Çeviren: Ramazan ATLEN
MAVİ PAYET
Thorndyke, trenin hareket saati yaklaştıkça giderek artan bir endişeyle peronun bir sağına bir soluna bakınıyordu. Biletçi yeşil bayrağını salladığında boş yolcu vagonuna isteksizce adım atarken “Tüh, korkarım arkadaşımızı kaçırdık,” dedi. Kapıyı kapattı ve tren harekete geçerken başını pencereden dışarı uzattı. “Belki de treni kıl payı yakalamıştır ve şu anda arka vagonlardan birindedir.”
Thorndyke’ın tahminine konu olan kişi, Portekiz Caddesi’ndeki Stopford ve Myers avukatlık firmasından Bay Edward Stopford’du ve önceki akşam elimize ulaşan iadeli telgrafı şöyleydi:
Yarın bir soruşturmayla ilgili savunmama yardım etmek için gelebilir misiniz? Önemli bir soruşturma. Tüm masraflar tarafımızca karşılanacaktır. STOPFORD VE MYERS.
Thorndyke’ın yanıtı olumluydu ve bu sabah erken saatlerde -belli ki gece gönderilmiş- bir telgraf daha geldi:
Charing Cross’tan saat 8.25’te Woldhurst’e doğru yola çıkacağım. Fırsat bulursam size telefon ederim. EDWARD STOPFORD.
Ne var ki telefon etmemişti ve ikimiz de onu tanımadığımız için perondaki yolcular arasında olup olmadığını anlayamadık.
“Tüh,” diye tekrarladı Thorndyke, “Şimdi soruşturmanın en kıymetli kısmı olan ön değerlendirmesinden mahrum kalacağız.”
Piposunu dalgın bir halde doldurduktan sonra kitapçıdan aldığı gazetenin sayfalarını çevirmeye başladı, paragraf veya makalelerdeki gazetecilik yemlerine kanmadan, gözlerini hızla sütunlarda gezdirdi.
Gazeteye göz atmaya devam ederken “Soruşturmaya hazırlıksız girişmek büyük bir dezavantajdır,” diye konuştu. “İnsan olayı genel hatlarıyla değerlendirmeye fırsat bulamadan ayrıntılarla yüzleşmek zorunda kalır. Örneğin-”
Cümleyi yarım bırakıp susunca merakla başımı kaldırdım ve sayfalardan birini dikkatle okuduğunu gördüm.
Gazeteyi uzatıp sayfanın üstündeki paragrafı gösterirken “Bu bizim soruşturmaya benziyor, Jervis,” dedi. Kent’te Korkunç Cinayet başlığını taşıyan haber şöyleydi:
Dün sabah küçük Woldhurst kasabasında şok edici bir suç işlenmiştir. Perona yeni gelen bir trenin vagonlarını kontrol eden bir görevli, birinci mevki vagonlardan birinin kapısını açtığında, yerde yatan şık giyimli bir kadın cesediyle karşılaşmıştır. Hemen tıbbi yardım çağrılmış, Adli Tabip Dr. Morton geldiğinde kadının kısa bir süre önce öldüğü belirlenmiştir.
Cesedin görünümü, cinayetin vahşice işlendiğine dair hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır; maktulün ölüm nedeni, sivri uçlu bir aletin kafatasını delip beyne girmesiyle meydana gelen bir yaradır. Bagaj rafında pahalı bir çantanın bulunması ve ölen kadının mücevherlerine dokunulmaması suçun hırsızlık amacıyla işlenmediğini göstermektedir. Bölge polisinin bir tutuklama yaptığı da haber alınmıştır.
Gazeteyi geri verirken “Korkunç bir olay,” dedim, “ama haber bize pek fazla bilgi vermiyor.”
“Öyle,” diyerek doğruladı Thorndyke, “yine de bize düşünmemiz gereken birkaç şey veriyor. Mesela maktulün kafatasında sivri uçlu bir aletle açılmış delici bir yara varmış. Şimdi, ne tür bir alet böyle bir yarayı açabilir? Dar bir tren vagonunda kullanılması zor böyle bir alete ne tür bir kişi sahip olabilir? Üzerinde düşünülmeye değer bu türden soruları, ayrıca olası cinayet nedeni ve yaralanmayı açıklayabilecek cinayet dışı olasılıkları hesaba katmak lazım.”
“Böyle bir yaraya neden olabilecek aletler fazla olmamalı,” dedim.
“Çok azdır, çoğu da sıvacı kazması ya da jeoloji çekici gibi belirli mesleklerle alakalıdır.”
Arkadaşım defterini dizine koymuş, pencereden dışarıya bakıyordu. Tren yan hatta geçmek için Halbury Kavşağı’nda yavaşlayıp durana kadar, düşüncelere dalmış bir halde, arada bir defterine bir şeyler karalayarak öylece oturdu.
Dışarı çıktığımızda arka taraftan aceleyle gelen iyi giyimli bir adamın inen birkaç yolcunun yüzlerini hevesle taradığını gördüm. Çok geçmeden bizi fark edip hemen yanımıza geldi ve bir bana bir arkadaşıma bakarak “Dr. Thorndyke?” diye sordu.
Meslektaşım “Evet,” diye cevaplayıp ekledi: “Siz de sanırım, Bay Edward Stopford’sunuz?”
Avukat başını eğerek selam verdi. “Korkunç bir olay,” dedi telaşlı bir tavırla. “Gazeteyi almışsınız. Sizi bulduğum için çok rahatladım. Trene yetişemeyip sizi kaçırmaktan korkuyordum.”
Thorndyke, “Görünüşe göre bir tutuklama olmuş,” diyerek konuya girdi.
“Evet, kardeşimi tutukladılar. Perona kadar yürüyelim; trenimizin kalkmasına daha çeyrek saat var.”
Seyahat çantamızı boş bir birinci mevki vagona bıraktıktan sonra Avukatı aramıza alıp peronun kalabalık olmayan ucuna doğru yürüdük.
“Kardeşimin durumu beni korkutuyor,” dedi Bay Stopford. “Size her şeyi baştan anlatayım da kendiniz karar verin. Vahşice öldürülen zavallı kadın Bayan Edith Grant idi. Eskiden bir modeldi ve bu nedenle ressam olan kardeşime -Harold Stopford- uzun süre modellik yapmıştı.”
“Kardeşinizin çalışmalarından haberdarım, büyüleyici tabloları var.”
“Aynı fikirdeyim. Kardeşim o günlerde yirmilerindeydi ve Bayan Grant ile oldukça masum ama çok da gizli olmayan bir şekilde yakınlaştı. Bayan Grant ise çoğu İngiliz model gibi iyi, saygın bir kızdı ve ikisi de kötü niyetli değildi. Bununla birlikte, birbirlerine bir sürü mektup yazıp hediye alıp verdiler. Bunların arasında zincirli bir madalyon da vardı ve Grant madalyonun içine ‘Harold’dan Edith’e’ yazan bir fotoğrafını koymak gibi bir aptallık etti. Daha sonraları, iyi bir sesi olan Bayan Grant operada sahne alınca alışkanlıkları ve arkadaşları değişti. Harold ise bu arada nişanlandığı için, doğal olarak mektuplarını geri almak ve özellikle madalyonu itibarını zedelemeyecek bir hediye ile değiştirmek istiyordu. Bayan Grant sonunda mektupları iade etti, ancak madalyonu vermeyi reddetti. Neyse, Harold geçen aydan beri Halbury’de kalıyor ve çizim yapmak için kırlarda dolanıyordu. Dün sabah buradan sonraki üçüncü, Woldhurst’ten önceki istasyon olan Shinglehurst’e gitmek için trene binmiş. Peronda, Worthing’e gitmek üzere Londra’dan gelen Bayan Grant ile karşılaşmış. Birlikte yan hat trenine binip birinci mevki bir vagona geçmişler. Anlaşılan o sırada Bayan Grant madalyonunu takıyormuş ve kardeşim ona teklifini yinelemiş, ancak Bayan Grant bu teklifi yine reddetmiş. Tartışma her iki taraf için de hararetli ve öfkeli bir hal almışa benziyor, zira Munsden’deki güvenlik görevlisiyle bir hamal kavga ettiklerini görmüşler; tartışma Bayan Grant’in zinciri koparıp madalyonla birlikte kardeşime fırlatmasıyla sona ermiş ve Harold’ın indiği Shinglehurst’te dostane bir şekilde ayrılmışlar. O sırada, Harold’ın yanında büyük bir şemsiye de dahil olmak üzere resim malzemeleri varmış. Şemsiyenin dişbudak ağacından yapılmış direğinin alt kısmında ise yere saplamak için sağlam bir çelik çivi bulunuyordu. Shinglehurst’te indiğinde saat on buçuk civarındaydı; on birde hedefine ulaşmış, çalışmaya başlamıştı. Üç saat boyunca durmadan resim yaptıktan sonra eşyalarını toplamış. Tam istasyona dönmek üzereyken polis tarafından tutuklanmış. Şimdi aleyhindeki delillere bakın. Öldürülen kadınla birlikte görülen son kişiydi, çünkü Munsden’den ayrıldıktan sonra kimse kadını görmemiş; kadın en son canlı görüldüğünde onunla tartışıyordu, ölümünü istemek için nedeni vardı, ölümüne yol açan yarayı açabilecek bir alet -çivili bir şemsiye- taşıyordu ve üstü arandığında şiddet kullanılarak çıkarılmışa benzeyen madalyonla kırık zinciri bulundu. Buna karşın kardeşim insanların en naziği ve en cana yakınıdır. Ayrıca kadından ayrıldıktan sonraki davranışları suç işleyen biri için son derece aptalca. Ama bir avukat olarak, vaziyetin umutsuz olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.”
“Umutsuz demeyelim,” karşılığını verdi Thorndyke, trendeki yerlerimizi alırken, “ama polisin kendine fazlasıyla güvendiğini düşünebiliriz. Resmi soruşturma ne zaman başlıyor?”
“Bugün dörtte. Sorgu yargıcından cesedi incelemeniz ve otopside hazır bulunmanız için talimat aldım.”
“Yaranın tam yerini biliyor musunuz?”
“Evet; sol kulağın biraz üstünde ve arkasında korkunç, yuvarlak bir delik varmış. Bir de oradan alnın yan tarafına doğru uzanan bir yırtık.”
“Peki ceset nasıl duruyordu?”
“Yerdeymiş ve ayakları pencereye yakınmış.”
“Başındaki dışında yara var mıydı?”
“Sağ yanakta uzun bir kesik ya da morluk varmış, Adli Tabip bunun ağır ve çok keskin olmayan bir cisimle meydana geldiğini düşünüyor. Başka herhangi bir yara duymadım.”
“Dün Shinglehurst’te trene binen olmuş mu?” diye sordu Thorndyke.
“Halbury’den ayrıldıktan sonra kimse binmemiş.”
Thorndyke bu açıklamalar üzerine tren Shinglehurst istasyonundan çıkana dek düşüncelere daldı.
“Cinayet burada işlenmiş olmalı,” dedi Bay Stopford, “en azından burası ile Woldhurst arasında.”
Thorndyke o sırada pencerelerden görünen manzarayı büyük bir dikkatle gözlemlemekle meşgul olduğundan dalgın bir tavırla başını salladı.
Bir süre sonra “Rayların arasına serpiştirilmiş mıcırlar var,” dedi, “Bazı ray yatakları da yeni görünüyor. Son zamanlarda ray döşeyiciler çalıştı mı?”
“Evet,” diye cevap verdi Stopford, “sanırım şu anda çalışıyorlar, en azından dün Woldhurst yakınlarında bir ekip gördüm ve eski rayları ateşe verdikleri söyleniyor; hatta aşağı indiğimde duman tütüyordu.”
“Sanırım şu ortadaki raylar bir tür yan hat?”
“Evet, yük trenlerini ve boş vagonları buraya yönlendiriyorlar. Gördüğünüz gibi hala tüten kısımlar var.”
Thorndyke kararmış yığına dalgın dalgın baktı. Ardından orta hattaki boş bir sığır vagonu manzarayı kapattı. Yük vagonlarından sonra bir yolcu vagonu göründü, bu vagonun birinci sınıf mevkilerinden biri kapatılıp mühürlenmişti. Tren aniden yavaşlamaya başladı ve birkaç dakika sonra Woldhurst istasyonuna vardık.
Thorndyke’ın gelişinin haber alındığı belliydi, çünkü iki hamal, bir kontrolör ve istasyon şefi peronda bekliyordu. İstasyon şefi, saygınlığına aldırmadan, valizlerimizi taşımamıza yardım etmek için öne çıktı.
Thorndyke adama “Yolcu vagonunu görebilir miyim?” diye sordu.
İstasyon şefi “İçini göremezsiniz, efendim,” diye karşılık verdi. “Polis vagonu mühürledi. Müfettişten izin almanız gerekecek.”
Thorndyke, “O halde dışına göz atabilirim?” dedi. İstasyon şefi bunu kabul edip bize eşlik etmeyi teklif etti.
Hat boyunca yürürken “Birinci mevkide başka hangi yolcular vardı?” diye sordu Thorndyke.
“Başka yolcu yoktu efendim. Sadece bir tane birinci mevki vagon vardı ve içindeki tek yolcu da merhumdu. Bu olay hepimizi dehşete düşürdü. Tren geldiğinde ben perondaydım. Rayların ilerisindeki alevleri seyrediyorduk, ben de tam hattın ortasındaki sığır vagonunu hareket ettirmemiz gerektiğini söylüyordum, çünkü duman ve kıvılcımlar etrafa sıçrıyordu ve bunun zavallı hayvanları korkutacağını düşündüm. Bay Felton hayvanlarına sert davranılmasından hoşlanmaz. Etlerini bozduğunu söylüyor.”
“Kuşkusuz haklı,” dedi Thorndyke. “Ama söyleyin bana, herhangi bir kişinin trene görünmeden binmesi ya da trenden inmesi mümkün mü? Örneğin bir adam bir istasyonda vagonlardan birine yan kapıdan girip tren bir sonraki istasyonda yavaşlarken kimseye görünmeden inebilir mi?”
“Sanmıyorum,” diye yanıtladı istasyon şefi. “Yine de imkânsız diyemem.”
“Teşekkür ederim. Bir sorum daha olacak. Gördüğüm kadarıyla hatta çalışan işçileriniz var. Bu adamlar bu bölgeden mi?”
“Hayır, efendim; hepsi yabancı ve bazıları kaba insanlar. Ama kimseye bir zararları yoktur. Eğer onlardan birinin bu işe karıştığından şüpheleniyorsanız…”
Thorndyke adamın sözünü kesti. “Kimseden şüphelenmiyorum; tek istediğim olayla ilgili gerçekleri öğrenmek.”
Yüzü kızaran görevli “Tabii, efendim,” diye cevap verdi ve sessizce yolumuza devam ettik.
Boş vagona yaklaşırken, “Bu arada,” dedi Thorndyke, “ceset bulunduğunda vagonun yan kapısının kapalı ve kilitli olup olmadığını hatırlıyor musunuz?”
“Kapalıydı efendim, ama kilitli değildi. Yani, sizce?..”
“Yok bir şey. Mühürlü olan vagon şu mu?”
Cevap beklemeden vagonu incelemeye başladı. Özellikle yan taraftaki basamak dikkatini çekti ve sanki bir şey arıyormuş gibi, gözleri yüzeyden birkaç santim uzakta incelemeye devam etti.Sonunda cebinden bir kâğıt çıkartıp ıslattığı parmağının ucuyla basamaktan çok küçük bir nesne aldı ve dikkatlice kâğıda koydu, kâğıdı katlayıp cebine yerleştirdi.
Basamağa çıkıp mühürlü vagonun penceresinden içeriye baktıktan sonra cebinden küçük bir insuflatör[1] çıkardı, bununla orta pencerenin kenarlarına biraz toz üfledi, tozun çöktüğü ve düzensiz lekeler oluşturduğu bölgeleri inceledi ve hatta pencerenin pervazındaki bir tanesini cep cetveliyle ölçtü. Sonunda aşağı indi ve yan taraftaki basamağa dikkatlice baktıktan sonra şimdilik işini bitirdiğini söyledi.
Geri dönerken, ray yataklarını ve traversleri[2] dikkatlice inceliyor gibi görünen bir işçinin yanından geçtik.
Thorndyke “Sanırım, ray döşeyenlerden biri?” diye sordu.
“Evet, ekibin ustabaşı,” diye cevap verdi istasyon şefi.
“Ben onunla konuşurken siz yavaş yavaş devam edin.” Meslektaşım adamın yanına gidip birkaç dakika sohbet ettikten sonra bize yetişti.
İstasyona yaklaşırken Thorndyke, “Peronda polis müfettişini görüyorum,” diye konuştu.
“Evet,” dedi rehberimiz. “Sanırım neyin peşinde olduğunuzu görmek için gelmiş, efendim.”
Müfettiş kendini tanıttıktan sonra “Sanırım silahı görmek istersiniz?” diye konuştu.
“Şemsiye çivisi,” diye düzeltti Thorndyke. “Evet, mümkünse. Biz de şimdi morga gidecektik.”
“O zaman karakoldan da geçeceksiniz. İçeri girmek isterseniz sizinle geleyim.”
Bu öneriyi kabul ettikten sonra, hep birlikte polis karakoluna doğru yola koyulduk.
Müfettiş odasını açıp bizi içeri alırken “Davalı tarafa her türlü kolaylığı sağlamak görevimiz,” dedi. “Sanığa ait tüm eşyalar burada, cinayetin işlendiği silah da dahil.”
“Bu kadar erken hükme varmamalıyız,” diye itiraz etti Thorndyke. Dişbudaktan yapılma direği alıp bir mercekle korkunç sivrilikteki çiviyi inceledi. Ardından cebinden çıkardığı çelik bir pergelle çivinin çapını ve sabitlendiği direği dikkatle ölçtü. Ölçümleri defterine not ettikten sonra, “Şimdi de boya kutusuna ve eskize bakalım,” dedi. “Bay Stopford, kardeşiniz çok düzenli bir adammış. Tüpler yerli yerinde, spatula ve palet temizlenip parlatılmış, fırçalar silinmiş. Bunların hepsi çok önemli.” Eskizi tutturulduğu boş tuvalden çıkardı, iyi ışık alan bir sandalyenin üzerine koyarak inceledi.
Avukata dönüp “Bana bunun sadece üç saatlik bir çalışma olduğunu söylüyorsunuz!” dedi. “Gerçekten olağanüstü bir başarı.”
“Kardeşim çok hızlı çalışır,” diye cevap verdi Stopford keyifsiz bir ifadeyle.
“Evet, ama bu sadece inanılmaz bir hızla değil, aynı zamanda mutlu ve hayat dolu bir ruh haliyle yapılabilecek bir resim. Ama buna daha fazla bakmaya gerek yok.” Eskizi tuvale yerleştirip çekmecede duran madalyona ve diğer bazı eşyalara göz attıktan sonra Müfettiş’e nezaketi için teşekkür etti.
Sokakta yürürken, “Bu çizim ve boya kutusu bana çok anlamlı geliyor,” diye konuştu.
“Bana da,” dedi Stopford kederli bir sesle, “çünkü onlar da sahipleri gibi kilit altında, zavallı kardeşim.”
Belli ki morg görevlisi geldiğimizi haber almıştı, çünkü elinde anahtarla kapıda bekliyordu. Sorgu yargıcının emrini gösterince kapının kilidini açtı ve birlikte içeri girdik. Ne var ki kayrak taşından yapılma masanın üzerinde yatan üstü örtülü ölüyü gören Stopford’un rengi attı ve morg bekçisiyle birlikte dışarıda bekleyeceğini söyleyerek çıktı.
Kapı kapanıp içeriden kilitlenir kilitlenmez, Thorndyke etrafına merakla baktı. Tavan penceresinden içeri süzülen güneş ışığı, çarşafın altında kıpırtısız yatan bedenin ve kapının yanındaki köşede, ölü kadının giysilerinin bırakıldığı birkaç askıyla sehpanın üzerine düşüyordu.
Thorndyke, “Bu zavallı giysilerde anlatılamayacak kadar hüzünlü şeyler var, Jervis,” dedi. “Bana göre bunlar cesedin kendisinden daha trajik, daha acıklı görünüyor. Şu şık, gösterişli şapkaya ve pahalı eteklere bak, ne kadar kasvetli ve sahipsiz. Özenle katlanmış zarif iç çamaşırları, küçük Fransız ayakkabıları ve ipek çoraplar. Kadınlara has zararsız gösterişi ve göz açıp kapayıncaya kadar sona eren neşeli, tasasız bir hayatı ne kadar da acıklı bir şekilde ifade ediyorlar. Ama duygularımıza yenik düşmemeliyiz. Tehdit altında olan başka bir hayat var.”
Şapkayı askıdan alıp elinde evirip çevirdi. Üstü koyu mavi payetlerle süslenmiş, kocaman, yassı, biçimsiz bir tülbent, kurdele ve tüy yığınından ibaretti. Siperliğin bir yerinde yırtığa benzeyen bir delik vardı ve şapka hareket ettirildiğinde parlak payetler buradan küçük sağanaklar halinde dökülüyordu.
Thorndyke, “Şapkanın şekline ve deliğin konumuna bakılırsa, sol tarafa eğik şekilde giyildiği anlaşılıyor,” dedi.
“Evet,” dedim. “Gainsborough’nun portresindeki Devonshire Düşesi’ninki gibi.”
“Aynen öyle.”
Payetlerden birkaçını avucuna silkeledi, şapkayı yerine taktıktan sonra küçük yuvarlak nesneleri, üzerine ‘Şapkadan’ yazdığı bir zarfın içine atıp cebine koydu. Sonra masaya gidip çarşafı saygıyla ve hatta şefkatle kaldırdı, ölü kadının yüzüne merhametle baktı. Mermer gibi beyaz, sakin ve huzurlu görünen, gözleri yarı kapalı, sarı saçlarla çevrili güzel bir yüzdü bu; ama sağ gözünden çenesine kadar uzanan, kısmen kesik kısmen çürük şeklinde, çizgisel bir yara güzelliğine gölge düşürmüştü.
“Güzel bir kız,” dedi Thorndyke, “Sahte bir sarışın. O korkunç peroksitle kendini bu kadar çirkinleştirmiş olması ne büyük günah.” Kızın alnındaki saçları geriye doğru düzeltip ekledi: “Bu maddeyi en son on gün önce sürmüş gibi görünüyor. Saç diplerinde yarım santimlik koyu renkli saçlar var. Yanağındaki yara hakkında ne düşünüyorsun?”
“Düşerken çıkıntılı bir köşeye çarpmış gibi, ancak birinci mevki vagonlarda koltuklar yastıklı olduğu için nereye çarpmış olabileceğini bilemiyorum.”
“Yanılıyorsun. Şimdi diğer yaraya bakalım. Tarifi not eder misin?” Bana defterini uzattı ve ben de onun söylediklerini yazdım: “Kafatasında, sol kulak kenarının birkaç santimetre gerisinde ve üstünde, pürüzsüzce delinmiş dairesel bir yara; parietal kemikte yıldız şeklinde bir kırık. Beyin zarı delinmiş ve yara beynin derinlerine kadar uzanmış; sol gözün kenarına kadar uzanan düzensiz kafa derisi yarası; yaranın kenarlarında gazlı bez ve payet parçaları. Şimdilik bu kadar yeter. Eğer istersek Dr. Morton bize daha fazla ayrıntı verecektir.”
Kafa derisindeki yaradan birkaç saç teli alıp payetin olduğu zarfa koydu; cesette başka yara ya da morluk olup olmadığına baktıktan sonra (ki yoktu) çarşafı örttü.
Morgdan çıkarken Thorndyke düşüncelere dalmıştı; anladığım kadarıyla edindiği bilgileri toparlamaya çalışıyordu. Birkaç kez ona merakla bakan Bay Stopford “Otopsi üçte yapılacak,” dedi. “Saat daha on bir buçuk. Şimdi ne yapmak istersiniz?”
Zihni meşgul olmasına rağmen her zamanki keskin ve dikkatli tavrıyla etrafına bakınan Thorndyke aniden durdu.
“Otopsiden söz etmeniz bana öküz safrasını[3] çantama koymayı unuttuğumu hatırlattı.”
“Öküz safrası mı!” diye haykırdım. Bu maddeyi meslektaşımın yöntemleriyle bağdaştıramamıştım. “Onunla ne…” Arkadaşımın yabancıların önünde yöntemlerinden bahsetmekten hoşlanmadığını hatırlayarak sustum.
“Bu büyüklükte bir yerde boya satıcısı bulunabilir mi?” diye sordu Thorndyke.
“Sanmam,” dedi Stopford. “Öküz safrasını kasaptan alamaz mıydınız? Yolun hemen karşısında bir tane var.”
Dükkânı çoktan fark eden Thorndyke, “Safranın elbette hazır olması gerekir,” dedi, “ama kendimiz süzebiliriz, tabii kasapta varsa.”
Yolun karşısına geçip üzerinde yaldızlı harflerle ‘Felton’ yazan dükkâna gitti, kapıda duran kasaba kendini tanıtarak isteklerini anlattı.
“Öküz safrası mı?” dedi kasap. “Hayır, efendim, şu anda hiç yok; ama öğleden sonra bir hayvan kestireceğim, o zaman size biraz verebilirim.” Bir süre durakladıktan sonra “Aslında,” diye ekledi, “konu önemli olduğu için, eğer isterseniz hemen bir tane kestirebilirim.”
“Çok naziksiniz,” dedi Thorndyke, “Memnun olurum. Hayvanlar tamamen sağlıklı mı?”
“Mükemmel durumdalar. Onları sürünün içinden kendim seçtim. Ama isterseniz hangisinin kesileceğini kendiniz seçebilirsiniz.”
“Gerçekten çok iyisiniz,” dedi Thorndyke içtenlikle. “Hemen yandaki eczaneye gidip uygun bir şişe alacağım.”
Thorndyke biraz sonra eczaneden elinde beyaz bir paketle çıktı; ardından hep birlikte kasabın peşinden dükkânın yanındaki dar bir sokağa girdik. Bu sokak, parlak ve siyah tüyleri uzun, grimsi beyaz, neredeyse düz boynuzlarıyla çok çarpıcı bir tezat oluşturan üç büyük öküzün bulunduğu bir ağıla gidiyordu.
Ağılın yanına vardığımızda, “Bunlar çok güzel hayvanlar Bay Felton,” dedi Thorndyke, “çok da iyi durumdalar.”
Ağılın üzerine eğilip hayvanların özellikle gözleriyle boynuzlarını inceledi; sonra en yakındakine yaklaşarak bastonunu kaldırdı ve hayvanın şaşkın bakışları altında sağ boynuzunun alt tarafına sertçe vurdu, ardından sol boynuzuna da benzer bir vuruş yaptı.
Bir sonrakine geçerken, “Boynuzların durumu, hayvanın sağlığı hakkında fikir verir,” diye açıkladı.
“Allah iyiliğinizi versin, efendim,” diyerek güldü Bay Felton, “Boynuzları hissizdir aksi takdirde onlara ne faydası olurdu?”
Görünüşe göre haklıydı, çünkü ikinci öküz de birincisi gibi boynuzlarına vurulan darbelere karşı kayıtsızdı. Yine de Thorndyke üçüncü öküze yaklaşıp bastonuyla vurduğunda, hayvanın belirgin bir endişeyle geri çekildiğini ve darbe tekrarlandığında, açıkça huzursuzlandığını fark ettim.
“Bundan hoşlanmadı,” dedi kasap. “Çok tuhaf.”
Thorndyke sopasını sol boynuza doğru sallamıştı ki, hayvan hemen irkilerek geri çekilmeye başladı ancak tamamen uzaklaşabileceği yeterli alan yoktu. Kasap bariz bir tedirginlikle bakarken Thorndyke eğilip hassas boynuzu büyük bir dikkatle inceledi.
“Umarım bu hayvanda bir sorun olduğunu düşünmüyorsunuzdur, efendim,” dedi kasap.
“Daha fazla inceleme yapmadan bir şey söyleyemem,” diye cevapladı Thorndyke. “Belki de etkilenen sadece boynuzdur. Boynuzu kafasına yakın bir yerden kesip otele gönderirseniz, inceleyip size söylerim. Kesim sırasında mezbahada zedelenmesin diye üstünü örteceğim.”
Thorndyke eczaneden aldığı paketi açıp içinden üzerinde ‘Öküz safrası’ yazan geniş ağızlı bir şişe, bir bandaj ve bir mühür mumu çıkardı. Şişeyi Bay Felton’a uzattıktan sonra boynuzu bandajla sarıp mühür mumuyla sıkıca sabitledi.
Bay Felton, “Boynuzu kesip öküz safrasıyla birlikte otele getireceğim,” dedi. “Yarım saat içinde elinizde olacaktır.”
Yarım saat sonra Thorndyke, otel odamızdaki küçük masaya oturmuştu. Gazeteyle kaplı masanın üzerinde uzun gri boynuz ve Thorndyke’ın seyahat çantası vardı. Çanta açıktı ve içinde küçük bir mikroskopla diğer alet edevat görünüyordu. Kasap koltuğa oturmuş, kuşkulu gözlerle Thorndyke’ın söyleyeceklerini bekliyordu. Bense hem neşeli konuşmalarla Bay Stopford’un umutsuzluğa kapılmasını engellemeye hem de meslektaşımın gizemli hareketlerini takip etmeye çalışıyordum.
Biraz sonra bandajı açtığını, boynuzu kulağına yaklaştırıp sağa sola salladığını, ardından bir mercekle yüzeyini yakından incelediğini ve sivri ucundan bir miktar maddeyi cam bir lam üzerine kazıyıp bir damla reaktif uyguladığını gördüm. Bir süre sonra lamı mikroskobun altına yerleştirdi ve bir iki dakika dikkatle inceledikten sonra aniden arkasına dönüp “Gel de bak, Jervis,” dedi.
Merakımdan çatlamak üzere olduğumdan hemen yanına gidip mikroskoba gözümü dayadım.
“Nedir bu?” diye sordu.
“Sinir hücresi. Çok tahrip olmuş ama yine de kesin.”
Lamı biraz kaydırıp “Peki bu?” dedi.
“Bunda da sinir hücresiyle bazı dokular var.”
“Ne dokusu sence?”
“Beyne ait dokular diyebilirim.”
“Aynı fikirdeyim.” Bay Stopford’a dönerek ekledi. “Bu durumda savunma meselesinin tamamlandığını söyleyebilirim.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diye haykırdı Stopford, ayağa kalkarak.
“Demek istediğim, Bayan Grant’in ne zaman, nerede ve nasıl öldüğünü artık kanıtlayabiliriz. Gelin ve buraya oturun, size açıklayacağım. Hayır, gitmenize gerek yok, Bay Felton. Sizi mahkemeye çağırmak zorundayız. Belki de önce elimizdeki ipuçlarının bize ne söylediğine baksak daha iyi olur. Öncelikle cesedin pozisyonuna dikkat edelim; ayakları pencereye yakın bir şekilde yatıyordu, bu da maktulün düştüğü sırada pencereye yakın bir yerde oturduğunu ya da daha büyük bir ihtimalle ayakta durduğunu gösteriyor. Bir de bu var.” Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkardı ve bu kâğıdı açarak küçük, mavi, yuvarlak bir cismi gösterdi. “Bu, şapkasındaki payetlerden biri. Şu zarfta şapkadan aldığım birkaç tane daha payet var. Bu tek olanı vagonun yan kapısındaki basamaktan almıştım, orada bulunması, Bayan Grant’in bir ara başını o taraftaki pencereden dışarı çıkardığını gösteriyor. Dış taraftaki pencerenin kenarlarını sürdüğüm tozlar, içeriden bakıldığında sağ tarafa düşen pervazın köşesinde beş santim uzunluğunda yağlı bir iz bıraktı. Şimdi de cesetteki kanıtlara gelelim. Kafatasındaki dairesel yara sol kulağın arkasında ve üzerindeydi, ayrıca kafa derisinde sol göze doğru uzanan düzensiz bir yarayla, sağ yanakta sekiz santim uzunluğunda bir yara daha vardı. Bundan sonra varacağımız sonuçlar boynuzla sağlanacak.” Avukat ve Bay Felton şaşkınlık içinde ona bakarken boynuzu eline alıp parmağıyla hafifçe vurdu. “Bunun bir sol boynuz olduğunu biliyorsunuz, hatırlarsanız son derece hassastı. Ben onu sallarken kulağınızı dayarsanız, kemikteki bir çatlağın çıkardığı sesi duyabilirsiniz. Şimdi sivri uca bakın, uzunlamasına birkaç derin çizik, çiziklerin üstünde kurumuş kan lekeleri ve doku parçaları göreceksiniz. Bu doku parçalarının beyin dokusu olduğundan eminiz.”
“Yüce Tanrım!” diye haykırdı Stopford sabırsızlıkla. “Yani demek istediğiniz…”
Thorndyke adamın sözünü kesti. “İpuçlarını değerlendirmeye devam edelim, Bay Stopford. Şu kan lekesine yakından bakarsanız, boynuza yapışmış kısa bir saç parçası göreceksiniz, mercek sayesinde daha yakından seçebilirsiniz. Altın sarısı bir kıl ama köke yakın kısmı siyah. Bu zarfta ise ölü kadının saçlarından aldığım bazı teller var. Onlar da altın sarısı ve kökleri siyah. Son olarak da bu var.” Boynuzu ters çevirip küçük bir kurumuş kan lekesini gösterdi. Kanın içinde mavi bir payet vardı.
Avukat ve kasap hayret içinde boynuza baktılar; sonra ilki derin bir nefes alıp Thorndyke’a çevirdi gözlerini. “Bu gizemi ancak siz çözebilirsiniz. Bana umut verseniz de kendi adıma şaşkınlık içindeyim.”
“Mesele fazlasıyla basit. Ben teorimi açıklayayım, kararı siz verin. Tren Woldhurst’e yaklaşırken vaziyet şöyleydi: bir yolcu vagonu, yanan raylar ve bir sığır vagonu vardı. Bu öküz o vagondaydı. Benim varsayımıma göre o sırada Bayan Grant başını yan taraftaki pencereden çıkarmış, yangını izliyordu. Sola eğik taktığı geniş şapkası, yaklaşan sığır vagonunu görmesini engelledi ve sonra olanlar oldu. Öküzlerden biri uzun boynuzunu parmaklıkların arasından dışarı çıkarmıştı. Boynuzun ucu maktulün kafasına çarpınca hem kafatası delindi hem de kadının yüzü şiddetle pencerenin köşesine sürttü, ayrıca darbenin etkisiyle boynuzda çatlaklar meydana geldi. Bu teori bütün kanıtlarla uyumludur ve bu kanıtlar başka bir açıklama kabul etmemektedir.”
Avukat bir süre sersem halde oturdu; sonra aniden ayağa kalkıp Thorndyke’ın ellerini tuttu. “Size nasıl teşekkür etsem bilemiyorum,” dedi. “Kardeşimin hayatını kurtardınız, Allah sizden razı olsun!”
Kasap hafifçe sırıtarak koltuktan kalktı. “Bana öyle geliyor ki,” dedi, “öküz safrası bahaneydi, değil mi efendim?”
Thorndyke belli belirsiz gülümsedi.
Ertesi gün Harold Stopford, sorgu yargıcının jürisi tarafından verilen ‘Kaza sonucu ölüm’ kararının ardından serbest bırakıldı. Şimdi ise ağabeyi ve benimle birlikte oturmuş, Thorndyke’ın soruşturma hakkındaki değerlendirmesini dinliyordu.
“Gördüğünüz gibi,” dedi Thorndyke, “Halbury’e varmadan önce ölüm nedenine ilişkin altı olası teori geliştirmiştim ve geriye sadece kanıtlara uygun olanı seçmek kalmıştı. Sığır vagonunu gördüğümde, o payeti basamaktan aldığımda, öküzleri duyduğumda, şapkayı ve yaraları incelediğimde geriye boşlukları doldurmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.”
Harold Stopford, “Masumiyetimden hiç mi kuşkulanmadınız?” diye sordu.
Thorndyke eski müşterisine gülümsedi. “Boya kutunuzu ve eskizinizi gördükten sonra kuşkulanmayı bıraktım,” dedi, “Çiviyi saymıyorum bile.”
[1] Parmak izlerini görünür kılmak için yüzeylere toz üflemeye yarayan bir cihaz.
[2] Demiryolu raylarının altına dik olarak yerleştirilen dikdörtgen destekler.
[3] İneklerin safra kesesinden elde edilerek suluboya resimlerde ıslatma maddesi olarak kullanılır.