Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Anı Yaşamak Felsefesi Ve Polisiye Bir Hikaye: Anı Yaşa

Diğer Yazılar

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

DURU GÜZELLİK SALONU

Sonunda kardeşim İdil’le tatile çıkabildik.

Kolay olmadı tabii. İzin tarihlerimizi denk getirmek için çok uğraştık. İdil Londra’da yaşıyor. Yorucu bir işi var, özel bir okulda müdür yardımcısı. Ben ise İstanbul’da oturuyorum. Yaşam koçluğu yapmaktayım. Aslında sosyoloji okudum ama malum, okullarda sosyoloji öğretmenliği dışında başka çalışma imkanımız yok. Ben de toplumun bütünü ile değil de toplumu oluşturan bireylerin kendisi ile ilgilenmeye karar verdim. Çeşitli eğitimlere katıldım,  sertifikalarımı aldım ve profesyonel olarak çalışmaya başladım.

Günümüz dünyasında her şey çok karışık, herkes mutsuz, insan ilişkileri sığ. Sevgi ve saygı yok. Onları bulan şanslı olduğunu zannediyor. Aslında hiç de öyle değil. Yaşamı zorlaştıran bizleriz. Ve ne yazık ki, herkes kendini mükemmel görüyor. Elbette her şey dört dörtlük ve güllük gülistanlık olamaz. Çok sıkıntılar yaşayan ve kayıpları olan insanlar var aramızda. Bütün sorun, bunlarla başa çıkma potansiyelimizin farklı olmasından kaynaklanıyor.

Akşam üzeri Londra’dan gelen İdil’le hemen o gece saat yarımda, otogardan kalkan  İzmir otobüsüne bindik. Gideceğimiz yer, İzmir’in Çeşme ilçesine bağlı, denize yakın, ormanlık alanı geniş, Kirazlı adında bir köydü.

Otobüsümüz hareket eder etmez İdil sordu. “Abla güzel de biz şimdi köy hayatı mı yaşayacağız on beş gün?”

Güldüm. “Hayır, canım olur mu? Bahçesi güllerle bezenmiş, verandasında salıncağı olan, şirin, kırmızı çatılı, kerpiçten yapılmış, masallardakine benzeyen evlerden birinde kalacağız. Köyle iç içe değil. Muhtar Kubilay Yiğit, köylerine katkı sağlasın diye herkesin sahip olduğu boşta kalan birkaç dönümlük araziyi küçük bir tatil beldesi haline getirmiş.Ne güzel değil mi? Köylüler, denize yakın arazilerini değerlendirmişler. Plaja beş dakika. En güzeli de hepsinin bir ismi var. Bizim kalacağımız evin ismi: Anı Yaşa.”

İdil, “İlginç,” diye mırıldandı. “Carpe Diem yani.”

Başımı salladım. “Aynen öyle.”

Nasıl yorulmuşsak artık, yol boyunca uyuduk. Bizi uyandıran, muavinin, ‘İzmir Otogarı’na gelmiş bulunuyoruz’ anonsu oldu. Aşağıya inip valizlerimizi aldık, önce başka bir otobüsle Çeşme’ye, oradan da minibüsle Kirazlı Köyü’ne gittik.

Köyün muhtarı Kubilay Yiğit, güler yüzlü ve son derece misafirperver bir tavırla karşıladı bizi. Geniş ve ferah ofisinde kayıt işlemlerimizi yaptı, sonra beni ve kız kardeşimi  kalacağımız eve götürdü.

Yolda, dayanamayıp sordum. “Kubilay Bey, evlerin adları çok hoş. Yonca, Papatya, Yıldız, Hilal, Güneş, Gül, Çiğdem, Tomurcuk. Fakat bizim evin ismi diğerlerinden farklı. Sebebini öğrenebilir miyim, eğer bir mahzuru yoksa?”

Muhtar gülümseyerek başını salladı. “Haklısınız. Bu evin ismini kızım verdi. Her zaman onun hayat felsefesi olmuştur bu iki kelime. Bana da ‘Baba, anı yaşamak lazım. Geçmiş bir hayaldi, yaşandı ve bitti. Gelecek ise muamma. Onun için anı yaşayıp hayatın tadını çıkarmalıyız’ der her zaman. Bu yüzden, bu evin isminin Anı Yaşa olmasını istedi. Ben de kabul ettim. Sizin evin adının hikayesi işte bu.”

Evimize yerleşmemiz uzun sürmedi. Duşumuzu alıp akşam yemeği için restorana gittik. Tatil beldesinin bütün sakinleri oradaydı. Yan masamızda kalabalık bir aile hararetli konuşmalar eşliğinde yemeklerini yiyorlardı. Konuşmalarından onların karı koca ve iki kızlarıyla adamın annesi ve kız kardeşi olduklarını çabucak anladık.

Kızlardan biri, “Hala, daha kaç kere söylemem gerekiyor,” diye bağırdı sinirli sinirli. “Gece dışarı çıkmadık ve salıncakta da sallanmadık.”

Hala kaşlarını kaldırdı ve sert bir sesle, “Ben onu bunu bilmem,” dedi. “Salıncaktaydınız ve kıkırdamalarınız yüzünden uyuyamadım, dua edin büyükannenize.”

Büyükanne araya girdi. “Yeter Asude, rahat bırak torunlarımı. Ne olmuş yıldızların altında iki kardeş sallanıp dertleştilerse. Hadi sen bana eve kadar eşlik et, ilaç saatim geliyor.”

Büyükanne ve kızı Asude masadan kalktılar. Başlarıyla bize de bir selam verdikten sonra evlerine doğru yürüdüler. Tartışma, geride kalanlar arasında bir süre daha devam etti. Sonunda, iki kız kardeş sinirli şekilde anne ve babalarının yanından ayrıldılar.

Bize göre uzak bir masada kalabalık bir grup kahkahalar eşliğinde yemeklerini yiyorlardı. Çok eğlendikleri belliydi. Biraz da çakırkeyif olmuşlardı galiba.

Başka bir masada sakallı bir adam tek başına oturmuş, keyifle şarabını yudumluyor, arasıra da not defterine bir şeyler yazıyordu. Etrafında olup bitenlere karşı pek ilgisizdi.

Kız kardeşime, “Bu adam kesinlikle yazar olmalı,” dedim. “Baksana, devamlı bir şeyler yazıyor. Başka bir alemde yaşar gibi bir hali var.”

İdil başını salladı. “Haklısın.”

Karşımızdaki masada, karı-koca olduklarını tahmin ettiğim genç bir çift vardı. Muhtemelen yeni evliydiler. Hatta balayına çıkmış bile olabilirlerdi. Bu akşam gidecekleri konser hakkında konuşuyorlardı.

Yemeğimizi bitirmiş, kahvelerimizi yudumlarken kalabalık gruptan bir kadınla bir erkek, gece denize girmeyi çok sevdiklerini söyleyerek diğerlerinden izin istediler.

İdil, “Abla,” dedi. “Gece denize girenlerdeki de ne cesaret değil mi? Hatırlıyor musun, çocukluğumuzda gittiğimiz kamplarda gece denize giren gençler olurdu. Ne eğlenirlerdi ama?”

O günleri hatırlayıp içimi çektim. “Babam da bizi gözünün önünden ayırmazdı. Ne korkardı boğuluruz falan diye. Bak ne güzel şezlonglarına uzandılar, yanlarında minik sepetleri de var. Her halde sabahlayacaklar.”

İdil, “Biz gene kendimizi emniyete alalım,” dedi. “Sabah girelim abla, ne de olsa çocukluktan miras bize.”

Biraz gülüştükten sonra soluğu yataklarımızda aldık.

Yol yorgunluğundan olacak hemen dalmışım. Kaç saat uyudum bilmiyorum. Uyandığımda hava aydınlanmamıştı ve dışardan çığlıklar geliyordu. İdil’le birlikte üzerimize bir şey alıp verandaya çıktık. Kumsalda bir kalabalık vardı. İnsanlar oradan oraya koşuyor, biri sinir krizleri geçiriyor, muhtar Kubilay “Polis gelene kadar bir şeye dokunmayın,” diye bağırıyordu.

Sahile doğru biraz yürüyünce, kumların üzerinde kıpırtısız yatan iki kişi gördük. Biri kadın diğeri ise erkekti. Muhtara ne olduğunu sordum. Adam büyük bir üzüntüyle, “Gece denize giren çift,” dedi. “Boğulmuşlar. Cesetleri kıyıya vurmuş.  Ne büyük bir talihsizlik.”

İdil, çok kötü oldu. “Bakamayacağım,” diyerek eve geri döndü.

Bense bütün cesaretimi toplayıp cesetlerin yanına kadar gittim. Birkaç saat önce neşeyle konuşan bu iki insanın şimdi kumsalda cansız yattıklarını görmek çok korkunçtu. Nasıl bir kazaydı bu böyle? Acaba sarhoş mu olmuşlardı. Boğulmaları bu yüzden miydi?  Piknik sepeti biraz ötelerinde duruyordu. Kapağını aralayıp içine baktığımda hemen hemen boşalmış bir şarap şişesiyle yarısı yenmiş çukulata ve peynir paketlerini gördüm Hepsi  yabancı ve kaliteli markalardı. Bir hayli de pahalı olmalıydılar.

Muhtar en sonunda herkesi olay yerinden uzaklaştırmayı başardı. Ben de kaldığımız eve doğru gidiyordum ki, birden ekip arabalarının siren sesiyle irkildim. Polisler gelmişti.  En öndeki arabadan sivil giyimli biri indi. Muhtara kendisini ‘dedektif Levent Sarp’ diye tanıttı.

Güldüm. ‘Dünya küçük diye işte buna denir,’ dedim kendi kendime. Bu bizim Levent’ti. Üniversiteden arkadaşım. Onun polis olduğunu bilmiyordum. İzmir’den ayrıldıktan sonra bağlantımız kesilmişti.

Üniversitedeyken de böyle atletik yapılı, sert görünümlüydü. Hiç değişmemişti. Beni görünce o da şaşırdı. Uzun bir aradan sonra karşılaşan bütün insanlar gibi, kısa bir süre sohbet ettik. Arkadaşlığımızın kaldığı yerden devam ettiğini görmek beni çok mutlu etmişti.

“Biz dün geldik,” dedim. “Gece de bu felaket oldu.”

“Tanıyor musun onları,” diye sordu Levent. “Ölen kadın Amerikalıymış.”

“Hayır,” dedim. “Tanışacak zamanımız olmadı. Ama kalabalık bir gruptular. Çok da eğleniyorlardı. Boğulmuşlar, değil mi?”

“Öyle görünüyor.”

“Vücutlarında darp izi yok. Dikkatle baktım. Bir yara bere göremedim.”

Levent Güldü. “Oo, amatör dedektifliğe mi başladın?”

“Yok canım. Ben sadece iyi bir polisiye roman okuruyum. O kadar. Etrafta ayak izi filan da yoktu.”

“Olsa bile dalgalar silmiştir. Dün gece çok içtiler mi? Sarhoş olacak kadar yani.”

“Evet, içtiler. Ama sarhoş olduklarını sanmıyorum. Tabii yanlarında bir piknik sepeti vardı. İçinde pahalı bir şarap şişesi gördüm. Hemen hemen boşalmıştı. Belki onunla kafayı bulmuş olabilirler.”

“Olay bir kaza gibi görünüyor. Herkesin ifadesini alacağız. Sen bir şey gördün mü?”

“Hayır. Çok derin uykudaydım. İdil de öyle. Kumsaldan gelen sesler bizi uyandırdı. Sonra dışarı çıktık. Olayı o zaman öğrendik.”

Levent, “Tamam,” dedi. “Ben şimdi muhtar ve diğer konukların ifadelerini alacağım. Bu arada savcı da gelir. O karar vermeden cesetleri kaldıramayız. Sonra tekrar size uğrarım.  Hangi evde kalıyorsunuz?”

“Anı Yaşa’da.”

“Anı Yaşa mı? Ne ilginç bir isim bu?”

Gülerek “Haklısın,” dedim ve iyi geceler dileyip Levent’in yanından ayrıldım.

Eve gelince kızkardeşimi verandada oturmuş, uykulu gözlerle beni bekler halde buldum. “Nerede kaldın abla?” dedi sitemli bir sesle. “Seni merak ettim.”

Ona olup biteni anlattım. Levent’in polis olduğunu öğrenince o da şaşırdı. Hala yakışıklı olup olmadığını sordu. “Hiç değişmemiş,” dedim. Bunu söylerken kızardığımı hissetim. İyi ki, veranda çok aydınlık değildi.

Kız kardeşim, “Olaya ne diyor?” diye sordu.

“Kaza olduğunu tahmin ediyor,” diye cevap verdim.

“Peki, sence?”

Bir an durdum. Aklımdan geçenleri İdil’e söyleyip söylememekte tereddüt ettim. Sonra kararımı verip düşüncemi açıkladım. “Bence kaza ihtimali zayıf. İkisinin de sarhoş olmadıklarını biliyorum. Sonradan içtikleri bir şişe şarapla da sarhoş olmuş olamazlar. Hem ikisinin birden boğulması garip tesadüf. Benimki tamamen bir sezgi ama bence bu bir cinayet. Öyle hissediyorum. Bilirsin hislerimde öyle kolay kolay yanılmam. Şu şişede kalan şarabı ve diğer yiyecekleri kontrol etmeyi çok isterdim.  İçlerinde bir şey olabilir.”

“Ne gibi?” diye sordu İdil, gözlerini iri iri açarak.

“Bilmiyorum,” dedim. “Zehirli bir madde mesela.”

“Ne diyorsun, abla?”

“Neyse bu konuda daha fazla konuşmayalım,” diyerek İdil’i susturdum. Birazdan Levent burada olacak. Ona sorarız her şeyi.”

Biz Levent’i beklerken, cesetler bir torbaya konup götürülmüş, kumsalda az önceki faciayı hatırlatan hiçbir iz kalmamıştı. Sorgu-sual bitmiş, ifadeler alınmış, görgü tanıkları dinlenmişti. Usulen biz de hiçbir şey görmediğimizi belirten bir ifade verdik, tutanağın altını imzaladık.

Saat üçe gelirken Levent bizim bahçenin kapısında göründü. Önce İdil’le selamlaşıp hal hatır sordu, sonra ikimize biraz bilgi verdi. Ölen adamın adı Melih Alkan’mış. Diğeri de  karısı Sandy. Buraya arkadaşlarıyla birlikte Amerika’dan gelmişler. Farklı eyaletlerde yaşıyorlarmış ama fırsat buldukça görüşüyorlarmış. Rezervasyonu yapan Melih Beymiş.

Savcı olayın bir kaza olduğuna karar vermiş. Doktorun tespitine göre, ikisinin de ölümüne, sarhoşluk yüzünden denizde boğulmaları neden olmuş. Dalgaların kıyıya sürüklediği cesetleri, burada çalışan Kirazlı Köyü sakinlerinden biri görmüş, hemen muhtara haber vermiş, birlikte kumsala çıkarmışlar. Ancak yapılacak bir şey yokmuş, gene de hastaneyi aramışlar ve polise telefon etmişler.

Levent gittikten sonra, İdil, “Neden ona kuşkularından bahsetmedin?”  diye sordu.

Ne diyebilirdim ki? Elimde tek bir kanıt olmadan cinayetten nasıl söz edebilirdim? Herhalde Levent, bana kahkahalarla gülerdi. Bunları kız kardeşime de söyledim. Bana hak verdi.

“Ama,” dedim. “Bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok.”

Kız kardeşim dik dik bakarak, “Ne yapacaksın?” dedi.

“Madem polis bu işin üstünü kapatıyor, kendi araştırmamı kendim yapacağım,” dedim. “Hatta şimdiden başlıyorum. Sanırım muhtar hala ofisinde. Gidip onunla konuşacağım.”

“Aman abla, otur oturduğun yerde. Ne gerek var şimdi?”

Kız kardeşime birazdan döneceğimi söyleyip muhtarın ofisine doğru yürüdüm.

Kubilay Bey’in canı sıkkındı. Olayın Kirazlı Köyü için olumsuz bir etki yapmasından endişe ediyordu. Üzüntülü bir sesle, “Böyle bir kaza ilk kez oluyor burada,” diye dert yandı.

“Amerika’dan gelmişler galiba,” dedim.

“Evet, hepsi Amerika’dan geldi. Yedi kişiydiler. Geldiklerinden beri kahkahalar havada uçuşuyordu, birlikte yüzüyor, güneşleniyor ve hep birlikte yemeğe geliyorlardı. Bir de şimdiki şu hallerine bakın. Ağızlarını bıçak açmıyor.”

“Melih Bey’le karısı, Güneş isimli evde kalıyorlarmış.”

“Evet. Onlara deniz kıyısına en yakın evleri vermiştim. Bahadır ve Gamze Karel, Gül’de, Murat ve Bahar Kurt ise Çiğdem’de kalıyorlardı. Bir de Semih Bey var. Semih Ataman. O bekar. Tomurcuk’ta kalıyordu. O ev diğerlerinden biraz daha küçüktür.”

Muhtar’la bir süre kaza hakkında konuştuk. Sonra, köyde kalan tatilcilerden bahsettik. Bana konuklarını uzun uzun anlattı. Restoranda gördüğümüz sakallının adı Çetin Özden’miş. Tahmin ettiğim gibi, adam gerçekten yazarmış. Uzun zamandır buradaymış ve yeni romanı üzerinde çalışıyormuş..

Yonca ve Papatya adlı evlerin konuğu Onur ailesiymiş. Hani şu yemekte tartışan aile. Kuzey Bey’le Şebnem Hanım evlerden birinde, kızları Begüm ve Başak’la babaanneleri İnci Onur ve halaları Asude Onur diğerinde kalıyorlarmış. Kızlardan büyüğü üniversiteye gidiyormuş, küçüğüyse bu sene başlayacakmış. Ailenin, İstanbul’da babadan kalma bir antikacı dükkanı varmış. Kuzey Onur’la kız kardeşi Asude Onur, orayı birlikte işletiyorlarmış. İnci Hanım hastalanınca, iki evladını dükkana ortak yapıp aradan çekilmiş.

Genç karı-koca’nın adı Ahmet ve Sevda imiş. Yeni evlilermiş ve bir bankada çalışıyorlarmış.

Muhtarın yanından ayrıldıktan sonra hemen eve dönmedim. Uğramam gereken bir yer daha vardı. Şu ölen çiftin kaldıkları eve bir göz atmak istiyordum.

