OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KAYITLARA GEÇMİŞ İLK KADIN CİNAYETİ
Son yıllarda haber bültenlerinde, sosyal medya hesaplarında, sokakta, evde sıkça konuştuğumuz ve çözüm bulmak şöyle dursun sorunun kaynağını bulmakta bile ortak karara varamadığımız toplumsal kangrenimiz, kadın cinayetleri…
Geçtiğimiz günlerde Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özcoşar, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Osmanlı Devleti döneminden kalan binlerce mahkeme defterini incelediğini, bu Şeriye sicilleri arasında bir tane bile kadın cinayetine rastlayamadığını öne sürmüştü.
Pek tabii bu açıklama mantık ve ilmi merkeze alan her akılda şüphe ve merak uyandırdı. Neyse ki Şeriye sicilleri erişime açık ve araştırmacılar oldukça fazla sayıda davada kadına uygulanan şiddet ve cinayet bilgisine ulaşabiliyor.
Buradaki asıl sıkıntı iktidar ve erk sahiplerinin ‘altı asır boyunca tek bir kadının, bir erkek tarafından öldürülmemiş olduğuna’ dair yanlış algıyı zihinlere yerleştirmeye çalışmasıdır.
Medeni kanunun verdiği haklara rağmen hala medeni(!) ve eşit şartlara kavuşamayan kadının Osmanlı hukuk sistemi içindeki statüsü, başka hususlarda olduğu gibi, örfî ve şer’î normlarla oluşmuş kural ve uygulamalarla belirlenmişti. Bunlar yalnızca kadınlar için konulmuş kanunlar olmayıp İslâm hukukunun genel prensiplerine bağlıydılar. Boşanma hakkı ve mirastan pay alma gibi medenî hukuka dâhil bazı farklılıkların dışında, erkekler için geçerli olan hak ve yükümlülükler kadınlar açısından da aynıydı. Kadınlar, karşılaştıkları her türlü mağduriyette bizzat veya vekilleri aracılığıyla mahkemeye başvurabilirlerdi. Araştırmalarda 1680-1706 tarihleri arasında İstanbul’dan yapılan başvuruların %8,24’ünün kadınlara ait olduğunu tespit edilmiş, Osmanlı kadınlarının yasal haklarının genel olarak farkında oldukları ve bunların ihlal edildiğini hissettikleri zaman hak arayabildikleri anlaşılmıştır. Ancak günümüzde de olduğu gibi o dönemde de kâğıt üstündeki hak ve özgürlükler uygulamada yetersiz kalmıştır. Özellikle kadınların ölüm raporlarına yazılan vefat nedenleri şiddet ve cinayet vakalarının tıpkı günümüzdeki gibi olayların örtbas edilmesi, adli yozlaşma ve iktidar sahiplerinin kadınlar üzerindeki baskısını akla getirmektedir. Ölüm nedenleri tabip raporlarına, ‘nazar, yüksekten düşme, öksürük, ecel’ olarak geçen, mahkeme tutanaklarında ismi dahi anılmayan bu zavallı kurbanların katili erkekler işlerine güçlerine devam etmiş, rahatça başka kadınlara eziyet etmeye imkan ve fırsat bulmuşlar hatta bunu kendilerine hak görmüşlerdir.
Tarihçi Murat Bardakçı’nın bir yazısında öğrenme şansı bulduğumuz bir kadın cinayeti o dönemlerde de kadına şiddetin varlığını ispatlar niteliktedir.
Bu coğrafyada erkek şiddetine uğramış kadınlarımızla ilgili olarak soruşturması yapılan ve ayrıntıları tutanaklarda anlatılan ilk cinayet, İstanbul’da 1702’de yaşanmıştır. Kurban dul kaldıktan sonra tekrar evlenmiş bir kadın, katil de kocası olan Manevî Efendi adında bir şeyhtir!
“Tarih-i Râşid” isimli eserde “Vak’a-i Garibe-i Şeyh Manevî Efendi” yani “Şeyh Manevî Efendi’nin Garip Vak’ası” başlığı altında yazdığı hadise oldukça ilginç.
O yıllarda tahtta II. Mustafa vardır. Padişah, 1699’da imzalanan ve devlete büyük topraklar kaybettiren Karlofça Antlaşması’nın getirdiği geçici barışın ve sakinliğin ardından İstanbul’u bırakıp beş eşiyle Edirne’ye gitmiştir ve günlerini orada geçirmektedir.
Olay Davutpaşa taraflarında yaşanır. Manevî Efendi, Kadırga semtindeki Sokullu Mehmed Paşa Tekkesinin şeyhi Karabaş Ali Efendi’nin oğludur. Tıpkı babası gibi din tahsili görmüştür. II. Mustafa’dan önce tahtta bulunan ve 1695’te vefat eden II. Ahmed zamanında “hünkâr şeyhi” yani “saray şeyhi” olmuş, vaazları ve etkili konuşmasıyla hayli tanınmıştır.
İstanbul’un büyük camilerinde vaizlik eden Manevî Efendi, epey uğraştıktan sonra Davutpaşa’da surlara bitişik bir evi elde edip yerleşmiş ardından hemen evlenmiştir. Karısı, Yedikule’de “dizdar” denen kale kumandanının güzelliği ve zenginliği dillere destan olmuş dul eşidir.
Bu evlilik birkaç ay sürer ve kadının bir gece aniden öldüğü işitilir. Ertesi gün sabah namazının hemen ardından Şeyh’in müritleri cenazeyi tabuta koyar ve namazını bile kılmadan omuzlayıp mezarlığın yolunu tutarlar.
Bu aceleci cenaze ahalisinin yolunu bir kadın keser, “Bu kimin cenazesidir?” diye sorar ve “Şeyh Efendi’nin hanımıdır, dün gece vefat etmiş,” cevabını alınca ağlayarak ölen kadının çok yakın arkadaşı olduğunu, bir gece önce kadını evine ziyarete gittiğini, birkaç saat oturduklarını ama evine döneceği sırada kadının kendisine “Beni yalnız bırakma ne olursun!” diye yalvardığını söyler.
Cenazenin alelacele gömülüp cinayetin örtbas edileceğini anlayan kadın müritlerin yanından ayrılır, Topkapı’ya gider, şehrin güvenliğinden sorumlu olanları bulur. “Bu adam belli ki karısını öldürdü! Cenazeyi mezara koymasınlar, sonra pişman olursunuz,” der. Görevliler nezaretinde İstanbul’un idaresinden sorumlu olan sadrazam vekilinin huzuruna çıkar ve iddialarını tekrar eder.
İşin içinde bir tuhaflık olduğunu fark eden sadrazam vekili, adamlarını mezarlığa gönderir. Adamlar cesedi muayene etmeleri için yanlarına birkaç kadın alırlar ve definden hemen önce tabut açılıp cenaze gözden geçirilir.
Görüntü korkunçtur! Kadının boğazındaki ip yarası, baş ve ellerindeki bereler, kırılıp parçalanmış burnu ölümün doğal yollarla olmadığını göstermektedir. Üstelik cenaze kefenlenmemiş, aceleyle sıradan bir çarşafa sarılmıştır.
Şeyh Manevî Efendi hemen yakalanıp sadrazam vekilinin huzuruna çıkartılır ve şikayetçi olan kadınla yüzleştirilir. Manevî Efendi karısının bir gün önce bu kadınla beraber olduğunu kabul eder ama karısına eziyet etmediğini ve cinayetten haberdar olmadığını iddia eder. İftiraya uğradığını söyleyerek kadından da şikayetçi olur.
Durum o kadar açıktır ki, Şeyh Manevî Efendi sahip olduğu güç ve mertebeye rağmen kimseyi ikna edemez. Deliller zaten aleyhindedir. Üstelik mahalle halkı da şeyhin karısına kötü muamele ettiğini söyleyince kadının akrabalarının gelmesine ve cinayetin tam olarak aydınlatılmasına kadar Manevî Efendi’nin zindana atılmasına karar verilir.
Ancak kader, katil Şeyh’in adil bir yargıyla yargılanmasına müsaade etmez. Adam zindanda hastalanır ve ölür. Dolayısıyla cinayetin sebebi ve nasıl işlendiği ortaya çıkartılamamış, bir kadın cinayetinin daha hesabı ahirete kalmıştır.
Kadınların yaşam hakkının gözetildiği, özgürlüklerinin kısıtlanmadığı bir dünya özlemiyle…
Kaynaklar: