne?.. Şu Enver kişisine bi’ rahat yok zaten bu dünyada. Söyle derdini! Böyle soluksuz, döne döne beni aradığına göre katili buldun zahir.”

“Yok Başkomiserim, o kadar da değil.”

“Ne kadar oğlum? Madem katili bulamadın, ne diye rahatsız ediyorsun beni?”

“Ama Başkomiserim…”

“Beni buraya Başkomiser yapanın da seni bana yardımcı yapanın da… Tövbe estağfirullaaah. Bozmayacağım ağzımı ulan. Ne Müncibe, ne Cemil, ne Emniyet Amiri ne de sen… Hiçbiriniz keyfimi kaçıramayacaksınız.”

“Gitmemiz gerek Başkomiserim.”

“Gitmek mitmek yok, demedim mi ben sana oğlum? O vaka çözülene kadar hiçbir yere gidemezsin. Unut, evini de mandalinanı da çerezini de yeni yılı da. Sen bu teşkilatta görevini layıkıyla yerine getirmek üzere yemin etmiş bir nefersin. Senin için gün, hafta, ay, yıl yok. Yılbaşı da yok, ay başı da yok… Anladın mı beni?”

“Ben anladım Başkomiserim de katil anlamıyor?”

“Hangi katil?”

“Valla orasını gidince anlayacağız Başkomiserim. Bir cinayet işlenmiş. Az önce anons geldi. Derhal olay mahalline gitmemiz gerekiyor.”

“Te Allah’ım ya… Bugün bari rahat duramamış mı şu katil? Ulan bugün yılbaşı be!”

“Yeminimizi unutmayın Başkomiserim…”

“Sırıtma len! Zaten katili de bulamamışsın. O yetmezmiş gibi bir de yeni katil çıkardın başıma.”

“Benim ne suçum var Başkomiserim?”

“Sus, dedim! Düş önüme, hadi! Şeytan diyor bas istifayı, kurtul.”

***

Olay mahalline gelene kadar Tarık’ın yedi sülalesini dansa kaldıran Enver, kurbanın bulunduğu odaya girdiği anda cin çarpmışa döndü. Maktul yatak odasındaki yatağa boylu boyunca serilmiş, üzerindeki geceliği kıpkırmızı kana bulanmıştı. Geceliğin güpürlü dekoltesinden iri göğüsleri, sahibesi ölmemişcesine dipdiri baş kaldırıyordu. Başkomiser Enver olduğu yerde kalakalmış, bu tanıdık göğüslerin, bir o kadar tanıdık sahibesine gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Tarık’ın sesini duyuyor fakat ne dediğini anlamıyordu. Ses sanki kilometrelerce öteden geliyor gibiydi. Kulaklarında sadece kalbinin atışı ve beyninin uğultusu yankılanıyordu. Birileri kollarını, bedenini sarsıyor gibiydi. Ona yedi şiddetinde deprem gibi güçlü gelen sarsıntıyı hissediyor fakat karşı koyamıyordu. Galiba ölmüştü. Evet, evet… Ölmüş olmalıydı. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Hay Allah, şimdi ölmenin sırası mıydı? Bu gece Has Pavyon’a gidip Melahat’i göremeden, onunla karısının yanında bile olsa kaçamak bakışlarla işveleşmeden, ölünür müydü hiç?

“Başkomiserim!.. Allah aşkına cevap verin…  Başkomiserim!.. Cemil abi! Cemil abi yetişin! Başkomiserime birşeyler oluyor. Yardım edin!”

“Tarık, Cemil, Has Pavyon, yılbaşı, kan, silah, Müncibe, katil…”

Enver aklından hızla geçen bu sözleri durmadan tekrarlıyordu. Tarık’sa bir yandan Başkomiserinin yanaklarına minik şaplaklar atarken, bir yandan da bütün ekibi etrafına topluyordu. Millet cinayeti unutmuş, maktulü bırakmış, Enver’le uğraşmaya başlamıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Enver’in bu haline içten içe sevinen Cemil Komiser yatak odasının ahşap kapı pervazına sırtını dayamış, sirkte maymun seyrediyormuş gibi keyifleniyordu. Yaşanan curcunada, “Beter ol adi herif!” dediğini duyan olmamıştı. Cemil’in sözü daha yeni bitmişti ki Enver birden hareket etmeye başladı. Kendi etrafında yüz seksen derece dönüp Cemil’le göz göze geldi. Cemil, söylediği sözü duyduğunu sandığı Enver’e korkuyla bakarken, Enver olduğu yere külçe gibi çöktü. Ağzından çıkan cümleye hiçkimse bir anlam verememişti.

“Ulan Allah’sız karı! Yaptın mı ulan yapacağını sonunda?”

Tarık, aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Fakat Başkomiserinin bu kadar saattir böyle sessiz olması hiç hayra alamet değildi. Önüne gelene dutun alâsını hem de kiloyla yediren Enver, kendine geldiğinden beri apartmanın önündeki aracının içinde, sessizlikte dut yemiş bülbülle yarışıyordu. Enver hiç Tarık’ın bildiği Enver gibi davranmıyordu. Bunca saattir hiç kimseye takmadıysa bile en azından Cemil Komiser’e, kendisini amire şikayet ettiği için birkaç taş yollaması gerekti. Tarık, ‘Kesin bu işte bir iş var,’ diye düşünürken, maktulün kimliğini ve mesleğini öğrendikten sonra Enver’in neden attan düşmüşe döndüğünü daha iyi anladı.

“Maktulün adı Melahat Güngör Komiserim.  Otuz beş yaşındaymış. Kimliğine göre bekar. Çoluğu çocuğu, arkadaşı, akrabası var mı onu da konu komşuya soracağız. Dolabından çıkan kıyafetlere bakılırsa, dansözlük yapıyor olmalı. Ama hangi gece kulübünde olduğunu gösteren bir delil bulamadık.”

“Tamam Mehmet, o kadarını ben biliyorum galiba. Başka birşey var mı?”

“Delici bir cisimle öldürülmüş Komiserim. İşin garibi olay mahallinde ve kurbanın öldürülüş şeklinde Özge Boran cinayetiyle bariz benzerlikler var. Cinayet aletinin aynı olduğuna kalıbımı basarım.”

“O kadar eminsin yani?”

“Eminim Komiserim.  Adli Tıp ve Olay Yeri İnceleme de aynı şeyi söyleyecekler, görürsünüz.”

“Cinayet aleti yine ortada yok galiba?”

“Yok Komiserim, Olay Yeri İnceleme ekibi şimdilik öyle bir alete rastlamadığını söyledi.”

“Peki, başka ne var?”

“Evdeki değerli eşyalar yerli yerinde. Belli ki hırsızlık yok. Salon ve yatak odası biraz dağınık. Diğer odalara hiç girilmemiş gibi görünüyor. İlk saldırı salonda olmuşa benziyor. Kanepenin ve halının üzerinde kan izleri var. Yatak odasına doğru sürüklenmiş ama Cemil Komiser’in dediğine bakarsanız, sürüklenirken hâlâ yaşıyormuş. Yerdeki izler debelendiğini gösteriyormuş. Katile bayağı karşı koymuş. Olay Yeri İnceleme görevlilerinden biri maktulün avucunda sıkı sıkıya tuttuğu bir nesne bulmuş. Ne olduğunu anlamamış ama incelenecekmiş. Birkaç şüpheli eşyayı aldılar. Evdeki her köşede parmak izi aranmaya devam ediliyor. Dış kapıda zorlama yok. Katil eve yine aynı yoldan girmiş.”

“Mutfak camından?”

“Aynen öyle.”

“Anladım, başka…”

“Şimdilik bu kadar Komiserim. Ha, Savcı Dilaver Bey Başkomiser Enver’le görüşmek istiyormuş. ‘Bulup yanıma yolla!’ dedi.”

“Tamam, sen git Savcı Bey’e Başkomiserin rahatsızlandığını, evine gitmek zorunda kaldığını söyle. Ben bir ara görüşeceğim kendisiyle.”

“Rahatsızlandığını biliyor zaten Komiserim.”

“Yuh! Ne çabuk yetiştirdiniz?”

“Valla benim bi’ suçum yok Komiserim. Cemil abi söylemiş.”

“Adam hiçbir fırsatı kaçırmıyor yahu.”

“Ee, pek de haksız sayılmaz ama değil mi Komiserim?”

Tarık, polis memuru Mehmet’i ardında bırakıp Enver’in yanına gitmek üzere dışarı çıktığında, aynı şeyi düşünüyordu. Enver başına gelen her şeyi sonuna kadar hak ediyordu. Onun şu, süt dökmüş kedi haline bakıp acımanın hiç gereği yoktu. Bu adam, birkaç saat sonra yine eski haline dönünce nasıl olsa eskisinden daha beter bir canavar olarak, bütün Emniyet’e ve en çok da Tarık’a dünyayı dar edecekti. O yüzden, ne polis memuru Mehmet’e, ne savcıya ne de Cemil Komisere karşı bu tıynetsiz herifi müdâafa etmekle uğraşacaktı.

Arabaya bindiğinde Enver’i iki eliyle direksiyonu kavramış, otoyolda yüz yirmi kilometre hızda araba kullanıyormuşcasına pürdikkat kesilmiş vaziyette, ön cama bakarken buldu. “Başkomiserim,” demesiyle Enver bulunduğu ana geri dönerek, ilk kendine geldiği andaki kadar aval aval olmasa da sakil bir bakışla Tarık’a baktı.

“İyi misiniz Başkomiserim?”

Cevap vermek yerine, başını sallamakla yetindi Enver.

“Maktul dansözmüş Başkomiserim. “

“Biliyorum…”

“Adı Melahat…”

“Biliyorum…”

“Sizin Melahat…”

“Biliyorum ulan! Biliyorum…”

Tarık, Enver’in öküz gibi böğürmesine alışıktı alışık olmasına ama az önceki bağırtıyı hiçbir hayvana benzetememişti. Onun ne kadar duygusuz bir adam olduğunu bilmese, şu anda üzüntüden kıvrandığını düşünebilirdi. Tarık şaşkınlığını belli etmemeye çalışırken, Enver, “Ölüm zamanı belli mi?” dedi.

“Adli Tıp görevlileri kesin sonucun otopsiden sonra çıkacağını söylediler. Ama tahminen sabaha karşı… Saat beşle altı arası diyorlar.”

Tarık, Melahat’in ölüm saatini duyar duymaz, apar topar kendisini arabadan indirip tozu dumana katarak aracını süren Enver’in arkasından bakakaldı. Bu herifin tek derdi, her gece koşa koşa yanına gittiği Dansöz Melahat’in bir cinayete kurban gitmiş olması değildi, bu çok açıktı. Sebebi her neyse, Enver’in canını fena halde sıktığı belliydi. Böyle deli dana gibi sağa sola saldırdığına göre belli ki bu sefer yediği halt boyunu aşmıştı. Bu işin sonunda katil Enver çıkarsa, hiç şaşırmayacaktı. Kendi düşündüğüne kendisi bile inanamamış olacak ki “Yok daha neler,” diye diye, savcıya hesap vermek üzere olay mahalline geri döndü.

***

Enver bir süre evinin kapısının önünde dikildi. İçeriden hafif bir müzik sesi geliyordu. Müncibe yediği halttan sonra bu kadar keyiflenmeyi nasıl başarıyordu acaba? Anahtarı kilide sokarken, “Bunca yıldır koynumda karı diye bir canavar saklamışım,” dedi. Aksini düşünmesini engelleyen bir sürü cümle kafasında uçuşuyordu. “Seni de o Melahat şırfıntısını da lime lime doğrarım.”

Sessizce içeri süzüldü. Müncibe’nin salondaki müzik setinde çalan şarkıya yatak odasından eşlik edişini dinledi.

“Katlanırdım bil ki en derin yasa

Kolunda yabancı biri olmasa…”

“Ah ulan Müncibe be! Ah ulan Allah’sız karı! Nasıl yaptın bunu be, nasıl?” diyerek yatak odasına doğru hamle etti. Müncibe, Ümit Besen’le aynı anda ilk nakaratı söylemeyi bitirmiş, ikinci nakarata geçmişti.

“Ayağı kırılmış o tahta masa

Senden çok vefalı çıktı sevgilim…”

Birkaç saniye odanın kapısında dikilip Müncibe’yle tanıştığı güne lanet etti.

“Aa, sen de nereden çıktın? Ne öyle sessiz sessiz, yılan gibi süzülüyorsun içeriye. İki gram aklım var zaten onu da almak mı niyetin?”

“Ne yapıyorsun?”

“Ne saçma soru bu böyle Enver. İyi misin sen? Akşama gece kulübüne gideceğiz, demedin mi? Ben de hazırlanıyorum işte… Baksana, sence bunu mu giyeyim yoksa bunu mu?”

Enver Müncibe’nin elinde tuttuğu, ikisi de birbirinden beter elbiseye yan gözle bakarak, “Bana doğruyu söyle de istersen ananın geceliğini giy Müncibe,” dedi.

“Salak mısın be? Ne biçim laf o öyle? Neyin doğrusunu söyleyecekmişim? Hatırlatırım şekerim! Bu evde bir tane yalancı var o da sensin. Benim kimseden gizlim saklım yoktur.”

“Emin misin?”

“Bana bak, sen akşama beni gece kulübüne götürmemek için kavga mı çıkarmaya çalışıyorsun. Hiç anlamam, bu dandik topuzu yaptıracağım diye Kuaför Saliha’ya tam beş yüz lira saydım. Dünya yansa, bu gece yeni yıla Has Pavyon’da gireceğim. Anladın mı?..”

“Bu gece yeni yıla bambaşka bir yerde de girebilirsin Müncibe.”

“Aaa, ne oluyo be?  Böyle bilmece gibi konuşmayı bırakıp bir an önce ağzındaki baklayı çıkar, yoksa…”

“Yoksa ne? Beni de mi gebertirsin?”

“Ne diyon sen be? Kafayı sıyırdın iyice. Zaten kızgınım sana, daha fazla attırma tepemi. Kendini affettirmek için kırk yılın başı, kedi olalı bi fare tutup beni bir kulübe götüreceksin, işin bokunu çıkarmaya çalışma. Yediğin haltları bu şekilde örteceğini sanıyorsan, yanılıyorsun. Bugün seni boşamıyorsam, öküzün teki olsan da seni çok sevdiğimdendir. Yoksa hakkında duyduklarımı başka kadın duysa, o dakka kapının önüne koyardı seni.”

Sevmek mi? Müncibe Enver’i seviyor muydu gerçekten? Enver, kendini hiç olmadığı kadar çaresiz hissetti. Bu kadın cadalozun teki olabilirdi, dırdırda üzerine rakip tanımıyor olabilirdi, Enver’e bir rahat nefes aldırmıyor olabilirdi. Ne olursa olsun karısıydı ve onsuz yaşamayı bir gün bile düşünmemişti. O sırada salondaki müzik setini titreten Ümit Besen, ‘Tahta Masa’ şarkısını yeni bitirmiş, ‘Alışmak Sevmekten Daha Zor’ demeye başlamıştı.

“Alışmak sevmekten daha zor geliyor

Alışmak bir yara bağrımda kanıyor

Sen yoksun kollarım boşluğu sarıyor

Alıştım birtanem, alıştım sana ben…”

Sevgi ya da alışkanlık, adına ne derse desin Müncibe’yi ortada bırakamazdı. Bu işe bir çare bulmalıydı. Gerekirse bütün delilleri karartıp Müncibe’yi hapse girmekten kurtarmalıydı. “Ulan şu an bunu yaptığıma ben bile inanamıyorum,” diyerek Müncibe’nin tuttuğu elbiseleri kenara atıp ellerini avuçlarının arasına aldı. Kuaför Saliha’nın tepesine kondurduğu kuş yuvasından, Müncibe’nin yanağına doğru sarkan zülfünü yana itti.