Ev deniz kıyısındaydı ve tamamen karanlığa gömülmüştü. Doğrusu çok heyecanlanmıştım. Şaka maka dedektiflik yapıyordum. Verandadaki pencerelerden biri aralıktı. Oradan içeri girdim. Etrafı görebilmek için cep telefonumun fenerini açtım. Keskin bir beyaz ışık hüzmesi yayıldı odaya. Sahilde kimse olmadığı için birinin beni farketmesi mümkün değildi. Her tarafa baktım.  Valizleri, elbise dolabını, banyoyu ve çekmeceleri araştırdım, yatakları ters yüz ettim ama hiçbir şey bulamadım. Tatile gelirken getirilmesi gereken ne varsa hepsi vardı. İki cep telefonu ve piknik sepeti dışında  dikkatimi çeken hiçbir şey yoktu. Önce telefonları inceledim. Kayıtlı numaralardan sadece bir tanesi Türkiye’ye aitti, o da muhtarın telefonuydu. Diğer  hepsi ABD’ye ait numaralardı. Mesaj bölümleri de boştu. Hepsi silinmişti.

Piknik sepeti yatağın kenarında duruyordu. Feneri ona tutup içindekilere baktım. Şarap şişesi neredeyse boşalmıştı.  Kırmızı şaraptı bu. Hem de en pahalısından bir  Corvus Malbec’ti. Guyliane vişne likörlü çikolataların yarısı yenmişti. Cabernet  Franc  keskin çedar peynirine ise pek dokunulmamıştı. Şarap şişesinden bir iki damla parmağıma damlatıp dilime sürdüm. Tadı biraz tuhaf geldi. Şişenin mantarını odada bulduğum bir naylon torbanın içine koydum. Çukulatalardan üçünü ve bir parça peyniri de aynı torbaya attım. Şaraptan biraz numune alabilmek için uygun bir nesne aradım, komodinin üstünde bir ilaç kutusu gördüm. İçindekileri boşaltıp, alabildiği kadar şarapla doldurdum, kapağını sıkıca kapattım. Onu da torbaya dikkatle yerleştirdim.

Evde işim bitmişti. Tam dışarı çıkıyordum ki, pencerenin altında, yerde parlayan bir şey çarptı gözüme. Eğilip aldım. Pırlanta bir küpeye benziyordu ama değildi. Arkasında küçük bir halka vardı. Onu da torbaya tıkıştırıp verandaya çıktım. Pencereyi usulca kapattım. Artık Anı Yaşa’ya geri dönebilirdim.

Kız kardeşim uyumuştu. Ben de sessizce üstümü değiştirip yattım. Uykuya daldığımda hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.

Ertesi gün (aslında aynı gündü tabii) geç kalktım. Kahvaltıdan sonra İdil’e dün gece olanları anlatınca çok heyecanlandı. Ona pencerenin altında bulduğum pırlantaya benzeyen nesneyi gösterdim.

“Ne bu?” diye sordu. “Düğme mi?”

“Evet,” dedim. “Ama taşlı düğme. Eskiden Beyoğlu taşı deniyordu. Şimdi ise Swarovski taşı deniyor. Sanki öyle deyince düğme pırlantaya dönüyor.”

İdil, eline aldığı Beyoğlu taşına bakarak, “Bu Sandy’nin olabilir,” dedi. “Elbiselerini iyice kontrol ettin mi?”

“Ettim,” dedim. “Kadının kıyafetlerinin hepsi spor, penye bluz ve kot tarzı. En fantezi olanları bile baskılı penyeler. Taşlı ve boncuklu bir kıyafeti yok. Aksesuarlarına da uymuyor. Çanta ve ayakkabıları düz. Hiçbirinin üstünde pul, payet, boncuk ve taşlı bir şey bulunmuyor. Kısacası, düğme Sandy’e ait değil.”

“Sence bu düğme önemli bir ipucu mu?”

“Öyle olmalı,”

“Bak ne diyeceğim, sen bu olayın bir cinayet olduğunu düşünüyorsun. Ama belki başka bir şeydir. Mesela o karı-koca intihar etmiş olamaz mı?”

“Hiç sanmam. Ne kadar neşeliydiler, hatırlasana.”

“Haklısın. Kahkahalar gırla gidiyordu dün gece. Çok eğleniyorlardı. Ne  kadar neşeli bir grup diye düşünmüştüm hatta.”

Kız kardeşime, bir büyütece ihtiyacım olduğunu söyledim.

“Ne yapacaksın,” diye sordu.

“Şişenin mantarını aldım. Onu inceleyeceğim.”

“Neden?”

“Eğer şaraba bir şey karıştırılmışsa bu ancak mantarın üzerinden enjekte edilerek yapılmıştır. Yani bir şırıngayla.”

“Aman abla, incecik bir deliği nasıl göreceksin? Mikroskop lazım onun için.”

“Benim gözlerim keskindir. Bir büyütecim olsaydı, rahatlıkla görürdüm.”

İdil biraz düşündükten sonra, “Galiba,” dedi. “Burada bir büyüteç var.”

“Nerede?”

“Muhtarın ofisinde. Dün görmüştüm. Sen otur burada, ben bir koşu gidip alayım.”

Kız kardeşim tez canlıdır. Ben daha ağzımı açmadan o gözden kaybolmuştu bile.

Beş dakika sonra elinde bir büyüteçle geri döndü. Ben de hemen eve girip mantarı torbadan çıkardım, masanın üzerine koydum. Cep telefonumun fenerinden gelen kuvvetli beyaz ışığı açtım. Büyüteçle dikkatle mantarı incelemeye başladım. Evet, tahmin ettiğim gibi, çıplak gözle görülmesi çok zor küçük bir delik vardı mantarda. Bu kesinlikle bir iğne deliğiydi. Ve eğer bu bir enjektör iğnesinin deliğiyse, kesinlikle şarabın içine bir şeyler karıştırılmıştı.

Kız kardeşime durumu anlattıktan sonra, “Hemen, İzmir’e gidiyorsun,” dedim. “Sevinç’i tanırsın. Mikrobiyolog. Kocasıyla birlikte Alsancak’ta bir laboratuvarları var. İşte adresleri de burada, yazdım. Bu  ilaç kutusunu çantana koy. Aman dikkat et dökülmesin. İçinde şaraptan aldığım numune var. Şunlar da piknik sepetindeki çukulata ve peynir. Bunların hepsini acilen tahlil etsinler. İçinde zehir ya da uyuşturucu var mı baksınlar. Ben ayrıca telefonla Sevinç’i arar, durumdan haberdar ederim.”

Kız kardeşim endişeli bir yüzle, “Sen ne yapacaksın burada, abla?”  diye sordu.

“Merak etme,” dedim. “Tehlikeli hiçbir şey yapmayacağım. Laboratuvardan gelecek haberi beklerken  etrafı gözlemleyeceğim, insanlarla sohbet edeceğim. Eğer  olay gerçekten bir cinayetse, bu, katilin buradaki insanlardan biri olduğu anlamına gelir. Onun bir hata yapmasını bekleyeceğim.”

İdil’i yolcu ettikten sonra Sevinç’i aradım, konuştum, durumu açıkladım. Arkadaşım, elinden geleni yapacağını söyledi. Teşekkür edip telefonu kapattım. Daha sonra restorana gittim.

Bu gün pek sessiz olan Kuzey  Onur ve ailesi, yemeklerini bitirmek üzereydiler. Kızlar arada bir kıkırdıyorlardı ama, anneleri bakışlarıyla onları susturuyordu.

Onlara en yakın masaya otururken kederli bir sesle “Afiyet olsun,” dedim. “’Feci bir geceydi. Dün gece hiç uyumadım.”

Kuzey Bey, bana dönerek, “Haklısınız,” dedi. “Yıllardır tatile çıkarız, hiç böyle bir şeyle karşılaşmadık.”

“Olay nasıl oldu acaba?” diye ortaya bir soru attım.

Şebnem Hanım, “Valla ben hiçbir şey görmedim,” dedi. “Sadece arkadaşların sohbetlerine biraz kulak misafiri oldum. Ölen beyefendi, gece eşi ile denize gireceklerini, eğer eşlik etmek isteyenler varsa kendileriyle gelmelerini, yanlarında muhteşem şarapları, enfes peynir ve çikolataları olduğunu söyledi. Sonra gülüşmeler oldu. Başka bir şey hatırlamıyorum.”

Kuzey Bey araya girdi. “Ben ve eşim o masada başbaşa kalınca kendimize güzel bir kahve söyledik ve en son restorandan biz ayrıldık. Belki biraz daha geç ayrılsak onlara denize girerlerken ne olduğunu görebilirdik. Ama maalesef. Biz eve doğru giderken onlar kumsalda uzanmış, kadehlerine şarap doldurup içiyorlardı.Çok neşeliydiler.”

İnci Hanım, aksi aksi homurdandı. “Biraz fazla neşeliydiler. Ben sessiz, sakin, ailece güzel bir tatil geçireceğiz diye geldim buraya. Ama bu şamatacı grup geldiklerinden beri ergen gençler gibi davranıyordu.”

Asude, “Kusura bakmayın,” dedi. “Annem kalp ve tansiyon hastası. Çabucak hiddetlenir böyle. Dün gece de erkenden kalkmıştık masadan. İlaçlarını zamanında alıp dinlenmesi gerekiyor annemin. Erkenden  yattık. O yüzden ben de bir şey görmedim, onlarla ilgili. Çok korkunç bir olay bu.”

İnci Hanım iyice öfkelendi. “Hiç de değil. Onların bir çılgınlık yapacakları belliydi. Nitekim yaptılar da. Gece denize girmek de ne oluyormuş? Deniz, gündüz bile tehlikelidir. Dikkatli olmak lazım. Neyse, Allah taksiratlarını affetsin.”

