Ayaklarının çıkardığı sesten ürkerek elinden geldiğince hızlı yürüyordu Hızır oğlu Ahmed. 1314 yılının sıcak yaz gecesinde yürümekten ziyade koşuyordu desek daha doğru olurdu. Terden su gibi olmuş bir halde evinin kapısına vardığında nefes nefese durdu, elinde olmadan iki yanına bakındı sonra arkasını kolaçan etti. Gecenin sessiz karanlığından başka bir şey yoktu peşinde. Yüreği biraz rahatladı, kalın ahşap kapının demir sürgüsünü alışık hareketlerle çekti. Sürgünün çıkardığı sesle kalbi çarpsa da içeri girince kendini daha bir rahatlamış hissetti nedense. Oysa biliyordu ki bu gece gördüklerinden sonra bu beldede onun için güvenli bir yer kalmamıştı.
Önünde tanıdık kokularla uzanan bahçeye hüzünle baktı. Seher vakitleri şimdi karanlık gölgelerle uzayan ağaçların altında bülbül seslerini dinlemek ne keyifli olurdu ama heyhat! Felek öyle bir oyun oynamıştı ki ona, bülbüllerden vazgeçtim sabahı bile göremeyecekti belki. Korkuyla bir inilti çıktı boğazından. Adım atmaya gücü yoktu, olduğu yere yığıldı.
“Ne işin vardı gece vakti çay kenarında be hey Ahmed? Ananı birazcık dinlemiş olsan şimdi döşeğinde şu güzel yaz gecesini soluyarak mışıl mışıl uyuyor olacaktın. Lakin hiç dinler misin? İlle de gideceksin çay kenarına, ille de toplayacaksın sarı sığırgözlerini. Al işte topladın da ne oldu? Ömrün yetecek mi bakalım o arzuladığın boyayı yapmaya?”
Sokaktan gelen sesler yüreğini ağzına getirdi delikanlının. Tam da korktuğu gibi at kişnemeleri, nal sesleri. Geliyorlardı işte canını almaya.
“Bari, anamı son bir kez görseydim.”
Bu düşünce can havliyle eve doğru atılmasına sebep oldu. Korkunun ve karanlığın etkisiyle bastığı yeri görmeyerek takılıp düştüğünde seslerin uzaklaştığını duydu, sevindi. Ona değildi gelenler anlaşılan. Avcılar olmalıydı herhalde yoksa niye girmesinler, niye çullanmasınlar üzerine?
Düştüğü yerden kalkıp zar zor yürüdü. Taşlıkta biraz durdu, etrafını dinledi. Eskilikten yamulmuş ahşap merdiveni gıcırdatarak yukarı çıktı. Sofada nefesinin düzelmesi için biraz bekledi. Oda kapısını açtı, attı kendini içeriye. Dip taraftan anasının horultulu uyku sesleri geliyordu. Ses çıkartmamaya özen göstererek yaşlı kadının döşeğinin yanına gitti. Gecenin izin verdiği ölçüde baktı yüzüne uzun uzun. Derin bir iç geçirip odanın diğer tarafına yürüdü, küçük kısa kapıyı itti, eğilerek girdi kendi odasına. Yerdeki hasırın üzerine serilmiş şilte, “Gel koynuma uyu,” dercesine davetkâr bekliyordu onu. Ter yüzünden adeta kafasına yapışmış börkünü fırlattı attı. Börkün yanlarına dikilmiş geyik boynuzları tak etti yere çarpınca. Bu ses bile ürküttü delikanlıyı, çarıklarını çıkarıp sağdan sola çapraz bağladığı hırkasının kuşağını bitkin hareketlerle açıp özensizce bırakıverdi. Yıkılırcasına oturdu döşeğin üzerine. Bir müddet boş boş oturdu. Boğazı midesine kadar kurumuştu sanki. Yerdeki testiye uzandı, “Belki de son suyumdur,” diyerek dikti kafasına. Yapacak başka bir şey bulamadığından uzandı döşeğe. Uyumaya niyeti yoktu hatta uykusu bile yoktu fakat yorgun bedeninin onun gibi düşünmediği kısa sürede gözlerinin kapanmasından anlaşıldı ve kulakları dışarıdaki seslerde, yüreği korkunun pençesinde kabuslarla dolu bir uykuya bıraktı kendini.
Anasının, “Vakit öğlen oldu daha yatcan mı oğul?” diye seslenen sesi ile uyandı. Sabah ezanını okuyan müezzinin sesini duyunca anasının her sabah olduğu gibi yine onu namaza kaldırdığını anladı. Sabah mahmurluğu çabucak yerini korkuya bırakıverdi. Gece yaşadıkları tüm canlılığıyla geçti gözünün önünden. Çarıklarını ayağına geçirip bahçeye koştu. Hoca minareden inmeden abdestini almış, taşlıkta anasının serdiği hasır seccadenin üzerinde namaza durmuştu bile.
Elindeki bakır siniyi zorlukla taşıyarak yanına gelen anası güldü.
“Hayrola oğul acelen mi var? Senin hiç böyle namaza seğirttiğini görmedimdi.”
Selamını verip hasırını itekleyen Ahmed, “Bellimi olur ana, bakarsın ecel geliverir. Acele etmek lazım.”
“Tövbe tövbe ağzından yel alsın oğlum. O nasıl laf? Hadi bırak bunları da gel çorbamızı içelim.”
Sabahları mis gibi kokan tarhana ile saç ekmeğinin tadına doyamazdı Ahmed ama o gün canı istemiyordu. Yine de anası kırılmasın, bir de ne var diye üzerine gelmesin diye zorla da olsa birkaç kaşık içti.
“Ben…” diye söze başladı delikanlı. Sesi pürüzlü ne söyleyeceğini bilemiyor gibi düşünceliydi.
“Ben bugün gidiyorum ana.”
Anasının merakla açılan gözlerine bakmamaya dikkat ederek devam etti.
“Kütahya’ya gideceğim. Yeni bir cami yaptırıyormuş Yakup Han orada. Çinileri için ustalar arıyorlarmış. Gidip onlara katılacağım.”
“İyi de oğul buraların suyu mu çıktı da gidiyorsun? Çiniyse çini yapıyorsun işte işini, durup dururken nereden çıktı şimdi bu?”
“Durup dururken değil anacığım burada yaptığım üç beş çiniyle aşımızı bile zor kaynatıyoruz. Sen ha bire el işine gidiyorsun. Ya tarhana ya nişasta ile yoğrulup duruyorsun. Diktiğin yorganları saymıyorum bile… Bu daha ne kadar böyle devam edecek? Kütahya’ya gidersem daha çok kazanırım, sen de biraz rahat edersin. Hele bir gideyim, biraz alıştıktan sonra seni de alırım yanıma. Şehirde yaşamak istemez misin?”
“İstemem. Ben halimden memnunum. Senin de gitmeni istemem ama bilirim kafana bir şey koydun mu beni dinlemezsin. Kararın kesinse bari unutma beni buralarda, bir garip anam var deyip hatırla arada.”
Yaşlı kadın gözlerinden akan yaşları yaşmağının ucuyla sildi. Küskün ve üzgün sofrayı toplamaya girişti. Ahmed de istemiyordu gitmek, kurulu düzenini bırakmak ama nasıl anlatabilirdi ki anasına burada kalmasının ölmek demek olduğunu. Anlatamadı tabii, kalkıp odasına geçti. Zaten üç beş parça pırtıdan ibaret eşyasını topladı. Üç etek hırkasını sırtına geçirip önünü sağdan sola kapattı. Düğmesiz hırkanın önü açılmasın diye anasının keçi kılını eğirip ördüğü kemerini deri tokasından geçirip beline taktı. Sarkancalarına bir tahta kaşık, bir tahta kâse bağladı. Eşek kılından fırçalarını, kamıştan kalemlerini, nadide boyalarını bir tahta kutuya doldurup bohçasına sakladı. Babasından miras kenarı ince bir kürk sırasıyla süslü geyik boynuzlu börkünü kafasına geçirip odasına son bir kez baktı, derin bir iç geçirip sofaya çıktı.
Anası yaşmağını bürünmüş dışarı çıkmaya hazır onu beklemekteydi bahçe kapısının önünde.
“Hadi oğul acele et! Bugün komşularla Aslan Bey’in bağ evine gideceğiz. Nişasta dökülecekmiş beni de çağırdılar. Dünya hali gidip dönmemek dönüp bulmamak var, gel sana bir sarılayım kokunu içime çekip göğsümde saklayayım.”
Ana oğul gözyaşları içinde sarıldılar birbirlerine anasının ellerini defalarca öptü Ahmed. Ah keşke böyle olmasaydı, keşke bu yaşlı halinde anasını bırakmasaydı ama kader böyle istemişti.
Bir çıkın da anası uzattı eline, “Yolluk olur oğul. Biraz ekmek, biraz da çökelek… Üç de yumurta kaynattım. O kadar vermiş tavuklar; bugün seni idare eder. Karnını aç, sırtını çıplak koma. Rüzgâra karşı durma, ateşe yakın yatma. Sen, sen ol haram yeme, haksızlık etme, kimsenin de gönlünü kırma ama kendini de ezdirme. Sağlıcakla git benim yeşil dallar gibi yeşil gözlü oğlum, beni de düşünme. Rızkı veren Allah elbet beni darda komaz. Hadi yolun açık olsun bundan böyle gözüm yolda, duam dilimde yolunu beklerim, bunu da unutma.”