“Merak etme, seni kurtaracağım. Hiç kimse katilin sen olduğunu öğrenemeyecek. Bu güne kadar nasıl en azılı katilleri yakaladıysam, bugün de bir katili aynı ustalıkla saklayacağım.”

Müncibe bir yandan elinin tersini Enver’in alnına dayamış, ateşini ölçmeye çalışırken bir yandan en endişeli ses tonuyla, “Allah aşkına, neler oluyor, doğru dürüst söylesene. Hasta falan mısın? Ateşin de yok ama…”

“Keşke hasta olsam, keşke sürünsem, felç olsam, gebersem ulan, gebersem.”

“Tövbe de be adam. Niye geberecekmişsin?”

“Melahat öldürülmüş Müncibe! Melahat yok artık. Aklın alıyor mu? Yok!.. Ölmüş…”

“Hangi Melahat?”

“Dalga mı geçiyorsun benimle be kadın? Dansöz Melahat tabii ki! Hani senin daha bu sabah lime lime doğrayacağını itiraf ettiğin Melahat.”

“Nee?.. Saçmalama be! Benim haberim bile yok Melahat’ten falan. Ölmüş mü?”

“Sen daha iyi bilirsin.”

“Yuh Enver! Yuh, diyorum, başka da birşey demiyorum sana. Aloooo!!! Tanıyamadıysan, tanıştırayım… Ben Müncibe… Karın… Anladın mı?”

“Senden başka kim öldürebilir Melahat’i?”

“Ne bileyim ben be? Cinayet Büro’da Başkomiser olan sensin, ben değilim.”

“Öldürmedin mi yani?”

“Aah, kafayı yiycem ya! Adam sen laftan anlamıyor musun? Beyin diye taşıdığın organ sadece karı kız peşinde koşmaya bir de bana yalanlar uydurmaya mı yarıyor? Ne diye öldüreyim elin karısını? Aptal mıyım ben! Salak mıyım, senin sandığın gibi.”

“Kız bak doğruyu söyle! Yemin et Melahat’e kıymadığına.”

“Vallahi, Melahat’e kıymadım ama şu anda gözümü bile kırpmadan sana kıyabilirim Enver. Sen daha bu sabah Melahat diye birini tanımadığını söylememiş miydin? Yeminler etmemiş miydin? Bizi çekemeyenler uyduruyor, dememiş miydin? Nereden çıktı şimdi bu Melahat? Doğruyu söyle Enver, ‘Cinayet peşindeyim,’ dediğin geceler o karıya mı gidiyordun sahiden?”

“Kurcalama şimdi oraları. Sen öldürdün mü, öldürmedin mi, onu söyle.”

“Daha kaç kere söyleyeceğim. Ben hiç kimseyi öl-dür-me-dim. Girdi mi kafana. Tekrar edeyim mi? İşim gücüm yok, senin gibi bi’ herif için elimi kana bulayacağım.”

“Ne kusurumu gördün Müncibe? Çok gücendim vallahi. Daha bu sabah ikinizi de doğrarım, diyordun. Yalan mıydı yani? Ben de ‘Aşka bak karıda yahu, benim için elini kana bulamaya bile razı,’ diyordum.”

“Psikopat mısın sen Enver? İnsan, biri kendisi için katil olsun ister mi? Git başımdan Allah’ını seversen. Ne kusurunu görmüşmüşüm… Kusurlarını alt alta yazsam, buradan Ankara’ya yol olur be. Hem şimdi konumuz senin kusurların değil; Melahat karısını kimin öldürdüğü. İşini zorlaştırdığım için çok üzgünüm Enverciğim ama katili başka yerde araman gerek çünkü o kişi ben değilim.”

Katil Müncibe değilse, o zaman biricik Melahat’ine kim kıymıştı? Kafasındaki deli soruları bir kenara bırakmak zorunda kaldı zira bir süredir arka cebinde titreşen cep telefonunu biraz daha açmazsa, kıç kısmı erozyona uğrayacaktı. Ekranda kabak gibi parlayan ‘Tarık’ yazısını görünce siniri tepesine sıçradı. Hoş, o sinir o tepeden hiç inmezdi ya…

“Ne var ulan ne? Kıçımı deldin, hayvan herif. Açmıyorsak bir sebebi vardır herhalde değil mi? Ne diye ısrarla arıyorsun, gavat?”

“Başkomiserim, hemen Merkez’e gelmeniz gerek.”

“Ne yapacaksın beni Merkez’de. Bi’ işi de yalnız başına halletsen, ölür müsün be adam? Göbeğin benimle mi kesildi?”

“Ama Başkomiserim…”

“Hay Başkomiserini otoyola atsınlar da üzerinden kamyonlar geçsin! Geliyorum, tamam. Kapat hadi!”

Müncibe yatak odasının şifonyerine poposunu dayamış, ellerini göğsünde birleştirmiş, bir ayağını sinirli sinirli yere şaplatırken bir yandan da en delici bakışıyla Enver’i oymakla meşguldü. Enver’in zaten darmadağın olan ortalığı daha fazla dağıtmaya pek niyeti yok gibiydi. Biliyordu ki biraz daha burada kalırsa karısı, Melahat’le ilgili salladığı bütün yalanları bir bir su yüzüne çıkaracaktı. Bu da ayvayı yemesi, demekti. Biraz önce Müncibe’yi katil olmakla suçlayan kendisi değilmiş ve alelade bir günde, alelade bir işi çıkmış, oraya gidiyormuş gibi, “Ben çıkıyorum Müncibe,” dedi.

“Aa, nereye? Hiçbir yere gidemezsin. Has Pavyon’a gidecektik hani.”

“Üzgünüm Müncibe, Has Pavyon da Melahat de yalan oldu bu gece. Sen anangilleri mi toplarsın, ne yaparsan yap, ben Merkez’e gidiyorum. O katili bulmadan beni eve bekleme.”

“Salak mısın sen be? Bu gece yılbaşı. Yeni yıla yanımda kocam olmadan mı gireceğim yani?”

“Başlatma yeni yılına da kocana da Müncibe! Eskisinden ne hayır gördük de yenisinden medet umalım. Hadi, uzatma fazla. Kaçtım ben…”

***

“Aynı katilin işi mi diyorsun sen şimdi?”

“Öyle görünüyor Başkomiserim. Özge Boran cinayetiyle benzerlikler var. Otopsi daha bitmemiş fakat Adli Tabip’e göre Melahat’le Özge büyük olasılıkla aynı aletle öldürülmüşler. Ha bir de Olay Yeri İnceleme ekibi Melahat’in kirli sepetindeki bir çarşafta vücut sıvısına rastlamış. Çarşafı DNA tespiti için laboratuvara gönderdik.”

“Nasıl vücut sıvısı? Ter mi?”

“Yok Başkomiserim, anlayın işte. Bir erkeğe ait vücut sıvısı…”

“Ne arıyor ulan Melahat’in yatağında, elin adamının sıvısı?”

“Ne bileyim ben Başkomiserim. Belli ki bir sevgilisi varmış işte.”

“Tarıık, tepemin tasını attırma, yaradana sığınıp sana bi’ dalarım!.. Melahat’in benden başka sevgilisi yok. O dediğin sıvı bana ait olmadığına göre…”

“Size ait olmadığına göre ortada başka bir adam daha var demektir, Başkomiserim. Kızsanız da dalsanız da bu gerçeği değiştiremeyiz. Ayrıca Melahat’in karşı komşusu da evde bir adam olduğunu doğruladı.”

“Sevgilisi olduğunu nereden anlamış? Bir tanıdığıdır belki. Akrabası falandır…”

“Komşu kadının demesine bakılırsa, Melahat’in dairesinden gelen sesler evde tutkulu bir aşk yaşandığının kanıtıymış. ‘Hiç ummazdım Melahat Hanım’dan böyle terbiyesiz hareketler,’ dedi kadın. O vakte kadar evinden erkek sinek sesi bile gelmeyen kadın, ayıptır söylemesi, müstehcen film çeker gibi…”

“Vay kevaşe vaay, benim gibi adama boynuz mu taktın ulan?”

“Ayıp Başkomiserim, ölmüş kadının arkasından…”

“İyi be iyi. Zaten Melahat’in ölmüş olması canımı yeterince sıkıyor bir de yırtık dondan çıkar gibi bir adam çıktı ortaya. Melahat’i onun koynunda düşününce, kan beynime sıçradı.”

Tarık, “Siz de her gece Melahat’ten ayrılınca kendi karınızın koynuna girmiyor muydunuz Başkomiserim?” dememek için zor tuttu kendini.

“Adamı gözüyle görmüş mü peki bu komşu kadın?”

“Görmemiş… Aslında apartmandaki diğer komşular da adamın varlığını bu kadından öğrenmişler. Gözüyle gören, kulağıyla duyan başka biri çıkmadı.”

“Tamam işte, o komşu kadın uyduruyor kesin. Çekememiştir Melahatim’in güzelliğini, çirkef karı. İftira atıyordur. Hem zaten yapmaz benim Melahatim öyle şey. Yapmaz di mi lan?”

“O kadarını bilemeyeceğim artık. Seslere bakılırsa yapmış.”

“Sesler, diyor ya, kafayı yiyeceğim.”

“Kadının dediğine göre on gündür Melahat’in evinden gelen tek ses, bu adamla aralarında geçen fırtınalı aşkın sesleri değilmiş. Başka gürültüler de varmış. Hatta üst kattaki komşular da sık sık duymuşlar bu gürültüleri.”

“Nasıl gürültüler?”

“Evde tamirat varmış gibi, tangır tungur sesler işte. Kadın en sonunda dayanamayıp Melahat’e sormuş. Ama cevap yerine okkalı bir küfür işitmiş. O günden sonra yüzgöz olmamak için karşısına çıkmamış hiç. En son bu sabaha karşı saat üçle dört arası görmüş Melahat’i. Gece bir ara tuvalete kalkmış. Salonun penceresinden Melahat’i apartmana girerken görmüş. Zor yürüyormuş, ‘Körkütük sarhoştu,’ dedi. Tekrar yatağına gitmiş. Tam dalmak üzereyken bu sefer apartmanın demir kapısının sesini duymuş. Kalkıp dış kapının gözetleme deliğinden bakınca, Melahat’in dairesine birinin girdiğini görmüş ama kim olduğunu görememiş.”

“Tam işe yarar birşey yakalayacakmış, orada da birşey görememiş mi yani?”

“Görememiş maalesef…

“Kamera falan yok mu civarda?”

“Yok Başkomiserim ”

“Bu kötü oldu. Herkesten parmak izi  ve DNA örneği aldınız mı?”

“Aldık Başkomiserim. Yalnız iki dairenin sahipleri evde yoktu. Komşulardan öğrendiğime göre birinde bir karı koca oturuyormuş. Bir hafta önce Uludağ’a tatile gitmişler. Diğerinde apartmana yeni taşınmış, genç bir delikanlı oturuyormuş. Üniversite öğrencisiymiş. En son üç gün önce apartmandan çıkarken görmüşler. Bir daha ses çıkmamış. O iki dairedekiler hariç, herkesten örnek alındı.”

“İyi… Başka ne var?”

“Olay Yeri İnceleme görevlileri Melahat’in mutfak pencere pervazında Özge Boran’ın penceresindeki bulguların aynısını tespit etmişler. Cemil Komiser pervazın aynı aletle kurcalandığından kesinkes emin olduğunu söylüyor. Tek fark, bu seferki izler yeni değil gibiymiş. Evden alınan herşey Kriminoloji’ye teslim edildi. Kriminoloji uzmanı Seher çalışmaya başladı bile. Birkaç güne kalmaz bütün delilleri incelemiş olur.”

Tarık anlatmaya devam ederken, Enver de seyyar yazı tahtasının üzerini boşaltıp tam ortasına bir çizgi çekti. Bir tarafa Özge’nin diğer tarafa Melahat’in fotoğraflarını iliştirdi. Melahat’in fotoğrafının üzerinde işaret parmağıyla orta parmağının tersini şefkatle gezdirdikten sonra elini yumruk yaptı. O anda Melahat’i sevsin mi ondan nefret mi etsin karar veremiyor gibiydi. Tarık’ın söylediklerini fotoğrafların altına not etmeye başladı. Tabii yazdıklarını okuyabilmek için önce Mossad’tan ajan getirtmek gerekecekti.

“Melahat’in avucundan küçük, yuvarlak, metal bir cisim çıkmıştı. Seher incelemeye onunla başlamış. Mıknatıs gibi birşey olduğunu söylüyor. Ama ne işe yaradığını bulamamış henüz. Üzerinde parmak izi varmış fakat kimliklendirme yapmak için yeterli değilmiş. DNA falan bulur belki, bakalım. Asıl bomba şimdi geliyor Başkomiserim. Seher iki cinayeti birbirine bağlayan müthiş bir delil bulmuş.”

“Neymiş o?”

“Özge Boran’ın evinde bulduğumuz peçete vardı ya…”

“Üzerinde parmak izleri ve DNA olan…”

“Evet, o peçetedeki parmak izlerinden biri Melahat’e aitmiş. DNA sonucu bir iki güne çıkarmış. Eğer o da tutarsa, bu iki kadının tanıştığı yüzde yüz kesinleşmiş olacak. Bu da ortada iki cinayet ve bir katil olduğunu gösterir. Hatırlarsanız, peçetedeki notta, ‘O geri gelmiş. Seni de beni de bulması an meselesi,” yazıyordu. Demek ki katilin hedefi hem Özge’yi hem de Melahat’i öldürmekmiş. Bence Özge’ye bu notu yazan kişi Melahat’ti ve ‘Geri dönmüş’ diye yazdığına göre katili en az Özge kadar iyi tanıyordu. Özge, Yıldız Pavyon’da şarkıcılık yapıyordu, Melahat’se, Has Pavyon’da dansözlük. Meslekleri bu derece benzeştiğine göre düşmanlarını o camiada aramakta yarar var, diye düşünüyorum.”

“Bazen doğru düşündüğün de oluyor Tarık. Aferin… Has Pavyon’a gideceğiz ama önce Melahat’in evine gitmek istiyorum. Olay Yeri İnceleme’nin orada işi bitti mi?”

“Bugünlük bitti Başkomiserim.”

“Anahtar kimde?”

“Cemil Komiser’dedir, herhalde.”

“Tamam, hadi git, kap gel anahtarı Cemil’den.”

“Aman Başkomiserim, bin dereden su getirir o, vermez şimdi bana anahtar falan. Bulaştırmayın beni şuna, ne olursunuz.”

“Ben ikinize de bi’ bulaşırım, ömrünüzün geri kalan kısmını bulaşık süngeri olarak geçirirsiniz. Yürü dedim!”

***

Melahat’in oturduğu apartmanın giriş kapısında dikilmiş, elindeki anahtarlardan birini deliğe uydurmaya çalışan Tarık için ömründe yaşadığı en uzun günün bitmesine daha saatler vardı. Akşam olmak üzereydi ve yılbaşı gecesini evinde geçiremeyeceğini anlayalı çok olmuştu. Enver’in, “Bi’ kapıyı açamadın ulan beceriksiz herif,” diyerek arkasından dürtmesiyle olanca siniri tepesine fırladı. Bu adama sabır taşı bile zor dayanırken, Tarık bu sefer de dayanmayı seçmiş ve “Bu anahtarlıkta dış kapının anahtarı yok Başkomiserim,” demekle yetinmişti, “zillerden birine basalım isterseniz.”

“İstemem! Konu komşuyla uğraşamam şimdi.”

Tam o esnada Hızır gibi Tarık’ın imdadına koştuğundan habersizce apartmana yaklaşan delikanlı olaya el koydu.

“Birine mi baktınız?”