“Begüm birden atıldı. “Biz o çifti gördük. Kardeşimle ben yani.”

Şebnem Hanım, şaşkınlıkla sordu.”Boğulurken mi gördünüz?”

“Yo, hayır. Plaja giderlerken gördük. Verandamızdaki salıncakta buzlu kahvelerimizi içiyorduk. O sırada onlar havluları ellerinde plaja gidiyorlardı. Bir de ellerinde küçük piknik sepeti vardı.”

Bu kez ben sordum. “Kaldığınız ev onlarınkine yakın o zaman. Plajı da net olarak görüyor muydunuz?”

“Hayır, bizim kaldığımız ev plaja uzak kalıyor ama yine de seçebiliyorduk onları. Şezlonglarına havlularını yaydılar sepetlerinden kadehlerini çıkardılar. Bir şeyler yiyip  içerek sohbet ediyorlardı. Çok romantik geldi bize onları seyretmek. Ama halam bizi salıncakta görürse yine homurdanacaktı ve yine bir tartışma yaşanacaktı. Bu yüzden kahvemiz bitince eve girdik.”

“Küçük hanım, sözlerine dikkat et. Halan saygıyı hak ediyor. Ayrıca sizler kendi  kızı gibi seviyor,” diye uyardı kızını Kuzey Bey. Sonra bana dönüp “Kusura bakmayıni” dedi. “Çocuklarla başa çıkmak kolay değil. Kız kardeşim ve annem yorgun oldukları için ilk geldiğimiz gün erken yatmışlardı. Kızlarımın salıncakta sallandığını zannetmiş. Biraz gürültü olmuş dışarda  herhalde. Bilirsiniz işte çocuklar ve halaları.”

Konuşmamız, garsonun yemeğimi getirmesiyle kesildi. Aslında soracağım bir iki soru vardı onlara ama susmak zorunda kaldım. Kuzey Bey ve ailesi de bana “afiyet olsun,” deyip restorandan ayrıldılar.

Yemekten sonra, genç çiftin kaldığı eve doğru yürüdüm. Ahmet ve Sevda Yıldırım, verandalarında oturmuş muhabbet ediyorlardı. İkisini de selamlayıp havadan sudan konuşmaya başladım. Sevda beni verandalarına davet etti. Ben de bu nazik teklifi kabul edip yumuşak minderli hasır koltuklardan birine oturdum. Karı-koca, bana soğuk bir limonata ikram ettiler. Lafı evirip çevirip dün geceki boğulma olayına getirdim.

“Kimsenin onları görmemiş olması ne feci değil mi?”

Ahmet,”Maalesef” dedi üzüntüyle başını sallayarak. “Ben ve eşim o akşam yemekten hemen sonra Çeşmeye gittik. Konser vardı, o gece dönmedik buraya. Denize girdiklerini bile görmedik haliyle”

Sevda kocasının lafını keserek, “Yemekte tam arkamızdaki masada grup olarak oturuyorlardı,” dedi.  “Çok neşeliydiler. Ben sadece bu çiftin denize gireceklerini söylediklerini, hatta arkadaşlarına da ısrar ettiklerini duydum. Yanlarında pahalı şarap, peynir falan getirmişler galiba. Sonra ne konuştular bilmiyorum. Çünkü acele ediyorduk konseri kaçırmamak için. Köye öğleden sonra döndük. Muhtar Kubilay Bey anlattı bize neler olup bittiğini. Çok üzüldük.”

“Biz de gideceğiz o konsere,” dedim. “Kız kardeşim çok istiyor. Belki biz de geceyi Çeşme’de geçiririz. Siz hangi otelde kaldınız?”

Bu soruya Ahmet cevap verdi. “Deniz Otel’de. Küçük ama güzel bir otel. Tavsiye ederim.”

Otelin adresini alıp  Yıldırım çiftinin yanlarından ayrıldım. Kumsala doğru yürürken yazar Çetin Özden çıktı karşıma. Herhalde yemeğini erkenden yemiş olmalıydı. Şimdi de denize, yüzmeye gidiyordu.

“Merhaba,” dedi beni görünce. “Hava çok güzel. Denize girmiyor musunuz?”

“Dün geceden sonra içimden pek girmek gelmiyor,” dedim.

“Haksız sayılmazsınız,” dedi. “Çok kötü bir olay bu. Fakat biraz da kendi kendilerine yaptılar.”

“Nasıl? Anlayamadım.”

“Valla şarabı ben de severim ama onlar benden daha çok seviyorlarmış anlaşılan.”

“Öyle mi?”

“Evet. Dün akşam yemekte hepsini izledim. Rahatsız etmeden tabii. Üniversite yılları, Amerika maceraları, orada kurdukları yaşamları, onları kah neşelendirdi kah hüzünlendirdi. Bunları konuşurken hepsinin şerefine kaç kez kadeh tokuşturdular bir bilseniz. Boğulan çift zaten restorandan ayrılırken çakır keyif olmuştu. Arkadaşlarına da çok ısrar ettiler ama kimse onlarla denize gitmek istemedi. O sarhoş halleriyle denize girince facia da kaçınılmaz oldu elbette.”

“Doğru. Çok neşelilerdi. Bunu ben de farkettim. Hatta fazla neşelilerdi bile diyebilirim. Ne yazık ki, erkenden yatıp uyudum. Onlara yardım etme şansım olmadı. Kız kardeşimin de öyle. Siz hiç ses duymadınız mı?”

“Hayır. Restorandan sanırım en son çıkan bendim. Benden önce, o kalabalık aile ayrılmıştı. Sahilden geçerken plaja baktım, boğulan karı-koca şaraplarını içmeye devam ediyordu. Sonra evime gittim.”

Tam bu sırada telefonum çaldı. Çetin Özden’e veda edip telefonu açtım. Arayan Sevinç’ti.

“Hayatım,” dedi heyecanlı bir sesle. “İdil’in getirdiği numuneleri tahlil ettim.”

“E, ne oldu? Bir şey buldunuz mu?”

“Valla ne yapıyorsun bilmiyorum ama sonuç pozitif.”

“Ne demek bu?”

“Şu demek canım. Şarapta yüksek oranda kokain benzoylemetil ekgonin saptadım. Aynı maddeden çukulatalarda da var. Peynirde ise herhangi bir maddeye raslamadım.”

“Benzin midir nedir, bu madde ne oluyor yani? Zararlı bir şey mi?”

“Kokain bu Müge’cim. Sıvı kokakin. Çok tehlikeli bir uyuşturucu. Sen nereden buldun bunları?”

“Sonra anlatırım Sevinç. Şimdi telefonda olmaz. Sen tahlil sonuçlarını bir kağıda yaz, İdil’e ver. O numuneleri de lütfen sakla. Sakın atma.”

“Tamam canım. Ama beni bayağı meraklandırdın.”

“Biliyorum. Yarın herşeyi anlatırım. Sana söz.”

Telefonu kapattım. Demek, olay basit bir kaza değil, resmen cinayetti. Birisi, karı-kocayı öldürmek için şaraba ve çikolatalara kokain karıştırmıştı. Kim, neden bu çifti öldürmek isteyebilirdi ki? Bu sorunun  cevabını bulmak hiç kolay olmayacaktı. Şarabın, peynirin ve çikolatanın markasını bilecek kadar onları yakından tanıyan biri yapmıştı bu işi. Melih ve karısı Sandy’nin, yemekte  aldıkları alkolle zaten çakır keyif olduklarını bilen katil, şarap şişesine ve çikolatalara sıvı kokain enjekte ederek onların iyice sarhoş olmalarını sağlamış, böylece boğularak ölmelerini kaçınılmaz bir hale getirmişti.

Ve benim elimde Beyoğlu taşı bir düğmeden başka bir ipucu yoktu.

Eve gidip İdil’i beklemeye başladım. Hava çok güzeldi ama, gerçekten de içimden denize girmek gelmiyordu. Tam verandaya çıkarken telefonum çaldı. İdil arıyor zannederek cebimden çıkarıp ekranına baktım ama o değildi. Bilinmeyen bir numaraydı. “Kim acaba?” diyerek telefonu açtım.

Tanıdık bir ses, “Merhaba,” dedi.

“Levent, sen misin?”

“Evet benim.”

“İyi ki aradın. Nerdesin? İzmir’de mi?”

“Hayır. Çeşme’deyim şu anda. Hayrola, ne oldu?”

“Hemen buraya gelebilir misin? Ben de seni arayacaktım. Hemen gel lütfen. Çok önemli bir gelişme oldu. Telefonda anlatmak uzun sürer. Gelirsin değil mi?”

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Levent’in gür sesi yeniden kulağıma ulaştı. “Tamam. Bir saat sonra ordayım.”

Söz verdiği gibi tam bir saat sonra Levent bizim evin verandasında oturuyordu. Siyah gözlük takmış, üzerine bütün kaslarını ortaya çıkaran incecik bir gömlek giymişti.

Herşeyi anlattım. Beni dikkatle dinledi. Sözlerim bitince güldü.

“Sen dedektif olmalıymışsın.”

“Yok canım. Ne haddime? Ben sadece sezgilerime güvendim.”

“İyi yaptın. Bu anlattıklarını ihbar kabul ediyorum. Hemen savcıyı arayacağım. Herhalde çok şaşıracak. Hafta sonunu zehir ettiğimi düşünecek ama ben bundan hiç üzüntü duymayacağım.”

Levent benim yanımda savcıyı aradı ve onu şoke eden haberi verdi. Telefonu kapattıktan sonra bana döndü.

“Neye uğradığını şaşırdı ama iyi oldu. Cesetlere otopsi yapılacak. Ben de şu sepeti alıp Çeşme’ye götüreyim. Orada, numuneleri İzmir’e ulaştıracak ekibe teslim edeceğim.  Ha, aklımdayken bana şu mantarı ve düğmeyi de ver. Onları bir incelesinler bakalım. Muhtarı da bu gelişmeden haberdar etmem lazım. Gözünü dört açsın. Bakalım olayın kaza değil de cinayet olduğunu öğrenince nasıl bir tepki verecek? Akşama burada olurum. Lütfen ben gelmeden bir şey yapma. Çocuk oyuncağı değil bu. Köyde bir katil var. Sıkıştığını hissederse başka cinayetler de işleyebilir. Söz değil mi, yaramazlık yapmayacaksın?”

O kadar şirindi ki, bir an ne isterse yapabileceğimi düşündüm. Kalbim heyecanla çarpmaya başladı. Neyse ki bu salakça halim uzun sürmedi. kendime çeki düzen vererek, “Tamam,” dedim. “Sen gelmeden evden dışarıya adımımı atmayacağım.”

Levent, on dakika sonra köyden ayrıldı. Onun gidişinin üzerinden bir saat geçti geçmedi, İdil İzmir’den döndü. Sevinç’in verdiği tahlil raporu bir zarfın içindeydi. Zarfı açıp baktım. Telefonda bana ne dediyse onlar yazıyordu.

Evin küçük mutfağında hemen bir çay demleyip bardaklara koydum. İdil’le birlikte verandaya çıktık. Çay ikimize de iyi geldi. Onun yorgunluğu, benim de gerginliğim azaldı.

Kız kardeşim dalgın bir sesle, “Abla,” dedi. “Ne hayal ettik neler yaşıyoruz baksana?”

Hafifçe güldüm. “Belki de hayat bize ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyordur İdil.”

“Daha güzel anlatma şekilleri de var. Neden onlardan birini seçmedi acaba?”

Bu soruya cevap veremedim. Çünkü o sırada muhtar gelmişti yanımıza. Adamcağız pek dertli görünüyordu. Bizimle oturması için yaptığımız daveti kabul etti. İçerden ona da bir bardak çay koyup getirdim. Neden bu kadar keyifsiz olduğunu sormamıza gerek yoktu. Belli ki, Levent’in anlattıkları onu fazlasıyla endişelendirmişti.

“Daha önce de gece denize girenler oldu ama hiç boğulan olmadı. Üstelik şimdi durum daha da farklı. Bu bir cinayetse, tatil köyümüz bundan çok olumsuz yönde etkilenecek. Ben de bundan büyük bir üzüntü duyuyorum.”

İdil onu teselli etmek için söze girdi, “Üzülmeyin lütfen, böyle şeyler her yerde yaşanabiliyor. Size bir şey söyleyeyim mi,  Londra’da yüksek yapılı otellerin odalarındaki pencerelerin hepsi kilitlidir, hem de açılmayacak şekilde. Çünkü intihar vakaları çok yaşanıyor ama bu otellerin müşteri potansiyelini etkilemiyor.”

“İyi de İdil Hanım, orası Londra. Onları etkilemez tabii. Burası kendi halinde, küçük bir tatil köyü. Dedikodular kötü etkiler.”

“Merak etmeyin bu olayın en kısa zamanda aydınlatılacağına eminim. Ayrıca, Londra’ya döner dönmez, Kirazlı Tatil Köyü için sitenize çok güzel bir değerlendirme yazısı yazacağım.”

“İdil haklı,” dedim.  “Ben de yazacağım. Yaşam koçu olarak, doğayla baş başa, sessiz, sakin bir sahilde, iş stresinden uzaklaşmak ve kendine vakit ayırmak isteyenlere önereceğim. Hem reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. Biliyorsunuz, bu tür üçüncü sayfa haberlerini seven bir milletiz. Bu olay düşündüğünüz gibi kötü etkilemeyecek burayı Kubilay Bey.”

İdil ve muhtar, bu sözlerime güldüler. “İşte,” dedim. “Pozitif düşünmenin faydaları. Olumsuz düşünmenin kimseye faydası yok, inanın.”

Muhtar, çayını bitirdikten sonra teşekkür edip yanımızdan ayrıldı. Vakit epey ilerlemişti. Deniz pırıl pırıl ve sakindi ama kumsalda kimsecikler yoktu. Eve girip akşam yemeği için hazırlandık. Levent’e dışarı çıkmama konusunda söz vermiştim ama herhalde buna restorana gitmek dahil değildi.

Yemeğimizi erkenden yememiz iyi oldu. Tatil köyünün sakinlerinden hiçbiri henüz gelmemişti. Tam biz çıkarken Kuzey Bey, karısı, kızları, kardeşi ve annesi içeri girdiler. Adam hala kızlarına öğütler vermeye devam ediyordu. Bizi görünce “İyi akşamlar,” dedi. Diğerleri de başlarıyla selam verdiler. Sadece İnci Hanım yüzümüze bile bakmadan, oflaya puflaya yanımızdan geçti.

Eve geldiğimizde bir sürprizle karşılaştık. Levent verandada ayakta dikiliyordu. Bu kez gözlüklerini çıkarmış, gömleğinin üstüne gözleri gibi koyu mavi bir ceket giymişti.

“Ben de şimdi geldim,” dedi.

Hemen masanın etrafındaki koltuklara oturduk.

“E, bir haber var mı?” diye sordum.

Levent başını salladı. “Önce şunu söyleyeyim. Haklıymışsın. Olay bir cinayet.”

“Bunu biliyoruz zaten,” dedim. “Sen bize gelişmeleri anlat. Mesela, otopsi yapıldı mı? Sonuç belli mi?”

“Bütün işler yıldırım hızıyla yapıldı ve raporlandı. Her iki cesedin kanında, insanı sarhoş edecek düzeyde alkol ve benzoylemetil ekgonin bulundu.”

Sözünü keserek, “Yani kokain,” dedim.

“Evet. Gelen rapor, senin elde ettiğin bulgularla tamamen örtüşüyor. Şarapta ve çukulatalarda sıvı kokain var. Şarap şişesinin mantarında ufak bir delik tespit edildi. Yani, şırınga iğnesinin açtığı delik. Kokain buradan zerk edilmiş. O gece kullandıkları kadeh, çatal, bıçak, tirbüşon, tabak, hepsindeki parmak izleri Melih ve Sandy’e ait. Önce kafayı bulmuşlar, sonra denize girmişler ve boğulmuşlar. O haldeyken başka türlüsü de olmazdı zaten. Deniz bu, şakaya gelmez. İç organlarında bulunan yüksek miktardaki tuzlu su, ölüm nedenlerinin boğulma olduğunu kanıtladı.”

Denize bakıp içimi çektim. “Yani, kaza süsü verilmiş bir cinayet bu. Hem alkol, hem de uyuşturucu alınca boğulmaları gayet normal. Katil bayağı kurnazmış.”

Bir sessizlik oldu. Üçümüz de düşünüyorduk. İlk fikrini açıklayan İdil oldu.

“Sıvı kokaini bulmak, şırıngayla şaraba, çikolatalara koymak profesyonel çalışma gerektirir. Kendileri koymuş olabilir mi acaba?”

Levent itiraz etti. “Niye koysunlar ki?”

“İntihar etmek için.”

Araya girdim. “İmkansız. O kadar neşelilerdi ki, intihar etmiş olmaları mümkün değil.”

İdil beni onayladı. “Haklısın abla. Gerçekten çok saçma bir fikir bu. O zaman şuna ne dersiniz? Belki de kokaini rahatlıkla Türkiye’ye sokmak için böyle yaptılar.”

“A, bak işte bu olabilir.”

Bu kez Levent itiraz etti. “Hiç sanmıyorum. Öyle olsa, havaalanında anında yakalanırlardı.”

“Öyleyse,” dedim. “Biri, karı-kocanın gelirken yanlarında getirdikleri çukulatalara ve şaraba uyuşturucuyu burada zerk etti. Ya da…”

“Ya da ne?”

“Katil, kendisinin zerk ettiği aynı marka şarap ve çukulataları Melih ve Sandy’ninkilerle değiştirdi. Sepetten onlarınkini aldı, yerine kokainli olanları koydu. Bu da onların, hangi cins şarabı ve çukulataları sevdiklerini bilecek kadar  yakından tanıyan biri tarafından öldürüldüklerini gösterir.”

Levent hayran hayran beni süzdü. “Çok doğru. Bravo.”

“Buna bir şey daha eklemek gerek,” dedi İdil.

Kendisine baktığımızı görünce sözlerine devam etti. “Katil, bu işi yapmak için Melih ve Sandy’nin evine girdi ve orada farkına varmadan şu parıltılı düğmesini düşürdü.”

Levent, orta ve baş parmaklarını birleştirerek havada şaklattı. “Tam üstüne bastın İdil. Bu da katilin yaptığı tek hata.”

Gözlerimi Levent’in gözlerinden kaçırarak, “Bu profil, benim aklıma öncelikle, birlikte geldikleri arkadaşlarını getiriyor,” dedim. “Onlar hakkında bir şey öğrenebildin mi?”

“Biraz. Üniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisans için hep birlikte  ABD’ye gitmişler. Hiç biri geri dönmemiş. Bahadır Gamze’yle, Murat Bahar’la evlenmiş. Zaten üniversite yıllarından beri birbirlerine aşıklarmış. Semih ve Melih ise bekar olarak gitmişler ABD’ye. Melih, orada Sandy ile tanışmış, bir süre sonra da onunla evlenmiş.  Semih ise hala bekar.”

“Hepsi bu kadar mı?”

“Daha fazlasını onlardan öğreneceğiz. Birazdan tatil köyünün bütün konuklarını restoranda toplayıp durumu açıklayacağım. Sonra, muhtarın ofisinde hepsini yeniden sorguya çekeceğim.”

Çekingen bir sesle sordum. “Ben de olacak mıyım yanında?”

“Gayet tabii. Her ne kadar kurallara aykırı olsa da senin yanımda olmanı istiyorum.”

Yarım saat sonra restorandaydık. Muhtar herkese haber vermiş, köydeki bütün konuklar orada toplanmıştı. Levent açıklamasını yapınca hafif bir heyecan dalgası oluştu. Melih’in arkadaş gurubunda bir kadın çığlık koyverdi. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Levent, sert bir sesle herkesi susturdu.

Daha sonra sorgu başladı. Önce Kuzey Bey ve karısı geldi muhtarın ofisine. Sonra iki kızı ve ardından annesi İnci Hanım’la kız kardeşi Asude Hanım. Benim öğrendiklerimden daha fazla bir bilgi alamadı onlardan Levent. Yazar Çetin Özden ve Ahmet-Sevda çifti de aşağı yukarı aynı şeyleri söylediler.

Sonunda sıra Amerikalı gruba geldi. Gerçi, onların hepsi Türk’tü ama ben ABD’den geldikleri için onlara Amerikalı diyordum. Onlar içeri girmeden, İdil ofisten ayrıldı. Uykusunun geldiğini, yatmak istediğini söyledi. Ben de ona hak verdim. Ne de olsa bütün gün koşturmuş, yorulmuştu. Dinlenmeyi hak ediyordu.

Gruptan içeri ilk giren Semih Ataman oldu. Onu diğerleri takip etti. Bahar, Murat, Gamze ve Bahadır. Hepsi Levent’in tam karşısındaki koltuklara oturdular. Perişan bir haldeydiler. Çok kederli görünüyorlardı. Az önceki şok haberin etkisinden kurtulmak, yeni duruma alışmak için çaba harcadıkları belliydi.

Levent hepsine baş sağlığı diledikten sonra, ölen arkadaşlarının ve onların uyuşturucu alışkanlıklarının olup olmadığını, ara sıra da olsa, eğlence için kullanıp kullanmadıklarını sordu. Hepsi şiddetle hayır cevabını verdiler. Hatta kendilerinin gönüllü teste bile girebileceklerini söylediler.

Gamze ve Bahar göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Hep aynı kelimeler dökülüyordu ağızlarından. Kim, neden öldürmek istemişti onları? Düşmanları da yoktu. Tatilden tatile Türkiye’ye geliyorlardı.

“Melih’in ailesinden ulaşabileceğimiz kimse var mı?” diye sordu Levent

Bu soruyu Semih cevapladı. “Maalesef kimsesi yok. Biz üniversiteye başladığımızda o ailesini bir trafik kazasında kaybetmişti. Tek çocuktu. Daha sonra onu teyzesi yanına almıştı sanırım. O da hiç evlenmemiş bir kadındı diye hatırlıyorum. Bir bankanın Nişantaşı şubesinin müdürüydü. Orada, yani Nişantaşı’nda, Işık Lisesi’nin hemen yanındaki sokakta kendisine ait bir dairesi vardı.  Biz mezun olduktan sonra kadın vefat etti”

“Peki, okuldayken zıtlaştığı birisi veya gruplar var mıydı?”

Bahar araya girerek, “Hayır yoktu,” dedi. “Ama bir kız vardı. Neydi ismi çocuklar? Hatırlamaya çalışın! Bir ara Melih’le çıkmıştı. İlk senemizdi. Melih ailesini yeni kaybetmiş ve teyzesine taşınmıştı. O kız da teyzesinin komşusuydu. Hatta ailesi Nişantaşı’nda bir mağaza işletiyordu  ama tam olarak hatırlayamıyorum.”

Gamze, “Ben hatırlıyorum,” dedi. “Tuhaf bir kızdı. Kıyafetleri de öyle. Bütün elbiselerinin düğmeli olmasına hep şaşardım. Hem de taşlı düğmeler.”

Levent bana kısa bir an için baktıktan sonra, cebinden düğmeyi çıkardı ve Gamze’ye uzattı. “Böyle bir düğme olabilir mi?”

“Evet, evet, bu tip düğmelerdi. İnanmazsınız ama dik yakalı kazaklarının boğazı saran kısmında bile bu düğmelerden vardı. Kıskanç bir kızdı. Melih’i hiç yalnız bırakmazdı. Sohbetlerimiz onu hep rahatsız eder, mutlaka bir bahane bulur ve Melih’i uzaklaştırmaya çalışırdı. Siz nereden buldunuz bu düğmeyi Komiser Bey? “

“Odalarını araştırırken bulduk,” dedi Levent.

Bahar ürpererek, “İyi ama Sandy hep spor giyinirdi,” dedi. “Taşlı, boncuklu, pullu bir tane kıyafeti yoktu.”

“Melih’le bu kız ne kadar çıktılar, neden ve nasıl ayrıldılar?”

Bu kez Murat’ın sesi duyuldu. “Yanılmıyorsam altı ay kadar çıktılar. Güzel bir kızdı ama Gamze’nin dediği gibi tuhaftı. İlk dönemin sonunda ayrıldılar.  Kavgalı ayrılmamışlardı. Ne var ki, Melih’i hep rahatsız etti bu durum. Nereye gitsek bir şekilde karşımıza çıkıyordu. Aynı okuldaydık sonuçta ama bu kadarı da olmaz dediği zamanlar olmuştu Melih’in.”

Levent kızın ismini sordu, kimse hatırlamıyordu.

“Peki, şimdi görseniz onu tanır mısınız?”

Bu sorunun cevabı da olumsuzdu.

Levent’in merak ettiği bir diğer konu ise, şarabın, çikolatanın ve peynirin markasının başka kim tarafından bilinebileceğiydi. Arkadaşları haricinde bunu kim bilebilirdi? Bu sorunun da bir cevabı yoktu. İşte burası tam bir muammaydı.

“Melih ve eşi Sandy her zaman bu marka şarabı mı içiyorlardı?”

Bahadır cevapladı bu kez soruyu. “Evet.”

“Biri veya birileri onları öldürmek için paraya kıymış anlaşılan,” dedi Levent.

Muhtarın ofisinde buz gibi bir hava esti. Herkes donup kalmıştı.

Levent, hepsine teker teker baktı ve “Son bir soru,” dedi. “O gece yemekte kaç kadeh içtiklerini hatırlıyor musunuz?”

Murat, “Sandy’nin ne kadar içtiğini farketmedim ama Melih dört kadeh içti,” dedi.  “İyi hatırlıyorum çünkü ben de dört kadeh içmiştim ve kadehler boşaldıkça da dolduruyordum.”

Amerikalı grupla yapılan görüşme böylece sona erdi.

Levent arkasına yaslanarak düşünceli, bir sesle mırıldandı. “Melih’in çıktığı kız kimdi acaba? Resmi yok, bir tanımı yok. Kimse onun yüzünü hatırlamıyor.”

“Aradan yirmi beş yıl geçmiş,” dedim. “Dile kolay. Hatırlamamaları normal. Neyse ki unutamadıkları bir nokta var.”

“Neymiş o?”

“Kızın giyim tarzı ve hemen hemen her kıyafetinde olan taşlı düğmeler.”

“Elimizdeki tek ipucu o zaten.”

Bir an durakladım. Aklıma bir fikir gelmişti. Ama bunu Levent’e söylemedim. Yarına kadar da söylemeye niyetim yoktu.

Levent, “Ben artık gideyim,” dedi. “Bu insanlar hakkında araştırma yapmam gerekiyor. Doğruyu mu söylüyorlar, yoksa gizledikleri bir şeyler mi var, bunu öğrenmeliyim. Sen de dikkatli ol. Sağda solda fazla dolaşma.”

Güldüm. “Çocuk değilim ben. Kendimi korumayı bilirim.”

Levent,arabasına binip gitti. Ben de eve geri döndüm. İçeriye girince ilk işim Türk Hava Yolları’nı arayıp yarınki ilk İstanbul uçağında yer ayırtmak oldu. Tam telefonu kapatmıştım ki, İdil uykulu gözlerle yanımda belirdi.

“N’oluyor abla, nereye gidiyorsun?”

“İstanbul’a canım. Yarın akşam döneceğim, merak etme.”

“Allah Allah. Bu da nereden çıktı şimdi?”

“İdil’cim. Bu çifte cinayetin bütün sırrı, bence, Melih’in, teyzesi ile yaşadığı Nişantaşı’ndaki evde yatıyor. Eğer oraya gidersem, sağlam kanıtlarla geri dönebilirim. O yüzden yarın, sabah erkenden İstanbul’a uçacağım.”

“Off abla, bu işe fena taktın kafanı. Tamam git ama, aklım sende olacak. Levent’in haberi var mı?”

“Hayır yok. Ona yarın söyleyeceğim. Merak etme, işimi çabuk bitirip hemen döneceğim. Akşam yemeğine burdayım.”

İdil’in  endişelendiği belliydi. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. İçimden bir ses mutlaka İstanbul’a gitmem gerektiğini, bu bilmecenin anahtarını orada bulacağımı söylüyordu. Eğer sağlam bilgilere ulaşabilirsem, Levent katili tutuklar, dosyayı da gönül rahatlığıyla kapatabilirdi.

Ertesi sabah erkenden yola koyuldum. Saat 10’da Yeşilköy’deydim. Otobüse binip önce Taksim’e, oradan da Nişantaşı’na gitmeden önce, Levent’i aradım. Ona İstanbul’da olduğumu söyleyince çok şaşırdı.

“Bazı şüphelerim var. O yüzden buraya geldim. Sanırım bütün gerçek Nişantaşı’ndaki evde gizli.”

Kısa bir sessizlik oldu. Levent’ten ses gelmeyince kapandı zannederek “Alo?” dedim.

Hayır, kapanmamıştı. Levent, “Buradayım,” dedi soğuk bir sesle. “Sadece düşünüyordum. Bu yaptığın doğru değil. Polisin işine bu kadar karışamazsın.”

“Ben polisin işine karışmıyorum,” dedim sakin olmaya çalışarak. “Sadece merak ettiğim bir şeyler var, onu araştırıyorum. Herhalde bunu yapmakta özgürüm öyle değil mi?”

Levent, ”Tamam, tamam,” dedi. “Kızma. Ben başına bir iş açacaksın diye korkuyorum.”

“İçini ferah tut. Bana bir şey olmaz. Sana buradan sağlam kanıtlarla döneceğim. Sezgilerime güven. Seni öğleden sonra ararım,” deyip telefonu kapattım.

Semih Ataman, evin Işık Lisesi’nin yanındaki sokakta olduğunu söylemişti. Orayı kolayca buldum. Koca sokakta sadece bir tane eski apartman vardı. Melih’in teyzesinin evi bundan başkası olamazdı. Yanılmamışım. Karşıdaki eczaneye sorduğumda tezgahın arkasındaki orta yaşlı eczacı Melih’i kolayca hatırladı. Onun Amerika’da yaşadığını biliyordu.

“Arada sırada gelir,” dedi. “İkinci kattaki daire onun. Ama şimdi kiracı oturuyor.”

Eczacıya teyzesini sordum. Ondan haberi olmadığını söyledi. Eczaneyi on yıl önce açmıştı ve teyze hakkında hiçbir bilgisi yoktu.

Apartmanın ikinci katına ait olduğunu tahmin ettiğim zile bastım. Kapı hemen açıldı. Yukarı çıktım ve kiracı ile konuştum. Benim yaşlarımda, zayıf bir kadındı. Taşınalı beş yıl olmuştu. İşi gereği devamlı yurt dışına çıktığı için binada yaşayan kimseyi tanımadığını söyledi. Apartmandaki ev sahiplerinin çoğu, dairelerini ya satmışlar ya da kiraya vermişlerdi. Yalnız yaşlı bir karı-koca kalmıştı. Onlar, neredeyse kırk yıldır bu apartmanda oturuyorlardı.   Kiracı kadın, üst kattaki daireye çıkmamı söyledi.

Onun dediğini yapıp üst kata çıktım. Kapıyı yetmiş yaşlarında tombul ve sevimli bir kadın açtı. Ona Melih’in arkadaşı olduğumu, Amerika’dan geldiğimi söyledim. Beni hemen içeriye davet etti. İsmi Piraye idi. Salona geçince eşi Fikret Bey de bize katıldı. Yaklaşık bir saat konuştuk. Çok güzel bir sohbet oldu. Ne sorduysam cevabını fazlası ile aldım. Melih’in ölümüne çok üzüldüler. Ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştılar. Melih’in kız arkadaşı ve ailesi hakkında da sorular sordum. Mağazalarının yerini ve nerede oturduklarını da öğrendim. Bütün şüphelerim doğrulanmıştı. Levent artık dosyayı kapatabilirdi.

Teşekkür edip bu harika çiftin yanından ayrıldıktan sonra, Kapalıçarşı’daki bir arkadaşımı görmeye gittim.  Hava alanına geri dönerken heyecanımı yenemiyordum. Bütün sırrın Nişantaşı’nda çözüleceğinden emindim ve öyle de olmuştu.  Uçağımı beklerken Levent’i tekrar aradım. Telefonumu merakla bekliyormuş ki, hemen açtı. Ona durumu kısaca anlattım. Köyde kalanlar hakkında topladığı bütün bilgileri bana ulaştırmasını söyledim. Kabul etti.

“Seni, havaalanında karşılayacağım,” dedi. “İstediğin bütün bilgileri getiririm. Kirazlı’ya birlikte döneriz.”

Uçağım saat dörtte İzmir’e indi. Levent, çıkış kapısında beni bekliyordu. Arabasını otoparkta bırakmıştı, oraya doğru yürüdük. Motoru çalıştırmadan önce bana bir dosya uzattı. “İstediğin bilgiler burada,” dedi.

Yol boyunca dosyada yazılanları okudum. Artık bütün taşlar yerine oturmuştu. Sıra, katili yakalamaya gelmişti.

Kirazlı Tatil Köyü’ne vardığımızda saat altıya geliyordu. Levent, muhtardan herkesin restoranda toplanmasını istedi. On dakika sonra içeri girdiğimizde herkes oradaydı. İdil, en uzaktaki masalardan birine oturmuş, merakla bana bakıyor, kaş göz işaretleri yapıyordu. Yanına gittim ve herşeyin yolunda olduğunu söyledim.

Levent, “İyi akşamlar,” diyerek söze girdi. “Burada olduğunuz içi hepinize teşekkür ederim.  Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, soruşturmamız sona ermiş bulunuyor. Bildiğiniz gibi, Melih ve Sandy Alkan çiftinin ölümünün bir kaza olmadığı daha önce ortaya çıkmıştı. Bugün de çiftin planlı bir şekilde, kasıtlı olarak öldürüldüğü kesinleşti.”

Restoranda birden bir uğultu başladı. Herkes aynı anda konuşuyor, herkes aynı soruları soruyordu.

“Katil aramızda mı şimdi?”

“Bu yüzden mi buradayız?”

“Nasıl olur?”

Levent, sert bir sesle, sakin  olmalarını, her şeyin açıklığa kavuştuğunu, eğer susarlarsa  hepsinin sırası ile anlatılacağını söyledi ve bir el hareketiyle beni yanına çağırdı.

“Buyrun Müge Hanım, gerisini sizden dinleyelim.”

Bütün kafalar bana doğru çevrildi.  Birden kızardığımı hissettim. Birkaç kez öksürdükten sonra konuşmaya başladım.

“Eğer sakinleştiysek size herşeyi anlatacağım. Sözümü kesmezseniz sevinirim. Öldürülen Melih ve Sandy Alkan çifti bildiğiniz üzere ABD’de yaşıyorlardı. Semih, Murat, Yavuz, Gamze ve Bahar. Hepiniz, üniversiteye aynı yıl başladınız, aynı bölümdeydiniz ve birbirinizi hiç bırakmadınız. Melih ailesini kaybedince sizler onu daha da sahiplendiniz. Ailelerinizin maddi durumu iyiydi. Sıkıntı çekmeden üniversiteyi bitirdiniz. Yüksek lisans için ABD’ye hep birlikte gittiniz ve orada evlendiniz. Semih ise hiç evlenmedi.

Melih’in üniversite yıllarında bir sevgilisi vardı.Kız onunla aynı mahallede oturuyor, aynı okula gidiyordu. Bu beraberlik aşağı yukarı altı ay sürdü. Daha sonra ayrıldılar. Üniversite bitince hepiniz ABD’ye gittiniz. Melih orada on yıl kadar önce Sandy ile evlendi.

Hepiniz ayrı eyaletlerde yaşamanıza rağmen birbirinizle görüşmeyi hiç ihmal etmediniz.  Aranızda kıskançlık vardı belki ama bu ürkütücü boyutlarda değildi. Melih’in içtiği şarabın, yediği peynirin ve sevdiği çikolatanın markasını sizler biliyordunuz, onları temin edebilirdiniz ama sıvı kokain zerk edip buraya getirmeniz çok büyük riskti. Çünkü havaalanı güvenliğinden geçmeniz imkansızdı. Yine de cinayeti içinizden biri işlemiş olabilirdi. Bunun için yeterince fırsata sahiptiniz.

Ahmet ve Sevda, sizler o gece burada olmadığınızı söylediniz. Polis, kaldığınızı iddia ettiğiniz otelle bağlantı kurdu ve geceyi orada geçirdiğiniz anlaşıldı. Aynı bankada çalışıyorsunuz. Eviniz Ankara’da. Üniversiteyi de Ankara’da bitirdiniz. Ölen çifti tanımıyorsunuz. Cinayetle görünürde hiçbir bağlantınız yok.

Çetin Özden, siz emekli edebiyat öğretmenisiniz, eşinizden yeni boşandınız ve Modada, babanızdan kalan apartman dairesinde oturuyorsunuz. Yazdığınız roman büyük ilgi gördü. Şimdi ikinci romanınızı yazıyorsunuz. Sizin de bu cinayetle hiçbir bağlantınız yok gibi görünüyor.

Melih üniversiteye girdiği ilk yıl ailesini bir trafik kazasında kaybetti. Tek yakını teyzesi Hale Hanım’dı. Başka hiçbir akrabası yoktu. Melih, onun yanına yerleşti ve Nişantaşı’ndaki dairesinde onunla birlikte yaşamaya başladı. İnci hanım siz ve aileniz de Nişantaşı’nda yaşıyorsunuz öyle değil mi?”

İnci Hanım sinirli bir tavırla, “Evet, ne olmuş?” diye bağırdı. “Bu bizi katil mi yapıyor şimdi?”

İstifimi bile bozmadan sözlerime devam ettim. “Eşinizin antika eşyalar satan bir dükkânı vardı. O ölünce işleri siz yürüttünüz. Hastalanınca işinizi oğlunuza ve kızınıza devrettiniz.”

İnci Hanım’ın yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Sorduğum soruya cevap, annesini sakinleştirmeye çalışan Kuzey’den geldi. “Evet, var ve hala işletiyoruz ve hala orada oturuyoruz, ne söylemeye çalışıyorsunuz açık konuşun.”

Heceleye heceleye, üstüne basa basa söylemişti bu sözleri. Levent, Kuzeyi sakin olmaya davet etti biraz sesini yükselterek. O sırada Asude ayağa kalktı.

“Yeter susun artık! Evet, Melih’i tanıyoruz, aynı muhitte oturuyorduk,  Hale teyzenin çalışıp emekli olduğu banka ile yürütüyoruz bütün para işlemlerimizi. Bankamızı hiç değiştirmedik. Hale teyze tanıştırdı beni Melih’le.”

Bu cümleler biter bitmez Gamze hayret dolu bir ifade ile haykırdı.  “Asude! Sensin, evet, sensin. Ne kadar değişmişsin!”

Grubun geri kalanı da hayretle Asude’ye bakıyordu ve onlar da aynı şeyleri söylüyordu.

“Tanıyamazsınız tabii,” dedi Asude. Bakışları hiddet ve aşağılama doluydu. “Zaten hiç tanımak istemediniz. Alay kokan her hareketinizi,o her sözünüzü görmezden geldim ama size yetmedi, sonunda kazandınız. Kıyafetlerimdeki düğmeleri konu etmediğiniz bir gün bile olmadı. Ne zararı vardı size? Ama olur mu, siz son derece modern giyinirken ben yanınızda antika kalıyordum, öyle değil mi? Hale teyze beni severdi ama o da sizin etkinizde kaldı ve beni istemedi. Bakıyorum hiç değişmemişsiniz, dünya gene sizin ekseninizde dönüyor.”

Herkes neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimsenin müdahale etmesine izin vermeden araya girdim. “Asude Hanım belli ki, derinden yaralanmışsınız. Melih ve arkadaşlarını affetmediğiniz belli oluyor. Kıyafetlerinizdeki düğmelere gelecek olursak, onları babanız size özel olarak alırdı. Benzerleri tuhafiyecilerde satılıyor ama sizinkilerin farklı olduğu hemen göze çarpıyor. Düğmeyi, İstanbul’da antika eşyalardan anlayan bir arkadaşıma gösterdim. Bana değerli ve nadir bulunan bir düğme olduğunu söyledi. Melih’in arkadaşları sizi bir türlü kabul etmediler. Siz de onlardan hoşlanmıyordunuz. Sonunda ayrıldınız. Bu sizi bunalıma sürükledi. Uzun tedaviler gördünüz ve hiç evlenmediniz. Yaşadığınız dram, cinayet için yeterli bir sebep gibi görünüyordu. Ama Melih ve Sandy Alkan çiftini siz öldürmediniz. Gerçeği Piraye Hanım’la görüşünce anladım. O ve kocası, bana cinayete ışık tutacak çok önemli bilgiler verdiler. Böylece kafamdaki eksik parçalar yerine oturdu, olayın iç yüzü açığa çıktı.”

Herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ne diyeceğimi merakla bekliyorlardı.

Asude’ye döndüm ve  “Melih’le karısını ağabeyiniz Kuzey öldürdü,” dedim.

İnci Hanım acı bir çığlık attı. “Seni çok bilmiş sürtük! O şımarık züppe Melih’in ölümünü oğluma yıkamazsın. Dirisi yetmedi, ölüsü de hala peşimizde! Mendebur arkadaşlarını öylece geçiştirip bütün pislikleri oğluma atamazsın!”

Ağlayan kızlarına sarılan Şebnem, “Neden Kuzey?” diye inledi. “Bizi hiç düşünmedin mi?”

Asude de ağlıyordu. “Ben onları affetmeye çalışıyordum, değer miydi? Ne olacak şimdi bize?”

Kuzey, derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Gözlerini kız kardeşine çevirdi. Bezgin bir sesle, “Senin hayatını çaldı Asude,” dedi. “Dönüp arkasına bakmadı bile. Kaç kere konuştum onunla, ama hiç umurunda olmadı. Onu öldürmeye yemin ettim. Özel bir dedektif tuttum, attığı her adımı, aldığı her nefesi bile biliyordum. Her sene tatile gideceği yerleri öğreniyordum. Aslında daha önce de öldürebilirdim, ama her zaman beraber tatil yaptığımız için onun gittiği yerler hiç bize uymadı. İlk kez bu sene her şey yolunda gitti. Sevdiği şarabı, çikolatayı ve peyniri ısmarladım. Sıvı kokaini bulmak ve paketleri hiç açılmamış gibi hazırlatmak  zor olmadı. Karşılığında çok değerli bir tabloyu dörtte bir fiyatına vermem gerekti. Tam yirmi beş sene en ince ayrıntısına kadar her şeyi planladım. Odalarına girip onları değiştirmek işin en kolay yanı oldu. Yemekte zaten çok içmişti. Bir de kokainli şarabın dibini getirince, denizde yavaş yavaş dengelerini yitirdiler ve bir süre sonra suda görünmez oldular. Hep soruyordunuz denize girerken gördünüz mü diye. Evet gördüm ve ölmelerini zevkle izledim. Asude’nin bütün düğmelerini cebime koydum.  Hepsini yataklarının üzerine serecektim. Amacım ona Asude’yi hatırlatmaktı ama sonra vazgeçtim. Düğmeleri yataktan toplarken birini düşürmüşüm. Onu da siz bulmuşsunuz. Her neyse. Onu ben öldürdüm. Ve hiç pişman değilim.”

Levent adamın yanına yaklaştı ve “Kuzey Onur sizi Melih ve Sandy Alkan’ı öldürmekten tutukluyorum,” dedi.

Dışarıda bekleyen polis memurları, Kuzey’in ellerini kelepçeleyip sorgulanmak üzere Emniyet’e götürdüler.  Levent de onlarla birlikte gitti. Ayrılmadan önce bana veda etmeyi unutmadı. Gözlerimin içine bakarak en kısa zamanda görüşeceğimizi söyledi.

Dayanamayıp “Ne zaman?” diye sordum.

Güldü, “Yarın geleceğim,” dedi ve ekledi.. “Sen olmasan bu olayın bir cinayet olduğu asla ortaya çıkmazdı. Çok akıllısın. Sana hayranım.”

Ona neler söylediğimi kesinlikle hatırlamıyorum. İdil, elbisemden çekiştirmese herhalde kendime zor gelirdim.

“Abla, abla, ne oluyor? Levent’in arkasından bakakaldın öyle.”

İçimi çektim. “Ahh,  bu kadar tatlı gülümseyen kaç erkek vardır ki dünyada?”

Kız kardeşim anlamlı anlamlı güldü.

O sırada muhtar geldi yanımıza. Sevinci gözlerindeki pırıltıdan belli oluyordu. Heyecanlı bir tavırla elimi sıktı. “Bizi çok büyük bir beladan kurtardınız, Müge Hanım,” dedi. “Köyüm adına size minnet borçluyum.”

Melih ve Sandy’nin arkadaşları hala çok üzgün görünüyorlardı. Bana teşekkür ederken bile göz yaşlarını tutamayanlar vardı aralarında. Buna rağmen tatillerini sürdüreceklerini söylediler. Çünkü  Kirazlı’ya gelmelerini en çok Melih istemiş, bütün herşeyi o ayarlamıştı. Şimdi o yoktu ama hayat devam ediyordu.

Yazar Çetin Özden ikinci romanını Kirazlı’da tamamlayacaktı. Yaz sonuna kadar buradan ayrılmaya hiç niyeti yoktu.

Ahmet’le Sevda olup bitenlere bir anlam verememişlerdi. Aslına bakılırsa, anlamak için bir çaba harcadıkları da pek söylenemezdi.Gözleri birbirlerinden başkasını görmüyordu. Onlar da tatilleri bitene  kadar burada kalacaklardı.

Herkes yanımızdan ayrılınca kız kardeşimle birlikte evimize geri döndük. Verandadaki yumuşak minderli koltuklarımız bizi bekliyordu. İdil çay demlemek için mutfağa gitti. Ben de koltuklardan birine oturup arkama yaslandım. Gözlerimi kapattım, sahilden gelen dalgaların sesini dinledim. Birden, Melih’le karısının kumsaldaki cansız bedenleri geldi aklıma. Sonra Levent’in o tatlı gülümsemesi.

Gözlerimi açtım.

Kız kardeşim çay fincanlarını masaya koyuyordu.

“Biliyor musun?” dedim. “Hayatta rövanş diye bir şey yok.”

İdil, anlayışlı bir tavırla bana baktı ve “Evet,” dedi.

Sonra, evimizin kapısının üstündeki yazıya doğru uzattı işaret parmağını.

“O yüzden, Anı Yaşa.”

Nilgün KOLGAR ÇALIŞKAN.- Kerim GUNER

En Son Yazılar