Tam gitmek için hamle yapmıştı ki kapının yanında güllere doğru fırlatılmış dün gece topladığı sarı sığırgözleri ile dolu torbaya takıldı gözleri. Önce kızgınlıkla baktı çiçeklere arsız arsız çıkının orasından burasından başlarını uzatmış sarı sarı bakıyorlardı utanmadan. Her şey onlar yüzünden olmuştu atacaktı hepsini. Öfkeyle vardı torbanın yanına fakat atamadı çiçekleri. Ne kabahatleri vardı onların, toplamaya kendi gitmiş sesleri duyunca kendi yönelmişti seslerin geldiği tarafa sonra da kendi görmüştü olanları. Torbayı koltuğunun altına sıkıştırıp anasına son bir kez baktı, çıktı gitti kapıdan. İlk iş çarşıya indi. Kütahya’dan geçecek bir araba, bir kervan ya da herhangi bir binek bulmalıydı. Öğlene kadar çalmadığı kapı bırakmadı fakat kimse üç bakır parasından başka bir şeyi olmayan bu garibanı yanına almaya razı olmadı. Çaresiz tek başına yayan yapıldak düştü yollara. Kısa sürede yoruldu boğazı yolun tozunu yutmaktan kurudu. Su bulmayı umarak gördüğü yeşilliklere doğru yürüdü. Neyse ki bu sefer talihi yaver gitmiş şırıl şırıl akan suyuyla billur gibi parıldayan bir pınar çıkıvermişti karşısına. Bir müddet oyalandı kana kana su içti, anasının koyduğu azıktan yiyip karnını doyurdu. Niyeti güneş kuvvetini azaltana kadar su başında biraz kestirmekti ama duyduğu şangır şungur sesler kaçıp bir kayanın ardına saklanmasına sebep oldu. Babası her zaman, “Ne olduğunu bilmediğin sesten saklan, öğrenmeden de çıkma,” derdi. Saklandığı yerden seslerin sebebinin yaşlı bir katıra bağladığı küçük arabasıyla köy köy dolaşıp öteberi satan çerçi olduğunu anlayınca rahatladı.
“Selamünaleyküm Çerçi Ağa.”
Selamına gelen karşılık, soğuk ve endişeliydi. Adını söyleyip kendini tanıttı Ahmed. Basit bir çini ustası olduğunu Kütahya’ya gittiğini anlatıp çerçinin ne tarafa gittiğini sordu.
“Ben de Kütahya’ya gidiyorum. Cuma günleri büyük pazar kurulur orada, ben de sebeplenirim biraz. Hem mallarımı satarım hem yeni mallar alırım. Oraya gidene kadar da yolumda ne kadar köy oba varsa uğrayıp satış yaparım.”
“Beni de alsana yanına ağam sana yardım ederim, hatta bak şuraya astığın kaşıklar var ya onların saplarını desenlerle boyarım. Daha güzel olurlar, sen de daha pahalıya satarsın ne dersin?”
Çerçi pek olumlu bakmadı teklifine ama Ahmed’in ısrarıyla bir kaşığı desenleyip boyamasına izin verdi. Baktı ki kaşık gerçekten güzelleşti, razı oldu.
Çerçinin arabasında köyleri obaları dolaşarak menzile doğru ilerlemeye başladılar. Bir müddet sonra eni konu arkadaş olmuşlardı. Sarı sığırgözlerini arabanın kenarındaki çıkıntıya sermiş kurutmaya başlamıştı delikanlı. Merak ediyordu çerçi Allah’ın dikenli otu nasıl boya olacaktı? Aklı almıyordu bir türlü Ahmed de anlatmıyordu, “Sırrım o benim ağam. Söylersem sır mı olur? Ama söz yapınca göstereceğim sana. Hatta belki çok yapar biraz veririm.”
Boya muhabbeti daha sürerdi belki ama karşıda görünen kıl çadırlar, parlayan ateşler bir Yörük obasına gelmekte olduklarını haber veriyordu onlara. Hazırlıklarını yaptılar obanın ortasına arabalarını sürdüler. Çerçi davudi sesiyle türkü çığırır gibi ahenkle alışverişe çağırdı insanları. Kısa sürede doluverdi arabanın etrafı. En çok da kadınlar çocuklar meraklıydı çerçinin arabasındakilere. Akşama kadar satış yaptılar. Gece de obanın az ilerisine kamplarını kurup uykuya yattılar. Toprak üstünde üstüyle başıyla uyumaya bir türlü alışamamıştı çinici Ahmed. Çerçi çoktan horlamaya başladığı halde o dönüp duruyor başına gelenleri, anasını dert edinip kaygılanıyordu. Başını koyduğu yer belli belirsiz titredi. Bir şey vardı yaklaşan. Babası büyük avcı Abadan ona toprağın sesinin nasıl dinleneceğini daha çocukken öğretmişti.
“Toprağın sesi önemlidir oğul. Gelenin bir hayvan mı, hayvansa nasıl bir hayvan, mesela bir çakal mı yoksa bir kurt hatta bir aslan mı olduğunu anlarsın. İnsan ayaklarının sesi midir duyduğun yoksa bir katırın bir atın mı ya da bir devenin ayakları mıdır toprağı titreten bilmek önemlidir. Hayvansa ya avlarsın ya kaçarsın, karar senin. Katırsa eşkıya olabilir; ne olduğunu anlamadan gözükme. Deveyse korkma. Ya kervandır ya köylü. Eğer atsa bekle, sipahi olabilir ya da bir Türkmen. O zaman dost mu düşman mı bilmen gerek bence. Dostsa bile görünme! Niyetini bilemezsin. Alıp götürüverir seni savaşa. Kendini bir daha bulamazsın.”
Babasının öğütleri aklında, kulağını dayadı yere. Duyduğu at sesiydi derinden. Bir şey sürükler gibi bir hışırtı vardı beraberinde. Onlara doğru geldiğini sanıp daha bir dikkatle dinledi toprağı. Emindi artık sesler uzaklaştığında duyduğu bir at sesiydi hem de bir nalı düşmüş aksayan bir at.
Sabah güneşin doğuşuyla birlikte ayaklandılar. Geceki olayı sabahın telaşında unuttu çinici. Sarı sığırgözleri kurumuşlardı nihayet. Rüzgârın savurmasına izin vermeden yeniden doldurdu torbalarına. Çerçinin yanındaki yerini alıp yeniden yola koyulduklarında iki günlük yollarının kaldığını bu arada bir köye daha uğrayıp bir obayı daha göreceklerini söyledi Çerçi.
“Uğur getirdin bana Çinici. Seninle gittiğim her köyde, her obada satış yaptım. Kütahya pazarından daha çok mal alabilirim artık…”
Konuşması, duydukları uğultu, nal ve insan sesleri ile yarım kaldı. Kısa sürede çevreleri atlarla, katırlarla çevrilivermişti. Bir gün önceki obanın erleri yüzleri öfke içinde kızgın naralar atarak, topuzlarını kargılarını sallayarak durdurdular onları. “Ne oluyor?” demeye kalmadan yaka paça indirdiler arabadan derdest edip ikisini de sürükleyerek götürdüler obaya.
Oba Bey’i otağının önünde bağdaş kurup oturmuştu. Gözleri ateş saçıyor, “Yıkın şunları yere,” derken sesi öfkeden çatallanıyor, ağzı köpükler saçıyordu. Bir kadın otağın önünde kendini yerlere atmış ağıtlar yakıyordu sesinin tüm gücüyle. Çevresindeki kadınlar da ağlayarak, yumruklarıyla göğüslerini döverek ona eşlik ediyorlardı. Kadınların önünde üzerine kilim serilmiş uzun bir bıçak konulmuş, mevta bütün olan bitenin sebebi olarak sessiz yatıyordu.
Çinici ensesinden aldığı yumrukla yuvarlandı yere hemen yanı başına da Çerçi düştü. İkisi de neden burada oldukları ve neden bu muameleye tabii tutulduklarını anlayamamışlardı ama anladıkları tek şey başlarının belada olduğuydu. Korku dolu gözlerle baktılar birbirlerine.
“Bre gafiller, bre soysuzlar,” diye adeta kükredi Oba Bey’i, “Siz ne insafsız ne gaddar eşkıyalarmışsınız ki; gencecik fidanımıza, dalında daha açmamış goncamıza bunu yaptınız. Şimdi beğenin bakalım ölümlerden ölümü.”
“Biz ne yapmışız ağam?” diyecek oldu Çerçi sırtına inen tekme ile ağzından öksürüklü köpükler çıkararak toprağa yapıştı kaldı.
“Bizim bir şeyden haberimiz yok. Ne oldu da bizi suçluyorsunuz?” diye bağırdı Çinici.
Onun akıbeti de aynı Çerçi gibi oldu. Toza bulanarak iki büklüm yattığı yerden kadınların ağıtlarına kulak vererek ne olduğunu anlamaya çalıştı ama duyduğu, “Gonca gülümü dalından kopardılar/Kırıp boynunu diplere yatırdılar/ Yapanın canı çıksın/Gülderen gibi boynu kırılsın,” şeklinde beddua dolu haykırışlar oldu. Kadınların önünde yatan mevtayla ilgili bir durumdu muhakkak. Yatanın da gonca gül dendiğine göre genç bir kız olduğunu tahmin ediyordu Çinici ama başka bir şey de düşünemiyordu.