“Melahat’e bakmıştık.”

Delikanlı, “Melahat mi? Hangi dairede oturuyor acaba?” der demez Tarık, Başkomiserinin arkasından başını uzatıp “Giriş katında, iki numarada,” dedi. Enver’in keskin bakışıyla susup geri sinmesi bir oldu.

“Tanıyor musun sen Melahat’i?”

“Ben buraya daha yeni taşındım… Pek tanımıyorum komşuları. Üçüncü kattaki teyzeyi mi diyorsunuz?”

“Ne teyzesi be oğlum? Afet-i Devran Melahat’i teyze yaptın sen de yahu.”

“Afet-i Devran mı?”

“Öyle ya, ne sandın?”

“Vallahi tanımıyorum Beyefendi. Ziline basın isterseniz.”

“Ne zaman taşındın sen bu apartmana?”

Delikanlı, Melahat diye birini aradığını söyleyen bu iki kişiden pek hazetmemişti. Hiç tekin görünmüyorlardı. Tedbiri elden bırakmak istemedi. İşkilli bir ses tonuyla, “Neden soruyorsunuz?” dedi.

“Seni nüfusuma geçireceğim de ondan sordum.”

“Anlamadım…”

“Senin de dünyadan haberin yok be oğlum. Polisiz biz.”

Genç delikanlı şüpheci bakışlarını Enver’in üzerinden ayırmadan, “Ne belli polis olduğunuz,” dedi. Tarık ve Enver’in aynı anda çıkarıp yüzüne doğrulttuğu, birinde Komiser, diğerinde Başkomiser yazan iki kimliği görünce telaşlandı.

“Ne o, betin benzin attı, korktun sanki biraz. Polisten korkacağın bir halt mı yedin yoksa?”

“Yok Başkomiserim, ne haltı yiyeceğim? Öğrenciyim ben. Polislik ne işim olur?”

“Valla öyle deme, ne varsa bu öğrenci tayfasında var zaten.”

“Bende birşey yok Başkomiserim. Yeminle…”

“İyi be iyi, biraz daha üstüne gelsem altına edeceksin. Sende bir şey olmadığı belli zaten. Senin için gelmedik biz. Bu sabah komşun Melahat öldürülmüş. Soruşturma için buradayız.”

“Öldürülmüş mü? Neden? Nasıl?”

“Burada soruları ben sorarım delikanlı. Şimdi aç artık şu kapıyı da içeride konuşalım. Kıçımız dondu burada.”

“Emredersiniz Başkomiserim.”

Apartman kapısını açmaya çalışan delikanlı, kısa sürede soru sormakta Enver’in eline su dökemeyeceğini anladı.

“Adın ne senin?”

“Uğur, Başkomiserim…”

“Kaç yaşındasın?”

“Yirmi bir…”

“Hangi üniversitede okuyorsun?”

“İstanbul Üniversitesi…”

“Ne okuyorsun?”

“Bilgisayar ve Bilişim Teknolojileri…”

“İyii… O işte çok para var diyorlar.”

“Bilmem ki…”

“Kaçıncı sınıftasın?”

“Bu sene başladım. Daha hazırlıktayım.”

“Ohoo, daha çok işin var senin, desene.”

“Yaa, öyle…”

“Üç gündür evde yokmuşsun. Neredeydin? Bana bak, dersleri boşlama, mezuniyeti kulağının arkasında görürsün sonra.”

“Yok Başkomiserim, boşlar mıyım hiç. Arkadaştaydım. Ders çalıştık sabahlara kadar.”

“Hangi arkadaşmış o bakalım? Adı sanı ne?”

“Kerem… Kerem Derin…”

“Sen şimdi gerçekten tanımıyor musun Melahat’i”

“Bir kere gördüm vallahi Başkomiserim. Ben okuldan gelirken o dairesinden çıkıyordu. Selamlaştık sadece. Adının Melahat olduğunu bile şimdi sizden öğrendim.”

“Gözüne çarpan birşey oldu mu?”

“Nasıl birşey?”

“Ne bileyim ben oğlum? Sana garip gelen birşey işte.”

“Olmadı Başkomiserim.”

Enver biraz daha soru sorarsa Uğur gerçekten bu adamın kendisini evlatlık alacağından şüphelecekti. Ahirette bile bu kadar soruyu art arda sormazlardı insana. “Müsaade ederseniz, ben evime çıkayım Başkomiserim. Başka sorunuz yoksa tabii,” dedi.

“Çık bakalım… Yalnız, yarın Emniyet’e uğra ve ifadeni ver. Parmak izi falan da alınır. Ha, bir de şu Kerem miydi neydi adı, arkadaşının adresini de verirsin. Tamam mı koçum?”

“Tamam Başkomiserim tamam da Kerem’in adresini neden vereceğim.”

“Keyfimden ulan! Var mı diyeceğin? Keyfimden…”

“Estağfirullah Başkomiserim. Ne diyeceğim olacak? Tamam, yarın gelirim Emniyet’e.”

Melahat’in dairesinde Melahat’ten çok Olay Yeri İnceleme’nin izleri vardı. Enver uzun zamandır aşkından deliye döndüğü Melahat’le pavyonda işveleşme faslını henüz geçemediği için evini görme şerefine de nail olamamıştı bir türlü. Müncibe bu gece için yaptığı planları bozmasaydı, yeni yılın ilk gününde Melahat’in koynunda uyanacağından adı kadar emindi. Ne yazık ki plan bozmakta Müncibe’den daha maharetli olan katil önce davranmış ve Melahat’ine kıymıştı.

“Neden geldik buraya Başkomiserim? Olay Yeri İnceleme’nin bulamadığı neyi bulacağız ki biz burada?”

Enver bu eve Melahat’in katilini aramaktan çok onunla vedalaşmak için geldiğini henüz kendine bile itiraf etmemişken, Tarık’a edecek değildi. Onun yerine, “O Cemil denyosuna güven olmaz. Sırf ben soruşturmada ilerleyemeyeyim diye gördüğünü de görmezden gelmiştir o zırtapoz. Olay mahallini kendi gözlerimle taramazsam içim rahat etmez,” dedi. Tarık’ın aklına, Enver’in Melahat’in cesedini gördüğü anda fişi çekilmiş buzdolabına dönüşü geldi. “Dinsizin hakkından gelen imansız katil; seni bir bulayım, alnından öpeceğim,” dedi içinden.

Enver, topu topu iki oda ve bir salondan oluşan dairede incelenmeyen yer bırakmadı. Her elini attığı eşyada Melahat’i görür gibi oldu. Yatak odasında hâlâ parfümünün kokusu vardı. Derin derin içine çekti. Onu Has Pavyon’da ilk kez seyrettiği gün aklına geldi. Bir görüşte çarpılmış, “Ahh ulan aahhh! Yaktın beni kız Melahat! Kül ettin…” diye bir nara patlatmıştı. Şu yere batasıca dünya bir daha Melahat gibi bir dansöz görür müydü, bilinmezdi. Melahat’in o meçhul sevgiliyle şu yatakta yattığı düşüncesi sinirini hoplattı. Aklından hiç çıkmayan bu gerçeğe alışması çok zor olacaktı. “Bana bunu neden yaptın be Melahat?” dedi. Sesini duyan biri, az sonra ağlayacak sanırdı.

Bu evde daha fazla durmasının bir anlamı yoktu. Melahat’in kır çiçekleri gibi kokan parfümünü şifonyerin üzerine bırakırken, tuvalet aynasının arkasına doğru ilerleyen duvar kağıdında bir tuhaflık dikkatini çekti. Arasından aşağı doğru altın simli çizgiler geçen duvar kağıdının bazı parçaları ters yöne doğru yapıştırılmıştı. Tarık’a seslendi.

“Beni mi çağırdınız Başkomiserim?”

“Şu duvara bir bak bakalım, ne görüyorsun?”

“Valla ben birşey göremedim Başkomiserim.”

Enver Hasbinallah çeke çeke, önce şifonyeri kenara itti, ardından duvardaki aynayı indirdi. Ayna inince Tarık, Enver’in ne demek istediğini daha iyi anladı.

“Duvar kağıdı bazı yerlerde ters yöne doğru yapıştırılmış. “

“Aferiiin… Sen adam olacaksın.”

“Sağolun Başkomiserim. “

“Cıvıma len! Tut şu kağıdın ucundan.”

“Ama Başkomiserim. Bu iş Olay Yeri İnceleme’nin işi. Dokunmasak…”

“Tarııık!”

“Tamam Başkomiserim ama baştan söyleyeyim, bu hem Emniyet Amiri’nin hem de Cemil Komiser’in hiç hoşuna gitmeyecek.”

“Vallaha mı? Çok korktum. Altıma ettim korkudan, temizleyecek misin?”

Tarık boş vermeye alışık olduğu Enver’i bir kez daha boş verip dediğini yapmaya başladı. Sökülen duvar kağıdının arkasında daha büyük bir tuhaflık karşıladı onları. Duvarın sıvası diğer bölümden daha farklıydı. Üstelik sıva yeni hatta neredeyse ıslak denecek kadar yeniydi. Kırmak gerekti zira bu sıvanın arkasında gizli birşeyler belki de bir kapı olduğu ortadaydı.

“Ben sana demedim mi, o Cemil delilleri görse de görmezden gelir, diye. Çağır şunları geri. Üzgünüm ama Olay Yeri İnceleme ekibi yeni yıla Melahat’in evinde girecek. Polis memuru Mehmet’i de ara, yanına iki kişi alıp Has Pavyon’a gelsin. Parmak izi falan alsınlar pavyondakilerden.”

***

Has Pavyon’un açılmasına çok az bir zaman kalmıştı. İçeride yılbaşı eğlencesine yakışır bir hazırlık vardı. Işıldak kağıtlardan yapılmış süsler duvarlardan tavana, tavandan masalara sarkıyordu. Orkestra son hazırlıklarını yaparken, giriş şarkısını söyleyecek olan şarkıcı, “Sesss, sesss, deneme, deneme…” diye diye, mikrofonunu kontrol ediyordu. Enver’i kapıda görür görmez, kırıta kırıta yanına koştu.

“Ayy, ayy, ayy, kimler gelmiş, kimleer?..  Hoş geldin aslanım, hoş geldin kaplanım, sefalar getirdin. Biraz erkencisin yalnız. Daha açmadık.”

“Biliyorum Zeyno. Biz onun için gelmed…”

 “Hasaan… Ulan Hasağn!.. Koş çabuk! Enver Başkomisere bir masa göster. Yine aynı masayı mı istersin şekerim?”

“Dur be kızım… Bi’ konuşturmadın. Eğlenceye gelmedik. Görev icabı buradayız.”

“Görev icabı mı? Niye kii?”

“Haberiniz yok mu sizin?”

“Neydeen?”

“Yuh ulan? Melahat’i doğradılar, siz uyuyor musunuz yani?”

“Hiii, ne diyon sen be abii? Kim doğramış Melahat’i? Şaka mı yapıyon? Allah’ını seversen, şaka, de.”

“Ne şakası be kızım? Benim burada içim yanıyor, senin ettiğin lafa bak. İşimiz başımızdan aşmış zaten. Mahmut burada mı, onu söyle sen.”

“Yok şekerim. Patron daha gelmedi. Eli kulağındadır ama…”

“İyi, o gelene kadar kim varsa onunla konuşuruz. Seninle başlayalım o zaman.”

“Olur abi, başlayalım da… Kız bana baak.. Vallah mı bee? Vallah mı doğramışlar Melahat’i?”

“Doğramışlar Zeyno, vallah doğramışlar.”

“Tüh tüh tüüğh, yazık olmuş be abi. Kim yapmış peki? Belli mii?”

“Belli değil, biz de onu araştırıyoruz işte.”

“Senden kaçmaz abi. Yakalarsın sen o şerefsizi iki güne kadar.”

“Hay ağzın bal yesin be Zeyno. Yakalayacağız inşallah.”

Zeyno deminden beri Enver’in dibinde dikilen Tarık’a, kolayını bulsa oracıkta onu yiyiverecekmiş gibi bir bakış attı. “Delikanlı yardımcın galibaa. Maşşallağğhhhh…” dedi, burnundaki hint hızmasının dudağına kadar sarkan zincirini hınzırca kenara iterek.

Tarık, sarı saçları bukle bukle omuzlarına dökülen Zeyno’dan gelen iltifata ve davetkâr tavra kayıtsız kalmadı. Bıyık altından sırıtarak, çapkın bir bakışla karşılık verdi, Has Pavyon’un  uvertür gülüne. Aynı anda Zeyno’nun Tarık’a yolladığı öpücük, Enver’in çin seddinden hallice bakışlarına takılıp havada asılı kaldı.

“N’oluyo lan? Kendinize gelin! Alırım ikinizi de ayağımın altına. Melahat’in katilini bulmaya geldik buraya. Siz göz süzüşüp dudak büzüşün diye değil. Bana bak Zeyno, rahat dur, fena olur sonra. Koparttırma bana o hızmanı. Ben ona Melahat öldürülmüş, diyorum, onun yediği halta bak.”

Zeyno, alt dudağını büküp küskün bir bakış attı Enver’e. Bu davranışını kınadığını belli eden bir iki çıkçıklamadan sonra “Çok gücendim amaa. Ayıp ediyon yanii,” dedi. “Ne yaptım ben şimdi? Ayrıca hızmama da dokunamazsın. O benim markam biliyosun. Hızmasız beş dakika duramam. Adımız boşuna Hızmalı Zeyno diil yanii.”

“Benden söylemesi Zeyno! Akıllı ol.”

“Sen de şakadan hiç anlamıyon be Enver abi. Aman al, yemedik yardımcını.”

“Ben ona ‘Melahat’ diyorum, o hâlâ ‘Yardımcın’ diyor yahu, kafayı yedirtecek bunlar bana.”

Papara yeme sırasının kendisine geleceğinden adı gibi emin olan Tarık anında konuyu değiştirdi.

“Siz Melahat’i ne zamandır tanıyorsunuz, Zeyno Hanım?”

“Ay ne biliim… Üç beş sene oldu heralde.”

“Yakın arkadaş mıydınız?”

“Buradaki herkes yakın arkadaştır aslanım. Ne de olsa kaderimiz bir yazılmış.”

Enver Tarık’a kızgın olduğunu belli eden bir hareketle onu elinin tersiyle kenara iterek, Zeyno’nun ayaküstü sorgusuna kendisi devam etti. Enver’i yağlı kazığa oturttuğunu hayal ederek sırıtan Tarık ise bir yandan hâlâ yan gözle Zeyno’yu kesiyordu. İlk fırsatta bu kadını daha yakından tanımalıydı.

“Anlat bakalım Zeyno, Melahat’in bir düşmanı var mıydı?”

“Valla Enver abi, sen de çok iyi bilirsin, burada herkes Melahat’i çok severdi. Dükkânda yardım etmediği adam kalmamıştı. Kötü gün dostuydu rahmetli.”

‘Rahmetli’ sözünden sonra Zeyno’nun yüzüne anlamsız bir ifade oturdu. Bu kaderin anasına avradına küfredip ağlamaya mı başlasın yoksa yılbaşı gecesine özel yaptığı makyajı akmasın diye kendini tutsun mu, karar veremiyor gibiydi.

“Ona ne şüphe Zeyno, bir taneydi Melahat. Yani biz öyle zannediyormuşuz. Hakkında bilmediğimiz çok şey varmış.”

“İçi dışı birdi Melahat’in Enver abi. Bilmediğimiz ne olacak?”

“Ben de onu diyorum işte Zeyno. Ben bilmiyordum ama sen biliyorsundur.”

“Neyiiiğ?”

“Melahat’in sevgilisini…”

“Sevgilisini mi? E, sen diil misin onun sevgilisi? Başka biri daha mı varmış? Yok ayol, Melahat yapmaz öyle şerefsizlik. Ben arkadaşımı bilmez miyim?”

“Bilememişsin işte Zeyno. Varmış… Günlerce film çevirmişler hem de sesli film. Tövbe estağfirullaaah… Söyletme işte insanı. Yüreğim yanıyor zaten.”

Enver’in yüreğini Melahat’in ölmüş olması mı yoksa Enver’le değil de başka bir erkekle yatmış olması mı yakıyordu, anlamakta zorlandı Tarık. Bu herifin yanacak bir yüreği olduğundan bile şüpheliydi. Daha geçen hafta sırnaştığı bir kadın yüz vermedi diye acısını Tarık’tan çıkarmıştı. Melahat’e, Müncibe’ye ya da başka bir kadına gönülden bağlı olduğunu düşünmek aptallıktı.

“Deme be abi… Demek başka bir sevgilisi daha varmış. Melahat senden başkasına bakmaz sanıyordum. Yanılmışım desene. Ben de insan sarrafıyım diye geçinirim. Mercimek fırına girmiş de yanmış bile. Bi’şey anlamamışım ya ben.”

“Ne diyelim Zeyno, insanları tanımak kolay değil. Dostunu da düşmanını da bilmiyor musun sen şimdi bu Melahat’in?”

“Valla dostunu sen diye biliyordum, düşmanına gelince, düşman mı bilmem ama iki hafta falan oluyor, herifin biriyle kavga ederken görmüştüm Melahat’i. Akşam üzeriydi, pavyona geliyordum. Taksiden dört yol ağzında indim, biraz yürüyeyim, dedim. O sırada gördüm Melahat’i. Karşı kaldırımın kenarında bir adamla konuşuyordu. Ne konuştuklarını duyamadım ama kavga ettikleri belliydi.”

“Kim? Nasıl bir adamdı? Tarif edebilir misin?”

“Adını bile söylerim. Adamı tanıyorum çünkü.”

“Arslanım Zeynom be! Söyle bakalım.”

“Fikrii…”

“Fikri mi? Hangi Fikri?”

“Canım, hani şu şöfer çocuk yok mu? Hani şeyde çalışıyor… Bedo abinin köfteci dükkanı var ya hani, Aksaray’da, onun arka sokağında bir pavyon var ya, neydi adıı?”

“Yıldız Pavyon!”

“Hah, yaşa! Yıldız Pavyon… İşte orada şöferlik yapıyor.”

Tarık, Zeyno’nun bahsettiği pavyonun adını bir duyuşta tanıdı.

“Başkomiserim, bu Yıldız Pavyon şey değil mi?”

“Özge Boran’ın şarkıcılık yaptığı pavyon.”

“İkisini de aynı katilin öldürdüğünden emin olabiliriz artık. Hatta katil bile belli oldu. Şoför Fikri…”

“Hatırlarsan o pavyonda parmak izini ve DNA örneğini almadığımız bir Allah’ın kulu kalmamıştı Tarık. Katil o olsa, elimizdeki bulguların en az biriyle eşleşmez miydi?”

“Şoför Fikri Melahat’in katili değilse, geriye tek bir şey kalıyor.”

“Sevgilisi mi yani? Olur mu ulan?”

“Olur mu olur Başkomiserim.”

“Öyleyse bu gece bize Yıldız Pavyon’un yolu göründü Tarık.”

Enver, ayakta dikilmekten bezmişe benzeyen Zeyno’ya son bir soru daha sordu. Kadının bir gözü Enver’deydi Enver’de olmasına ya, diğer gözü hâlâ Tarık’ı yemekle meşguldü.

“Ee, sen sormadın mı Melahat’e, niye elin şoförüyle kavga ediyormuş diye?”

“Sordum tabii, sormaz mıyım?”

“Eee…”

“Yıldız Pavyon’un sahibi Melahat’i kendisine istiyormuş. ‘Bizim mekanda çıksın, ayaklarının altına İstanbul’u sereyim,’ diyormuş. Haber yollamış bir iki kere. Ama Melahat reddetmiş her seferinde. ‘Şoförünü peşime salmış adi herif, böyle giderse Mahmut abiden yardım isteyeceğim,’ dedi. Bu camiada çok gördük biz bunları. O pavyondan bu pavyona kaçan giden çok olur. Sonuçta hatırla gönülle dümen yürümez. Baktı öteki taraf daha çok para veriyor, basar gider oraya. Kimse karışamaz. Ha, karışan patronlar yok mu? Vardır tabii ki… Ama orası bizi elakâdar etmez. Neyse, bu Yıldız Pavyon’un sahibi kelek adamın teki çıkmış. İstemediği halde kızın peşine düşmüş. Rahat yüzü göstermemiş kaç zamandır. Herşeyin de bi’ raconu var, değil mi ama Enver abi? Böyle de sıkboğaz edilmez ki insan. Kadın seninle çalışmak istemiyomuş işte, n’apcan, zorla mı çalıştırıcan, hayvan?”

“Belki de aradığımız katil Yıldız  Pavyon’un sahibidir ha, ne dersin Tarık?”

“Valla ne diyeceğimi şaşırdım Başkomiserim. Sizin bu Melahat de pek sır küpü çıktı.”

“Hayatımda ilk defa sana hak veriyorum ulan Tarık.”

Enver ve Tarık, Zeyno’nun sorgusu biter bitmez pavyonun diğer çalışanlarıyla görüştüler. Program başlamadan önce ne kadar çok kişiyle konuşurlarsa o kadar iyiydi. Zira bu gece yılbaşı gecesiydi ve Melahat’in ölmüş olmasına çok üzülmüş gibi görünseler de çalışanların tek derdi Melahat değildi. Ekmek parası için sabaha kadar dört döneceklerdi müşterilerin etrafında.

Melahat hakkındaki genel fikir, çok iyi yürekli bir kadın olduğuydu. Alçakgönüllü olduğu kadar yardımseverdi.  Pavyonda Assolist Cevriye’den bile daha değerliydi. Tabii Cevriye’ye sorulduğunda o bunun sebebinin, sanıldığı gibi Melahat’in işinde en iyisi olması değil, patronla gizli gizli yürüttüğü ilişki olduğunu söylemişti. “Ulan Melahat, yarın sabaha kadar bütün İstanbul’la ilişkin olduğunu öğrenirsem, hiç şaşırmayacağım,” demişti Enver, Cevriye’nin ‘Siz onu bilmezsiniiiz,’ bakışıyla, hararetli hararetli anlattıklarını dinlerken. Bir yanı Melahat’le birlik olup başına boynuzun elli çeşidini takan kişinin Mahmut olduğuna inanmak istemese de sorguladığı herkese aralarında bir ilişki olup olmadığını sormadan edememişti. “Allah’tan korkun Başkomiserim,” demişti Şef Garson, “Mahmut abi hepimizin babası gibidir. Olmaz onda öyle kancıklık.” İnansa mıydı, hâlâ bilemiyordu.

Çalışanlar arasında, buna Cevriye de dahildi, hiç kimse Melahat’in bir düşmanı olduğuna şahit olmamıştı. Cevriye’nin Melahat’e kin beslemesi için onlarca sebebi olduğu halde aralarında bu güne kadar bir tartışma yaşanmamıştı. Bildikleri kadarıyla Melahat’in yaşayan hiçbir akrabası yoktu. Konu komşusuyla arasının kopuk olduğunuysa kendisi anlatmıştı. Pavyonun kıdemlilerinden, eskilerin Kanarya Jülide’si, şimdilerin tuvaletçi JüJü’sü, Melahat’in bir keresinde, “Şu koca dünyada sizden başka kimsem yok,” dediğini söylemişti.

Sorgulama devam ederken nihayet Has Pavyon’un sahibi Mahmut Kara da kapıda belirdi. Güle oynaya giriş yaptığına göre Melahat’in katledildiğinden henüz haberi yoktu. Kapıda dikilen Fedai Osman eğilip kulağına bir şeyler söyledikten sonra pavyonun kapıcısından tuvaletçisine, şarkıcısından konsomatristine, fedaisinden şoförüne zılgıt yemeyen kalmadı.

“Hangi onun bunun çocuğu kıymış ulan Melahat’e? Ulan bi’ kadına sahip çıkamadınız be! Bi’ kadını koruyamadınız! Allah hepinizin belasını versin!”

Yakaladığı iki adamın kafalarını tutup birbirine tokuştururken, “Ulan ben şimdi sizi n’apayım? Sizi fedai diye bu kapıda barındırır mıyım artık ben? Defolun gidin hepiniz, gözüm görmesin,” diyerek adamları kapı dışarı etti. Enver önüne geçmese, pavyonda sokağa atılmayan adam kalmayacak gibiydi.

“Dur be Mahmut… Ne istiyorsun garibanlardan? Onların ne suçu var?” dedi Enver, bir yandan Mahmut Kara’yı odasına doğru sürüklerken. Mahmut biraz daha ortalıkta durursa, kapıda sıra bekleyen müşteriler yeni yıla başka pavyonda girmeye karar vereceklerdi.

“Ah be Enver bee! İnanasım gelmiyor be oğlum.”

“Bizde de durum farklı değil Mahmut. İnansak da inanmasak da olay bu. Melahat öldürüldü ve katili elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda dolaşıyor, yeni yıla girmeye hazırlanıyor. Kim bilir, belki de kendine yeni kurbanlar arıyor.”

Odaya girdiklerinde Mahmut kısık bir ses tonuyla “Deme be!..” dedi. “Başka biri daha mı öldürüldü?”

“Evet, Özge Boran… Tanır mısın?”

Mahmut Kara hiç düşünmeden, “Tanımam mı?” dedi.  “Bizim Kemal’in şarkıcısı. O ne zaman öldürülmüş? Hiç duymadım.”

“On günü geçti. Biz onun katilini ararken, şimdi de Melahat öldürüldü.”

“Ve sen aynı katilin işi olduğunu düşünüyorsun, öyle mi?”

“Olabilir de olmayabilir de… Şimdilik bütün deliller bu yönde, diyelim. Şimdi Mahmut, sana birşey soracağım ama Allah’ını seversen bana doğruyu söyle.”

Mahmut, Enver’in üzerine yönelttiği şüpheci bakışlarına bir anlam veremedi. Neredeyse her gün gördüğü adam, sanki Mahmut’u ilk kez görüyormuş gibi yabancı gözlerle bakıyordu. “Buyur Enver kardeş,” dedi Mahmut, sesindeki alıngan tavrı saklama gereği duymadan. “Biz de yalan olmaz.”

“Melahat’le bir ilişkin var mıydı?”

Mahmut duyduğu sözle yerinde kıpırdadı. Karşısındaki kişi yıllardır tanıdığı Enver olmasa, şu anda büyük ihtimalle belindeki silaha sarılmış, onu mermi manyağı ediyor olurdu. Sesindeki tehditkâr tavrı saklamaya gerek duymadan, “Serin gel Enver Başkomiser,” dedi. Öfkesini gizlemekte zorlandığı belliydi. “Bu saçma sorunu üzüntüne veriyorum. Bende ocağıma düşene yan gözle bakmak olmaz. Sen yıllardır bu mekânın müdavimisin, hâlâ anlayamadıysan bunu, benim seninle konuşacak başka sözüm olamaz,” dedi.

“Tamam Mahmut, tamam. Sen de beni anla. Aylardır bu kadının benden başka sevgilisi var mıydı?”

“Yoktu…”

 “Yoktu… Biz öyle sanıyorduk yani. Bugün başka bir sevgilisi daha olduğunu öğrendim. Kim olduğu belli değil ama herifin biriyle sabahlara kadar fingirdediğine konu komşusu şahit. O fingirdediği zat ben olmadığıma göre, kim? Belki de o adam öldürdü Melahat’i… Bu yüzden, eğer bir bildiğin varsa n’olursun saklama benden.”

Mahmut sakinleşmişe benziyordu. İşin çetrefilli olduğu belliydi. “Sevgiliden falan haberim yok Enver. Sensin, diye biliyordum ben onun sevgilisini. Ama başka bir bildiğim var,” derken sesinde ne öfke kalmıştı ne de tehditkârlık. Tek derdi Melahat’in katilini bulmak için elinden gelen yardımı yapmaktı.

“Ne olduğunu biliyorum galiba. Zeyno bahsetti az önce,” dedi Enver, Cevriye karısının lafına bakıp Mahmut’la Melahat’in aralarında bir ilişki olduğunu düşündüğü için mahçup olmuş bir sesle.

“Ha, Yıldız Pavyon’un sahibi Kemal’in yediği haltı, diyorsun sen. O da var tabii… Ama o konuyu ben halledecektim. Melahat’in başına bela olmak neymiş, gösterecektim o racon bilmez yeni yetmeye. Benim dediğim başka.

“Nasıl başka?”

“Melahat’in başı çok büyük dertteydi.”

“Yapma ya… Neden bana söylemedin? İnsan arkadaşının sevgilisinin derdini kendine saklar mı?”

“Orasına ben karışmam Enver. Sevgilin olması beni ilgilendirmez. Melahat benim dansözümdü. Derdi olunca bana gelmesinden daha doğal birşey olamazdı. Bu dükkândaki herkes için geçerlidir bu, bilirsin. Bana anlatılan da ben de kalır, bunu da çok iyi bilirsin. ‘Hiç kimseye söyleme,’ dedi, ben de söylemedim. Şimdi alınganlığın geçtiyse, anlatayım istersen.”

“Anlat…”

“Melahat’in bir kız kardeşi varmış.”

“Kim?”

“Bilmiyorum, adını söylemedi. Yalnız bunlar birkaç yıl önce ikisi bir olup bir adamın yüklüce miktarda parasını çarpmışlar. Öyle böyle değil yalnız, çok para varmış işin içinde. Sonra da o şehir senin, bu şehir benim, kaçmışlar adamdan. İş parayı bölüşme faslına gelince, kız kardeşiyle araları açılmış. Melahat bir sabah bir uyanmış, ortada ne kız kardeş varmış ne de paralar. Sonradan izini bulmuş ama hesap sormaya tenezzül etmemiş. Ne hali varsa görsün, demiş. Geçenlerde tesadüfen dolandırdıkları adamla karşılaşmış. Adam görür görmez tanımış Melahat’i. Yakasına yapışmış. ‘Paramı verin yoksa ikinizi de gebertirim,’ demiş. Melahat zor kurtulmuş elinden. O gün bana geldi. Herşeyi bir bir anlattı. ‘Koru beni abi, vallahi gözümün yaşına bakmaz o herif,’ dedi. ‘Kız kardeşin ne olacak, al onu da buraya getir, ikinizi birden koruyalım,’ dedim. ‘O başının çaresine bakar. Zaten başıma ne geldiyse onun açgözlülüğü yüzünden geldi. Bana kalsa kimsenin parasına tamah etmezdim,’ dedi.”

“Ne zaman oldu bu olay?”

“Üç hafta falan oluyor. O günden sonra evine kadar bizim şoför götürdü Melahat’i. Akşamları da o aldı. Günde birkaç kez de bizim çocuklar evinin etrafını kolaçan ettiler. Geçen hafta Melahat yüzü gözü ağlamaktan şişmiş bir vaziyette dükkâna geldi. Ne olduğunu sordum ama söylemedi. ‘Korumaya falan gerek kalmadı, o herif peşimi bıraktı artık,’ dedi. Biz de bıraktık Melahat’i takip etmeyi. Keşke bırakmasaydık. Elimizle katilin önüne attık kadını.”

“Ne diyelim, kader be Mahmut. Neyse, ben gideyim artık. Çok yardımcı oldun, sağolasın. Bir de… Kusura bakmazsın artık.”

“Bakmam Enver Başkomiser, sen yeter ki efendi ol.”

***

Yıldız Pavyon’a doğru yola çıktıklarında gece yarısına çok az bir vakit kalmıştı. Az sonra koskoca 2022 yılı bitecek, belirsizliklerle, sürprizlerle, kim bilir ne olaylarla dopdolu 2023 yılı gelecekti. Tarık için ömrünce unutamayacağı bir yılbaşı gecesi olmuştu bu gece. Hayatında ilk kez, bunu düşündüğüne inanamayarak, Enver’in kıçından çıkardığı bu, gece gece soruşturma işine şükretmişti. Ona kalsa şu anda evde televizyonun karşısında demleniyor olacak ve Zeyno’yla tanışamamış olacaktı. Eski yılın gider ayak kendisine sunduğu en güzel hediyeydi Zeyno. Başkomiseri Has Pavyon’un sahibi Mahmut Kara’yla top secret bir görüşmenin içine girdiğinde o da Zeyno’yu sahnede seyretme şansını bulmuş ve bu melek yüzlü kadına bir kez daha hayran kalmıştı. Kim bilir belki de âşık bile olmuştu. Kafası karmakarışık, yüreği pırpırdı. Programı biter bitmez Zeyno soluğu Tarık’ın yanında almıştı. Enver gelene kadar muhabbetin dibine vurmuşlardı. Bundan böyle Başkomiser Enver’in vazgeçemediği Has Pavyon, Tarık’ın da bir numaralı adresi olacaktı. Üstelik onun Enver gibi evde yolunu gözleyen ya da hesap vermek zorunda olduğu bir karısı da yoktu. Hayat ona güzeldi.

Daldığı düşünceler yüzünden Enver’in sorduğu soruyu duyamamıştı Tarık. “Uyan ulan!” sözüyle karışık, alnının ortasına yediği şaplakla, hayatına vurduğu yetmiyormuş gibi hayallerine de pranga vuran Başkomiserinden tekrar nefret etti.

“Buy’run Başkomiserim.”

“Aklın nerede ulan? Özge Boran, diyorum, bu Melahat’in kız kardeşi olmasın sakın.”

“Nüfus kütüğüne göre Özge’nin bir akrabası yok Başkomiserim. Kadın, yetiştirme yurdunda büyümüş. Bakalım Melahat’in nüfus kaydında ne bulacağız.”

“Önce şu şoför Fikri ile bi’ görüşelim de… O gizemli sevgili Fikri çıkarsa bana mukayyet ol Tarık. Zira elimden bir kaza çıkabilir.”

“Sanmıyorum Başkomiserim. Zeyno anlattı ya. Yıldız Pavyon’un sahibinden haber getiriyormuş işte.”

“Yıdıspıvyınınsıhıbındınnenenene… Çok biliyon sen!”

Bu gece Tarık’ın keyfini bu öküz adam bile kaçıramayacaktı. O yüzden taklidini çıkaran Başkomiserine cevap vermedi. Onun yerine, “Bence bu işin altından pavyon patronları çıkacak.” dedi.

“O ne demek şimdi?”

“Bence Özge Boran’ı Mahmut öldürttü. Siz demediniz mi, Yıldız Pavyon’un sahibinin yaptığı kelekten Mahmut’un haberi varmış, diye. ‘Sen benim dansözümü alamadın ama ben senin şarkıcının canını aldım,’ diye mesaj vermek istemiş olabilir. Yıldız Pavyon’un sahibi Kemal de şarkıcısının intikamını almak için Melahat’i öldürtmüştür. Karışık ortamlar buralar Başkomiserim, siz de bilirsiniz.”

“Valla ortam karışık mı bilmem ama senin kafa iyice karışmış Tarık. Hayırdır?…”

Enver’le Tarık kalabalık Aksaray caddelerini aşıp Yıldız Pavyon’a varana kadar saat tam 00:00 olmuş, bizim görev aşkından evin yolunu unutan iki neferin payına da Aksaray sokaklarının çakırkeyif müdavimleriyle birlikte yeni yıla girmek düşmüştü. Önüne gelen elinin eriştiği kişiyi yakalıyor, yeni yıl kutlanıyor, sarılışıp öpüşülüyor, dilekler havada uçuşuyordu. Tarık da manzaraya kendini biraz fazla kaptırmış olacak ki Yıldız Pavyon’un kapısına doğru yönelen Başkomiserinin sırtına okkalı bir şaplak indirip “Hadi, yeni yılınız kutlu olsun Başkomiserim,” deyip sarılmaya kalktı. Kalkmaz olaydı. Enver’in elinin tersinin pis olduğunu, sorgu odasına düşen suçlular iyi bilirdi de Tarık da bu vesileyle öğrenmiş oldu. Yediği fiske 2023 yılına damgasını vuracak cinstendi.

“Eline koluna hakim ol, aklını alırım senin Tarık.”

Tarık bir yandan çenesini ovuştururken bir yandan gücenmiş bir ses tonuyla, “Aldınız zaten Başkomiserim. Tepe tepe kullanın,” dedi. Bu adama sevgi gösterisi yapmaya kalktığı için kendine küfretmeden duramadı. “Yeni yıla bir öküzle girmek de varmış,” sözünü de ekleyip içsesini midesinin derinliklerine gönderdi.

Pavyonun içi tıpkı Aksaray’ın belki de tüm ülkenin sokakları gibi kutlama havasındaydı. Alan satanı bilmiyordu. Islık çalanlar, bağıranlar, sarılanlar, içki bardaklarını tokuşturanlar, eski yıla küfür edenler, yeni yıla hoş geldin diyenler, her türden insan vardı. Enver yanından fırtına gibi geçip kıyın kıyın kalabalığın arasına süzülmeye çalışan garsonu yakaladı. Garson, şarkıcı Özge Boran cinayeti yüzünden bütün pavyonu canından bezdiren Başkomiseri bir görüşte tanıdı. Kim bilir yine kimi sorgulayacaktı? Onca işinin arasında bir de bu kıl herifle uğraşamayacaktı. Fazla soru sormadan, “Buy’run Başkomiserim, patronun odasına alayım sizi,” diyerek Enver’le Tarık’ı önüne katıp pavyonun arka tarafına götürdü.

“Sen Mahmut’un pavyonunun müşterisisin, diye biliyorduk Başkomiser. Yeni yıla Has Pavyon’da değil de burada girdiğine göre zevklerin yavaş yavaş gelişmeye başlıyor galiba.”

“Zevklerim aynı Kemal, senin pavyona takılacak kadar düşmedim daha, çok şükür. Eğlenmeye değil, soruşturma yapmaya geldik.”

“Ne bitmez soruşturmaymış yahu. Bi’ düşmediniz yakamdan be. İki günde bir bizim pavyona gelip adamlarımı sorgulayacağınıza, Özge’nin katilini bulmak için uğraşsanız, çoktan kapatmıştınız dosyayı.”

“Korkarım senin için kolay kolay kapanmayacak bir dosya daha var Kemal.”

“Ne demek şimdi bu?”

“Melahat’i bilirsin… Dansöz Melahat… Ha, baştan söyleyeyim, sakın tanımıyorum, deme. Tanıdığını da pavyonunda çalıştırmak için can attığını da çok iyi biliyorum.”

“Ne varmış bunda? Canımın istediğine basarım parayı, alırım pavyonuma. Sana mı kaldı Enver Başkomiser?”

“İyi, öyleyse Melahat’i neden öldürttün, onu söyle.”

Enver’in sözünü duyar duymaz Kemal’in yüzüne yerleşen dehşet ifadesi, ne kadar saklamaya çalışsa da seziliyordu. Yüzündeki dehşeti sesine yansıtmamaya çalışarak, “Senin aklın başında mı Başkomiser? Ne saçmalıyorsun. Yılbaşı gecesi, içkiyi fazla mı kaçırdın, nedir?” dedi.

Enver oturduğu koltukta arkasına yaslanıp gayet rahat bir ses tonuyla sözüne devam etti.

“Yoo, hayatımda ilk kez, bu yıla ayık girdim.  Şimdi aç kulağını da beni iyi dinle Kemal. Melahat’i bu sabah evinde öldürülmüş olarak bulduk. Üstelik senin şarkıcın Özge ile aynı şekilde öldürülmüş. Sence şimdi ben, bu işte senin parmağın olabileceğini düşünerek, hata mı yapıyorum?”

Kemal’in bu sefer ne öfkesini ne dehşetini gizlemeye niyeti yok gibiydi. Elinde tuttuğu tükenmez kalemi masanın ortasına fırlatıp “Hem de hatanın daniskasını yapıyorsun Enver. Ben kimseyi öldürtmedim. Mafya mıyım ulan ben?” dedi.

“Valla orasını bilmem. Burnuma hiç iyi kokular gelmiyor.”

“Benim burnuma da senin bu işi bana itelemeye çalıştığının kokusu geliyor.”

İki adam bir süre, aynı köprüde karşılaşmış iki inatçı keçi misali, birbirlerine baktılar. Sessizliği ilk bozan Enver oldu.

“Melahat’i en son ne zaman gördün?”

“İki gün önce… Uzun zamandır onu buraya istiyordum. Kaç kez haber yolladım ama kâale almadı. Sonra baktım olmayacak, ona reddemeyeceği bir teklif yaptım. Birkaç gün sesi soluğu çıkmadı. İki gün önce pavyona geldi. Teklifimi kabul ettiğini, şimdilik bundan kimsenin haberinin olmasını istemediğini, Mahmut’a uygun bir dille kendisinin anlatacağını söyledi.”

“Neymiş o, reddemeyeceği teklif?”

“Benimle evlenecekti.”

“Ne diyon lan sen? Yaktırmayın bana buraları! Melahat’in sabahlara kadar cilveleştiği herif sen misin yoksa?”

“Yoo, Melahat’in eli elime değmedi daha. Ama ona meftun olduğumu saklayacak değilim. Ne zamandır ona evlenme teklif etmek için fırsat kolluyordum. Pavyonumda çalışmasını istememin tek sebebi bana yakın olmasını sağlamaktı. Baktım öyle kıvırarak olmayacak, açık açık söyledim niyetimi ben de. Kabul etmez, sanmıştım ama etti işte.”

“Vay be Melahat, neymişsin ulan sen?”

Kemal bitkin bir ses tonuyla, “Öldürüldüğüne inanamıyorum. Ben şimdi onsuz ne yapacağım?” dedi. Enver’in “Geber ulan hayvan herif,” diye hönkürmesi bile adamı sinirlendirmemişti.

“O Mahmut’tan bunun acısını çıkarmadan gebermeye hiç niyetim yok Enver Başkomiser.”

“Mahmut ne alâka şimdi?”

“Bu işi Mahmut’tan başkası yaptırmış olamaz. Mahmut’u sen de iyi tanırsın, kendisine ait birşeyi başkasına kaptıracak göz yoktu onda. Belli ki Melahat’in benimle evleneceğini öğrenmiş ve biletini kesmiş. Fakat çok kısa bir süre sonra bilet nasıl kesilirmiş, görecek o.”

“Ayağını denk al Kemal. Bu itirafın başına büyük işler açabilir.”

“Başıma daha ne işi açılacak Başkomiser? Kırk yılın başında âşık olalım dedik, bırakmadılar. Bunun cezasını kesmek için ne senin Mahmut’u yakalamanı, ne hakimin infazını bekleyecek değilim. Elinden geleni ardına koyma, ben de öyle yapacağım çünkü.”

Enver’in kafası bayram kazanı gibi karmakarışık olmuştu. Bu kadını hiç tanıyamamış olduğu için kendine mi kızsın, öfkeden sağı solu mu yıksın, önüne geleni tarasın mı, karar veremedi. Kendini birazcık tanıyorsa, bildiği birşey vardı; Melahat’i öldüren katilin zamanlaması harikaydı. Zira şu Kemal denen pavyon patronuyla nikah masasına oturduğu gün, zaten Melahat’in son nefesini aldığı gün olacaktı. Katili de Enver olacaktı. Doğrusu buna sevinmeli miydi, onu da bilmiyordu.

***

Yeni yılın ilk üç günü geçmişti bile. Üç gündür, yapılacak işleri yirmi dört saate sığdırmakta zorlanan Tarık için bu sabah düne göre biraz daha şanslı başlamıştı. Beklediği raporlar nihayet sapır sapır önüne dökülüyordu. Bu da soruşturmada bir sonraki levele atlamak demekti.

Yılbaşı gecesi evine geldiğinde yeni yılın ilk horozu ötmeye başlamış, neredeyse sabah olmuştu. Bütün gece oradan oraya mekik dokumuşlardı. Yıldız Pavyon’un patronu Kemal’le konuştuktan sonra Şoför Fikri’ye sıra gelmişti. Tarık, sorguya başlayana kadar birkaç kez Fikri’yi Enver’in elinden kurtarmak zorunda kalmıştı. Enver’in, “Melahat’le film çeken hırbo sen misin ulan?” diye diye duvara yapıştırdığı Fikri yeminler ederek, reddetmişti iddiaları. Bir türlü duyduğu yeminlere ikna olamayan Enver’i zapt etmekse yine Tarık’a düşmüştü.

Şoför Fikri, Melahat’i doğru dürüst tanımıyordu bile. Birkaç kez patronunun emriyle Melahat’le buluşmuş, Kemal Bey’in teklifini iletmekten başka aralarında hiçbir muhabbet geçmemişti. Sadece bir kere Melahat, şarkıcı Özge hakkında sorular sormuştu. Özge nasıl biriydi? Pavyonda seveni çok muydu? Rahatsız eden var mıydı? Nerede oturuyordu? Yalnız mı yaşıyordu? Şoför Fikri yanıtlarını bildiği sorulara cevap vermişti vermesine ama “Neden soruyorsun sen bu Özge’yi?” diye sormaktan da geri durmamıştı. Melahat’in bu soruya cevap vermeye hiç niyeti olmadığını “Meslek sırrı,” deyip konuyu kapatmasından anlamıştı.

Fikri’yle geçen fırtınalı sorgudan sonra Has Pavyon’a geri gelmişlerdi. Mahmut duyduklarıyla renkten renge girmiş, öfkeden ağzından tükürükler saçarak, Kemal’e küfürler savurmuştu. Tehditler havada uçuşuyordu. Bir haftaya kalmaz ikisinden birinin öldürüldüğünü duyarlarsa, hiç şaşırmayacaklardı.

Mahmut’un demesine göre tabii ki Melahat’i öldürtmemişti. Melahat onun dansözüydü, esiri değil. Çekip gitmek istemişse, elbette gidebilirdi. Canı kiminle isterse onunla evlenirdi. O Kemal denen herifin racondan anlamadığını bilirdi de bu kadar angut olduğunu bilmezdi. Sonuç olarak katil o değildi, bu değildi, şu değildi… Değildi de öyleyse kimdi? Hepsinin cinayet saatinde nerede oldukları araştırılacaktı. Bu haltı yiyen eninde sonunda ortaya çıkacaktı. Tabii işler daha da karışmasaydı…

Has Pavyon’dan daha yeni çıkmışlardı ki yeni yıla Melahat’in evinde girmek zorunda kalan Olay Yeri İnceleme Komiseri Cemil aramıştı. Derhal Melahat’in evine gelmeliydiler. Sağa sola kaçınmaktan ve en çok da uykusuzluktan başı dönen Enver, Melahat’in evinde gördüklerinden sonra baygınlık geçirmenin eşiğine geldi. Bundan böyle göreceği hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Zira Dansöz Melahat bir gecede bir ömürlük şaşırtmıştı kendisini.

Duvardaki sıva kırılmış ve Enver’in tahmin ettiği gibi sıvanın arkasında bir kapı karşılamıştı, Olay Yeri İnceleme ekibini. Kapının ardında elbise dolabı görevi gören küçük bir oda vardı. Belli ki bir süredir, görevinden başka bir iş için kullanılıyordu. Bir erkek cesedini saklamak için… Adam boğularak öldürülmüştü. Boynundaki izlere bakılırsa cinayet aleti kablo ya da benzeri bir cisimdi. Ne zaman öldürüldüğünü Adli Tabip otopsiden sonra söyleyecekti fakat cesedin haline bakılırsa, en az bir hafta önce öldürülmüştü.