“Allah, Kuran hakkı için bizim bir şeyden haberimiz yok beyim. İki gariban âdemiz. Beni yıllardır tanırsınız. Hep bu havalide satış yaparım. Bu âdem ise bir gariban çinicidir. Kütahya’ya gider benimle. Vallahi, billahi, tallahi biz bir şey yapmadık. Olan nedir onu bile bilmeyiz.”
Bu kadarına izin vermişti Oba Bey’i; yeniden inen tekmeyle tekrar toprağa yapıştı Çerçi. Bu sefer yüzü yere sert çarpmış, kaşı yarılıp kanamıştı. Kan tozla karışıp tuhaf renkte yollar oluşturuyordu yüzünde.
“Bre melunlar daha ne yapacaksınız ki? Obamızın gencecik kızı Gülderen’i gece kaçırıp çökertmediniz mi? Boynunu kırıp canını aldıktan sonra kuru dere yatağına atmadınız mı caniler? Kaçan koyununu arayan Koca Duran görmese kurda kuşa yem olacaktı zavallı. İyi bakın görün işte işlediğiniz marifeti. Yıktınız obayı viran ettiniz, bir ananın yüreğini dağladınız, bir babanın göğsünü yardınız. Daha ne olsun münafıklar? Daha ne istersiniz? Size hangi ölümü verelim? Suda mı boğalım, boynunuzu mu vuralım, ateşe mi atalım? Ha! Ne istersiniz?”
İkisi birden, “Biz yapmadık,” diye bağırdılar.
“Öyle mi? Peki bu kızın elinin bağlandığı nakışlı ipi sen satmıyon mu Çerçi? Kızın ağzına tıkanan çaputu sen satmıyon mu Çerçi? Ya bu boğazını sıktığın işli kemer… Sen satmıyon mu bunu Çerçi? Hem o gün sizden başka yabancı gelmedi obaya. Etrafta da başkasını görmemiş gözcüler. Sizden başka kimse yok anlayacağınız. Bu işin müsebbibi sizsiniz, başkası olamaz. Yıkın şunları, götürüp atın çukura. Ağaları toplayacağım nasıl öleceklerine anası karar verecek Gülderen‘in.”
Çerçi, “Ben satmışımdır doğru fakat ben yapmadım valla!” diye bağırsa da; Çinici, “Benim bir günahım yok etmeyin ağalar!” diye yalvarsa da kimse umursamadı. Yarı sürükleyip yarı iterek kazılmış bir çukurun içine atıverdiler onları. Çukuru da ağaç dallarından yapılmış bir kafesle kapattılar. Başına silahlı nöbetçiler diktiler. Çaresiz kalmışlardı. Bağırdılar olmadı yalvardılar olmadı, çırpındılar olmadı.
“Kaderimiz böyle demek Çinici. Suçsuz yere öldürüleceğiz, umalım da bu ölüm günahlarımızı bağışlatsın öbür tarafta.”
Çinici dinlemiyordu onu, aklına gelen şeyle sesinin var gücüyle nöbetçilere bağırıyordu.
“Ağalar kurbanınız olayım beni dinleyin. Ben gece birtakım sesler duydum. O sesler muhakkak katile aitti. Bunları anlatmam lazım, ne olur beni Bey’e götürün.”
Nöbetçiler hiç durmadan bağıran Çinici’nin sesinden bıktılar. Tepelerinden aşağı su döktüler susmadı Ahmed. Taş toprak attılar yine susmadı. Ahmed‘in sesi nöbetçilerin telaşı çukurun karşısında keçileri için yaprak toplayan adamın dikkatini çekti.
“Yahu ağalar bu kadar ısrarla istediğine göre belki de gerçekten söyleyecek bir sözü vardır. Çağırın şu Subaşını da bir dinleyelim bakalım ne diyor? Akla yakın bir şey söylerse Bey’e haber veririz.”
Adamın bu sözleri üzerine nöbetçilerden biri gidip başlarını çağırdı. Söylene söylene geldi Subaşı. Yaprak yolan adam nüfuzlu bir olmalı ki önünde saygıyla durdu.
“Buyur Hamit ağam beni istemişsin?” Adam ona da nöbetçilere dediğini söyledi. Birlikte çukurun başına çömeldiler.
“Hey Çinici ne diyeceksen de hadi fazla vaktim yok benim. Palayla boynunuzun vurulmasına karar verdi ağalar. Hazırlık yapacam.”
Çinici bir umut sarıldı bu sözlere anlattı.
“Benim babam avcıydı daha çocuk yaşlarımda öğretti bana toprağın sesini dinlemeyi. Dün gece de dinledim. Konakladığımız yere yakın bir yerden bir atlı geçti, peşi sıra bir şey sürüklüyordu. Üstelik sekiyordu atı sanki nalı düşmüş gibiydi. Ne olur ağalar bir soruşturun obada nalı düşen at var mı? Bu at kimin? Dün gece neredeymiş? Bir sorun Allah aşkına. Eğer soruların cevaplarını öğrenirseniz bizim aradığınız caniler olmadığımızı anlayacaksınız. Yoksa yok yere kanımıza gireceksiniz. Bu vebal sizi ne bu dünyada ne de öbür dünyada rahata komaz. Bir soruşturun evlatlarınızın, ananızın, babanızın hakkı için ne olur.”
Subaşı ile Hamit ağa birbirlerine baktılar. Hamit ağa kaşıyla gözüyle işaret ederek uzaklaştırdı çukurun yanından Subaşı’nı.
“Ben bu sabah nalbantta bir at gördüm. Nalı düşmüş yeniden nallayacağım dedi Nalbant bana. Bir soruştursak mı ha? Ne dersin?”
“Bu deli saçması lafları ben Bey’e söyleyemem Hamit ağa. Olur mu öyle şey, topraktan duymuş da at sekiyormuş da falan. Can korkusundan uyduruyor bence.”
“Olabilir fakat yine de gel gidip nalbanta bir soralım. Bir şey kaybetmeyiz. Amma eğer bu çinici doğruyu söylüyorsa ve biz onu öldürürsek hakikaten sonumuz hayırlı olmaz.”
Subaşı sonuç çıkmayacağından emindi ama sonradan işini yapmamış durumuna düşmemek için Hamit Ağa’nın peşine takıldı.
Nalbant atın işini çoktan bitirmiş sahibine vermişti bile.
“Ne diye sorarsınız ağalar çaktık nalı verdik sahibine, sizin işiniz ne?”
“Kimin atı diye merak ettik, bir de nal ne zaman düşmüş hiç söyledi mi sahibi?”
“At, Osmanoğlu Kerim’in. Karındaşı getirdi bu sabah dün gece avdan dönerken düşmüş nal. Benim çaktığım kolay kolay düşmez ama bu kayaya çarpmış tırnağı da zedelenmiş hayvanın. Önce onu törpüledim. Sonra yenisini çaktım. Yoksa yürüyemez seker zavallı.”
Öğreneceklerini öğrenmişlerdi selamlaşıp ayrıldılar nalbandın yanından.
“Gördün mü, avdan dönerken düşürmüş işte. Bir şey yok bunda, hadi ben işime gidiyom, “dedi Subaşı sıkıntıyla sırtını Hamit ağaya dönerken.
“Dur bakalım Subaşı, benim kafam karıştı. Dün ava giden olmadı ki. Gidelim diyen bir iki yiğide Bey izin vermedi. Hava ıscak dedi, et durmaz bozulur dedi, hava acık soğusun öyle gidin dedi, o vakit ne avı bu gece gece? Bence gidip Osman oğlu Kerim’e soralım.”
Kerim’in çadırına geldiklerinde sekiz aylık gebe karısı Esma kıl çadırın önüne gölgeliğe oturmuş ip eğiriyordu. Onları güler yüzle karşıladı. Buyur edip ayran ikram etti.
“Hayrola ağalar, Kerim beyimi mi ararsınız? İçeride uyur sabahtan beri; gece çok yorulmuş.”
“Ne yapmış da yorulmuş bu kadar bacı?”
Soru komutandan gelmişti.
“Aman sorma ağam bir tembel atımız var serinlikte biraz koşturayım dedi çıktı. Meğer fazla uzaklaşmış, dönerken de at yardan yuvarlanmış nalı çıkmış. Zar zor sabaha karşı geldi eve. Uyur işte horlaya horlaya. Duydunuz değil mi Gülderen’in başına geleni? Çok severdim, yüreğimi yaktı acı haberi. Bana çok yardım ederdi gül kokulum. Karındaşım gibi olduydu. Benim bu obada kimim kimsem yok, her ihtiyacımda Gülderen koşar gelirdi. Melek gibiydi yavrum. Ah bu kötülüğü ona yapanlar iki cihanda da lanetlensinler inşallah.”
“Ne var yenge komutan ne istiyor senden?”
Kerim’in on altı yaşındaki kardeşi Kenan çadırın arkasından çıktı geldi yanlarına.
“Gel bakalım Kenan şu yeni nallattığın atı bir göster bana.”
“Hah! Sen ata bak Subaşı. Ben de Kerim’le bir konuşayım bakalım ne diyecek dün gece için. Fakat çabuk olalım Bey infaz için fazla beklemeyecektir.”