Tarık, aklında hayatının en uzun yılbaşı gecesinde yaşadıkları, elinde olaylara ışık tutacağını umduğu dosyalarla, koşar adım Cinayet Büro’nun yolunu tuttu. Malum, biricik Melahat’inden sağlı sollu yediği darbeler yüzünden, bundan böyle uzunca bir süre Has Pavyon’da sabahlamaya niyeti olmayan Enver, üç sabahtır erkenden Merkez’e geliyordu. Günden güne çoğalan şüpheli fotoğraflarını seyyar tahtaya iliştirip kendi kendine konuşarak, bir çıkış yolu arıyordu. Tarık, bu sabah yine aynı yerde buldu onu. Sanki üç günde çökmüş gibiydi. Ona acısa mıydı, bilemedi.

“Sonuçlar çıktı Başkomiserim.”

Enver üç gündür dibinden ayrılmadığı tahtadan başını bile kaldırmadan, “Hıı?..” dedi.

“Olay Yeri İnceleme’den, Adli Tıp’tan ve Kriminoloji’den, diyorum… Beklediğimiz raporlar  geldi.”

“Hepsi birden mi? İyiymiş. Getir bakalım, ne dolaplar dönüyormuş?”

Dönen dolapların haddi hesabı yoktu. Dosyaları açtıkça dosyalarla yarışacak türden açılan ağızlarını toparlamakta zorlandı, Cinayet Büro’nun Edi ve Büdü’sü.

İlk olarak Özge’nin evinde bulunan peçetedeki izlerin sahiplerinin Melahat dahil neredeyse bütün Has Pavyon ahalisi olduğu ortaya çıkmıştı. Belli ki Melahat, Özge’ye haber uçurmak için kağıt arayacak vakti bulamamış ve pavyondaki peçetelerden birini kullanmıştı. Ayrıca ikisinin kardeş oldukları da kesinleşmişti. Melahat ve Özge küçük yaşta yetimhaneye bırakılmışlardı. Melahat evlat edinilmiş fakat Özge yaşını doldurana kadar yetimhanede kalmıştı. Belli ki ayrı büyümüş olmalarına rağmen bağlarını koparmamışlardı. Tabii günün birinde adamın birini dolandırıp araları para yüzünden açılana kadar…

Enver, “Ben sana bunların kardeş olduklarını söylememiş miydim? Bir tek öleceğim günü bilmiyorum lan. Acayip kafa var bende,” dedi. Elinde bir sonraki dosyayı tutan Tarık, “Hay senin bileceğin işin içine edeyim,” bakışıyla, “O kadar emin olmayın isterseniz Başkomiserim,” deyip dosyayı Enver’e uzattı. Daha raporun yarısını okumadan, Enver’den Cinayet Büro’nun tavanına doğru bir, “Yuh!” sözü yükseldi.

Melahat’in çarşafındaki vücut sıvısı evinde bulunan erkek cesede aitti. Maktulün kimliği henüz belirlenememişti fakat katilinin Melahat olduğu kesinleşmişti. Evde bulunan eski bir şarj aletinin kablosunun üzerinde Melahat’in parmak izine ve adamın DNA’sına rastlanmıştı. Adli Tabip ve Kriminolog Seher, adamın bu kabloyla boğulduğunda hemfikirdiler. Enver daha, Melahat’in sadakatsiz ve yalancı olduğunu hazmedememişken şimdi de katil olduğunu öğrenmişti. Bakalım daha neler öğrenecekti.

“Ne bu şimdi, Tarantula gibi seviştiği adamı mı öldürmüş yani bu kadın?”

“Öyle görünüyor Başkomiserim. Allah korumuş vallahi sizi. Düşünsenize, o dolapta şimdi sizin cesediniz yatıyor olabilirdi.”

“Salak salak konuşma lan! Bu işte başka bir iş var.”

“Onu bunu bilmem de en azından Melahat’in sevgilisini yaşayan şüpheliler arasında aramaktan kurtuldunuz.”

Tuhaflıklar bu kadarla kalmıyordu. Emniyet Teşkilâtı kurulduğu günden bu yana bu kadar ilginç delillerle dolu dosyayı bir arada görmemiş olabilirdi. Bir sonraki dosyaya göre diğer kurban Özge Boran’ın evindeki tuvaletten alınan idrar kalıntıları, Melahat’in evinde bulunan cesede aitti.

“Bu iki kadının bu adamla derdi ne olabilir ki Başkomiserim?”

“Bilmiyorum Tarık, hiçbir şey bilemiyorum ben artık. Bir tahminim var ama emin olamıyorum. Mahmut’un bahsettiği şu, Özge’yle Melahat’in dolandırdığı herif olmasın bu ceset.”

“O olsa bile bunu nasıl ispatlayabiliriz ki? Belki de adam Melahat’in sevgilisiydi ama aynı zamanda Özge’yle de ilişkisi vardı. Bunu öğrenen Melahat önce kız kardeşini öldürdü sonra da adamdan intikamını aldı. Olamaz mı?..”

“Ne bileyim ulan ben? Kafam çıkrıkçı çarşısına döndü zaten.”

Bir süre Cinayet Büro’da, okundukça üst üste konulan kağıt şıkırtısından başka ses duyulmadı. Ta ki Tarık, “Bu da neyin nesi şimdi?” diye sorana kadar.

“Ne?”

“Melahat’in banka kayıtları… Burada yazdığına göre Melahat ev sahibine iki kira birden ödüyormuş. Bakın…”

“Allah Allah, niye ki? Ev sahibi hiç bahsetmemişti böyle bir ödemeden.”

“Çok tuhaf, değil mi?”

“Tuhaf ya… Sanki bu soruşturmada tuhaf olmayan birşey varmış gibi. Ver şu son rapora da bakalım da çağıralım şu ev sahibini, Melahat’ten iki kira birden aldığını neden söylememiş, kendisi anlatsın. Hayır, sanki öğrenemeyeceğiz ulan.”

Enver, Tarık’ın uzattığı raporu okurken “O ha!” diyerek yerinden fırladı. “Yok artık, bunu da mı yaptın be Melahat?”

“Nedir o Başkomiserim?”

“Galiba çok büyük bir balık yakaladık Tarık. Hadi koş!”

“Nereye?”

“Balık tutmaya…”

***

“Vallahi de billahi de benim bir suçum yok Başkomiserim.”

“Hadi ya… Suçun yok demek. Biz de inandık…”

“İnanın, Melahat Hanım’ı tanımıyorum bile ben. Neden öldüreyim?”

“Onu biz bilemeyiz, sen söyleyeceksin.”

“Söyleyecek birşey olsa söyleyeyim Başkomiserim. Neden inanmıyorsunuz bana?”

“Çünkü hiç inandırıcı değilsin Uğur Efendi. Şimdi tekrar soruyorum. Anneni neden öldürdün?”

Enver ve Tarık asıl bombayı öğrenir öğrenmez soluğu Melahat’in apartmanında oturan Uğur’un evinde almışlardı. Delikanlı apar topar Emniyet’e getirildi. Getirildiğinden beri ısrarla suçlamaları reddediyordu. İnkârları faydasızdı çünkü ortaya çıkan deliller Uğur’u işaret ediyordu.

Soruşturma günü apartmanda bulunmadığı için parmak izi ve swap alınamayan Uğur, Başkomiser Enver’e söz verdiği gibi ertesi gün erkenden Emniyet’e gelmişti. Alınan örnekler karşılaştırılınca, “Hiç evine girmedim,” diye ifade verdiği Melahat’in evinde bulunan bir defterde parmak izine rastlanmıştı. En can alıcı bulguysa, yapılan DNA testiyle Uğur’un, Melahat’in öz oğlu olduğunun ortaya çıkmasıydı.

“Ne annesi? Annem falan yok benim! Yetiştirme yurdunda büyüdüm ben.”

“Biliyoruz ama senin de şunu bilmen gerek. Melahat’in öz annen olduğunu bilmediğini söylüyorsun fakat ne hikmetse onunla aynı apartmanda oturuyorsun. Tesadüfün bu kadarı olmaz.”

“Yemin ederim, annemi de babamı da tanımıyorum. Ben daha kundaktaymışım bırakıp gittiklerinde. İnansanız da inanmasanız da bu sadece bir tesadüf. Çok büyük bir tesadüf…”

“Ne tesadüfü lan? Türk filmi mi bu? Saçma sapan konuşma! Yalanlarına bir yenisini daha eklemeye çalışma.”

“Ben yalan söylemiyorum.”

“Öyleyse ifadende neden Melahat’in evine hiç girmediğini söyledin?”

“Girmedim çünkü…”

“Öyle mii? Bak bak bak bak… Peki üzerinde parmak izin olan bu defter ne arıyordu Melahat’in evinde?”

Uğur, Enver’in bir hışımla masaya fırlattığı delil torbasında duran not defterini tanıdı. Bu onun birkaç hafta önce kaybolan şiir defteriydi.

“Bu defter benim.”

“İşe bak sen ya…  Vallaha mı?..”

“Defter benim ama Melahat Hanım’ın evinde ne işi olduğunu bilmiyorum.”

“Melahat Hanım, diyor yahu. Kafayı yiyeceğim.”

“Ne dememi bekliyorsunuz Başkomiserim, elin kadınına?”

“Anne, demeni beklerdim ama insan katlettiği annesine bu sıfatla hitap etmeye utanır tabii.”

“Hayır, yemin ederim ben kimseyi öldürmedim. Üniversitedeki hocam Seçil Dörter buldu bana o evi. Daha doğrusu o tavsiye etti. O vakte kadar yurtta kalıyordum. Üniversiteden arta kalan zamanlarda çalışıp biraz para biriktirmiştim. Artık kendime ait bir ev tutma zamanı gelmişti. Bir gün hocam gelip “Ev arıyormuşsun, ben sana çok uygun bir ev biliyorum. Kirası da çok ucuz,” dedi. Adresi verdi, ev sahibiyle anlaştık ve ben evi tuttum. Bu defteri taşındığım günden beri bulamıyordum. Kolileri eve taşırken bir yerlerde düşmüş olmalı. O evde ne aradığını bilmiyorum. Belki Melahat Hanım bulmuştur defterimi. Bana ait olduğunu nereden bilecek? Sahibini bulamayınca koymuştur evinin bir köşesine. Tekrar söylüyorum, o kadını tanımıyorum. Sözlerime inanmıyorsanız Seçil hocaya sorabilirsiniz. Arkadaşım Kerem cinayet saatinde onlarda olduğumu doğrulayacaktır. Üstelik sadece Kerem değil, annesi, babası ve kardeşi de aynı şeyi söyleyecekler. Yani gerçeği. Ben sizin dediğiniz gibi katil değilim. Hele hele anne katili hiç değilim. Benim bir annem yok çünkü.”

Bütün gün boyunca birkaç kez daha sıkıştırdıkları Uğur, papağan gibi hep aynı sözleri tekrarlamıştı. Eline tutuşturulan DNA testinin etkisiyle mi bilinmez, sözlerindeki tek fark, artık Melahat’ten ‘Anne’ diye bahsetmesiydi. İfadesinin doğruluğunu teyit ettirmek için arkadaşı Kerem’le ve ailesiyle sonra da Seçil Hanım’la görüşmekten başka çare kalmamıştı.

Enver ve Tarık’ın bir dolup bir boşalan elleri Kerem’le ailesi ve üniversite hocasıyla yaptıkları görüşmelerden sonra iyice bomboş kalmıştı. Bu gidişle Uğur’u yakalamalarıyla salıvermeleri bir olacaktı.

Kerem ve ailesi Uğur’u çok iyi tanıyorlardı. Kerem’in annesi Uğur’un büyüdüğü yetiştirme yurdunun müdürüydü. “Bu çocuk benim elimde büyüdü Başkomiserim, yapmaz o öyle şeyler,” demişti. Bahsi geçen zamanda Uğur evlerindeydi ve beş dakika bile ayrılmamıştı. Melahat’in Uğur’un annesi olduğundan ve ikisinin aynı apartmanda oturduklarından haberleri yoktu. Uğur yetiştirme yurduna getirilmeden önce çeşitli çocuk yuvalarında kalmıştı ve hiçbirinden Uğur’un ailesine dair bir bilgi gelmemişti. Bildikleri tek şey, daha on beş günlük bir bebekken çocuk yurdunun kapısına bırakıldığıydı. Kerem’in annesine göre eğer Melahat gerçekten Uğur’un annesiyse, ikisini aynı yerde buluşturan, kaderden başka bir güç olamazdı.

Anne ve oğulu aynı apartmanda buluşturanın kader mi yoksa Uğur’un Melahat’e duyduğu kin mi olduğunun cevapları, ne yazık ki Kerem’in evinde değildi. Bu sorunun cevabını Seçil Dörter yanıtlamıştı.

Kadın karşısında Cinayet Büro’dan geldiğini söyleyen iki kişiyi görünce çok şaşırmıştı. Hele hele geliş sebeplerinin Uğur olmasına inanamamıştı. Melahat birkaç hafta önce Seçil hocayı bulmuş, onunla Uğur hakkında konuşmak istediğini söylemişti. Seçil hoca tanımadığı bir kadının kendisiyle görüşmek istemesinden önce tedirgin olmuştu. Uğur’un annesi olduğunu söylediğindeyse, buna inanmamış ve daha çok endişelenmişti. Fakat Melahat’in anlattıkları kadının ikna olmasına yetmişti de artmıştı bile.

Melahat evlatlık verildiği evde on altı yaşındayken tecavüze uğramış ve hamile kalmıştı. Bunu öğrenen evin hanımı onu kapının önüne koymuştu. Zor şartlarda doğum yaptıktan sonra bebeğe bakamayan Melahat onu bir yurdun kapısına bırakmıştı. Yıllarca çocuğunun izini kaybetmemiş fakat karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Uğur’un ev aradığını öğrendiği an, bunun evladıyla yakınlaşmak için bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünmüştü çünkü tam da o sırada oturduğu apartmanda bir daire boşalmıştı. Oraya Uğur’un taşınması için önce ev sahibiyle görüşmüştü. Bir öğrenciyi okuttuğunu, eve ihtiyacı olduğunu, dairesini ona verirse, kiranın yarısından fazlasını kendisinin ödeyeceğini söylemişti. Ev sahibini razı ettikten sonra sıra Uğur’u razı etmeye gelmişti. O iş için oğlunun öğretmenini uygun bulmuş ve ondan yardım istemişti. Yapması gereken tek şey, Uğur’a o daireyi tavsiye etmekti. Seçil Hanım Melahat’in acıklı hayat hikayesinden çok etkilenmiş, ana oğulu kavuşturmak için elinden geleni yapmaya razı gelmişti. Melahat’in ev sahibine neden iki kira  birden ödediği de böylece ortaya çıkmış oluyordu.

Her ne kadar Enver Uğur’dan şüphelenmekten vazgeçmemiş olsa da onu daha fazla Merkez’de tutamayacağını adı gibi biliyordu. Kafasında bir sürü olasılık, dönüp duruyordu. Uğur, annesini tanımadan aynı apartmana taşınmış olabilirdi. Bu onun Melahat’i öldürmediği anlamına gelmezdi. Belki Melahat oğluna gerçeği anlatmış fakat Uğur onu affetmemişti. Terk edilmiş olmanın verdiği öfkeyle Melahat’i öldürmüştü. Kerem ve ailesi de yalan söylüyor olabilirlerdi. Kerem’in annesi Uğur’u kendi evladı gibi sevdiğini söylemişti. Bir anne, onu doğurmamış bile olsa, evladını korumak için yalan söyleyebilirdi.