Kerim, karısının söylediklerini aynen tekrar ediyor, av lafını kardeşinin uydurduğunu, herhalde yanlış anladığını söylüyor, başka laf etmiyordu. Hatta öfkelenmişti de biraz. Hamit ağa az daha ısrar ederse yumruğu suratına yiyeceğinden korkar olmuştu fakat bir tuhaf hali de yok değildi hani Kerim’in. Yalan söyleyen insanların yaptığı gibi gözlerini kaçırıyor, ellerini kollarını ha bire sallayıp sanki dikkat dağıtıyordu. Hamit ağanın dikkatini çeken Kerim’in öfkesinin azlığı oldu doğrusu. Kendine böyle bir şey söylense o çadırı söyleyenin başına yıkar, dilini boğazından çeker, burnundan sokardı. Fakat yapacak bir şey yoktu, bir sonuç elde edemediğini düşünerek ama daha da şüphe dolu bir halde ayrılıyordu ki çadırdan Subaşı içeri girdi. Girer girmez de Kerim’in yakasına sarıldı.
“Bre insafsız namussuz sen yaptın ha? Nasıl kıydın bre melun küçücük kıza nasıl kıydın?”
“Ben yapmadım,” diyordu Kerim ama Subaşı boğazını o kadar sıkıyordu ki sesi çıkmıyordu. Sadece bir hırıltı duyuluyordu o kadar. Nefesi kesilmiş gözleri pörtlemiş Esma’nın çığlıklarına bütün oba toplanmış Kerim’i öfkeli adamın elinden alamıyorlardı.
“Onun yaptığını nereden anladın?” diye bağırdı Hamit ağa
Subaşı diğer avcunda tuttuğu şeyi atıverdi yere. Bir bölük örgü sarı saç mahzun süzüldü havada insanların önünde yere düştü. Ucunda anasının ördüğü mavi bağ ben Gülderen’e aitim diye bağırıyordu sanki.
“Bunu atın terkisinde buldum, içine bağlamış mendebur,” daha bir hırsla sıktı boğazını Kerim’in
“Durun!” diye haykırdı arkalardan ince bir ses. Kerim’in kardeşi Kenan, “Durun o yapmadı ben yaptım. Ben öldürdüm Gülderen’i.”
Bir anda bütün başlar ona döndü. Komutan tam bırakmasa da gevşetti ellerini Kerimin boynunda. Kenan pişmanlık içinde çöktü toprağa ağlayarak, dövünerek anlattı.
“Gülderen’e sevdalandım ben ama o hiç yüz vermiyordu. Yalvardım dinlemedi, hediyeler aldım çerçiden istemedi gözü beni görmüyordu aklı fikri oyunda, koşmacadaydı. Dün gece çadırlarının oraya gittim. Sıcak diye talvarda uyuyordu Gülderen. Anası ve kardeşi de yanındaydı. Uzun uzun seyrettim, bir ara hacet gidermek için kalktı güzelim. Fırsat bu deyip arkadan yakaladım ağzını kapayıp çalılığa sürükledim. Direndi çok direndi ama ben güçlüydüm tam olarak hatırlayamıyorum ne yaptığımı kendime geldiğimde Gülderen ağlıyor her şeyi Bey’e anlatacağını, boynumu vurduracağını, etlerimi lime lime ettireceğini söylüyor, bağırıyordu. Birileri duyacak diye korktum, üstüne abanıp susturmaya çalıştım fakat o bağırıyordu. Elime kemeri geçti dolayıp boynuna sıktım. Niyetim susturmaktı vallahi. Başka niyetim yoktu. Sevdalımdı benim. Yârim olacaktı, hanımım olacaktı fakat bu kadar zayıf olduğunu bilemedim. Ben bastırdım sussun diye, birden elimin altında kırılıverdi boynu, soluverdi yüzü, gözlerinin feri sönüverdi hemen. Ne yaptığımı anlamıştım. Çok üzüldüm, çok ağladım ama nafile… O sırada beni aramaya gelen abimi gördüm. Ona seslendim durumu anlattım. Çok korktuğumu söyledim. Beni önce bir güzel dövdü sonra çare düşündü gidip atını getirdi Gülderen’i arkasına bağladık bağlarken bir bölük saçını kestim atın terkisine sakladım. Öpüp koklayacaktım, onu anacaktım, yasını tutacaktım. Ata abimle ikimiz bindik obadan ayrılıp dere yatağına yollandık. Giderken ağırlığımızdan olacak hayvan ayağını kayaya çarptı. O anda fark etmedik ama nalı düşmüş. Gülderen’i dere yatağına attık sonra da başka yoldan geri döndük. Nalın düştüğünü sabah fark ettim. Nalbanta götürdüm işte böyle oldu beyim. Abimin bir kabahati yoktur bırakın onu. O sadece beni kurtarmaya çalışıyordu.”
Oba halkı susmuş, etraf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Kimse kıpırdayamıyor sanki bir hareket yapsalar dünya başlarına yıkılacakmış gibi öylece duruyorlardı. Sessizliğin ortasında Gülderen’in anasının sesi gök gürültüsü gibi gürledi bir anda.
“Gülderen’im kınalı kuzum! Onu yıkanları siz de yıkın kuzumun kanına kan isterim!”
Subaşı silkindi ahali kardeşlerin üzerine çullanmadan askerlere işaret etti. Kerim ile Kenan’ı yaka paça tutup götürdüler. Şimdi dövünenlerin ağlayıp feryat edenlerin arasına sekiz aylık gebe Esma’da katılmıştı.
Çinici ve Çerçi hemen serbest bırakıldılar. Bin bir özürle ağırlandılar. Karınları doyuruldu. Yırtılan, kirlenen giysileri yenileriyle değiştirildi. Birkaç gün kalıp misafir olmaları istendi ama durmadılar orada. İkisi de ölümün ucuna geldikleri bu yerden bir an önce kaçıp kurtulmak istediler. Çerçi başka yere uğramayacaktı artık.Bir an önce Kütahya’ya varmak, dinlenmek, yaşadıkları kâbusu unutmak istiyordu.
Çinici, “Varan iki,” diye düşündü. İkidir dönüyordu ölümün kıyısından. Demek yiyecek lokması bitmemişti daha bu dünyada. “Ya nasip ya kısmet,” diyerek girdi Kütahya ilinin kapısından.
Kütahya, Germiyanoğlu Beyliği’nin başşehri güzel Kütahya. Yemyeşil ormanları avcılar cenneti, buz gibi suların aktığı pınarları ab-ı hayat çeşmesi, tarlaları besleyen ırmağı bereket kaynağı ve sanatçı ruhlu, çelebi ama çelebi olduğu kadar gözü pek, savaşta düşmana aman vermeyen kahraman halkıyla ünlü bir güzel belde. Başında güçlü bir sultan Yakup Bey. O bey ki koskoca Bizans’ı dize getirmiş, Karamanlılar’ ı susturmuş Osmanlı’ya kök söktüren Germiyanoğlu Yakup Bey. Şimdi şehri mamur etmek için camiler, medreseler, hanlar hamamlar yaptırıyor, bunların güzelliği için de içlerini çiniyle donatıyordu.
Çini atölyelerinin yan yana sıralandığı meşhur sokağı kısa sürede buldu Ahmed. Hangisine girsem de niyetimi söylesem diye gezinirken, “Ne ararsın yabancı?” diyen bir sesle sesin sahibine döndü. Keskin ve meraklı bakışlarla kendini süzen bir ihtiyardı karşısındaki. Ona Kotion’dan geldiğini çini ustası olduğunu Yakup Bey’in yeni yaptıracağı cami için çalışmak istediğini söyledi. İhtiyar dik dik baktı yüzüne.
“Dediğin gibi usta mısın gerçekten?”
“Olmasam demezdim ihtiyar. Hem sen kimsin ki bana soru sorarsın?”
“Gel bakalım önce bir ustalığını görelim sonra öğrenirsin nasılsa benim kim olduğumu.”
Yapacak başka bir şeyi olmadığından ihtiyarın peşine takılıp çini atölyelerinden birine girdi delikanlı. Şimdiye kadar hiç bu kadar büyük atölye görmemişti. Önce etrafı gezdirdi ona ihtiyar. Girişte rahlelerin üzerinde çini yazan ustalar gördü. Kimi tahrir çekiyor kimi boyuyor kimi de sırlıyordu çinileri. Atölyenin arkası çamur deryasıydı sanki her yerde kile bulanmış ustalar kili önce çamur sonra hamur haline getiriyorlardı maharetle. Hamurun çeşitli şekillerde kesilişini izledi bir müddet. O şimdiye kadar ya kare ya da dikdörtgen yapmıştı çinilerini oysa burada kalıplara döküp yıldız, yuvarlak, üçgen, beşgen çeşitli şekillerde çıkarıyorlardı çini çamurunu. Hayran kalmıştı Ahmed. Kütahya hakikaten çininin başşehriydi. Sıra fırınlara geldiğinde yan yana sıralanmış kuyuları gördüğünde yutkundu. O bir kuyu fırını ile zor baş ediyordu, burada en az beş fırın vardı. Daha ilerde bir beş fırın daha gördü. Vay canına! Bunlarda sırlama fırınlarıydı anlaşılan.
“Ne ileri teknik,” diye düşündü hayranlıkla. Böylece hiç zaman kaybetmiyorlardı. Hamur pişince hemen boyanıyor, sırlanıp sır fırınına atılıyor, hiç beklemeden seri bir şekilde çıkıyordu çiniler. Fırından çıkmış, işi bitmiş çini panolara bakarken çiniye duyduğu aşkla gülümsedi. İhtiyar onun heyecanını anladı,
“Gel bakalım delikanlı sen de bizdensin anlaşılan. Söyle bakalım sen çamurcu musun, bezemeci misin, sırcı mı yoksa boyacı mısın?”
“Ben hepsiyim ağam. Kotion’da hepsini ben tek başıma yaparım. Burada da hangisi derseniz onda çalışırım.”
Bunu derken gözleri boyacılara doğru kayıyor, renk renk boyaların durduğu tezgahlardan gözlerini alamıyordu. İhtiyar güldü, “Anlaşıldı seni boyada deneyeceğiz önce. Ne dersin eline bir desen versem çiniye işleyebilir misin?”
Zil takıp oynayacaktı neredeyse Ahmed. Hemen işe koyuldu. Parşömene çizilmiş deseni kuşağından çıkardığı iğnesiyle deldi bir güzel. Sonra çiniye yayıp kömür tozuyla bir güzel geçirdi levhaya. Ardından başladı siyah boyayla tahrir çekmeye. Tahrir işi bitince ihtiyar yeniden geldi yaptığı kururken ona tahriri çekilmiş başka bir parça uzattı sıra boyamaya gelmişti artık. “Canım ne renk isterse boyayabilir miyim?” diye sordu çekinerek. Aldığı olumlu cevap üzerine maviye aşık çinici vurdu renkleri çiniye. İşi bitmiş ama heyecanı bitmemişti. Ahibaşı olduğunu öğrendiği ihtiyar sonuçtan memnundu ki ertesi günü gelip işe başlamasını istedi. Yevmiye az iş çoktu ama umurunda değildi Ahmed’ in. Akşam vakti Kütahya sokaklarında kalacak bir yer aradı. Bir şerbetçinin yardımıyla iyi kötü bir odacık bulup sığındı.
Kısa sürede kendini göstermiş yeteneği ile boyacıların arasında sivrilmişti Çinici Ahmed. Sadece boyamakla kalmıyor boya bilgisi sayesinde kullanacakları boyaları hazırlıyor, onu ona katıp renk tonları çıkarıyordu. Kuruttuğu sarı sığırgözlerini getirdi bir gün atölyeye. Herkesin öğlen azığını yemek için bir köşeye çekildiği sırada o, otları havana koyup iyice ezdi sonra başka bir havanda toz göz taşını kireç ve suyla karıştırıp gri bir renk alana kadar dövdü; elde ettiği karışıma ezdiği sığırgözlerini karıştırarak yavaş yavaş eklediği su ile macun kıvamına gelene kadar karıştırdı. Tokmağın altında ezilen malzemeler bir müddet sonra tatlı bir maviye dönüşmeye başladılar.
“Şimdi öyle mavi mavi duruyorsunuz da bakalım pişince de böyle mavi olacak mısınız?” Bir taraftan söyleniyor bir taraftan çamur halindeki kilden bir miktar alıp usulca döküyordu boyaların içine. Sır için hazırlanmış cam bulamacından da ekledikten sonra boyası pişmeye hazırdı artık. Önce pişecek sonra çiniye sürülecekti.
Daha önceden hazırladığı bugün fırınlanacak diğer renklerin arasına itinayla koydu yeni hazırladığı boyasını. Eğer bunda başarılı olur istediği o parlak gök mavisini bulursa Kütahya’da nam salardı. Ertesi gün heyecanla geldi atölyeye. Boyası fırından çıkmış hazırdı artık. Bir numune parça alıp boyadı Ahmed. Bir gün daha beklemesi gerekecekti şimdi. Çinisini fırına tekrar verdi. Hele bu fırından da çıksın sonra sırlanacak yeniden bekleyecekti son kez pişmesini. Çini sabır isterdi ateşle imtihanıydı toprağın. Kil verir gül alırsın ateşten derdi eski bir usta.
Beklemenin zor yanı zamanın yavaş geçmesiydi fakat geçti yine de. Sırlanmış çini pırıl pırıl bir gök mavisiyle gülümsüyordu şimdi ona. Bütün atölye başına toplandı. Nasıl yaptığını merak ediyor yeni elde edilen bu mavi karşısında hayranlıkla duruyorlardı. Söylemedi doğal olarak karışımının sırrını. Reçete ona ait boya ona aitti niye söylesindi ki?
Yakup Han’ın önemle üzerinde durduğu Vacidiye Medresesinin bitimine az bir süre kaldığından nöbetleşe sabahlıyorlardı artık atölyede. Sıranın onda olduğu bir akşam kendini çalışmaya vermişken aniden başına aldığı bir darbe ile kendinden geçiverdi çinici. Ne kadar süre bu halde kaldığını bilmiyordu fakat ayıldığında sarı sığırgözlerinin yerinde yeller esiyordu. Aklına ilk gelen reçetesinin çalındığı oldu. Koşup devriye gezen askerlere haber vermek istedi sonra aklına hırsızın çinici arkadaşlarından başkası olamayacağı geldi. Onlardan başka kimsenin işine yaramazdı. Belki de hata etmişti reçetesini saklamakla. Bencillikti yaptığı; paylaşmalıydı oysa. Hem canım, canından daha kıymetli değildi ya bir boya, varsın kullansınlar diye düşündü; zaten aklında yepyeni bir reçete vardı. Bu kez patlıcan moru yapmak istiyordu. İçini ferahlatmak için su içerken birden aklına geldi eğer göztaşını fazla koyarlarsa çıkan dumandan Allah korusun…
Panik halde çıktı atölyeden. Etrafına bakınırken karanlık gecede tek ışığın en uçtaki binadan geldiğini fark edip koşturdu. İçeriden kilitlenmiş kapıyı yumrukladı cevap alamayınca omuzlayıp kırdı. Yerde yatan iki çiniciyi görünce korktuğunun başına geldiğini anladı. İçerisi hala göztaşının zehirli dumanıyla doluydu. Kapıyı ve pencereleri açıp yardım aramak için mahalleye koştu.
Olan olmuş iki çini ustası hırslarının kurbanı olup hırsızlıklarının bedelini canlarıyla ödemişlerdi. Bu olay Çinici Ahmed’ in ününün Yakup Bey’e kadar ulaşmasını sağladı. Bu sayede yapılacak yeni caminin çinilerinin sorumluluğu tamamen ona verildi. Cami tamamlandığında bu olayların üzerinden tam üç yıl geçmişti. Anasından ve doğup büyüdüğü Kotion’ dan ayrı geçen üç yıl.
Yakup Bey yaptırdığı camide ilk Cuma namazını davet ettiği beyler ile kıldı. Davetliler namazdan sonra caminin çinilerine, çinilerde kullanılan mavilere, o güne kadar çinide hiç görmedikleri patlıcan moruna hayran kaldılar. Bu maharetli ustayı merak etmişlerdi. Yakup Bey, Ahmed’ i çağırtıp gururla tanıştırdı onlarla. Konuklar arasında Kotion’ un sahavetli beyi Aslan Bey’de vardı. Bu yetenekli ustanın hemşerisi olduğunu öğrenince çok ilgilendi. O da yeni bir köşk yaptırıyordu nehir kenarına. Doğrusu böyle çinilerle süslenmiş odalar köşkün güzelliğine güzellik katardı. Düşüncesini çekinerek paylaştı Yakup Bey’le ve ustasını ona gönderip gönderemeyeceğini sordu. Yakup Bey için sorun yoktu. Kotion da Germiyan’ın bir parçasıydı ve oraya da yapılacak bir güzel bina Germiyan’ın değerini artırırdı. Kolayca izin verdi Ahmed ve ekibinin gitmesine.
Gitmek istemiyordu Ahmed. Ölüm kol geziyor olabilirdi Kotion’da fakat emir büyük yerden gelmişti cılız birkaç itirazdan sonra çaresiz dahil oldu Aslan Bey’in konvoyuna.
Anasının sevinci görülecek şeydi doğrusu. Yaşlı kadın sevinçten hem ağlıyor hem gülüyor ölmeden oğluna kavuşmuş olmanın heyecanı ve şaşkınlığıyla ne yapacağını bilemiyordu.
Aslan Bey, yaptırdığı yeni köşkte ailesi ile kalıyor, köşkün bir kısmını Bey sıfatıyla resmi işlerde kullanıyordu. Ahmed ’den istediği Köşkün geniş arazisi içinde bir yere Kütahya’dakilere benzer bir çini atölyesi kurması ve gece gündüz başında kalmasıydı. Böylece sanat ve gönül insanlarını çevresine toplama gayreti de birkaç sazende ve mevleviden ileriye gidecekti.
Çinici Ahmed korkularını ve evhamlarını unutmaya çabalayarak işe başladı. Umudu, geçen sürenin burada da şahit olduğu şeyi unutturmuş olmasıydı. İlk günler uçan kuştan bile ürkerek çalıştı. Zamanla alıştı ve korkularının boşa olduğunu düşünerek rahatladı. Birkaç ay içinde atölyeyi kurmayı başardı Kotion’dan ve Kütahya’dan bulduğu ustalar ile de ekibini zenginleştirdi. Artık çamurlar karılıp kalıplara basılıyor desenler çizilip levhalara, panolara işleniyordu. Köşkün alt katındaki büyük salon için bir av sahnesi istemişti Aslan Bey. Hedefleri bunu gerçekleştirmekti şimdi.
Kış, atölyenin hazırlanması bahar, çalışmaların başlaması ile geçmiş sıcak yaz günleri gelip çatmıştı. Havanın nasıl olduğunu umursamadan çalışıyordu Ahmed. İşi bir an önce bitirebilirse belki yeniden Kütahya’ya dönmesine izin verilirdi. Her ne kadar rahatlasa da ölüm korkusunu içinden atmak o kadar kolay değildi. Çalışmaktan yorulduğu ve sıcaktan bunaldığı bir gece köşkün geniş bahçesinde gezintiye çıktı. Arkasında bıraktığı meyve ağaçlarının arasından gelen bir ses korkuyla sıçramasına sebep oldu. Dikkatle dinleyince bunun bir ağlama sesi olduğunu anladı, meraklanıp o tarafa yöneldi. Genç bir kız başını ellerinin arasına almış hem söyleniyor hem ağlıyordu.
“Ah benim aptal kafam niye dikkatli dinlemezsin ki? Şimdi nasıl söyleyeceksin bakalım isimleri? İyice baksaydın ya iyice öğrenseydin ya. Hem hocaya hem cariyelere rezil olacaksın şimdi.”
Otların hışırdaması ile korkuyla etrafına bakındı kız. “Kim var orada? Nazik Kalfa sen misin?”
Ağaçlarından arasından geyik boynuzlu börkü ve çekingen suratıyla çıkan Ahmed, kızın daha da korkmasına sebep oldu. Kız tam bağıracaktı ki “Korkma benden hanım,” dedi. “Bahçede geziniyordum ağlamanı duydum. Yardım lazım mı diye bakmaya geldim. Hemen giderim istemezsen.”
Karşısına çıkanın pek korkulacak biri olmadığını anlasa da tedbiri elden bırakmadan oturduğu yerden kalkıp birkaç adım geri çekilen genç kız, “Kimsin sen? Ne işin var bu saatte köşkün bahçesinde?”
Çinici olduğunu atölyede çalıştığını çabucak anlattı Ahmed. Obada başına gelenlerden sonra kadınlara karşı çok mesafeli davranıyordu. Hemen kaçıp gitmek istedi ama kızın güzelliği büyülemişti sanki onu gidemedi.
“Ya sen kimsin güzel kız? Bu saate senin ne işin var bahçede? Neden ağlıyorsun derdin ne?”
“Ben…” dedi kız kim olduğunu söyleyip söylememekte tereddüt ederek, “Ben Aydilge Hatun’um.”
Karanlık olmasa çinicinin sarardığını görüp şaşırırdı Aydilge ama göremedi tabii.
“Aslan beyin kızı Aydilge Hatun musun sen? Kusura bakma hanımım ben bilemedim.”
Delikanlının telaşı güldürdü kızı. “O kadar korkma canım ben adam yemem. Şurada oturmuş derdime ağlarım. Merak etme seni de ele vermem. Sende beni vermezsen tabii.”
Genç kızın samimiyeti ile yatışan delikanlı yüreğinin çarpmasına engel olamadan bir adım yaklaştı kıza.
“Derdini söyle bana sultanım belki de derman olurum.”
“Ah sorma Çinici babam dersler aldırıyor bana. Bir abim rahmetli oldu malum. Hüsrev abim de savaşta, ses yok seda yok. Allah korusun yaşlı babamın da başına bir şey gelirse yeğenlerim daha çok küçük olduklarından abim dönene kadar buraların idaresi bana kalırmış. İşte bu nedenle her şeyi öğrenmeliymişim. Çeşit çeşit hocalardan dersler alıyorum. Hesap ilminden, yer ilmine, savaş düzeninden, para işlerine hatta gök bilimine kadar. Fakat ben bugün hocayı dikkatli dinleyemedim, yıldızların isimlerini öğrenemedim. Yarın hocam soracak; ben ona ne cevap vereceğim? Rezil olacağım koca köşke. İşte derdim bu Çinici. Söyle, derman olabilecek misin bana?”
Beyaz dişlerini göstererek gülümsedi Ahmed. “Kolaymış hanımım. Ben bilirim hepsini. Babam öğretmişti zamanında. İzin verirseniz yanınıza geleyim, tek tek söyleyip size ezber ettireyim hatta bakalım gökyüzüne görelim.”
İki genç sabahın ilk ışıkları çıkıp yıldızlar kaybolana kadar konuştular. Ahmed bildiği bütün yıldızları öğretti kıza. Aydilge halinden memnun teşekkür etti. “Seni unutmayacağım Çinici.”
Ahmed, nasıl söylediğine kendisinin de hayret ettiği bir cesaretle, “O zaman yarın gece yine gel belki diğer derslerinde de yardım ederim. Toprağın sesini dinlemeyi öğretirim, boyaları renkleri anlatırım,” deyiverdi.
Genç kız işveli bir gülüşle köşke doğru koşarken, “Bekle bakalım belki de gelirim,” deyip kayboldu ağaçların arasında.
Güneş başka bir ışıltıyla doğmuş, yel başka bir esintiyle esiyordu sanki. İçindeki coşku Ahmed’i sarıyor, işlerin bir an önce bitmesi ve akşamın olması için acele ediyordu. Koşarak çalışırsa ya da ne bileyim yemeğini hızlı yerse akşam daha çabuk olacak, karanlık daha çabuk çökecekmiş gibi geliyordu ona. Geceyi hiç bu kadar hevesle beklememişti. İster koş, ister dur zaman kendi doğrultusunda akıyordu. Ne beklemeye ne telaşa gerek vardı ama Ahmed’ in bir kuş gibi çırpınan yüreği laf anlamıyordu. Nihayet gece geldi, şimdi daha heyecanlı daha endişeli bir bekleyiş başlamıştı.
“Ya gelmezse?”
Ağaçların arasından duyulan hışırtılı ipek sesleri tüm endişelerini sonlandırdı. Şimdi sevinç ve aşkla çarpıyordu yüreği. İki genç o gece ve sonraki her gece buluştular. Aydilge Hatun herkesin uyumasını bekleyip odasının penceresinden karşıki ağaca, oradan da yere çocukluğundan beri alışkın olduğu için maharetle süzülüyor, kimseye görünmeden ve nöbetçilere yakalanmadan bahçenin diğer ucuna meyveliğe kadar koşuyordu. Ahmed’se diğer ustalarla birlikte kaldığı küçük konuttan herkes uyuduktan sonra dışarı çıkıyor, o da koşarak meyveliğe gidiyordu. Elma, armut, şeftali ağaçları gençlerin sevdalarının tek tanığıydı. Günler hatta aylar geçmiş köşkün çinileri teker teker tamamlanırken iki gencin sevdaları önüne geçilmez bir hal almıştı. Bu böyle bahçe köşelerinde gizlice buluşularak giderilecek bir heves değildi. Aydilge ile evlenmek için niyetini kıza söylediğinde gözyaşları ile karşılamıştı güzel kız. Onun da dileği aynıydı fakat nasıl olacaktı bu evlilik kestiremiyordu.
“Eğer babamla konuşacaksan abim Hüsrev seferden dönmeden önce konuşmalısın. Dönüş yolunda olduğuna dair haberler var. Eğer gelirse bu işe asla onay vermez; lakin babam yumuşak huyludur, sevdamızı bir iyi anlatırsan dayanamayıp izin verebilir. O olur dedikten sonra abim değil kim gelirse gelsin umurumda olmaz hemen evleniriz.”
İyiydi güzeldi de Aslan Bey’e gidip “Ben kızınla evlenmek istiyorum,” demek kolay değildi. Anasını gönderse saray adabı bilmeyen yaşlı kadın bir pot kırar, olacak işi olmaza çevirebilirdi. Kendisi hiç yapamazdı. En iyisi bu işi Kadı Erman Efendi’ye söylemek ondan rica etmek olacaktı. Kadı, çini sanatına meraklı olduğundan atölye kurulduğundan beri haftada birkaç kez gelip yanlarında çalışıyor, çiniler boyuyordu. Hatta bir hat levha yapmıştı ki değme çiniciler yapamazdı. Sanatın yakınlaştırdığı iki insan olarak sohbet ve muhabbette yakın arkadaşları aratmaz olmuşlardı.
“Yarın Kadı Efendi atölyeye gelecek onunla konuşacağım. Aslan Bey, Kadıyı sever sözünü dinler, bu işi ancak onunla halledebilirim.”
İki genç Kadı Efendi’yi aracı koyup sevdalarını Aslan Bey’e duyurmaya karar verdikleri gece bozkırın ortasında atlı süvariler, yayan piyadeler tozu dumana katarak yol almaya devam ediyorlardı. Çok yaklaşmışlardı Kotion’a. Birlik üç yıldır seferdeydi Nihayet Karamanoğlu’nu yenmiş Germiyan topraklarından sürmüşlerdi. Yıllardır ailelerinden uzak savaşçılar bir gece daha dışarıda geçirmek istemiyor, gönüllü olarak mola vermeden at sürüyor ya da yürüyorlardı. Az kalmıştı… Bundan sonraki molayı eşlerinin çocuklarının yanında vereceklerdi inşallah.
Çinici Ahmed, atölyenin önünde bir ileri bir geri giderek heyecanla Kadıyı beklerken davul sesleri kösler ortalığı inletmeye başladı. Bir anda ortalık bayram yerine dönmüş ne olduğunu anlayamayan Ahmed de kalabalığın içine karışıp sokağa fırlamıştı. Kotion ’un muzaffer askerleri evlerine dönüyorlardı. Bütün ahali onları karşılamak için sokaklara döküldü. Dualarla, davullarla neşe ve gururla girdiler beldeye savaşçılar. Aslan Bey onları beldenin merkezinde ayakta karşıladı. Atından atlayıp önünde diz çöken oğlu Hüsrev’i omuzlarından tutup kaldırdı, alnına kondurduğu dudakları ile karşılayıp “Hoş geldin Oğul,” dedi. Sonrası cümbüş kıyamet. Ailesine kavuşanlar sevinçle kucaklaşıyor, minarelerden müjde salaları okunuyor, çalgıcılar çalıyor halk eğleniyordu. Aslan Bey’in emriyle kazanlar kuruldu, koyunlar, danalar kesilip pilavlar pişti. Halka bol kepçe yemekler dağıtıldı. Bugün zafer kazananlar dönmüştü, şimdi bayram zamanıydı.
Ahmed bahçede sessiz bir köşe bulmuş oraya büzülmüş kara kara ne yapacağını düşünüyordu bu kargaşanın arasında. Ne demişti Aydilge, “Abim izin vermez, o gelmeden halletmeli.” Ama edememişti işte… Hüsrev dönmüştü. Kadı efendi tek çaresiydi. Şu şamata dağılsın, ortalık sakinleşsin tez zamanda konuşacaktı Kadıyla. Sevdaydı onlarınki, ne yapsınlardı yani, ayrılıp kara sevdaya mı düşsünlerdi? Leyla ile Mecnun gibi çöllere mi vursunlardı kendilerini? Mutlaka anlarlardı hallerinden, mutlaka verirlerdi Aydilge’sini ona.
Kadı efendinin atölyeye geldiği ilk seferde utana sıkıla anlattı derdini Çinici. Kadının yüzü kararmıştı. Doğrusu pek ümit verici de konuşmadı fakat Ahmed’ in ısrarına da dayanamadı. Aslan Bey’e durumu anlatacağına söz verdi. Sıra yine beklemeye gelmişti. Ne zordu yarabbi şu beklemek.
Kadıdan haber beklerken, haber yerine bir alayla muzaffer kumandan Hüsrev Cakşı atölyeyi ziyarete geldi. Tüm atölye çalışanları tek sıra karşısında durdular, temenna ile kendilerini tanıtıp yaptıkları işi anlattılar. Kumandan kaftanının eteğini havalandırarak geriye itti ve gelip tam Ahmed’ in karşısında durdu. Gözlerini yüzüne dikip dikkatli bakışlarla inceledi.
“Kardeşime talip olan usta sen misin?”
Bütün cesaretini toplayıp başını kaldırdı genç adam. Hüsrev’le göz göze geldiler evet anlamında başını sallayıp yeniden yere baktı Ahmed.
“O iş olmaz usta sen söylememiş ol biz de duymamış olalım. Davul dengi dengine vurur bilmez misin? Babamın hatırına densizliğine bu seferlik ses çıkartmıyorum ama sana on gün müsaade tamamla çinileri sonra da nereye gidersen git, gözümün önünden kaybol.”
Hayalleri sırça köşkler gibi yıkılmıştı çinicinin, çare yoktu biliyordu. Aydilge sıradan bir kız olsa alır kaçırırdı onu, giderlerdi uzak diyarlara, kurarlardı yuvalarını fakat Aydilge, bey kızıydı hem de Aslan Bey’in kızı. Koymazlardı onları birbirlerine. Kendi canından olduğu yetmezmiş gibi Aydilge’yi de ederdi canından. Kıyamazdı ona çinici, korku içinde yaşamanın ne demek olduğunu ondan daha iyi kim bilebilirdi ki? Böyle bir zulme mecbur bırakamazdı Aydilge’sini. Sevdiğinin bahçeye bile çıkamadığı o gece sabaha kadar düşündü ve işini bir an önce bitirip kaybolmaya karar verdi. Kaybolacaktı ama Aydilge’ye bir mesaj bırakmadan da gitmeyecekti.
On gün su gibi geçti, köşkün alt kat salonunda Aslan Bey’in istediği av sahneli levhanın son çinisini yapıştırırken gözlerine dolan yaşları engelleyemedi Ahmed. Hüsrev Cakşı geldikten sonra bir kere bile görememişti sevdiğini. Göremeden de gidecekti anlaşılan. Son kez baktı yaptığı işe çok güzel olmuştu. Maviler, tonlara ayrılarak dans ediyordu adeta. Kilin üzerinde sırın parlaklığı neredeyse yıldızları kıskandıracaktı. Birden arkasında bir hışırtı hissetti. Gelen kim diye bakamadan boynuna dolanan ip kesti nefesini, bir hırıltı çıktı boğazından. Gözleri çinilerine takılı, kalbi sevdasında terk ediverdi bu dünyayı Çinici Ahmed. Cesedi bile bulunmazdı eğer Aydilge rüyasında görmese. Çığlıklarla uyandı genç kız yatağından fırlayıp kendini durdurmak isteyen nöbetçileri, peşinden koşan hizmetkârları aşıp bahçeye fırladı. Meyveliğin sonundaki kör kuyuya kadar koştu varınca da düştü bayıldı. Kör kuyunun içine bakan muhafızlar Çinici Ahmed’ in gözleri açık gitmiş cesedini buldular. Aydilge’den başka kimse öldürüldüğünü düşünmedi. Sevdasından attı kendini kuyuya dediler, namazını bile kılmadan babasının yanına gömüverdiler.
Biliyordu Aydilge, Ahmed böyle şey yapmazdı muhakkak başına bir şey gelmiş bir nankör elin kurbanı olmuştu. Sevdasından ve sevdiğinin acısından çıra gibi yanan genç kızı bir tek o çinili oda teselli edebiliyordu. Sevdiğinin ellerinin değdiği çinilere o da ellerini yüzünü sürüyor çininin boya kokusunda sanki sevdiğinin kokusunu duyuyordu.
Yine böyle ağlayarak çinilere elini yüzünü sürerken birden bir şey fark etti. Bu levha bir av sahnesiydi doğru fakat yıldız levhalar, onlardaki figürler sanki bir hikaye anlatıyor sanki bir mesaj veriyorlardı. Genç kız sevdiğinin kendisine bir mesaj bıraktığını anladı.
Aslan Bey, Hüsrev Cakşı’yı çinili salona çağırtmıştı o gün. Kulağına babasının önemli bir meseleyi onunla konuşacağı bilgisi gelmişti Hüsrev’in. Sakın aylardır beklediği şey gerçekleşiyor olmasın? Nihayet yaşlandığını anlayıp kenara çekiliyordu belki babası ve ona devrediyordu beldenin yönetimini. Bey olacaktı nihayet, yoksa böyle akşam vakti niye çağırsındı ki apar topar onu? Sırmalı kaftanının önünü sağdan sola kapatırken heyecandan titriyordu elleri. Hizmetkarı koştu yardımına özenle giydirdi efendisini. Başına sırmalı uçları kanat biçiminde kıvrılmış börkünü taktı; ayağında çizmeleri, belinde hiç eksik olmayan dedesinin verdiği hançeri ile çinili salonun yolunu tuttu.
Babası salonun nerdeyse tam ortasına konulmuş büyük minderin üstüne bağdaş kurmuş oturmuştu. Sağ yanında veziri sayılan akıl danışmanı Abdül Kerim Efendi sol yanında ise Kadı Efendi vardı. Babasının tam arkasında tam teçhizatlı iki yiğit, elleri kılıçlarının kınında nöbetteydiler. Kapının yanında yine iki yiğit bekliyordu. Odanın sağ tarafında çinili panonun önünde kız kardeşi Aydilge, mahzun yüzü kibar bedeniyle saz gibi salınarak dikiliyordu. Onun neden orada olduğuna pek anlam veremese de beyliği ona vereceklerinden emindi artık. Yüzüne yayılan gülümsemesine engel olamadan diz çöktü babasının karşısında.
“Beni emretmişsiniz, buyurun Bey babam.”
Babası elini uzattı, öptü Hüsrev. Başına koyarken göz ucuyla baktı babasının yüzüne. Tuhaf bir hal vardı, kızgın dese kızgın değil daha çok kederli gibi.
Kolay değil tabii diye düşündü, beylikten vazgeçip bir köşede ölümü beklemeye karar vermek. Babasının yaşlı ama gür sesi düşüncelerinden uzaklaştırdı onu.
“Seni buraya Aydilge’nin anlatacağı hikayeyi dinlemen için çağırdım Hüsrev. Bakalım ilgini çekecek mi?”
Şaşırmıştı ama belli etmemeye çalıştı, bey olunca Aydilge’yi Karamanoğlu Beyi’nin yeğenine verip onlarla akraba olacak böylece Kotion‘un sırtını sağlama alacaktı. O nedenle şimdilik kardeşine iyi davranmalı gönlünü almalıydı. Ayağa kalkıp Kadı Efendinin yanına dikildi; gözünü Aydilge ’ye dikti.
Babasının “başla” işaretinden sonra genç kız titrek bir sesle anlatmaya başladı.
“Bu çinilerde anlatılan bir av sahnesi. Hepimiz ilk bakışta öyle görüyoruz fakat ben bu salonda günlerimi gecelerimi geçirdim. Bu çinilerin her birine elimi yüzümü sürüp dikkatlice baktım ve gördüm ki burada anlatılan yalnızca bir av sahnesi değildir. Burada bir mesaj vardır.”
Danışman Abdül Kerim Efendi, “Neymiş o mesaj Aydilge Hatun? De hele de biz de bilelim. Ben parlak mavi çinilerden başka bir şey görmüyorum.”
“Sabırlı olun şimdi anlatacağım, siz de anlayacaksınız.”
Kederli bakışlarını önce abisine sonra babasına dikip yeniden anlattı Aydilge.
“Sol baştan başlayacağım anlatmaya. Bu panodaki her yıldız çinide bir işaret var ve bir şeyi simgeliyor. Kimi bir insanı, kimi bir silahı, kimi de bir olayı. Bakın şimdi şu yıldız çinide görülen geyiğin boynuzlarına bakın, bu boynuzları daha önce bir yerde gördünüz mü?”
Kadı efendi, “Sanki görmüş gibiyim ama hatırlamadım neymiş?”
“Ölen Çiniciyi hatırla Kadı Efendi siz iki iyi arkadaştınız. Hatırla bakalım bu boynuzlar neydi?”
“A!” dedi heyecanlanan Kadı, “Bunlar Ahmed Usta’nın börkündeki boynuzlar. Babası takmış börküne. Hiç çıkartmazdı rahmetli. Kıymetliydi o boynuzlar onun için, adeta işareti gibiydi.”
“Aynen öyle, bu geyik Çinici Ahmed Usta’yı simgeliyor. Burada çiçeklerin başında geyik, yani çinici. Bu çiçekler sarı sığırgözü dikenleri yani çinicinin mavi boyayı yaptığı dikenler. Bu da başka işaret. Şimdi şu ikinci yıldıza gidelim. Bakın geyik yine orada ama bu sefer bir ağacın ardına gizlenmiş bir yere bakıyor. Bakışlarını takip edince bu üçüncü yıldız çıkıyor karşımıza. Burada bir avcı var ve avı bir aslan. Kovalıyor aslanı, çok cesur olmalı aslan vurmak her yiğidin harcı değil. Bu da dördüncü yıldız: Avcı alaşağı etmiş, vurmuş aslanı. Tam tepesinde zaferle dikiliyor. Bakın elinde aslanı öldürdüğü hançer. Ne dersin baba bu hançer tanıdık mı? Ya sen ne dersin Hüsrev abim?”
“Benim hançerime benziyor,” derken sesi tereddütlüydü Hüsrev’in. Eli ister istemez hançerine gitti, odadaki gözler hançere dikildi.
“Hakikaten de o hançerin aynısı. İnanılmaz vallahi, nasılda çizmiş üstündeki taş bile belli.”
Odadakilerin hararetli konuşmalarına bir süre ses çıkarmayan Aslan Bey, kızına devam etmesini işaret etti. Oda yeniden sessizliğe büründü.
“Sonraki yıldıza geçelim… Şimdi aslan avcının ayakları dibinde bir çukurda yatıyor ve geyik bu sahneyi izliyor. Gördüğünüz gibi… Fakat avcı da geyiği görüyor. Bakın nasıl bakıyor avcı geyiğe? Beni ilk şaşırtan bir şey oldu burada. Düşündüm kendi kendime. Avcı bir aslan vurduysa eğer neden çukura atsın değil mi? Onu getirir şehrin ortasına ününe ün katar. Sonra aslana baktım nedir diye şimdi sizde bakın bakalım aslanın boynunda bir tasma var. Hiç tasmalı aslan olur mu? Ama dikkatli bakın. Tasmanın üzerinde de bir mühür var.”
Abdül Kerim Efendi ile Kadı, izin alıp panoya yaklaştılar ve aslanı incelediler. İkisi de aynı anda başlarını kaldırıp birbirlerine baktılar ve bağırdılar.
“Fakat bu Nurettin Çağatay’ın mührü!”
“İşte bunun için çukura atıyordu aslanı avcı çünkü öldürdüğü ağabeyi idi. Oysa geyik görmüştü işlediği cinayeti. Şimdi sıra geyikteydi. Devam ediyorum,”
O böyle söylerken Aslan Bey’in arkasındaki iki muhafız Hüsrev Cakşı’nın iki yanına dikildiler. Aydilge devam etti.
“Şu yıldızda geyik kaçıyor, kendini kurtarıyor sanki. Fakat bakın bu yıldızda geyiğin karşısına bir ceylan çıkıyor, Bir diğerinde gördüğünüz gibi geyik ceylanı kovalarken avcı karşısına çıkıveriyor ve işte son yıldız bunlar geyiğin yani Çinici Ahmed ’in son sözleri.
“Renklerin efendisiydim, mavi derken kan soludum
Garip ömrümde bir sır tuttum, sır beni çaldı yere
Kardeş kardeşi vurdu, ben gözlerime kilit vurdum
Güneş battı, ay söndü çare bulamadım derdime
Felek yaktı beni, bir nazlı güzele türap oldum
Açılsa kilit sır bilinse, kader yar etmez yâre
Gönülsüz boyun eğdim, sevdam ile tarumar oldum.
Güneş battı, ay söndü çare bulamadım derdime”
Salonda hava birden buz kesti sanki hepsini titretti. Hüsrev attı kendini babasının ayakları dibine.
“Bu saçmalığa inanmıyorsun değil mi baba? Bu deli kız neler uydurdu öyle. Sevda bunun aklını almış, dilini yalan dolan sarmış. Bakma bunun lafına Bey babam. Bir deli dedi diye beni yakma.”
“Laf sadece onun olsaydı ya da bir âşık çinicinin destanına kalsaydı inanmazdım. İspat ister böyle dava. Çağırın Teopolis’i!”
Hüsrev, Teopolis adını duyunca sıtmalı gibi titremeye başladı. İçeriye ayaklarından zincire vurulmuş bir Bizans subayı girdi.
“Onu bu hale biz getirmedik, kendi efendisi derdest edip yolladı bize. Yakup Han’ın bir mektubu dize getirdi Bizans’ı. Bu düzenbazla birlikte kurduğunuz oyunu açık edip cezasını biz verelim diye gönderiverdiler. Bak! Dostların ne kadar da sadık değil mi oğlum. Ah benim yüreğimi dağlayan içine korlar dolduran oğlum. Anlat Teopolis, her şeyi anlat ki gerçek gün gibi çıksın yüze ve adalet yerini bulsun.”
Teopolis, titrek bir sesle anlatmaya başladı.
“Biz Bizans olarak Nurettin Çağatay’dan çekiniyorduk. Biliyorduk ki Aslan Bey’den sonra, hatta onun ölümünü beklemeden yerine geçecek Bey olacaktı Kotion’a. Daha bey olmadan Yakup Han’ın güvenini kazanmıştı. Akıllı ve kurnazdı, adamları ve kurduğu tuzaklarla sınır köylerini haraca tuttuğumuzu hatta karşı çıkan köylüleri öldürdüğümüzü öğrenmişti, biliyorduk. Yakup Han’ın elçi konvoyuna onu da alması ne kadar değer verdiğini gösteriyordu. Hangi mevkide olursa olsun Bizans’ın başına dert açacağı muhakkak olan bu ileri görüşlü Germiyan beyinin geleceği çok parlaktı. Yılanın başını küçükken kesmek gerek diyerek Nurettin’i ortadan kaldırmaya karar verdik. Biz yapsak savaş nedeni olurdu ama kim vurduya giderse hem de bu işi kardeşi yaparsa hem Kotion ‘un sonraki idarecisini bize bağlamış olurduk hem de Nurettin’i aradan çıkarırdık. Hüsrev bizim illerde çok kumar oynar. Bu huyunu iyi bildiğimizden tuzak kurduk. Hileli bir oyunda çok kaybettirdik, borcuna karşılık ya canını ya abisini istedik. Fakat eli boş kalmayacaktı, o da Kotion beyi olacaktı. Biz de destekleyecektik. O da ne yapsın? Can korkusuna ve hırsına yenik düştü, teklifimizi kabul etti.”
Teopolis ’in bıraktığı yerden Aydilge devam etti.
“Fakat oyunu Çinici bozdu. Mavi boyayı yapmak için diken toplarken cinayete tanık oldu. Birilerine söylemeyi düşünmüştür herhalde ancak kimsenin onu dinlemeyeceğini zannetmiş ve Hüsrev’in hiddetinden çok korkmuş olmalı. O da kaçtı istemeden eminim, yıllar sonra olayların unutulduğunu düşünüp geri döndüğünde kader bizi karşılaştırdı. Önüne geçemedik yüreklerimizin, sevda ateşi yaktı ikimizi de. Yuva kurmak istedik karı koca olmak…”
Gözyaşları yanaklarından yuvarlanırken, kederi sesini boğuklaştırıyordu. Yutkundu, elinin tersiyle yaşlarını silip derin bir nefes aldı ve devam etti.
“Fakat anlaşılan abim, tanıdı onu. Benimle evlenmek istediği için değil, cinayeti ortaya çıkmasın diye öldürdü Ahmed’i. Oysa gördüklerini bana bile anlatmamıştı garip. O öyle bir insan değildi. Yine gidecek, yine kaybolacaktı; çünkü biliyordu ki sevdamız benim canımı da tehlikeye atıyordu. Bunu asla göze alamazdı ama gitmesine bile izin vermediler, öldürüp bir kuyuya atıverdiler…”
Devam edemedi genç kız, hıçkırıklar boğazını sardı, çöktü dizlerinin üstüne kaldı öylece.
Muhafızlar, bey olmak sevdasıyla gelip mahkûm olan Hüsrev’i götürürlerken Aslan Bey göz yaşları içinde konuştu kendi kendine.
“İki oğul yetiştirdim, biri diğerini soldurdu
Keşke bey olmasaydım da bir garip çinici olsaydım
Belki yüreğimi, şu mavi çiniler soğuturdu.”