Eldeki diğer şüpheliler de birer ikişer bulundukları yerleri kanıtlayıp sıyrılıyorlardı vakadan. Mahmut, Melahat’in ölüm zamanında dostu Leyla’yla olduğunu söylemişti. Kadının evini görüntüleyen güvenlik kamerası Mahmut’u doğruluyordu. Kemal de evinde olduğunu söylemiş, evde çalışan herkes buna şahitlik etmişti. Bu adamların cinayet saatinde bulundukları yeri ispat etmeleri o kadar önemli değildi aslında. Melahat’i gözünü bile kırpmadan öldürecek onlarca adamları olmalıydı. Hepsinin tek tek sorgulanması, alibilerinin teyit edilmesi haftalarca sürebilirdi.

Şoför Fikri’ye gelince, onun Melahat’i öldürmek için hiçbir sebebi yoktu. Fakat suçsuz olduğuna dair hiçbir kanıtı da yoktu. O gece program bitene kadar Yıldız Pavyon’un önünde beklemiş, pavyonun iki şarkıcısını ve bir dansözünü evlerine bırakıp sonra da evine gitmişti. Yalnız yaşadığı için onu doğrulayacak bir şahit gösteremiyordu.

Günler birbiri ardına geçip gidiyor, soruşturma bir adım öne geçemiyordu. Özge Boran cinayeti de Melahat’inkinden farklı durumda değildi. Hâlâ bir katil zanlısı bulamamışlardı. Enver yavaş yavaş kendini Tarık’ın tezine alıştırmaya başlamıştı. Melahat, kimin nesi olduğu hâlâ bulunamayan o adamdan önce kız kardeşi Özge’yi öldürmüş olabilirdi.

***

“Hayııır, önce sen kapaaat…”

“Olmaz, sen kapat.”

“Ayy Tarıık, sen kapat işteee.”

“Vallahi olmaz Zeyno. Sen kapat.”

“İkimizden biri telefonu kapatmazsa bu akşam buluşamayacağız şekerim. İyisi mi ben kapatayım. Hadi akşama bekliyorum. Adresi biliyorsun. Unutamayacağın bir gece olacak.”

“Vallaha mı? Kız dur, heyecanlandım şimdi.”

“Vallaha ya, ne sandın? Ama şimdi telefonu kapatmamız gerek. Öptüm şekerim…”

Tarık, telefonun diğer ucundan seri halde gelen öpücük sesleriyle eriyip bitmiş, neredeyse oturduğu koltukla bir olmuştu. Bu kadın ona Tanrı’nın sunduğu en büyük nimetti. Bu dördüncü buluşmaları olacaktı ve Tarık ona âşık olduğundan emindi. Kim ne derse desin, yıl sonuna kalmaz bütün işlerini yoluna koyacak ve Zeyno’ya evlenme teklif edecekti. Böyle bir kadını kaçırmak aptallığın daniskası olurdu.

Teşkilattan, cinayet soruşturmalarından, koşuşturmacalardan ve en çok da Enver’in hışmından bezmişti artık. Gel Tarık, git Tarık, yap Tarık, sus Tarık, sen ne anlarsın Tarık,  Allah belanı versin Tarık… Galiba istifa edip daha katlanılır bir iş bulmak en iyisiydi. Buradan daha kötü nereye düşebilirdi ki? Bu yaşına kadar doğru dürüst bir ilişkisi olmamasının en büyük sebebi, Enver’in her işine koşan bir enayi olması, değil miydi zaten. Zeyno’yla yepyeni bir hayata başlarlardı. Tehlikesiz, her an bir kör kurşunun hedefi olmadan, huzur içinde yaşayacakları bir hayat… Ne güzel olurdu.

Mavi panjurlu bir evleri olurdu. Bahçesine kendi elleriyle ortancalar ekerdi. Akşam olup işten geldiğinde dört bir yanı, Zeyno’sunun yaptığı çeşit çeşit yemeklerin kokuları sarardı. Yemekten sonra iki kadeh rakı içer, Zeyno’nun kadife sesinden şarkılar dinlerdi. Üç çocuk… Yok yok, dört çocukları olurdu. İki kız, iki erkek… Kızlar annelerine benzerlerdi, oğlanlarsa… Oğlanlar da annelerine benzesinlerdi. Tarık’a benzeyip ne yapacaklardı? Ömürleri boyunca Enver gibi adamların kahrını mı çekeceklerdi?

Başkomiser Enver’in ensesine patlattığı şaplakla, çiçekli böcekli ve Zeyno’lu hayal dünyasından, dikenli zehirli ve Enver’li Cinayet Büro’nun tam ortasında buldu kendini. Telefon hâlâ kulağındaydı.

“Ne yapıyorsun len, telefon kulağında? Erimiş dondurma gibi yayılmışsın koltuğa. Kiminle konuşuyorsun?”

“Hiç kimseyle Başkomiserim.”

“Hüçkümsöylöböşkömüsörüm… Ne diye kulağında duruyor o zaman o telefon? Salak mısın sen?”

Tarık, birçok kez kemiğine kadar dayandığını hissettiği bıçağın acısını bu sefer de görmezden geldi. İçinden Enver’in üzerine saldırıp ağzını burnunu kırdığını hayal ederken dışından, “Bir arkadaşla görüşüyordum,” dedi.

“Kimmiş bakalım o arkadaş?”

“Önemli değil Başkomiserim.”

“İyi ya, sen bilirsin, söylemezsen söyleme.”

“Aslında benim sizden bir isteğim var. Ama nasıl söylesem, bilemedim.”

“Söyle len, yabancı yok. Karı kız meselesi mi yoksa?”

“Yok öyle değil, izin isteyecektim sadece.”

“Niye, daha mesai saatinin bitmesine iki saatten fazla var. Nereye gideceksin?”

“Acil bir işim çıktı da…”

“Anlaşıldı, ağzından laf alamayacağız. Tamam, git nereye gideceksen. Soruşturma mehterin alay yürüyüşüne döndü zaten, iki ileri bir geri gidiyoruz. Ben de erken kaçacağım bu akşam. Müncibe’yi işkillendirmemem lazım bu günlerde. İşgüzarın biri Melahat’le ilişkimi ötmüş Müncibe’ye. O günden beri, canımı yemediği gün yok. Ölmüş gitmiş kadının nesini deşiyorsa hâlâ? Ama ona Müncibe demişler. Enver’in şu dünyada baş edemediği tek dişi kişi. Aslında hiç canım da çekmiyor pavyon mavyon, biliyon mu? Bundan sonra kolay kolay ayak basmam herhalde oralara. Bu yolun sonu yok, git git nereye kadar?”

Aklının ve fikrinin yüzde doksan dokuzu Zeyno’da olan Tarık, Enver’in şu son cümlesini dinliyor olsaydı, duyduğuna inanır mıydı acaba? Şu anda Enver’in nerede olmayacağı değil, bu akşam kendisinin nerede olacağı ilgilendiriyordu onu. “Hadi size kolay gelsin o zaman Başkomiserim,” deyip Zeyno’ya güzel bir hediye almak üzere yola çıktı. Birkaç saat sonra hayatının en güzel gecesini geçireceği kollarda olacaktı.

***  

“İnanmıyoruuum! Bana mı aldın bunuuu?”

“Ufak birşey canım, büyütmeye gerek yok. Benden bir hatıra olsun, dedim.”

“Deli misiin, harika bişiy buu. Taksana!..”

Zeyno, yeni kolyesini takması için saçlarını yan tarafa çekti ve boynunu Tarık’a doğru çevirdi. Tarık, heyecandan ellerinin titrediğini belli etmemek için büyük çaba harcadıktan sonra nihayet kolyeyi takabilmişti. Saatlerce o kuyumcu senin bu kuyumcu benim dolaştığına değmişti. Sevdiği kadına dünyanın en güzel inci kolyesini bulmuştu. Maaşın yarısından çoğu gitmişti ama olsundu, Zeyno için harcadığı paranın lafı bile olmazdı.

“Ne içersin şekerim.”

“Bilmem… Zahmet etmeseydin.”

“Ay çok tatlısın, niye zahmet olsun şekeriim.”

“Eh, bi’ çayını içerim, zahmet olmayacaksa tabii.”

“Çay mıı? Çay mı içicen sen şimdii?”

“Çay yoksa su da olur. Ya da hiçbir şey olmasa da olur.”

“Sen çay diyorsan, çay olsun aslanıım. Dur ben iki dekkada hazırlarım sana çay.”

Tarık, mutfağa doğru seke seke giden Zeyno’nun arkasından bakarak, dünyanın en mutlu adamı olduğunu düşündü. Bu gecenin hiç unutamayacağı bir gece olacağını hayal ederken, bilmediği birşey vardı. Unutamayacağı bu gece mi yoksa bu gece yaşayacakları mı olacaktı?

“Ayyyy!!!”

Mutfaktan gelen gümbürtü ve çığlıkla saadet hayallerinden sıyrılan Tarık, koşar adım Zeyno’nun yanına gitti.

“Ne oldu? Neyin var?”

Zeyno, bir yandan tavana doğru fışkıran suya hakim olmak için iki eliyle sımsıkı musluğu tutarken bir taraftan da “Allah kahretmesiiin. Musluk bozulduuğğ,” diye bağırıyordu. “Daha yeni yaptırmıştım. Adi şerefsiz tamirci. Allah senin belanı versin.”

“Tamam dur, telaşlanma. Ben şimdi hallederim onu. Takım çantası falan var mı evde?”

“Var ya, olmaz olur mu? Banyoda… Dolabın içinde, en alt rafta.”

Tarık ışık hızıyla yarışırcasına banyoya koştu. Zeyno’nun hayranlığını kazanması için muhteşem bir fırsattı bu. Böyle tamirat işleri Tarık için çocuk oyuncağıydı. Küçükken her okul tatilinde mahallesindeki su tesisatçısının yanında çalışmıştı.

Musluğu zapt etmekle meşgul olan Zeyno başını kaldırıp gözlerini patlattı. Birden aklına çok önemli birşey gelmiş gibiydi. Telaşla Tarık’a seslendi.

“Tarıık! Tarııık! Orada değil. Şimdi hatırladım. Çabuk geri dön. Tarıık!!!”

Tarık, Zeyno’nun sesini duyduğunda artık çok geçti. Çoktan banyo dolabını açmış ve gördüğü manzara karşısında kalakalmıştı. Arkasından başına inen darbeyle, neye uğradığını şaşırdı.

***

“Enver Başkomiserim, çıktınız sanmıştım.”

“Şimdi çıkacağım Seher. Ne var?”

“Başkomiserim, hani şu Melahat’in avucunda bulunan nesne vardı ya…”

“Eee…”

“Biliyorsunuz cismin üzerinde hem DNA kalıntılarına hem de parmak izine rastlamıştık. Fakat ikisi de belli başlı bir profil eşleştirmesi yapılamayacak derecede yetersiz.”

“Sıfıra sıfır, elde var sıfır, desene sen şu işe. Ne yoruyorsun beni?”

“Birşey daha var Başkomiserim ama işe yarar mı bilmiyorum.”

“Söyle bakalım, söyle de eve gideyim. Şu Melahat’ten sıtkım sıyrıldı artık. ‘M’sini bile duymak istemiyorum. Şeytan diyor bırak, faili meçhul olarak kalsın kevaşe.”

“O nesnenin ne olduğu hakkında araştırma yapıyordum. Bir tür mıknatıs olduğu kesindi fakat nerede kullanıldığını bulamıyordum bir türlü. Sonunda ne olduğunu öğrendim.”

“Neymiş peki?”

“Bir çeşit takı Başkomiserim.”

“Takı mı? Valla siz kadınların zevkleri de bir acayip oluyor Seher ya. O ne biçim takı öyle? Nereye takılıyor peki?”

“Yani tam olarak takı değil tabii. Takının bir parçası. Çoğunlukla Piercing benzeri takıları, vücutta herhangi bir delik açmadan tutturma görevi görüyor. Hani, burna takılan hızmalar olur ya, onlarda çok kullanılıyor mesela. Burnun iç kısmına, bulduğumuza benzer mıknatıslı parça, dış kısmına süslü takı konuluyor. İki parça, mıknatısın gücüyle birleşiyor ve burundan düşmesi engellenmiş oluyor.”

“Hızma mı dedin sen? İyi de Melahat hızma takmazdı ki. Pirsin mirsin, onlarla da işi olmazdı.”

“Bilmiyorum Başkomiserim. Belki işinize yarar, diye düşünmüştüm.”

Enver eline Seher’in getirdiği örnek fotoğrafları alıp arkasına yaslandı. Birinde kulak memesinden yukarı doğru sıra sıra dizilmiş bir sürü küpe, diğerinde dudağın kenarına iliştirilmiş parlak metalden bir top, sonuncusunda bir burunda pırıldayan stras taşlı bir hızma.

“Hızma… Hızma… Hızma!!!  Nasıl da anlamadım? Hızma ulan, hızma!”

***

“Kıpırdanma lan! Boşuna uğraşma, bir yere kaçamazsın. Geri zekalı, sana orada değil, demedim mi? Ne diye açıyorsun dolabın kapağını?”

Tarık ağzını sıkı sıkı tutan fulardan fırsat bulsa, Zeyno’ya lafın gediklisini yapıştırmayı iyi bilirdi fakat zalim sevgilisi öyle sağlam bağlamıştı ki ağzını, değil konuşmak nefes almak bile zordu. Elleri arkasından bağlanmış vaziyette, salonun ortasındaki sandalyenin üzerinde tepinmekten başka birşey yapamıyordu.

Bir elinde Tarık’ın kafasına indirdiği tavayı, diğerinde kanlı bir tornovidayı tutan Zeyno telaşla bir o yana bir bu yana yürürken, “Ne yapacağım ben şimdi? Allah’ım, ne yapacağım? Hapislerde çürüyemem ben! Hayır, hayır…” diyordu. “Aptal herif! Ne diye açtın ki o dolabı? Bütün suç sende. Bana başka çare bırakmadın.”

Tarık, başını sağa sola sallamaya başladı. Niyeti neydi bu kadının? Tarık’ı da mı öldürecekti?

Zeyno, “Hepsi senin suçun! Salak şey,” diye bağırıp bir tava darbesi daha indirdi Tarık’ın başına. “Nereden çıktın karşıma? Senin gibi bir salakla ne diye buluştuysam? Aptal kafama edeyim ben.”

Tarık yediği darbeden sonra bir ara şuurunun gidip geldiğini hissetti. Kaşlarını çatarak Zeyno’ya attığı, ‘Yıkılmadım, ayaktayım’ bakışı kafasının kolay kırılmayacağının değil, Zeyno’ya olan öfkesinin belirtisiydi. Alev alev yanan gözlerine aynı anda küskün bir bakış oturdu. “Neden?” dediğini anlamak için ağzındaki bağı çözmeye gerek yoktu.

Neden böyle olmuştu ki? Oysa herşey ne güzel gidiyordu. Sevgilisinin bozulan musluğunu tamir edecek ve onun gözünde bir kahraman olacaktı. Ne yazık ki aradığı takım çantası banyo dolabında değildi. Onun yerine eski püskü bir bez parçasına aceleyle sarıldığı belli olan bir cisim dolaptan Tarık’a, “Bul artık beni,” der gibi bakıyordu. İçinde ne olduğu meçhul fakat bir o kadar da şüpheli görünen bez parçasını eline alır almaz, Tarık’ın başından aşağı kaynar sular dökülmüştü adeta. Bu, üzerinde kurumuş kan izleri duran, uzun bir tornavidaydı. Tornavida… Uzun… Hem de kanlı… Bu aletin Özge’yi ve Melahat’i öldüren alet olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek yoktu. Öyleyse… Bu ne demek oluyordu? Bu alet sevdiceğinin banyo dolabında ne arıyordu? Zeyno sinsice gelip kafasına tavayı patlatmasaydı, zaten aklında dönüp duran sorular beynini patlatacaktı.

“Neden mi? Neden ha? Söyleyeyim… Daha iyi bir hayat yaşamak için. O cadaloz Melahat’ten neyim eksikti benim? Ya da diğerlerinden. Sesim bülbül gibi, vücudum manken gibi, hepsinden gencim, güzelim ama uvertür olmaktan öte gidemiyorum. Neden, biliyor musun? Onlar gibi patronların sırtını sıvazlamıyorum da ondan.”

Zeyno Tarık’ın, “Ah be kızım be, şan şöhret için mi kıydın Melahat’e?” bakışından birşey anlamış mıydı, belli değildi. Onun derdi bir an önce Tarık belasından kurtulmaktı. Tabii ki Tarık’ın derdi de ölümden kurtulmak… Zeyno hararetli hararetli bu haltı nasıl yediğini anlatırken o da ellerinin bağını gevşetmeye çalışıyordu.

“Sen benim nasıl bir hayat yaşadığımı biliyor musun? Ayakta kalabilmek için kaç kişinin ağız kokusunu çektim, biliyor musun? Bilmezsin… Bilmek için çaba gösteren tek bir erkek çıkmadı karşıma, bunca yıldır. Uğradığım haksızlıkların haddi hesabı yok. Ama artık eski Zeyno yok karşınızda. O günden sonra çok değiştim ben artık.”

Sustu… Karşısında elleri ağzı bağlı, solucan gibi kıvranan Tarık’ın, “Hangi gün?” demesini bekliyor gibiydi. Dese bile anlayamayacağına karar vermiş olacak ki konuşmaya devam etti.

“O pavyonda çalışmaya başladığımdan beri Melahat’i ilk kez o gün, öyle perişan görmüştüm. Birşeyler olduğu besbelliydi ama ne olduğunu söylemeye niyeti yoktu. Zaten Melahat’in beni adam yerine koyup derdini anlatacağını düşünmüyordum. Benim niyetim Melahat’in derdine derman olmak değil, yapmacık bir ilgiyle onun gözüne girip sayesinde assolist olmaktı. Mahmut’u, o Cevriye karısını sepetleyip beni assolist yapması için ikna edebilecek tek kişi Melahat’ti. Birkaç gün önüne arkasına koştum. Hizmet mi istersin, hürmet mi istersin, iltifat mı… Hangi sebepten bilmiyorum, sonunda bana açılmaya karar verdi. O gece programdan sonra evine götürdü beni.”

Tarık’la mı kendi kendine mi konuştuğu belli olmayan Zeyno çok kısa bir süre pencereye dikti gözlerini. Konuşmuyordu fakat düşündüğü besbelliydi. Ne düşündüğüyle zerre kadar ilgilenmeyen Tarık, bileğine sarılı koli bandının yarısını sökmüştü. Elleri başka işle meşgulken, vücudu sinsi bir yılan gibi Zeyno’ya teslim olmuş numarası yapıyordu.

“Evde bir adam cesedi vardı. Kim olduğunu sorunca, ‘Yıllar önce dolandırdığımız adam,’ dedi. Kız kardeşiyle birlikte yapmışlar. İşin kötüsü, adamdan kaçarken kazığın büyüğünü kız kardeşinden yemiş Melahat. Kadın paraları alıp kaçmış. Kadere bak ki dolandırdıkları adam Melahat’in intikamını almış o hayırsız kız kardeşten. Hem parasından arta kalanı geri almış hem de deşmiş kadını. Melahat’i de bulup öldürmek için yemin etmiş. Bulmuş da… Melahat bir gece eve bi’ gelmiş, salonunda bu adam oturuyormuş. Elinde koca bir çanta dolusu para ve şu tornavida ile…”

Zeyno, tornavidaya bir kez daha baktı. Birkaç hafta önce bu aletle ne haltlar yiyeceğini söyleseler, herhalde gülüp geçerdi. Oysa şimdi onu kopmaz bir parçasıymış gibi sıkı sıkıya tutuyordu.

“Bizimki adamın aklını başından almak için elinden geleni ardına koymamış. Bir gecede bütün maharetlerini sergilemiş. Hıh, erkek milleti işte. Ne de olsa akılları sadece bir iş için çalışıyor. Melahat’in cazibesine dayanamamış tabii gerizekalı. Öldürmeyi falan bir kenara bırakmış, alemlere dalmış bizim sinsiyle. Birkaç gün bu şekilde idare etmiş Melahat ama bu işin sonu olmadığının farkındaymış. Eninde sonunda eceli adamın elinden olacak korkusuyla yaşamak istemiyormuş. Ne yapıp edip bir gece gebertmiş adamı.”

Nasıl da sakin sakin anlatıyordu. Tarık, “Benim kısmetime doğru dürüst bir kadın düşse, şaşardım zaten,” diye geçirdi içinden. Nasıl olmuştu da Zeyno’nun böyle biri olduğunu anlayamamıştı?

“Anlayacağın, bizim Cihan Yandı Melahat katil olmuştu. Günlerdir pavyonda hayalet gibi dolaşmasının sebebi ortaya çıkmıştı. Kız kardeşinin öldürüldüğüne mi yansın, katil olduğuna mı, bilemiyormuş meğer. “Allah’ını seversen yardım et bana,” dedi. Düşündük taşındık, bir fikir bulduk. Herifi Melahat’in elbise odasına koyup kapıyı çimentoyla sıvadık. Duvar kağıdıyla örttük. Artık o cesedi tillahı gelse bulamazdı. Böylelikle Melahat Hanımefendi bu işten tere yağından kıl çeker gibi sıyrılmış oldu. Adamdan kalan paralar da yanına kâr kaldı. Bana yardımlarım için bir çanta dolusu paradan üç deste layık gördü. Sus payı verdi anlayacağın. Sus sus nereye kadar? Melahat elini şıklatsa önü ardı para dolan bir kadındı zaten. Sadece senin o salak Başkomiserinden tırtıkladıklarıyla bir ev alırdı. O paraları ona yedirecek değildim. Karşı çıkarsa gözümü kırpmayacaktım, kararlıydım. Planımı yaptım.”

Zeyno kendini kaptırmış Melahat’i nasıl kevgire çevirdiğini anlatırken, yumurta pişirmekten çok kafa kırmaya yarayan tavayı bir elinden bırakmıştı ama son yolculuğunu Tarık’ın bağrına mı yoksa böğrüne mi yapacağına karar verememiş gibi duran cinayet aleti tornavida hâlâ diğer elindeydi.

“O gece pavyondan çıkar çıkmaz Melahat’in peşine düştüm. Zom olmuştu zaten, burnunun ucunu göremiyordu. Bu fırsatı kaçırmamalıydım. Melahat eve girdikten biraz sonra kapısını çaldım. Salak karı, bir gram şüphelenmeden beni içeri aldı. Lafı hiç uzatmadan paraları istedim. Vermezse onu polise ispiyonlayacağımı söyledim. Tornavidayı yok etmem için bana vermişti. Böyle bir nimeti çekinmeden avuçlarıma bırakırken, bu tehditle karşılaşacağını düşünmemiş olmalıydı. Tehditime aldırmamış gibiydi. Paraları değil vermek, koklatmaya bile niyeti olmadığını söyledi. Tepem attı. Üzerine abandım. Yalnız kolay pabuç bırakmadı haspa. Bir de sarhoş olmasaydı, zor alt ederdim ben onu.”

Alt etmek… Ellerinin bağını çözmesiyle Tarık’ın tüm benliğini saran Zeyno’yu alt etme isteği, eyleme dönüşmek üzere harekete geçti. Panter gibi Zeyno’nun üzerine atladığında ağzındaki bağ hâlâ  duruyordu. Başının fırıldak gibi dönüyor olması umurunda bile değildi. Şu dakikadan sonra artık ya Herro’ydu ya Merro’ydu.

Kucak kucağa yere düştüler. Tarık, bu gece Zeyno’yla kucak kucağa olacağını tahmin ediyordu da böylesini hayal dahi etmemişti. Bir çırpıda Tarık’ın elinden kurtulan Zeyno ayağa kalktı ve kenarda bekleyen tavayı kaptı. Aynı anda ayaklanan Tarık ağzından söktüğü fuları yan tarafa fırlatıp yumruklarını sıktı. Hamle etmesiyle, tavanın dibiyle buluşması bir oldu. Sendeledi fakat düşmedi. Yüzünün ortasını hissetmediğine göre burnu kırılmış olmalıydı. Ağzına dolan metalik tat da aynı zamanda kanıyor olduğunun kanıtıydı. Kolunun tersiyle burnunu sildi ve Zeyno’ya okkalı bir tokat salladı. Tokat yemeye alışık olduğunu ayan beyan ortaya çıkaran bir hamleyle yan tarafa kayan Zeyno, Tarık’ın elini boşlukla buluşturdu. Tarık neye uğradığını anlayana kadar Zeyno bir sıfır öne geçip bacaklarının arasına destekli bir tekme savurdu. Bir erkeğin bacaklarının arasına vurulmasındansa, kafasının kırılmasına razı olduğunu bilen Zeyno eseriyle övünerek, yerde kıvranan Tarık’a baktı. Teflon mu yoksa çelik mi olduğunun bir önemi olmayan tava görevini layıkıyla yerine getirmiş olmanın verdiği mutlulukla kenara çekilmiş, kanlı tornavida görevi devralıp sahada görünmüştü. Zeyno’nun yerde yatan Tarık’ın üzerine atılmasıyla, tornavidayı suratına doğru indirmesi bir oldu. Tarık durur mu? Kendisinin bile şaştığı, büyük ihtimalle can havlinin verdiği güçle, tornavidanın sivri metalini yakaladı. İtme ve çekme kuvveti yasasını tatbik ediyormuşçasına biri bastırıyor, öteki itiyordu. Tornavida dile gelmiş olsa bu kararsızlık karşısında küfür ediyor olurdu. Zeyno’nun büyük desteği ile yerçekimine yenilen tornavida, Tarık’ın kirpiklerine kadar ulaşmayı başarmıştı. Şu halde karşı koymayı bırakıp Kelime-i Şehadet mi getirsin, kendisini bu cendereden kurtaracak yeni bir hamle mi düşünsün, bilemedi Tarık. Ya Herro, ya Merro’nun pek iyi bir fikir olmadığı ortadaydı. Demek ki ölüm böyle birşeydi. Aniden gelen…

Tarık, aniden gelen ölümün tadına varmasına ramak kala, açılan kapının ardından tanıdık bir sesin, “Teslim ol Zeyno! Kaçışın kalmadı!” dediğini duydu. Bu sesi duyduğuna bu kadar sevineceğini söyleseler, katiyen inanmazdı.

***

Enver çıkçıklayarak Tarık’ın mumya gibi sarılmış burnuna baktı. “Gebertecekmiş ulan kız seni. İnsan biraz karşı koyardı, kendini korurdu.”

“Imı bışkımısirim…”

“Konuşma len! Zaten ne dediğin anlaşılmıyor. Futbol topuna dönmüş o surat. Dua et vaktinde yetiştim yoksa şu anda cenaze namazını kılıyorduk.”

“Nısıl ınlıdınız…”

“Yahu konuşma demedik mi sana? Ne kalın kafalı adammışsın ya. Seher hızma mızma birşeyler geveleyince, geliverdi işte aklıma. Ayrıca iyi ki de anlamışım. Hızma’lı Zeyno’nun elinde pestil olacakmışsın yoksa.”

“Hızmı mı?”

“Boş ver… Sen şimdi iyice dinlen. Burada böyle dört bacağını gerip yatmaya fazla alışma yalnız. Haftaya seni büroda isterim, bilesin.”

Tarık’ın ağzı bir süre daha konuşmakta zorlanacağa benziyordu. Birşey söylemek yerine gülümsemeye çalıştı. Tabii, şartlar ne kadar elverirse.

“Sırıtma len, zaten beceremiyon. Hadi, kaçıyorum ben. Yeni bir bar açılmış. Bi’ kolaçan edeyim.”

Başkomiseri öküz möküzdü ama Tarık’ın canını kurtarmıştı. Bunu yaptığına inanamaya inanamaya, minnetle baktı ardından.

***

Sultan Bar, açılış günü olması sebebiyle tıklım tıklım doluydu. Haftalardır şehrin sokaklarında ışıklı panolarda reklamları yapılan barın diğerlerinden farkı neydi, bir bakıp çıkacaktı Enver. Öyle uzun uzun kalmaya niyeti yoktu. Yine de eski alışkanlık olsa gerek, en öndeki masayı ayırtmayı ihmal etmemişti. Sonu olmadığına karar verdiği bu yollara hızlı bir dönüş yapmak üzere olduğunun henüz farkında değildi. Işıklar söndü ve hoperlörden bir erkek sesi geldi. Herkes gibi Enver de dikkat kesildi.

“Bayanlar baylaaar, eğlencenin yeni merkezi Sultan Bar’a hoş geldiniğğz! Bu geceğğğ, birbirinden şahane programlarla, aklınızı başınızdan almaya geldiğğğk. Hazırsanız, başlıyoruğğğz. Veee karşınızda, Orta Doğu ve Balkanlar’ın bir numaralı dansözüüü ŞEEEH-RAA-ZAAAT…”

Loş ışığın altında, alkışlarla sahneye koşan Şehrazat, üzerindeki pelerini yüzüne siper etmiş, tam ortaya, ‘Başla’ komutunu bekleyen yarışçılar gibi dikilmişti. Hoperlörden gelen “Led bir’ vele diştiri, vela di seau diftiri… Led bir’ vele diştiri, vela di seau diftiri…” sesiyle havaya kaldırıp üç beş tur döndürdüğü pelerini yan tarafa fırlattı. İnce beli şarkıyla bütünleşmiş, sepetinden ağır ağır yukarı kalkan yılan misali, kıvrıla kıvrıla bir sağa, bir sola yatıyordu. Enver elinde, ağzına götürmek üzere kaldırdığı içki bardağı, büyülenmiş gibi bakıyordu. Şarkı, coşkun sular gibi hızlanmaya başlayınca, olanlar oldu. “Dil esvuayyini murraaaa, il esvuayeni murraaaaaaaaaaaaa…” Bel, kalça, göğüsler, eller, ayaklar, omuzlar müzik eşliğinde çığırından çıkmaya başladı. “Ya el yelil, ye lil yelil, ya el yelil, ye lil yelil…” Ve hayat tam da bu nakarattan sonra bitti.

O anda yerle gök birleşmiş, kuzeyle güney buluşmuş, gündüzle gece kavuşmuş, akla kara dost olmuş, bir ihtimal Enver ölmüş, sanki cennete düşmüştü. Cennet de ne kelime, şu an bulunduğu yer cennetten bile daha güzeldi.

O ne beldi, dizginlenemez kısrak beli gibi; o ne kalçaydı, fırtınaya kapılmış gemi dümeni gibi; o ne gerdan kırmaktı, durgun göllerde salınan kuğu gibi; o ne dönüş, o ne sallanış, o ne bakıştı; cilvesinden, nazından yer yerinden oynayacaktı; o ne kadındı, böylesine kadın demek ayıptı, bu olsa olsa tanrıçaydı. “Ahh ulan aahhh!” diye bir nara attı Enver. “Yaktın beni kız Şehrazat! Kül ettin!”

Daha raksın sonu gelmeden Enver Müncibe’ye göndereceği mesajı yazmıştı bile.

“Biz Cinayet Büro ekibiyle çok önemli bir vaka üzerindeyiz Müncibe. Sen bekleme beni, yat uyu…”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar